Sınırları insan erdemleriyle belirlenmiş, ne sınıfsal ne de etnik nedenlere mahkum olmamış doğrularımızla özgürlük ve demokrasi mücadelesini sürdüreceğiz...

BURADAYIZ İŞTE...

OKURLARIMIN DİKKATİNE. BLOGUMDA TEKNİK BİR ARIZA YA DA BİR SALDIRI GERÇEKLEŞMİŞTİ.. ŞİMDİ HER ŞEY YOLUNDA...EMEKLERİMİZ BURADA... SAĞLICAKLA KALINIZ...

PARALEL BİR BLOG DA DEVAM EDİYOR...

Yeni blogun adresi: http://mirural.blogspot.com/

ŞU AN İZLEMEKTE OLDUĞUNUZ BLOG ADRESİ İLE YENİ BLOG ADRESİ BİRBİRİNE ÇOK YAKINDIR. İLGİNİZE TEŞEKKÜRLER.

MİHRAC URAL

...

...

...

...

TÜRK MODERNLEŞMESİ JAKOBENİZM VE BONAPARTİZM

Yener Orkunoğlu

Türkiye'de modernleşme hareketinin tarihini ve modernleşmenin toplum üzerinde yarattığı etkileri incelemek ve aynı zamanda modernleşme konusunda liberal entelektüellerin yarattığı yanılsamaları açığa çıkarmak zorundayız.
Liberal entelektüellerin çarpıttığı bir konu var. Siyasal İslam'ın yörüngesine girmiş bir çok entelektüel, Türkiye'deki Kemalistleri Jakoben olmakla suçlarlar. Yani Jakobenizm, darbeci ve anti-demokrat olmakla özdeşleştirilir. Böylesi bir değerlendirme, Jakobenizmin çarpıtılmasıdır. Kemalizm'i, Jakobenizm olarak değerlendirmek, Jakobenizme karşı bir haksızlıktır. Çünkü Jakobenizm, Fransız Devrimi döneminde küçük burjuvazinin (baldırı çıplakların) radikal bir devrimci hareketi olarak doğdu. Fransız Devrim hareketinin sol kanadını oluşturur.
((Devamı orta sol sutunda))

..

..

Mihrac Ural

Mihrac Ural

Yeniden felsefe okumak


Cumhuriyetin Doğuya sırtını dönmesinin mahkumu idik. Alfabe kırılmasının sonucu da, okuma adına nemiz var nemiz yok, arşivlerin küfüne terk edildi. Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle zaten olmayan okumalara, sıçramalardan oluşan, dengesiz ve sonuçta eksiklikten kaynaklanan bir topallamaya düştük. Bu da, ülkemiz felsefe bilincinin derinlik ve bütünlüğünü oluşturacak zincir halkalarının kopuk olmasını getirmiştir.
Yunan felsefesi akılcılığının Aristo’yla temsil edilen sunumunu, İslami bir yorum ve ilerleyişle ele alan Farabi’de ifadesini bulan akılcılığa karşı, “ Tahafüt el Felasife” diyerek, dünya ve ahiret işinde akıla yer bırakmayan Gazali’nin, bu güne kadar süren tutuculuğundan yana saf belirlemiştir. Gazalinin, “filozoflar”ın aklın hareketinden yana dünyevi olayları yorumlayan yaklaşımlarına karşı yaptığı eleştirilere, aklın bir militanı İbni Rüşt’ün ünlü cevabı olan “Tahafüt el Tahafüt” ü tanımazlıktan gelmiştir. Böylece sağ, Yunan ve batı felsefe okumaları eksiğiyle iki ayağı topal hale gelmiştir. Dayandığı felsefi okumaların karşıtlarını da bilmemekle, sığ kalmıştır.((Devamı sol ana sutunda))

****

****

24 Nisan soykırımı hepimizi katletmişti...

Mihrac Ural

Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi –soykırımı- hepimizi katletmişti. Tam 93 yıldır sürmekte olan zorunlu sürgün ile insanlık sucunda İttihat –Terakki’nin ‘SOYKIRIM’ imzası vardır.

Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır.

Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur.

“Resmi tarih” diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.**19. yy sonlarından başlayarak, Katolik ve Gregoryan (Ortodoks) diyerek birbirlerine kırdırılan, tenkil ve sürgünlerle, mal mülklerine el konularak baskı altında tutulan Ermenilere yönelik soy kırımı, I Dünya savaşının, malum bol bahaneleri altında girişilmiştir (24 Nisan 1915).

Savaş sırasında, önce Ermeni gençlerinin Askere alınarak silahsız bırakılması ve ardından toplu tasfiyelerin yapılması, geride kalan Ermeni halkının Tenkil ve sürgünlerine geçilmesi. Bu konuda talimatların dakik bir biçimde, en yetkili resmi merciler tarafından istenip, izlenmesi. O dönemin Sadrazamı (Başbakanı) Talat Paşa’nın, başından itibaren olayları, dikkatlice takibi, emirler vermesi, istatistik tutması (iskan edecekleri yerde dahi nüfusa göre oranlarının %5 geçmeyecek düzeyde tutulmaları talimatları da dahil) ve bunun en ince ayrıntısına kadar yazılı özel notlarla tescili, Ermenilere reva görülen her şeyin, planlı bir tarzda icra edildiğini göstermeye yeterlidir (Ermeni tehciriyle ilgili Talat Paşa’nın tutanakları için bkz. Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi, 24 Nisan 2006’dan itibaren yayınlanan dizi) Bu, Ermenilere ilişkin, adına ne konulursa konulsun, yapılacak olanların önceden planlanmış eylemler olduğunu gösterir.

Bundan sonra, sonuçlara bakılarak, yapılanlara verilecek ad, tanımlamaya geçilir.*Böylesine planlı ve en ince ayrıntısına kadar takip edilmiş ve bir etnik topluluğa yönelen, sonuçta en iyimser tahminlerle, el yazması tutanaklardaki rakamlarla bir milyon (1000 000) üzerinde Ermenin ölümüne yol açan, kimi şehirlerde nüfusu yüz binlerden sıfıra indiren, çoluk çocuk on binlerce canın etnik yapısını değiştirmek için farklı etnik toplumlara dağıtan, topraklara el koyan, binalarını yıkan, her türden maddi ve canlı servetine el koyup katleden girişimlere, soy kırımından başka bir ad verilemeyeceği görülür.

Bu bir soykırımdır. (..)Osmanlıdan, cumhuriyete süre gelen bu aklın, daha uzun süre yürürlükte olma tehlikesi tüm çıplaklığıyla kendini göstermektedir. Tarihimizle cesurca yüzleşmeden bu aklı toplumsal işlevlerimizden ve geleceğe ilişkin yaşam planlarımızdan söküp atmak güç gibi duruyor.
((*)Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı –Mihrac Ural)

**
Sıranın kendisine gelmeyeceğini sananların dikkatine, bu vatanın birimize değil, hepimize ait olduğunu bir kez daha, bin kez daha yeniden birbirimize kanıtlamakla yükümlü olduğunuzu artık anlamak zorundasınız.

Bilmelisiniz ki, farklılıkları içselleştirmek, onlarla barış içinde yaşamayı fiilen gösterip, haklarını anayasal ve kurumsal güvencelerle kökleştirmek ertelenmez bir görev haline gelmiştir, bu yapılmadıkça bu vatanın hepimize ait olduğuna kimseyi inandıramazsınız.

Mümkünü, imkansız hale getirmeye devam ederseniz, sizi biz farklılar, ayrı varlıklar bile kurtaramaz. Bunun vebali, Hrant Dink’in katline yol açan akıl sistematiğinin kıyımına tek tek ve topluca maruz kalmaktır bilesiniz.
((*)Hrant Dink'in Katli ve Tarihi Gerçekler –Mihrac Ural)


Murat Altunöz’ün Beklenen Kitabı Kırılgan Zamanlar Çıktı…

2002 Ocak ayında başladığımız yolculuğumuza 7 yıldır devam ediyoruz. Karalama Dergisi, ülkenin koşullarına göre bazen inişler ve çıkışlar yaşamamıza rağmen her geçen gün dergimizle daha da büyüyoruz.

Karalama Dergisi olarak;
Şair Nevruz Uğur ve Halil İbrahim Yıldız’ın kitaplarından sonra Karalama’nın Kurucusu ve halen Editörü olan Murat Altunöz’ün Kırılgan Zamanlar adlı kitabını yayımladık.
Geçmiş zamanların, kırılmış, yalnız ve hüzünlü dizelerinde bulduk kendimizi,
Her dize de bir direniş, bir sürgün, bir ayrılık ve özlem var.
((Devamı sol alt sutünda))

...

...

Yerel Çeteleşmenin Boyutu...

Murat Altunöz /Gazeteci

Çeteleşme yıllar sonra Ergenekon operasyonuyla tekrar gündeme geldi. Eskiden bildiğimiz mafya sistemi çökmüş artık daha organize ve daha profesyonel bir hal alan almıştır.Bazı yazarlar, Emekli Polisler ve Emekli askerlerinde içinde bulunduğu yeni bir yapı ortaya çıktı.Aslında bu tür çeteleşmeler yıllardır hep ülkemizde vardır. Ama bu hafta benim bahsetmek istediğim yerel çetelerdir. malesef son yıllarda ciddi anlamda yerel çeteleşme ve Organize suçlarda bir çoğalma vardır. Zaten Hatay il Emniyet Müdürü Osman Çapalı'da bu konuya dikkat çekerek " Bireysel suçlar artık organize suçlara kaymıştır" demiştir.
((Devamı sol ana sutunda))


İNTERAKSİYON

Faiz Cebiroğlu
Her gelişim, karşılıklıdır. Her ileriye yönelik değişim, bir interaksiyondur. İnteraksiyon, karşılıklı etkileşim oluyor. İnsanlar, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek sosyal yönlerini geliştiriyorlar. Sosyal yönünü geliştiren insan, aldığı öğreti ve deneyimlerle bireysel yönünü ”işleyerek” yapılandırıyor. Yapılanma, ”özbilinç” ve ”özgüven” ile nitelik bir hal alıyor.

İnteraksiyon ya da karşılıklı etki, yaşadığımız toplumda, değişik yer ve ortamlarda farklı farklı oluyor. Dille başlayan diyaloğa; insanların bulunduğu yaşam tarzları, çalışma biçimleri ve kısacası sahip oldukları sınıfsal konumları da ekleniyor. Sosyal sınıf, gelişimde ”ana halka” oluyor. Sosyal sınıf, ileriye yönelik değişimin ”can alıcı noktasını” oluşturuyor.

(Devamı orta ana sütunda )
http://mirural.blogspot.com/

...

...

Yabancılaşmanın Dinamiği


Mihrac Ural

Yabancılaşma, insanlık ailesini birbirine yakınlaştıran, farklarını hızla öteleyen özel mülkiyeti ve olumsuz sonuçlarını bile köşeye sıkıştırma işlevi gören sonuçlarıyla, olumsuz değil çok olumlu bir role sahiptir. Tarihsel süreciyle derinleşip geliştikçe gerçekleşen yabancılaşma, insana çok daha cüretkâr olma, çok daha özgürce beyin labirentlerinde kurguladığı fantezileri yaşama ve bunu yaparken de dar anlamda aile, mahalle gibi klancı darlığın etkiler altında kalmayıp, geniş anlamda da ulusal sınırları aşıp belki başlangıcı sanal âlemin nimetleriyle, bilgi çağının iletişim olanaklarıyla bu tutku ve arzularının doruklarını zorlama şansını elde etmektedir.Yabancılaşma olmasaydı, emeğin sosyal etkilerinden bahsetmemiz mümkün olamazdı. Emek ne kadar sahibinden uzaklaşır, ne kadar sahibine belirgin olmaktan çıkarsa, o kadar evrensel ölçeklerde hizmet sunmaya başlamış demektir. Ve bir o kadar kültürel farklılıklarını hesaba katmadan ( renk, ırk, ulus, coğrafya, bölge farkı tanımadan) insan türüne ait hale gelmiş demektir.
((Devamı orta ana sol sütunda: ))
http://mirural.blogspot.com/

..

..

MİLLİ MARŞLAR

Ayşe Hür
1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı ‘Tre Trallade Jantor’dur. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkar ve ‘Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr….’diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası olayı "centilmen Türk seyircisinden jest" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi…
“Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur/Katibimin setresi uzun eteği çamur… diye başlayan ünlü türkünün bestesi 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’daki Selimiye Kışlası’nda kalan ‘eteklikli’ İskoç Alayı’na moral vermek için yazılmış ‘Donsuz askerler…’ diye başlayan bir asker şarkısıdır. II. Mahmut döneminde (1808-1826) modernleşme çabaları sırasında askerlere giydirilen setre ve pantolon mutaassıp çevreler tarafından ‘sokağa donla çıkmakla’ eşdeğer görülmüş, özellikle de ‘gavur mukallitliği’ denilen bu modernleşme hareketine çabuk uyum gösteren eli yüzü katipler halkın diline düşmüştür. Bir İstanbul külhanbeyi, bu katiplerle alay etmek için, Üsküdar yolu üzerinde olan Selimiye Kışlası’nda kalan İskoç askerleri için yazılan marşın müziğine Türkçe sözler yazar ve ünlü Katibim türküsü ortaya çıkar.
1974 Kıbrıs ‘Barış Harekatı'ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkumları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.

((devamı sol büyük sütunda))

4 Mart 2008 Salı

Yener Orkunoğlu ve Mihrac Ural tartışıyor...

Demokratik Ulus nedir?
Yener Orkunoğlu ve Mihrac Ural tartışıyor...


Kavram kargaşalığın en fazla yaşandığı ülkelerden bir tanesi, Türkiye’dir. Hâlâ Türkiye’de, devlet, demokrasi, milliyetçilik, ulus, faşizm gibi kavramlarda geneli bağlar bir netlik sağlanabilmiş değil. Bu kavram karışıklığını gidermeninı bir yolu, kavramları tekrar ele almak; kökenini ve tarihsel olarak uğradıkları değişimi de gözönünde bulundurarak, araştırmak; ve böylece kavramların sahip olduğu anlamı çıkarmaktır. Her kavramın tarihi vardır. Her kavramın bağrında taşıdığı bir siyaset, bir felsefe vardır.

Kavramlar dün de tartışıldı. Bugün de tartışılıyor. Yarın da tartışılacak İşte bu “Dostça ve Ortakça” dizimizin fokus noktaları:

- Demokratik Ulus
- 21.yüzyılda insan / birey
- Küreselleşme

İlk bölümde ele alacağımız kavram: Demokratik Ulus! Demokratik Ulus Nedir? Kapitalizmin temelleri içinde, “demokratik bir ulustan” bahsetmek mümkün mü?

İşte bu sorular,Sayın Mihrac Ural ile çok değerli yazar, araştırmacı Sayın Yener Orkunoğlu arasında geçen yazışmalarda ele alınmış ve bu kavram üzerine fikir alışverişinde bulunulmuştur. Bu iki değerli arkadaşın yazışmaları faydalı ve öğretici olduğunu düşündüğüm için, bunları okuyucularla da paylaşmak istedim. Sağlıklı bir tartışmanın olacağını ve büyüyeceğini umut ediyor; herkesi bu tartışmalara katılmaya davet ediyorum. Faiz cebiroğlu

1. Bölüm:
Demokratik Ulus Ne Demektir?

Mihrac Ural:



Değerli Yener,

İletini aldım. Sağ ol.

Evet çok uzun zaman oldu hiçbir iletişim kurmayalı. Olsun bu gün bu satırları yazma dinamiğini gösterebiliyorsak, bu içimizdeki yaklaşımı ifade ediyor. Bunun önemi, uzun zamana yayılmış olsa da küçümsenmeyecek çaptadır.

Özgür Politika’daki yazıları bir ara izlemiştim. Umarım şimdi daha sık izleme olanağım olacak. Bunu da ilginin bir ifadesi olarak algılaman dileğiyle. Zira, Metro-sol yarı aydınların oluşturduğu hengame içinde, taşralı ilan ettikleri tutarlı aydınları halelerine yaklaştırmama çabası beni çok özüyor ve bu yüzden tüm samimi aydınlanmacı çabalara destek olmayı kendime bir görev olarak görüyorum.

Bu iletim biraz uzun olabilir. İlgimin bir başka ifadesi olarak, yararlı olacağına inandığım bazı izlenimlerimi, gönderdiğin iletide açılmayan dosyalarda yer alan, ancak özgürhaber sitesinden çıkarttığım “Klasik Ulusçuluk ve Demokratik Ulus” makalene yönelik olarak yapacağım. Sanırım sende, bu önerinle ilgili epey kafa yormuş ve geliştirme çabası içindesin.

Öncelikle yazıda ciddi bir kavram oturmamışlığı olduğunu söyleyeceğim. Sanırım sende farkındasın, çünkü cümlelerini kurarken bu sıkıntı satırlara yansımış gibi duruyor. Bunları yer yer göstermeye çalışacağım.

Bunların en önemlisi ve makalenin ana mihverini oluşturan önermenin tanımlanmasında kendini gösteriyor. “Demokratik ulusçuluk” kavramı, kurulması yerinde olmayan bir kavramdır. Zira yazının tümünde anlatılanlar demokratik bir devlet tanımı içinde mütalaa edilecek şeylerdir. Zaten klasik ulusçuluk derken bir ileri aşamada modern ulusçuluk kavramını kullanman gerekirdi. Ancak amacın, farklı bir ulus tanımlamasına varmak için ısrarla “Demokratik ulus” tan bahsediyorsun. Ancak yazının tümünde bu yeni önerme için hemen hemen hiçbir veri yok. Sadece adı var. Makalenin son iki küçük paragrafından isim önermesi ve ulusa ait olmayan işlevlerle ilgili bahisten öteye gitmeyen “Devletin ulustan ayrılmasını savunur....tarafsız olmasını savunur” cümleleri yer alıyor. Yani önerme tüm yönleriyle okuyucuya bilgi verecek bir önerme olmamış. Bu tıkanmanın nedeni bence, böylesi bir önermenin ne teorik olarak ne de pratik olarak “demokratik devlet” önermesi dışında bir şey olmamasındandır. Bu durumda konu çok farklı olur. Demokratik devlet hadisesi demokrasi güçlerinin ittifak halinde oldukları bir önermedir ve siyasal programı nüans farklılıklarıyla her tarafın kabul sınırları içindedir.

Demokratik devlet ve modern ulus bir biriyle ilgili fenomenlerdir. Kapitalist üretim ilişkilerinin doğal gelişme seyrinin bir sonucu olarak, gelişen emek hareketinin ortaya çıkarttığı bir sonuçtur. Kaldı ki, demokratik devlet, demokratik ulus ta yaratmaz. Ulus, üretim ilişkilerinin belli bir aşamasının tarihsel bir olgusu olarak doğmuştur (kapitalizmin şafağında doğma esprisi). Bu açıdan, kavramların oturmamışlığına bir örnek olarak “ Burjuvazi, dinin yerine milliyetçiliği geçirdi” demeni de aynı yaklaşımın bir sonucu olarak gördüm. Sanki bu tür olgular bir kararla, sonuç olanların (Üretim ilişkilerinin bir ürünü olan burjuvazinin), isteklerinin sonucu oluşturulurlar gibi anlam çıkmaktadır. Sanırım bu noktada “demokratik ulus” oluşturmayı da bir siyasi kararla bir istekle bir uyumlaşmayla vb. olabilir gibi belirtmişsin diyeceğim (bu noktaya yeniden döneceğim).

Demokratik devleti siyasal sınırların genişletebileceği kadar genişletmek mümkün. Bu genişleme çok uluslu ülkelerde nereye kadar olur, nereden sonra bu şişme patlar, ayrı bir tartışmadır. Var olan uluslar, devletin demokratik karakterini genişlettikleri bir süreçte ayrılma haklarını kullanıp-kullanmamaları gibi sorunlarla birlikte bunu algılamak gerek. Ancak bu de demokratik ulusa değil modern ulusa yol açabilir. Yani, dünya ve çevresiyle her türlü, siyasal-sosyal-kültürel ilişkiye geçebilen etkileyen ve etkilenen, kendi özgünlüğüyle ulus olduğu için de, kendi orijinalitesini kaybetmeden bu küreselleşme saati içinde, kendine ait bir çark olan ve dolayısıyla onsuz bu saat çalışmaz ve tek başına bir saat olmaz konumuna yükselir (tabi bunlara daha da çok şey eklenebilir ben kısaca belirtiyorum). Bunu da, anti-demokratik devletler tarafından uluslarına, yasaklarla önlemeye çalışsalar da, bilişim dünyasında, dijital ortamlarda bu çabaların ömrü çok kısa olacaktır. Ancak demokratik devlet önermesiyle, alt yapıda bunun için yeterli birikimlerin olması koşulunda, modern ulusun olgunlaşması mutlaka tutacak bir sonuç olur.

Bu noktada demokratik ulus diye bir kavram oluşturmak oldukça güçtür, kastedilen modern ulus ise, bunun için özel bir kavram oluşturmak gerekli değil gibi geliyor, bana. Ancak makalenden anladığım modern ulus ile “demokratik ulus”un aynı olmadığını anlatma çabası bulunuyor (çok açık olmasa da). Bu ikincisi bana demokratik devletten başka bir şey gibi gelmiyor. Sanırım kavram oturmamışlığını gösteren “ din ve devlet arasındaki özdeşlik”, “ulus ve devlet özdeşliği” gibi belirlemeler (((sanırım devletin dini kullandığı koşulları tanımlamak ya da ulusal devleti tanımlamak üzere bu tarz bir tanımlama yapmışsın. Ki, bence bu özdeşlik kastettiğin süreci ve olguları tanımlamakta yetersizdir. Çünkü, ulus tüzel bir kişilik, kurum falan değildir, bir ulusun devleti olur ama onunla özdeşleşmez, aşırı faşist devletlerde bu görüntü yansır ama öyle değildir. Böyle tanımlamaların tehlikesi vardır bilesin; Faşizm, Nazizm bir siyasal eğilim olmaktan çıkar bir millet şekillenmesi biçimine getirir ki, bu ilgili milletleri katil, cani, soy kırımcısı konumuna getirir. Oysa milletler bundan münezzehtir. Bu konuyla ilgili olarak, Ermeni soykırımı, Hrant Dink’in katli üzerine genişletilmiş makalemde epey yer verdim))) siyasal bir örgütleniş, ilişki, kurumsal yapı özelliği vb. olan demokrasiyle ulusu özdeşleştirme algısına götürmüş gibi geliyor bana.

Bunlara rağmen bir demokratik ulustan bahsedecek olursak, bu söz konusu olan ulusun kendi iç mekanizmalarıyla ilgili olabilir, yani söz konusu ulusu tarih içinde şekillenirken şu ya da bu nedenle, dış etkilere açık olmada yeterliliklere sahip olup olmadığını, açılım gösterip gösteremeyeceğini, şu kültürlere ya da bu kültürlere yatkınlıklarının olup olmadığı, bunu geliştirmek için iç dinamiklere sahip olup olmadığı ya da ilgili ulusa mensup bireylerin bu yöndeki çabalarına kapalı olup olmadığı, olması gerektiği yada, yapısal unsurların bunu engelleyip engellemediği hallerini anlatır. Pratik açıdan şöyle söyleyebiliriz; Türk ulusu, bilişim çağında küreselleşmenin içinde bir orijinal unsur olarak etkileyen ve etkilenen bir ulus olma özelliğine sahiptir ya da değildir. Değilse bunun için siyasal bir demokrasinin ikamesi gerekmektedir, falan. Ancak Demokratik ulus derken, Türkü, Kürdü, Arabı, Rumu, Ermenisi içinde olan ve geniş anlamda (kültürel, dilsel, sosyal vb. özgürlükler ortamında) bir birleriyle barış içinde özgürce yaşayan “bir ulus”tan söz ediyorsak, bu çok tehlikeli bir yaklaşımdır ki, Taner Akçam’la girdiğim bir polemikte bu yaklaşımın Modern bir Osmanlılık olduğunu belirtmiştim. Bu olayın anısında; FKBD Cephesi oluşum çalışmaları sırasında, T. Akçam bu yönlü önermelerini yaparken, değerli yoldaş Öcalan kulağıma eğilerek; “ikinci bir Enver vakasıyla karşı karşıyayız” demişti, 5 Haziran1982.

Yok, önerme bildiğimiz Amerika türü bir önerme ise ki, “devletin ulustan ayrılması” tanımlaman, tam olmasa da bunu çağrıştırır gibi geldi bana, bu sanırım çok güç bir olaydır. Amerikalıların bir ulus teşkil edip etmedikleri konusundaki kaygılarımı bir kenara bıraktığımda, böylesi bir yapının bir kez daha tarih sahnesine çıkmasının çok zor olduğu düşüncesini taşıyorum. Amerika tarihi irdelendiğinde bunu anlamak güç değildir. Ciddi bir iç savaşla ancak küçük devletleri bir araya getiren ABD, 19. yy ve 20. yy başlarından itibaren geçmişin ilginç sermaye ve servet birikimleri ardından gösterdiği atakla ayakta kalabilmiş ve bununla yani günü birlik dünyayı talan eden politikalarla iç birliğini koruma durumunda olmuştur. İlgili bilim çevreleri ciddi bir ekonomik krizin ABD’yi küçük devletçiklere ayırabileceği konusunda kaygılarının ciddi olduğu görülmektedir (Aynı olmasa da, Sovyetlerin başına gelen gibi). Kaldı ki, oralarda Protestan, Beyaz-Zenci baskısı, Kızılderililerin başına gelenler ve hala kendini etnik açıdan farklı tanımlayıp örgütlenenlerin çelişkisi vb. (buna eklenecek binlerce şey daha var) toplumsal ilişki açısından da ABD demokrasisinin ciddi sorunları olduğu bilinmektedir. Bu da, bu ülkenin insanlık tarihine önemli demokratik katkılar yapmış siyasal önermelerine karşın kullanmaya çalıştığın “demokratik ulus” tanımıyla algılanmayacağını sanıyorum (Bunu kastetmediğini ayrıca belirteyim).

Makalenin son cümlesi yukarıdaki kaygımı ifade ediyor, yani demokratik devletle demokratik ulusu aynı anlamda aldığın kaygımı ifade ediyor. “Devlet, tek bir ulusun, tek bir kültürün, tek bir dilin ve dinin yanında yer almamalı, yansız olmalıdır. Devlet, kültür ve dil sorunlarına karışmamalı. Demokratik ulusçuluk, devletin bir etnik kimliğe, bir kültüre ve bir dile bağımlılığını sorgular.

Demokratik ulusçuluk, devletin, ulus, kültür ve dil üzerindeki tekeline son vermeyi amaçlayan bir özgürlükçü anlayışı içerir.”

İlk cümlede yerinde, demokratik devletin işlevlerinden bahsediyorsun ve bu doğru olan yaklaşımdır. Aynı şeyleri, son cümlede demokratik ulusun payına veriyorsun. Ayrıca, bu son alıntıda da oldukça karmaşık tanımlama sıralamaları bulunuyor, “demokratik ulusçuluk... sorgular” diyorsun, bu ne demek ! En sonunda “ Demokratik ulusçuluk... özgürlükçü anlayışı içerir” diyorsun.

Bana, sanki, bu “demokratik ulusçuluk” bir tüzel kişilik gibi olacak, yani dernek, kurum sendika, parlamento vb. ve işlevleri arasında “sorgulama”, “içerme” vb. demokratik özellikler olacak diyorsun gibi geliyor. Bunun nedeni de, yine söylüyorum, demokratik devlet ile önermek istediğin “demokratik ulus"u bir birbirinden ayırmada çekilen güçlük yol açıyor diyorum.

İşin daha derin kavranışı üzerinde söylenebilecek bir şey ise, ulus gibi tarihsel kategorilerin oluşumları, bir siyasi program önermesi ve oluşumu gibi irdelenmemelidir derim. Bu bir evrim ve birikim işidir ve tarihi kesitlerle ilgili yanları bulunmaktadır. Yani, burjuvazi dinin yerine milliyetçiliği geçiremez. Milliyetçilik belirli bir tarihi kesitte üretim ilişkilerinin sonucu gelişmesiyle kendini oluşturur ve burjuvazi de bunu kullanabilir, şekil verir, destekler, devlet aracını bu yönde kullanır vb. Aynı şekilde, modern çağın ulusu ve bilincine demokrasi mücadelesiyle bir işlev kazandırılabilir, kurumlarla, yönlendirmelerle siyasal programlarla daha işlevsel hale getirilebilir, ilkellikleri törpülenebilir vb. Ancak bir tarihsel kategori olarak ulus tan farklı bir demokratik ulus oluşturma, benim açımdan böyle bir tarihsel kategori bulunmamaktadır. Ulus sonrası dönem sanırım küreselleşmenin, bilişim çağının, teknolojik ilerleme ve bilimsel devrimlerin bir sonucu şekillenecek yeni toplumsal bir örgütlenme olacaktır ki, bu henüz tüm verileriyle belirgin değildir ve bunun mücadelesini vermek gerek diyorum. Aksi taktirde;


Tüm makyajlamalara rağmen, ulus denilen belli bir tarihsel kategorinin içinde kalınmış olacaktır. Pratikte bunun adı, egemen ulusun bir biçimde etkisinin ömrünü uzatmaktır. Demokratik devlette, belli bir etnik yapının dili resmi dil, belli etnik yapının tarihsel bayrağı bir resmi bayrak, belli bir etnik tanımlamanın üst kimlik tanımlaması olarak korunacağı ve istediği kadar sonsuz demokratik işlerlik ve kurumlaşma içinde olursa olsun o devlet bildiğimiz belli bir tarihi kesitte doğan etnik ulus kimliğini taşımış olmaktan kurtulamayacaktır. Buna ise “demokratik ulus” denmeyeceği açıktır. Buna demokratik devlet altında farklı ulusların uyumlu, demokratik bir birlikteliği denebilir. Yani uluslar, azınlıklar, dinler, mezhepler arasındaki ilişkileri tanımlama anlamında demokratik bir birliktelikten bahsedilebilir. Belli bir etnik toplumun dilini, bayrağını, dinini, mezhebini, adını vb almayan bir devletten bahsediliyor ise, (ki buna demokratik ya da değil, ulus denemez, bir ilişki türünü ifade ettiği için ya toplum, ya devlet, ya kurum vb. demek gerek) buna ya federasyon, ya da konfederasyon vb. denilebilir, ayrıca ve öyleyse, buna “demokratik” eki de yapılabilir.

Makalen üzerine eleştiri yaparken kanaatlerimi doğrudan açıklama fırsatı bulamıyorum. Ancak hemen belirteyim ben bu tarihi kesitte, senin makalende de yer alan, demokratik devletten yanayım. Aynen “ devletin, ulus, kültür ve dil üzerindeki tekeline son verilmelidir” belirlemenin altına imzamı atıyorum.

Satırlarıma son verirken dikkatini çekmek istediğim tanımlama ve bazı cümleler var.

İlk paragrafta “ çıkmaza giren milliyetçiliğe karşı çözüm arama” cümlesi, amacını aşmış bir cümle gibi duruyor. Kısa makalelerde bazen yazar böyle bir pozisyona düşebilir. Anlamı önceki cümlelerde belirli olsa da, makalenin konusu demokratikleşme, ulus “demokratik ulus” olunca, sanki tıkanmış milliyetçiliğe bir çözüm önerisi gibi algılanabilir.

“Din ve devlet arasında özdeşlik” bu cümle de, devletin dini kullanmasından doğan pozisyonu tanımlamak istemektedir. Ancak özdeşleşme daha farklı anlamlara da gelir. Yani devletin kilise olması ki bu doğru değildir. Devlet işlerine dinin karıştırılması, kilise ya da siyasi yöneticiler tarafından olabilir ve bu Engizisyon mahkemelerinde olduğu gibi, afarozlarda olduğu gibi etkin de olabilir. Ancak bu durum devletin belli bir tarihi kategori olması ve din gibi ordu, vb. kurumları da bir araç olarak kullanıp toplum üzerinde gördüğü tarihi işlevi yerine getirmesinden başka bir şey değildir. Hatta din devletleri denilen devletlerde bile durumun bu ölçüde, özdeş olarak tanımlanması ihtiyatlı olmayı gerektirir. Zira, din devletlerinde bile, dinsel kurum ve işlerlik, devleti tarihsel özgünlüğüyle tanımlayacak ağırlıktadır, daha fazla değil, yani din yoğun olarak bir araçtır her şey değildir. Bire bir devlet değildir. Bu ince eleme bu günün sorunlarını irdelerken de önemlidir. Yukarıda da bahsettim, Nazizm ve Faşizmin geniş kitleli taban edinmesi sonucu şekli bir “özdeşleşme” imajı vermesi olayı.

“Burjuvazi, dinin yerine, milliyetçiliği geçirdi. Böylece, din-devlet özdeşliği yerini ulus-devlet özdeşliğine bıraktı. Bu durum, yeni baskı biçiminin (ulusal baskı) ortaya çıkmasına neden oldu.” cümlesinde, bir aceleye gelmişlik var gibi. Şöyle söyleyeyim; merkantilist dönemin özgün ekonomik, tarihsel gelişmelerinin bir sonucu olarak ulus şekillenmesi, ulusal sınır şekillenmesi ve meta-pazar ilişkisi için ortak tek dilin olgunlaşması ve devlet eliyle dayatılması ( bu konu detaylı kavranması gereken bir konudur, Ulusal devlet ve Kürtler adlı makalemde bunu irdelemeye çalıştım) doğal bir süreçtir. Bu süreçte farklı etnik yapılar (Fransa da, İngiltere’de, Almanya’da olduğu gibi farklı ve bir çok etnik topluluk da olsa) belli bir etnik topluluk tarafından özümsenir (bu süreçte rol oynayan diğer etmenler üzerinde durmuyorum). Böylece verili bir coğrafyada belli bir ulusun şekillenmesi gündeme gelir. Bu noktadan itibaren artık her kes ya Fransız’dır ya Almandır. Üst kimlik tamamlanmıştır. Geride ne kalmışsa alt kimlikten onun, her türden hakları zaten bu gelişme içinde çok yönlü (mücadelelerle, sivil toplum kurumlarıyla, diğer kurumlarla, anayasalarla vb.) korunma altına alınır. Artık buralarda ulusal baskılardan söz edilmez. Bu açıdan “ulus devlet”lerde ulusal baskıdan değil kültürel vb. baskılardan söz etmek kavramları dikkatli kullanacak bilimsel çalışmalarda olduğu kadar, siyasal çalışmalar açısından da önemlidir. Bu yüzden bu cümle yerinde değildir diyorum. Amacı ulusal baskıların olduğu ülkeleri ya da devletleri dile getirmekse bunu farklı bir açıklıkta dile getirmek gerek. Türkiye’deki gibi. Tabi ki, seninde bildiğin gibi bunun tarihi nedenleri bulunuyor (buna ilişkin okuduğun son makalemde de yer verdim; tarihsel süreç içinde doğal özümseme yani evrimsel içselleştirmenin yaşanmadığı ülkelerde egemen ulus diğer ulusları sadece kültürel açıdan, dil açısından değil, bir bütün olarak ulusu oluşturan özgünlükleri açısından özümsemediği alanlarda, devlet hükümranlığıyla tek ulusçuluğu dayatma durumunda olduğu ülkelerde ulusal baskıdan bahsetmek daha yerinde olur.)

Bundan dolayı da, ulusal baskıcı “klasik ulusçuluk”tan bahsetmek bir kavram oturmamışlığı gibi geliyor bana. Bu yüzden de Türkiye’deki durumu, Avrupa’daki klasik ulusçuluğa benzeten ve aynı kavramla tanımlayan yaklaşımın yeteri kadar açık olmaz diyorum.

Sonuç olarak:

Makaleni, son iki kenarı bir türlü bir araya gelmeyen bir geometrik şekle benzettim. Demokratik bir toplumsal örgütleniş için, daha çok öneri ve tartışma yapmamız gerekecek sanırım.

Buna rağmen, makalen önemli ve güzel bir derinliği olan duygudan kaynaklanıyor. Bu duygu hepimizin ihtiyacı olan demokrasi arzusuyla örtüşüyor. Değerli dostum, pedagoji uzmanı, aynı sitede de yazarlık yapan, Faiz Cebiroğlu’nun yayında bulunan son makalesi “Duyguların Gelişimi”nde müthiş bir cümleyle dile getirdiği “Duygu, duygularımız, varoluşumuzun kalitesidir.” Belirlemesini senin makalen için de yapmak yanlış olmayacaktır. Ülkemizin sorunlarını içimizde hisseden insanlar olarak, önermelerimizi ve bunlara ilişkin eleştirilerimizi yaptıkça daha demokratik daha şeffaf ve daha güçlü olarak sonuç almamız hiçte zor olmayacaktır derim.

Ellerine sağlık, emeklerin işte gördüğün gibi, en azından beni ve benim gibileri meşgul edecek kadar önemseniyorsa, doğru yoldasın demektir.

Değerli Yener,

Makalenle ilgili yazı biraz uzun oldu, belki amacını da aştı. Bunu pozitif bir ilgi olarak kabul etmen dileğiyle yaptığımı bilesin.

Sağlıcakla kal. Baki selamlar. Mihrac Ural


Yener Orkunoğlu:

Merhaba Mihraç,

Uzun eleştiri yazını okudum. Emek verip görüş ve eleştirilerini bildirdigin icin cok sag ol. Inan bu durum beni sevindirdi Keşke gönderdiğim 17 sayfalık "KLASIK ULUSCULUK ve DEMOKRATIK ULUSCULUK" yazısını açıp, okuyabilseydin.O zaman bazı eleştirilerini yapmak zorunda kalmayacaktın. ‘Demokratik Ulusçuluk Nedir ’ adlı 1 sayfalık yazıya, 17 sayfada ifade ettiğim düşünceleri sığdırmaya çalışınca, sorunlu oluyor tabii.

Evet kavramları doğru kullanmak gerektiğine ben de inanıyorum. Bu nedenle, o uzun yazıda ‘demokratik ulusçuluk’ kavramı konusunda şunları yazmıştım: ‘Din ve devletin birbirinden ayrılması laiklik kavramı ile ifade edildi. Ulus ve devletin birbirinden ayrılması de yeni bir kavramı gerektirir. Daha açıklayıcı bir kavram keşfedilinceye kadar, ‘demokratik ulusçuluk’ kavramını kullanacağız’

17 sayfalık yazıda son dönemlerde ulus ve ulusçuluk konusunda ileri sürülen bazı teorileri özetledikten sonra, ulusu ortaya çıkarak toplumsal koşulları açıklamaya çalıştım. Bu yazıyı okuduktan sonra görüşlerini yazsaydın çok daha iyi olurdu.

‘Demokratik Ulusçuluk’ kavramı ile anlatmak istediğimi daha önceki bir yazımdan aktarıyorum:

Kapitalist uygarlık 15. ve 18. yüzyıllar arasındaki dönemde önemli bir aydınlanma yaşadı. Bunu birinci aydınlanma olarak değerlendiriyorum.

Birinci aydınlanmanın özü şuydu: Aklın özgürleşmesine engel olan dine karşı özgürlükçü bir düşünce akımı olan laikliğin ortaya çıkmasıydı. Laiklik, Avrupa’daki Aydınlama düşüncesinin özünü oluşturur. Batı’da laiklik bir düşünce hareketi, bir felsefi akım olarak doğdu. Aklın özgürleşmesine engel olan dine karşı özgürlükçü bir düşünce akımı olarak gelişti. Laik felsefi akımın amacı, ‘Aklın Özgürleşmesi’ idi. Laik düşünce, dinsel egemenliğe ve kiliseye karşı mücadele etti. Dinin sultasından kurtulmuş yeni bir toplum kurmayı hedefledi. Doğal olarak laiklik, devletin dinden ayrılmasına götürdü.

Buraya kadar anlatılanlar birinci Aydınlanma ile ilgili.
Peki ikinci aydınlanma nedir? Aslında bu ikinci aydınlanma henüz yaşanmamıştır. Ama ikinci aydınlanmanın yaşanması, insanlık için bir kazanım olacak.
Önce birinci aydınlanmanın kazanımlarına bir göz atalım.

Birinci aydınlanma, dinsel laiklik düşüncesini doğurdu. Birinci aydınlanmanın üç büyük sonucu oldu: Birincisi, akıl dinsel doğmatizmden kurtuldu, özgürleşti; İkincisi, din ve devlet birbirinden ayrıldı. Öyle ki, devletin dini olmadı ve her devlet, tüm dinlere eşit mesafede durmak zorunda kaldı; böylece devlet kaynaklı dinsel baskılar genel olarak sona erdi; Üçüncüsü, dinsel inanç özel alan olarak görülmeye başlandı.

İkinci aydınlanmadan kastettiğim nedir? Birincisi aydınlanmanın temel düşüncesini devlet-ulus düşüncesine uygulamaktır. Yani ’ulusal laiklik’ düşüncesini gündeme getirmektir. Ne demek bu? Ulus ve devleti birbirinden ayırmak. Ulus ve devletin birbirinden ayrılmasının sonucu üç büyük gelişme olur: Birincisi, akıl milliyetçi fanatizmden kurtulur; ikincisi, ulus ve devlet birbirinden ayrılır. Öyle ki, devletin ulusu olmaz ve her devlet tüm ulusal kimliklere eşit mesafede durmak zorunda kalır; böylece devlet kaynaklı, kültürel, dilsel, etniksel vb baskılar sona erer veya azalır; Üçüncüsü, ulusal kimlik, bireysel ve özel bir alan olur.

Burjuva toplumu, dini, siyasal toplumun (devletin) dışına atarak, dini özel alana sıkıştırdı. ‘Demokratik ulusçuluk’, kültürel ve dilsel tekelciliğe son vermeyi amaçlar. Ulusal kimliği, devletin dışına atar.

İkinci aydınlanmanın hedefi nedir? Örneğin, ’bir Türk dünyaya bedeldir’ ninnileriyle büyüyen insanları milliyetçi fanatizmden kurtarmaktır. Milliyetçiliğin sultasından kurtulmuş yeni bir toplumun temellerini yaratmaktır. Ortadoğu, hem birinci ve ikinci aydınlanmasını aynı anda yaşayarak çıkmazdan kurtulabilir.

Bazıları, bunun bir hayal olduğunu söyleyebilir. Ama boş düşler peşinde koşmaktansa, insanlığa yararlı hayaller için çaba göstermek daha anlamlıdır. Bu bir vizyondur. Geleceğe teleskopla bakmaktır. Ellerindeki mikroskopla ayrıntılar içinde boğulan vizyonsuz insanların boş düşlerinden daha gerçekçi, daha özgürlükçü ve daha hümanisttir.

Umarım, ‘Demokratik Ulusçuluk’ta ne demek istediğimi anlatabildim.
‘Demokratik Ulusçuluk’ kavramı yerine bazen. İkinci laiklik veya ikinci Aydınlanma
kavramlarını da kullanıyorum. Şu anda beni ilgilendiren, düşüncemin gerçek içeriğini anlatabilmek. Uygun kavramlar daha sonra keşfedilir. Demokratik Ulusçuluk’tan kastettiğim ‘demokratik devlet’ veya ‘modern ulus’ değil. Çünkü benim sorguladığı şey, ddevlet-ulus ilişkisi. Demokratik ulustan şunu anlıyorum: ‘devletin, ulus, kültür ve dil üzerindeki tekeline son verilmeli”

Bir şey daha söylemek istiyorum: Burjuvazi öz olarak, tek bir dünya ekonomisi yarattı. O yazımda şunları yazmıştım:

‘Tek bir dünya ekonomisinde çeşitli ulusal devletler sistemi var. Bu son derece önemli bir saptamadır ve şu soruyu gündeme getirir: Neden tek bir dünya kapitalist ekonomisi içerisinde çok devletli bir siyasal sistem ortaya çıkmıştır? Çok devletli bir siyasal parçalanmışlığın ortaya çıkması tasadüfü değilse bunun bir nedeni olmalı?’Kapitalizm mutlaka her yerde ‘ulus devlet’ biçimine birinmek zorunda mıydı?

Marx’ın siyasal analizlerinin çıkış noktası, özü itibariyle küresel, biçim olarak ulusaldır. Ama ben II. Enternayonalin ve kısmende III. Enternasyoalin (özellikle Lenin’in ölümünden sonra) öz olarak ulusal alanı, biçim olarak enternasyonalizmi temel aldığını ileri sürüyorum. Bu yanlışlığın temelinde de ulus teorisinin yattığını düşünüyorum..

Sende ‘SOLCULAR NASIL MİLLİYETÇİ OLDU’ yazında, güzel olguya parmak basıyorsun: II. Enternasyonalin öncü kitle partileri ulus çerçevesini aşacak bir yönelime giremiyordu. Sosyal-demokrat partiler ulusçu kapsamı aşamamış, gerçek anlamda enternasyonalist olamamıştı.

II. enternasyonal, şovenizm yüzünden yıkıldıysa, bunun çok eşitli ve derin nedenleri var. İşte bunradan biri de, ulus anlayışıdır. Ulus çerçevesini aşamamak, var olan ulus teorisinden nasıl ayrı düşünEbiliriz ki? Yani beni yaklaşımımda II. Ve III. Enternasyalin Ulus teorilerini sorgulama var.

Bu nedenle, ‘Ulus, üretim ilişkilerinin belli bir aşamasının tarihsel bir olgusu olarak doğmuştur (kapitalizmin şafağında doğma esprisi), şeklindeki (senin de savunduğun) görüşün tartışılmasını savunuyorum.
Bu tanımı burjuva ideologları da kabul etmektedir. Ulus konusunda burjuva ideologları ile marksistler arasındaki fark nedir? Bir çok solcu, inan bu farkı açık ve net koyacak bir durumda değildir.

SOLCULAR NASIL MİLLİYETÇİ OLDU adlı yazında, genel olarak milliyetçiliğin SONUÇLARINI tartışıyorsun, ama milliyetçiliğe götüren ULUS TEORİSİNİ hiç SORGULAMIYORSUN. Felsefi olarak ifade edersem, ÖNCÜLLERİ sorgulamadan, milliyetçiliğin yarattığı SONUÇLARI YARGILIYORSUN.
Marx’ta bir ULUS TEORİSİ yoktur. Bunun üzerinde düşünmek gerekir. Ulus teorisi esas olarak RUS marksistleri tarafından geliştirildi. (bu ayrı bir tartışma konusu)

Şöyle yazmışsın:
‘Milliyetçilik belirli bir tarihi kesitte üretim ilişkilerinin sonucu gelişmesiyle kendini oluşturur ve burjuvazi de bunu kullanabilir, şekil verir, destekler, devlet aracını bu yönde kullanır vb. Aynı şekilde, modern çağın ulusu ve bilincine demokrasi mücadelesiyle bir işlev kazandırılabilir, kurumlarla, yönlendirmelerle siyasal programlarla daha işlevsel hale getirilebilir, ilkellikleri törpülenebilir vb. Ancak bir tarihsel kategori olarak ulus tan farklı bir demokratik ulus oluşturma, benim açımdan böyle bir tarihsel kategori bulunmamaktadır.’

Senden farklı düşündüğüm yerleri italik olarak belirttim. Amacım, ‘ulus’ sorununu ve eski ‘ulus teorilerini’ yeniden tartışma konusu yapmak. Demokratık ulus tartışmasını gündeme getirmektir. ‘Demokratik Ulusçuluk’ önermemi bir yerde doğru algılamışssın. Çünkü şöyle yazıyorsun:
Yok, önerme bildiğimiz Amerika türü bir önerme ise ki, “devletin ulustan ayrılması” tanımlaman, tam olmasa da bunu çağrıştırır gibi geldi bana, bu sanırım çok güç bir olaydır.’

Sevgili Mihraç, evet demokratik ulus yaratmak, çok güç bir olaydır. Ama ama ulusal olmayan bir sosyalizm kurmak daha da güç bir olaydır. Eğer demokratik ulus kurmak çok güç bir olaysa, nasyonal olmayan bir sosyalizm kurmak daha çok zordur, hatta demokratik ulusa nazaran daha ütopiktir. Oysa demokratik ulus, bence, sosyalizm için gerekli olan demokrasiyi ve enternasyonalizmi yaratır. (Ki bu enternasyonalizm kavramı da sorunludur. Çünkü çıkış noktası, ulustur. Adı üzerinde, uluslar arası. Yani ulus merkeze konularak, bu söz üretilmiştir. Oysa, küresel veya evrensel kavramı daha doğru gibi geliyor)

Bir ricam olacak. O uzun yazıyı okuduktan sonra görüşlerini öğrenmek isterdim. Ama şu aşamada kavramlara takılma lütfen, şu ana önemli olan yazının içeriği.

Bazı eleştirlerin çok yerinde. Örneğin, ‘“ulus devlet”lerde ulusal baskıdan değil kültürel vb. baskılardan söz etmek kavramları dikkatli kullanacak bilimsel çalışmalarda olduğu kadar, siyasal çalışmalar açısından da önemlidir.’

Gerçi başka yazılarımda, ulusal baskı biçimi olarak, kültürel baskı, dil üzerinde baskı vb bahsetmiştim. Ama her yazıda dikkat etmek gerekir. Dikkat çektiğin için teşekkür ediyorum. Eline sağlık.

Sevgi ve selamlar

Yener
y.orkunoglu@fbi.fh-darmstadt.de

Derleyen Faiz CEBIROGLU
faizce@msn.com

Hiç yorum yok: