AYŞE HÜR
Eğer esir düşmek, bir insanın ‘şerefsiz’, ‘korkak’, ‘hain’ veya ‘beceriksiz’ olduğunun göstergesi ise, Gazze’de İngilizlere esir düşüp Mısır’daki kamplarda tam iki yıl esir kalan Cemal Gürsel ile Cevdet Sunay’ı niye dördüncü ve beşinci cumhurbaşkanımız yaptık?Türk kültüründe askerlik çok yüceltildiği için, düşmana teslim olmak, dahası esir kamplarında yıllarca yaşamak çok ayıp sayılır. Bu yüzden de bu toplum sanki tarihte hiçbir Türk askeri esir düşmemiş gibi davranır. Hâlbuki Birinci Dünya Savaşı sırasında, İtilaf Devletleri, Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Bulgaristan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun ordularından 3,3 milyon askeri esir aldılar. Bunların 200 bini Osmanlı ordusundandı. Osmanlı Devleti ayrıca 250 bin askerini cephede, 470 binini cephe gerisinde kaybederken, 300 bin askeri de firar etmişti.1950-1953 arasında Kore Savaşı’nda 234 Türk askeri esir düştü. Bu durum ‘Türkler esir düşmez’ diye saçmalayanlar için çok utanç verici oldu ama Çinlilerin yönettiği kamplarda esirlere uygulanan ağır işkence ve beyin yıkama faaliyetleri sonucu ABD’li askerlerin neredeyse yarısı ölürken, Türk askerlerinin bunlardan etkilenmediği efsanesi ile zevahir kurtarıldı. Halbuki, bu askerler üzerine yapılan en yüzeysel çalışmalar dahi, savaştan 40 yıl sonra bile hafıza zayıflığı, yalnız kalamama, uykusuzluk gibi ‘travma sonrası stres bozukluklarının’ yaşandığını gösteriyordu.1984-1999 arasında, kısacık bir eğitimle PKK’ya karşı savaşa gönderdiğimiz halk çocuklarından tam 5.854’ü şehit oldu ama ‘ilan edilmemiş’ bu savaşta ‘esir’ verip vermediğimizi hala bilmiyoruz. Daha geçen hafta, 60 bin şehit ve 7.200 esir verilen Sarıkamış Faciası’nı ve mimarlarını himayesine alan Genelkurmayımız, nedense Dağlıca’da PKK’nın eline düşen sekiz askeri affetmedi. Hiçbir komutanın suçlanmadığı iddianameye bakılırsa bu erler ölmeyerek adeta suç işlemişlerdi. Halbuki, insanoğlu hayatta kalma içgüdüsüyle doğar, bu içgüdü ile yaşar ve ölüme de sonuna kadar direnir. Askerliğin gönüllü değil zorunlu olduğu bir ülkede, son derece zor koşullarda savaşmak zorunda kalan bir askerden de başka bir tepki beklemeye hakkımız var mı? Velev ki iddianamede söylenenlerin bir kısmı doğru, dış dünyadan tamamen soyutlanan kurbanların hayatta kalma içgüdüsüyle kendisine baskı yapan kişiye bağımlı olduğunu hissetmesi, giderek ona hak vermesi şeklinde özetlenebilecek Stockholm Sendromu denen durumu da iddianameyi hazırlayanlar hiç duymamışlar anlaşılan. Belki faydası olur diye, bu haftayı bir zamanlar şehit olmayı başaramayıp esir olmak gafletinde bulunan vatan evlatlarını anlamaya ve anmaya ayırdık. Ancak, yerimiz sınırlı olduğu için, esas olarak Rusya’daki ve Mısır’daki esirlerimizin kaderleri ile ilgilenmekle yetineceğiz.İttihatçı Maceraperestliğin BedeliOsmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na giriş kararını İttihat ve Terakki’nin üç paşası Padişaha bile haber vermeden almışlardı. İki Alman gemisine Osmanlı bandırası çekip, Rus limanlarını bombalatmışlardı ve koca bir imparatorluğu ateşe atmışlardı. Almanların muradı Osmanlı Ordusu’nun Rusları Kafkasya’da meşgul ederek Almanların üstüne asker salmasını engellemekti. İttihatçıların muradı ise Alman emperyalizminin kuyruğuna takılıp, dünyanın paylaşımından pay almak. Bu yanlış hesabın faturasını çok ağır oldu. 600 yıllık bir imparatorluk tarihe gömülürken, dört bir cephede 700 binden fazla şehit, 200 bin de esir verdik. Asker kaçaklarının sayısı ise 300 bine ulaşmıştı.Birinci Dünya Savaşı sırasında Doğu Cephesi’nde İtilaf Devletleri tarafından Rusya ve Mısır’daki kamplarda tutulan Osmanlı esirlerine dair bilgilerimiz oldukça sınırlı. İddialara göre Kızılay’ın ve Genelkurmay’ın arşivlerinde tüm esirlerin kayıtları bulunuyor, ancak bunlar kamuya açık değil. Bunun esas nedeni, Osmanlı/Türk Devlet geleneği içinde esirlere pek sempati duyulmaması, olayı unutmaya kadar giden bir çeşit utanma hali olmalı. İkincisi Osmanlı esirlerinin ezici bir bölümünün okuma yazması olmaması, dolayısıyla kamplardaki hayatlarına dair çok az yazılı belge sunmaları. Yazanların ise İttihatçılarla ideolojik yoldaşlıkları yüzünden eleştirel olmaması. Son bir neden ise Osmanlı Devleti’nin esirlerle ilgilenecek örgütlenmeye, ilişkilere ve ekonomik güce sahip olmaması.Sibirya Yollarında Sona Eren HayatlarDoğu cephesinde verdiğimiz 50-70 bin esir ağırlıklı olarak Sibirya’daki Krasnoyarsk, Priamur, Novanikolaievsk, Novosibirsk, Omsk kamplarına, Hazar Denizi’nde Bakü’ye yakın bir yerdeki Nargin (Nergis) Adası’na, merkezi Rusya’daki Varnavino kamplarına götürüldüler. Buralarda dört yıla kadar değişen sürelerde çile doldurdular. Esirler kamp yerlerine tepluşki denen vagonlarla taşınıyorlardı. Bu vagonlar öylesine ilkel, öylesine havasız ve küçüktü ki, kampa varıldığında içindekilerin çoğu zaten ölmüş oluyordu. Örneğin Priamur kampına götürülen 800 Omanlı esirinden sadece 200’ü kamp yerine varabilmişti. Kamp yerleri genellikle terkedilmiş ordu barakaları, okullar ya da fabrika binalarıydı. Tuvalet ya yok, ya da yetersizdi. Esirler küçücük bölmelerde, tahta kerevetlerde yatıyorlardı. Susuzluk ve hijyen eksikliği yüzünden kolera, tifüs, tifo ve bit en yaygın ölüm nedenleriydi. Bitki örtüsü ve su kaynakları olmayan Nargin Adası’ndaki 10 bine yakın Osmanlı esiri susuzluk, zehirli yılanlar ve ağır yaşam koşulları yüzünden daha ilk yıllarda ölmüştü. (Ancak, 1916’da Ruslara esir düşen bölük komutanı Faik Tonguç Bey anılarında “Biri yaşlı öteki yaşlı iki doktor…sinirlenmeden, güler yüz ve tatlı dille, daima tekrarlanan ‘rica ederim’, ‘lütfen’ gibi sevecen sözlerle birer birer dikkatle muayene ediyorlardı” diyerek Rus aydınlarına iltifat ettiğine göre, kasıttan ziyade kötü koşullar söz konusuydu. Nitekim Rusya’nın genelinde olduğu gibi kamplarda yiyecek kıttı ancak Rusya ve Osmanlı Devleti arasındaki anlaşmaya göre her iki taraf da, küçük rütbeli subaylara 50 ruble, yüksek rütbelilere 75 ruble, generallere ise 100 ruble aylık ödediği içen, subaylar bu eksiği birazcık da olsa telafi ediyorlardı. Ama maaş ödenmeyen erlerin karınlarını doyurmak için kendilerinden istenen işleri yapmaktan başka çareleri yoktu.Osmanlı esirleri değişik etnik gruplardan ve dinlerden geldiği için, aralarındaki ilişkiler hiç bir zaman iyi olmadı. Türkler ve Ermeniler, Türkler ve Araplar arasındaki ilişkiler çoğu zaman gerilimliydi. Faik Tonguç’a göre “Arapların bu kin ve düşmanlıklarının sebebini anlamak gerçekten zordu. Ermenilerin öç alma hissi, büyük bir satır yedikleri için bir dereceye kadar anlaşılıyor. Fakat bunlara ne oluyordu?” Osmanlı Ordusu’ndaki ‚alaylı’ ‚mektepli’ ayrımı da sorunlara yol açıyordu. Gerçi, Krasnoyarsk kampında, Almanlar Çanakkale Zaferi’ni kutlamak için, Avusturyalılar ise İmparatorları Karl’ın doğum günü için Osmanlı esirlerini çaya davet etmişlerdi ama diğer gruplarla ilişkilerin düzeyi de çok düşüktü.Rusya coğrafyasında yaşayan Tatarlar, Azeriler, Türkistanlılar gibi Türki unsurlar kamplardan kaçmaya cesaret edenlere, para, giysi, sığınacak yer temin etmekte çok yardımcı oldular. Ayrıca Müslüman ölülerinin İslami usullere uygun gömülmesi işini de onlar sağlıyordu.Esir de Olsa İnsan! Ancak kamplardaki hayatın çok kasvetli olduğu sanılmasın. Çünkü insanoğlu, içinde yaşadığı koşullara uyum sağlamakta çok mahir. Hatta, bugün bazıları görse bu adamlar için de ağır bir’iddianame’ hazırlardı! Bir kere bir çok kampta esirler İsveç Kızıl Haçı ve Protestan misyonerler örgütü YMCA’nın açtığı kütüphanelerden yararlanabiliyorlardı. Sibirya’daki Novanikolaievsk kampında 14 yabancı dil öğreten bir okul vardı. Osmanlı subaylarının en popüler etkinliği de yabancı dil öğrenmekti. Nitekim, kültürel faaliyetler açısından gayet aktif olan 35 bin kişilik Krasnoyarsk kampında Osmanlı esirlerinden yüzde 70’i savaş bittiğinde en az bir yabancı dil öğrenmişlerdi. Kampta gazete okumak, müzik grupları da kurmak mümkündü. Kampta en çok okunan gazete Türki halklar hakkında bilgi veren ve Tatarca yayınlanan Kurtuluş, Tercüman ve Işık gazeteleri idi. Esirler ayrıca futbol ve atletizm müsabakaları yapıyorlardı. Osmanlı esirlerinin kendi futbol takımları yoktu ama Macarların takımında oynuyorlardı. Başka kamplarda farklı faaliyetler de yapılıyordu. Örneğin Orta Rusya’daki Varnavino kampında kalan Mehmet Arif adlı Osmanlı esiri, esirler arası resim yarışmasında birinci olmuştu. Dindar olanların oruç tutmasına da izin vardı. Hatta Rusya’da 2,5 yıl esir kalan Nur tarikatının lideri Saidi Nursi, Barla’daki sürgün günlerinde Ruslar bile karışmadı, Türkler ibadetime izin vermiyor’ diye yakınmıştı!1917’deki Bolşevik Devrimi’nden sonra kamplarda koşullar iyileşti. Hatta bazı esirler Bolşeviklerin propaganda faaliyetlerine ya da teşviklerine (200 ruble maaş veriliyordu) kanarak, Bolşevik orduları içinde yer aldılar ve Türki Cumhuriyetlerdeki devrimlere katıldılar. Ancak Türklerin büyük bir kısmı komünizme ilgi göstermedi, çünkü Osmanlı askerleri arasındaki sınıfsal ayrımlar diğer ordulardaki gibi keskin değildi. 3 Mart 1918’deki Brest Litovsk Anlaşması’ndan sonra durum daha da iyileşti ve ilk kez Osmanlı Hilal-i Ahmer’nin (Kızılay) temsilcisi Yusuf Akçura, kampları ziyaretle görevlendirildi, ancak Sibirya yolu kamplardan salıverilmiş Çekoslavak askerlerinin oluşturduğu Çekoslavak Lejyonu tarafından tutulduğu için sadece Avrupa Rusya’sındaki kampalara gidebildi. Türkçü ideologlardan olan Yusuf Akçura durumu şöyle anlatır: “Kazan’da bulunan Osmanlı esirlerinin hemen hepsi Kazan’ın Müslüman mahallerinde, serbest yaşamakta idiler…Bazı nefer veya çavuşlar zabit olduklarını iddia etmişler, bazı siviller kendilerini asker diye göstermişler, bazı askerler de bilakis sivil, demeyi daha muvafık bulmuşlardır; bu karışık ve mihenk bir kısmı otellerde, bir kısmı evlerde, bir kısmı ise medreselerde yatıp kalkıyorlardı. İçlerinde alış veriş edenler, hizmete girenler olduğu gibi başı-boş gezenler ve böyle boş boşuna dolaşarak Osmanlı ordusunun şerefini hakkıyla muhafaza edemeyenler de yok değildi. Birkaç çavuş ve nefer mahalle bekçisi yazılmışlar, birkaç zabit ve nefer de Kızıl Hassa’ya bazı Bolşevik ordusuna kaydolunmuşlardır. Bir miktarı Tatar köylerine dağılarak orada rençberliğe girmişler ve hatta rivayete göre bazıları köylerde evlenerek adeta yerleşmişler ve mahallî Müslümanlar arasında eriyip gitmişlerdir.”Gezisi sırasında Rus ve İngilizler tarafından sürekli engellenen, Osmanlı Devleti’nden maddi ve manevi yardım görmeyen Yusuf Akçura, Almanlara emanet edilmiş bir Hilâl-i Ahmer sandığından çıkan birkaç parça eşyayı satarak, acil ödenmesi gereken borçlarını kapattıktan sonra kalanı kendine yolluk yaparak Almanya’ya geçti. Almanya’daki Osmanlı sefaret yetkililerinden de ilgi görmeyince, aklı Sibirya’daki esirlerde, derin üzüntü içinde yanında bazı esir ve sakat askerlerle birlikte Gülcemal vapuruyla İstanbul’a döndü.1920’de, Ankara hükümeti adına Burdur Milletvekili İsmail Hakkı Bey de Taşkent’teki esir kampını ziyaret etti. Ancak hepsi bununla kaldı. Bu yüzden Rusya’daki esirler savaş bittikten iki yıl sonra bile kamplarda kalmaya devam ettiler. Bir şekilde yola çıkmaya cesaret edenler ise, binlerce kilometrelik yolu katedip de ülkelerine gelinceye kadar yollarda sefil oldular. Örneğin bir Japon gemisiyle Rusya’dan Türkiye’ye gelen bir grup esir, İzmir açıklarında Yunanlıların engellemesi yüzünden Kızılhaç’ın çabasıyla İtalya’daki ıssız bir adaya götürülmüş ve 1922’ye kadar orada kalmıştı. Yıllar sonra ülkeye gelmeyi başarabilenler ise yepyeni bir düzenle karşılaştılar. İmparatorluk yıkılmış, yerine küçük bir devlet kurulmuştu. Çoğunun ailesinin yaşadığı topraklar artık başka ulus-devletlerin toprağıydı. Aileleri Türkiye’ye göç etmiş ama, nerede olduklarını bulmak imkansız hale gelmişti. Kahramanlıklarından dolayı övülen, adlarına türküler yakılan bu insanlar vatanlarına döndükten sonra ne mi yaptılar? Askeri makamların yaptığı kısa bir sorgulamadan sonra eli silah tutanlar Milli Mücadele'ye katılıp ya şehit oldular ya gazi ya da yeniden esir düştüler. Peki eli silah tutmayanlar? İşte bir mektup “Dört cephede 11 yıl savaştım. Zoru zoruna 65 yaşında aldım bu aylığı... Ne günler gördüm, ne günler ben. Fakat şimdi hiç kıymetimiz yok. Gözlerim görmüyor bir buçuk yıldır. Ulen, o kadar bekledik be! Gelin bir hatırımı sorun be! Hiç kimse gelmiyor. Hiç insanlarda insanlık yok. Çok nafile insanlık be!“Mısır’daki pellegra kurbanlarıIrak cephesinde İngilizlerin eline düşen yaklaşık 161 bin Osmanlı esirinin 60 bini Hindistan’a, Birmanya’ya ve Kıbrıs’a götürüldüler gerisi ağırlıklı olarak Nil yakınlarındaki bir düzine kampta tutuldular. Bu kamplar savaşın bitişinden ancak üç yıl sonra dağıtıldılar. Bu esirler arasında daha sonra cumhurbaşkanı olacak Cemal Gürsel ile Cevdet Sunay da vardı.Malta’dan dönen Edirne Mebusu Şeref ve Faik beyler, 25 Mayıs 1921’de TBMM'de yaptıkları konuşmada, 1918'de Filistin cephesinden esir düşen 16. Tümen'in 48. Alayı'na bağlı 15 bin Osmanlı askerlerinin Seydibeşir Kuveysna Osmanlı Useray-ı Harbiye kampında, mikrop kırma ameliyesi sırasında, içine normalin çok üzerinde dezenfektan ‘krizol’ (cresol) maddesi katılmış sudan geçirilerek kör edildiklerine dair bir soru önergesi vermişlerdi. Bu konuşmalar üzerine 28 Haziran 1921’de Mustafa Kemal’in TBMM Reisi sıfatı ile imzaladığı Bakanlar Kurulu Kararı ile konunun araştırılması emredildi. Ancak bu güne dek, bu araştırmanın yapılıp yapılmadığı, yapıldıysa sonucun ne olduğu öğrenilemedi. İngiliz arşivlerinde bu kampa ait belgelerde böyle bir olaydan söz edilmiyor ancak çeşitli nedenlerde göz sorunu yaşayan 25 Osmanlı askerine dair kayıtlar var. Başka kaynaklardan da doğrulanamadığı için bu iddiayı, Birinci Dünya Savaşı’nın korkunç efsanelerinden biri olarak kabul etmek zorundayız.Ancak, Nil civarındaki kamplarda, 1918-1920 yılları arasında sadece Osmanlı esirleri arasında, yayılan pellegra hastalığı sonucu 9.900 kişi ciddi rahatsızlıklar yaşandığı, bunun 3 binin de öldüğü Osmanlı ve İngiliz belgelerinden biliyoruz. Hastalık deri sertliği ve kararması ile başlıyor, ardından sürekli ve şiddetli bir ishal geliyor, bunu akli melekelerin bozulması ve ‘erken bunama’ tablosu izliyordu. Bir iki ayda kilosu yarıya inen hasta acı içinde ölüyorduEylül 1915’ten beri Mısır’ın Port Said şehrindeki Ermeni mülteciler arasında sıkça görülen pellegra 1917’de kampları kasıp kavurmaya başlayınca İngilizlerin ilk tepkisi Osmanlı esirlerinin hangi vilayetlerde doğduğundan başlayıp, savaştan önce hangi meslekte çalıştıklarına dair uzanan soruşturmalar yapmak oldu. Çünkü hastalığın, kampa orduda iken kötü beslenen Osmanlı askerleri tarafından getirildiğini düşünüyorlardı. Ancak 1920’de Hindistan ve Burma’daki kamplardan Mısır’a sağlam olarak gelen binlerce Osmanlı esirinde de kısa sürede pellegra boy gösterince bu teorileri çöktü. İngilizler ilk olarak Osmanlı esirlerine verilen diyetin kalori ve protein miktarını arttırdılar. Ama sorun şiddetlenerek devam etti. Öyle ki, 1 Nisan 1920’de, yani savaşın bitiminden 1,5 yıl sonra Mısır’dan Türkiye’ye gönderilmek için İstanbul’dan gemi gelmesini bekleyen 17.488 Osmanlı esirinin çoğu pellegra’lı idi. Ülkeye gelebilenler esirlere gösterilen ilgisizlikten tutun da ülkede hastalığı tanıyan doktor olmamasına kadar uzanan bir dizi nedenden tedavi olamadılar, kimi öldü, kimi ömür boyu çeşitli arazlar taşıdı.Tıbbi Oryantalizm mi? 1735’ten beri tanınan hastalığın nedeni ancak 1937’de öğrenildi: Sorun ‘niacin’ diye bilinen B-3 vitamini eksikliğindeydi. Peki aynı kamplarda kalan diğer esirler değil de neden sadece Osmanlı erleri bu hastalığa yakalanıyordu? Cevap hem karmaşık, hem basitti. Karmaşıktı çünkü İngilizler esirlere kalori miktarı kılı kırk yarılarak hesaplanmış iki tip tayın veriyorlardı. Alman, Avusturyalı, Macar ve Bulgar esirlere uygulanan 2. 613 kalorili ‘Avrupa Tayını’nda 255 gram ekmek, 113 gram kırık bisküvi, 85 gram et, 49,5 gram jambon, 283 gram tuzlu balık, 566 gram patates, 113 gram taze sebze, 56,6 gram bakliyat, 37 gram pirinç, 28,3 gram yulaf ezmesi, 16 gram peynir ve 12,1 gram margarin varken, Osmanlı esirlerine uyguladıkları 3.680 kalorili ‘Türk Tayı’nda çay, şeker, et, taze sebze aynı miktarda idi ama 905 gram ekmek, 85 gram pirinç, 7 gram margarin, bakliyat 0,28 gramdı. Bu diyette, ayrıca Avrupa diyetindeki balık, patates, bisküvi ve jambon yerine verilen soğan, hurma veya zeytin vardı.Hastalığın nedeni bu aşırı titiz ayrımdı. Avrupa Diyeti yiyenler, vücutlarının gereksinim duyduğu oranda niacin’i, ‘Türk Diyeti’ne konulmayan balık, patates ve jambondan alıyorlardı. Türklere daha çok verilen ekmekte de niacin vardı ama esirlere verilen ekmek, niacin açısından zayıf yerel darıdan yapıldığı için eksiklik tamamlanamıyordu. Osmanlı subayları maaş aldıkları için, satın aldıkları yiyecekler aracılığıyla ihtiyaçları olan niacin’i alırken, parasız olan erler alamıyordu. Türk tayınında jambon olmaması makuldü, ancak neden balık ya da patates yoktu? Çünkü İngilizler oryantalist bir bakış açısı ile ‘Türkler ne yer?’ diye sormuşlar, sonuçta böyle bir tayın hazırlamışlardı. Bu cevabın doğruluğundan o kadar emindiler ki, hastalık ilerlediği halde, bir an bile akıllarına, Türklere de ‘Avrupa Tayını’ vermek gelmemişti!EK: STOKHOLM SENDROMU NEDİR?23 Ağustos 1973 günü, kara gözlüklü ve siyah peruklu bir adamın İsveç’in başkenti Stockholm’de Kreditbanken adlı bankaya girip sağa sola ateş ederek “Parti başladı!” diye bağırmıştı. Bu kişiye daha sonra bir arkadaşı katıldı. Soyguncular, bankanın etrafı polis tarafından kuşatılınca, bankada bulunan dört görevliyi rehin aldılar ve polise direnmeye başladılar. 131 saatin sonunda yapılan polis operasyonu sırasında herkesi şaşırtan bir olay yaşandı. Rehineler de soyguncularla birlikte polise karşı koyuyorlardı. Dahası, dava sürecinde soyguncular adına tanıklık yapmayı reddettiler, hatta aralarında para toplayıp savunmalarına yardımcı oldular. Olanları yargılamak yerine anlamaya çalışanların çabası sonucu bu durum, literatüre ‘Stockholm Sendromu’ diye geçti.En çok rehineler, savaş esirleri, tarikat üyeleri, cinsel tacize maruz kalan çocuklar, pazarlanan hayat kadınları ve aile içi şiddet mağdurlarında görülen Stockholm Sendromu’nun nedeni insanoğlunun hayatta kalma içgüdüsüydü. Sendrom şöyle gelişiyordu: Dış dünyadan tamamen soyutlanmış durumdaki kurban, kendisine baskı yapan kişinin şiddet eğilimlerini fark ediyor, onun kendisini öldürebileceğini hissediyor, ölüm korkusu arttıkça, hayatta kalma isteği de artıyordu. Baskıcının karşısında giderek acizleşen kurban, onun en küçük iyiliğini bile gözünde büyütüyor ve minnet duygusuyla doluyordu. Bir süre sonra kendini baskıcının yerine koyup, olayları onun gözünden görmeye, yaptıklarına hak vermeye başlıyordu. Kurban, bir süre sonra sahip olduğu tek olumlu ilişkisinin baskıcı ile arasında ilişki olduğunu düşünerek bu ilişkiyi kaybetmemek için elinden geleni yapıyordu.Kaynakça: Cemalettin Taşkıran, Ana Ben Ölmedim, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2006; Faik Tonguç, Birinci Dünya Savaşında Bir Yedek Subayın Anıları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1999; Yücel Yanıkdağ, “Otoman Prisoners of War in Russia, 1914-1918”, Journal of Contemporary History, c.34, No.1 (January, 1999), s.69-85; a.g.y, “I. Dünya Savaşı’nda Tıbbi Oryantalizm ve İngiliz Doktorlar”, Toplumsal Tarih, S.153, Eylül 2006, s.26-33.TARAF Gazetesi, 13 Ocak 2008'den alnımıştır.
20 Ocak 2008 Pazar
SİZ HİÇ ESİR DÜŞTÜNÜZ MÜ KOMUTANIM?
Gönderen Mihrac Ural zaman: 15:53
Etiketler: Ayşe Hür-makale
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder