Sınırları insan erdemleriyle belirlenmiş, ne sınıfsal ne de etnik nedenlere mahkum olmamış doğrularımızla özgürlük ve demokrasi mücadelesini sürdüreceğiz...

BURADAYIZ İŞTE...

OKURLARIMIN DİKKATİNE. BLOGUMDA TEKNİK BİR ARIZA YA DA BİR SALDIRI GERÇEKLEŞMİŞTİ.. ŞİMDİ HER ŞEY YOLUNDA...EMEKLERİMİZ BURADA... SAĞLICAKLA KALINIZ...

PARALEL BİR BLOG DA DEVAM EDİYOR...

Yeni blogun adresi: http://mirural.blogspot.com/

ŞU AN İZLEMEKTE OLDUĞUNUZ BLOG ADRESİ İLE YENİ BLOG ADRESİ BİRBİRİNE ÇOK YAKINDIR. İLGİNİZE TEŞEKKÜRLER.

MİHRAC URAL

...

...

...

...

TÜRK MODERNLEŞMESİ JAKOBENİZM VE BONAPARTİZM

Yener Orkunoğlu

Türkiye'de modernleşme hareketinin tarihini ve modernleşmenin toplum üzerinde yarattığı etkileri incelemek ve aynı zamanda modernleşme konusunda liberal entelektüellerin yarattığı yanılsamaları açığa çıkarmak zorundayız.
Liberal entelektüellerin çarpıttığı bir konu var. Siyasal İslam'ın yörüngesine girmiş bir çok entelektüel, Türkiye'deki Kemalistleri Jakoben olmakla suçlarlar. Yani Jakobenizm, darbeci ve anti-demokrat olmakla özdeşleştirilir. Böylesi bir değerlendirme, Jakobenizmin çarpıtılmasıdır. Kemalizm'i, Jakobenizm olarak değerlendirmek, Jakobenizme karşı bir haksızlıktır. Çünkü Jakobenizm, Fransız Devrimi döneminde küçük burjuvazinin (baldırı çıplakların) radikal bir devrimci hareketi olarak doğdu. Fransız Devrim hareketinin sol kanadını oluşturur.
((Devamı orta sol sutunda))

..

..

Mihrac Ural

Mihrac Ural

Yeniden felsefe okumak


Cumhuriyetin Doğuya sırtını dönmesinin mahkumu idik. Alfabe kırılmasının sonucu da, okuma adına nemiz var nemiz yok, arşivlerin küfüne terk edildi. Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle zaten olmayan okumalara, sıçramalardan oluşan, dengesiz ve sonuçta eksiklikten kaynaklanan bir topallamaya düştük. Bu da, ülkemiz felsefe bilincinin derinlik ve bütünlüğünü oluşturacak zincir halkalarının kopuk olmasını getirmiştir.
Yunan felsefesi akılcılığının Aristo’yla temsil edilen sunumunu, İslami bir yorum ve ilerleyişle ele alan Farabi’de ifadesini bulan akılcılığa karşı, “ Tahafüt el Felasife” diyerek, dünya ve ahiret işinde akıla yer bırakmayan Gazali’nin, bu güne kadar süren tutuculuğundan yana saf belirlemiştir. Gazalinin, “filozoflar”ın aklın hareketinden yana dünyevi olayları yorumlayan yaklaşımlarına karşı yaptığı eleştirilere, aklın bir militanı İbni Rüşt’ün ünlü cevabı olan “Tahafüt el Tahafüt” ü tanımazlıktan gelmiştir. Böylece sağ, Yunan ve batı felsefe okumaları eksiğiyle iki ayağı topal hale gelmiştir. Dayandığı felsefi okumaların karşıtlarını da bilmemekle, sığ kalmıştır.((Devamı sol ana sutunda))

****

****

24 Nisan soykırımı hepimizi katletmişti...

Mihrac Ural

Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi –soykırımı- hepimizi katletmişti. Tam 93 yıldır sürmekte olan zorunlu sürgün ile insanlık sucunda İttihat –Terakki’nin ‘SOYKIRIM’ imzası vardır.

Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır.

Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur.

“Resmi tarih” diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.**19. yy sonlarından başlayarak, Katolik ve Gregoryan (Ortodoks) diyerek birbirlerine kırdırılan, tenkil ve sürgünlerle, mal mülklerine el konularak baskı altında tutulan Ermenilere yönelik soy kırımı, I Dünya savaşının, malum bol bahaneleri altında girişilmiştir (24 Nisan 1915).

Savaş sırasında, önce Ermeni gençlerinin Askere alınarak silahsız bırakılması ve ardından toplu tasfiyelerin yapılması, geride kalan Ermeni halkının Tenkil ve sürgünlerine geçilmesi. Bu konuda talimatların dakik bir biçimde, en yetkili resmi merciler tarafından istenip, izlenmesi. O dönemin Sadrazamı (Başbakanı) Talat Paşa’nın, başından itibaren olayları, dikkatlice takibi, emirler vermesi, istatistik tutması (iskan edecekleri yerde dahi nüfusa göre oranlarının %5 geçmeyecek düzeyde tutulmaları talimatları da dahil) ve bunun en ince ayrıntısına kadar yazılı özel notlarla tescili, Ermenilere reva görülen her şeyin, planlı bir tarzda icra edildiğini göstermeye yeterlidir (Ermeni tehciriyle ilgili Talat Paşa’nın tutanakları için bkz. Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi, 24 Nisan 2006’dan itibaren yayınlanan dizi) Bu, Ermenilere ilişkin, adına ne konulursa konulsun, yapılacak olanların önceden planlanmış eylemler olduğunu gösterir.

Bundan sonra, sonuçlara bakılarak, yapılanlara verilecek ad, tanımlamaya geçilir.*Böylesine planlı ve en ince ayrıntısına kadar takip edilmiş ve bir etnik topluluğa yönelen, sonuçta en iyimser tahminlerle, el yazması tutanaklardaki rakamlarla bir milyon (1000 000) üzerinde Ermenin ölümüne yol açan, kimi şehirlerde nüfusu yüz binlerden sıfıra indiren, çoluk çocuk on binlerce canın etnik yapısını değiştirmek için farklı etnik toplumlara dağıtan, topraklara el koyan, binalarını yıkan, her türden maddi ve canlı servetine el koyup katleden girişimlere, soy kırımından başka bir ad verilemeyeceği görülür.

Bu bir soykırımdır. (..)Osmanlıdan, cumhuriyete süre gelen bu aklın, daha uzun süre yürürlükte olma tehlikesi tüm çıplaklığıyla kendini göstermektedir. Tarihimizle cesurca yüzleşmeden bu aklı toplumsal işlevlerimizden ve geleceğe ilişkin yaşam planlarımızdan söküp atmak güç gibi duruyor.
((*)Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı –Mihrac Ural)

**
Sıranın kendisine gelmeyeceğini sananların dikkatine, bu vatanın birimize değil, hepimize ait olduğunu bir kez daha, bin kez daha yeniden birbirimize kanıtlamakla yükümlü olduğunuzu artık anlamak zorundasınız.

Bilmelisiniz ki, farklılıkları içselleştirmek, onlarla barış içinde yaşamayı fiilen gösterip, haklarını anayasal ve kurumsal güvencelerle kökleştirmek ertelenmez bir görev haline gelmiştir, bu yapılmadıkça bu vatanın hepimize ait olduğuna kimseyi inandıramazsınız.

Mümkünü, imkansız hale getirmeye devam ederseniz, sizi biz farklılar, ayrı varlıklar bile kurtaramaz. Bunun vebali, Hrant Dink’in katline yol açan akıl sistematiğinin kıyımına tek tek ve topluca maruz kalmaktır bilesiniz.
((*)Hrant Dink'in Katli ve Tarihi Gerçekler –Mihrac Ural)


Murat Altunöz’ün Beklenen Kitabı Kırılgan Zamanlar Çıktı…

2002 Ocak ayında başladığımız yolculuğumuza 7 yıldır devam ediyoruz. Karalama Dergisi, ülkenin koşullarına göre bazen inişler ve çıkışlar yaşamamıza rağmen her geçen gün dergimizle daha da büyüyoruz.

Karalama Dergisi olarak;
Şair Nevruz Uğur ve Halil İbrahim Yıldız’ın kitaplarından sonra Karalama’nın Kurucusu ve halen Editörü olan Murat Altunöz’ün Kırılgan Zamanlar adlı kitabını yayımladık.
Geçmiş zamanların, kırılmış, yalnız ve hüzünlü dizelerinde bulduk kendimizi,
Her dize de bir direniş, bir sürgün, bir ayrılık ve özlem var.
((Devamı sol alt sutünda))

...

...

Yerel Çeteleşmenin Boyutu...

Murat Altunöz /Gazeteci

Çeteleşme yıllar sonra Ergenekon operasyonuyla tekrar gündeme geldi. Eskiden bildiğimiz mafya sistemi çökmüş artık daha organize ve daha profesyonel bir hal alan almıştır.Bazı yazarlar, Emekli Polisler ve Emekli askerlerinde içinde bulunduğu yeni bir yapı ortaya çıktı.Aslında bu tür çeteleşmeler yıllardır hep ülkemizde vardır. Ama bu hafta benim bahsetmek istediğim yerel çetelerdir. malesef son yıllarda ciddi anlamda yerel çeteleşme ve Organize suçlarda bir çoğalma vardır. Zaten Hatay il Emniyet Müdürü Osman Çapalı'da bu konuya dikkat çekerek " Bireysel suçlar artık organize suçlara kaymıştır" demiştir.
((Devamı sol ana sutunda))


İNTERAKSİYON

Faiz Cebiroğlu
Her gelişim, karşılıklıdır. Her ileriye yönelik değişim, bir interaksiyondur. İnteraksiyon, karşılıklı etkileşim oluyor. İnsanlar, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek sosyal yönlerini geliştiriyorlar. Sosyal yönünü geliştiren insan, aldığı öğreti ve deneyimlerle bireysel yönünü ”işleyerek” yapılandırıyor. Yapılanma, ”özbilinç” ve ”özgüven” ile nitelik bir hal alıyor.

İnteraksiyon ya da karşılıklı etki, yaşadığımız toplumda, değişik yer ve ortamlarda farklı farklı oluyor. Dille başlayan diyaloğa; insanların bulunduğu yaşam tarzları, çalışma biçimleri ve kısacası sahip oldukları sınıfsal konumları da ekleniyor. Sosyal sınıf, gelişimde ”ana halka” oluyor. Sosyal sınıf, ileriye yönelik değişimin ”can alıcı noktasını” oluşturuyor.

(Devamı orta ana sütunda )
http://mirural.blogspot.com/

...

...

Yabancılaşmanın Dinamiği


Mihrac Ural

Yabancılaşma, insanlık ailesini birbirine yakınlaştıran, farklarını hızla öteleyen özel mülkiyeti ve olumsuz sonuçlarını bile köşeye sıkıştırma işlevi gören sonuçlarıyla, olumsuz değil çok olumlu bir role sahiptir. Tarihsel süreciyle derinleşip geliştikçe gerçekleşen yabancılaşma, insana çok daha cüretkâr olma, çok daha özgürce beyin labirentlerinde kurguladığı fantezileri yaşama ve bunu yaparken de dar anlamda aile, mahalle gibi klancı darlığın etkiler altında kalmayıp, geniş anlamda da ulusal sınırları aşıp belki başlangıcı sanal âlemin nimetleriyle, bilgi çağının iletişim olanaklarıyla bu tutku ve arzularının doruklarını zorlama şansını elde etmektedir.Yabancılaşma olmasaydı, emeğin sosyal etkilerinden bahsetmemiz mümkün olamazdı. Emek ne kadar sahibinden uzaklaşır, ne kadar sahibine belirgin olmaktan çıkarsa, o kadar evrensel ölçeklerde hizmet sunmaya başlamış demektir. Ve bir o kadar kültürel farklılıklarını hesaba katmadan ( renk, ırk, ulus, coğrafya, bölge farkı tanımadan) insan türüne ait hale gelmiş demektir.
((Devamı orta ana sol sütunda: ))
http://mirural.blogspot.com/

..

..

MİLLİ MARŞLAR

Ayşe Hür
1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı ‘Tre Trallade Jantor’dur. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkar ve ‘Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr….’diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası olayı "centilmen Türk seyircisinden jest" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi…
“Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur/Katibimin setresi uzun eteği çamur… diye başlayan ünlü türkünün bestesi 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’daki Selimiye Kışlası’nda kalan ‘eteklikli’ İskoç Alayı’na moral vermek için yazılmış ‘Donsuz askerler…’ diye başlayan bir asker şarkısıdır. II. Mahmut döneminde (1808-1826) modernleşme çabaları sırasında askerlere giydirilen setre ve pantolon mutaassıp çevreler tarafından ‘sokağa donla çıkmakla’ eşdeğer görülmüş, özellikle de ‘gavur mukallitliği’ denilen bu modernleşme hareketine çabuk uyum gösteren eli yüzü katipler halkın diline düşmüştür. Bir İstanbul külhanbeyi, bu katiplerle alay etmek için, Üsküdar yolu üzerinde olan Selimiye Kışlası’nda kalan İskoç askerleri için yazılan marşın müziğine Türkçe sözler yazar ve ünlü Katibim türküsü ortaya çıkar.
1974 Kıbrıs ‘Barış Harekatı'ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkumları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.

((devamı sol büyük sütunda))

5 Ekim 2007 Cuma

SİYASAL SİSTEMİN KIRILIŞI!









8 Temmuz 2007






Osmanlıdan, Türkiye Cumhuriyetine uzanan tek boyutlu siyasal süreç, II. Dünya savaşı ardından eğrilmeye başlamış, 12 Eylül 80 darbesi ardından da kırılmıştır.
Türkiye siyasal sisteminin, tek boyutluluğunun resmi olarak sürmesine karşın, fiilen kırılması, bu topraklarda yaşayan tüm farklılıkların, ezilen ulus ve etnik toplulukların, ezilen din ve mezheplerin, kültürel toplulukların ve ayrı varlıkların, Kürtlerin, Arapların, kendi araçlarıyla, kendi vekilleriyle siyasal olarak temsil olma ve tanımlamayla kesinleşmiştir.

Bu kırılma, Resmi olarak tanınmasa da, başladığına kuşku bırakmayacak kadar etkin ve geniş bir bağımsız adaylar topluluğuyla başlayan, farklılıkların tercihleri, ortaya koydukları siyasi irade kararlılığı ve ısrarıyla tartışmasız belirginleşmiştir.

Siyasetin tek boyutlu süreci sona eriyor. Osmanlıdan, Cumhuriyete uzanan, tek partilikten çok partili siyasal ortama gelişen, 27 Mayıs, 12 Martla geleneksel bir çizgide seyreden ülkemizin siyasal süreci, tek boyutlu bir süreç olagelmiştir. Bu süreç 12 Eylül 1980 darbesine kadar, resmi ve fiili olarak sürmüştür. Bu günde resmi olarak egemendir. Ancak son nefesini, kurtulacağı sanısıyla yapılan, 12 Eylül darbesiyle vermiştir, bu darbeyle kırılmıştır. Darbenin ardından gelen sürecin tüm verileri, çok boyutlu, alternatiflerin de doğmaya başladığına önemli birer işaret oluşturmuştur.
Bu kadim sürecin siyasal egemenleri, ister tarihi nedenlerle, ister ulusal nedenlerle at gözlüklü, tek yöne bakmaktan başka bir dirayeti olmayan, siyasal bir sistemin kurumlaşması çabası içinde bulunmuştur. Her biri kendi ihtiyaç ve taleplerine uygun, tarihin verilerine bağlı olarak bu çabasını sürdürmüştür.
Feodal Selçuklu ve Osmanlı saltanatı, fetihçi, talancı yönelimlerinin, teokratik biçimlenişlerinin siyasal sistemini ikame etmiştir. Atatürk’ün deyimiyle, “Bizim milletimiz, fetihlerin arkasından serserilik etmiş, ana yurdunda çalışmamış olması”yla şekillenmiş bir siyasal sistem kuruluşu söz konusudur. (Aktaran, Cemal Kutay, Türkçe İbadet, s;154) Orada toplumsal bir örgütleniş için siyasal bir sistemden çok, saltanat için, her türden baskı ve zor araçlarının kullanımıyla yapılandırılmış bir siyasal sistemden bahsetmek yerinde olur. “Türklerin, Anadolu’da ve hatta Balkanlar’da var olan Bizans ve diğer yapılarla karşılıklı etkileşimi sonucunda biçimlenen ve gelişen bir imparatorluk olarak yorumlamak daha doğru olacaktır” (Şevket Pamuk, Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi 1500-1914, Gerçek Yayınevi, birinci baskı,1988.) belirlemesinde yatan göndermenin, Osmanlıda etnik aidiyet konusunun Cumhuriyete kadar sürecek köklerine bir işarettir ki, bunun siyasal sistemde oynadığı önemli rol kadar, bu amaçla kullanılan araçların da anlaşılmasına bir işarettir. Selçuklunun ekonomisinin dayandığı İkta sistemi ve Osmanlının dayandığı Timar sistemi, devlet mülkiyeti üzerinde ya belli bir vergi oranında üretim ya da Sipahilerin belli bir askeri güç oluşturmak üzere devlet mülkiyeti altındaki topraklarda yaptığı üretim sistemi, Bizans feodal sistemindeki özel mülkiyet altındaki üretimden çok daha geri bir sistem olarak yerleştirilmiştir. Balkanların fethinde de, zaman içinde bu geri tarzın yerleştirilmesi ısrarla takip edilmiştir. Siyasal sistem de bu tarzın bir yansıması olarak oldukça merkezi ve zamanına göre oldukça geri bir tek boyutluluk içindeydi. Osmanlı siyasal sisteminin teokratik yapısında, dinin rolü de bu çerçevede daha iyi anlaşılabilir.
Osmanlı’da din olarak İslam, sürgit fetih ve talanla, batıya yönelme istencinin Viyana kapıları önünde kırılmasıyla birlikte, tutunmak zorunda kalınan bir ideolojik araç olarak belirmiştir. Osmanlının siyasal siteminde özün ve biçimin teokratik tek boyutluluğuyla belirlenen süreci, böylesi bir dönemin ürünü olarak doğmuştur. İslam, Osman oğullarının bu güne kadar tartışmalı olan etnik aidiyetlikleri sorunu, o gün içinde bir sorun olmasını, ideolojik bir araç olarak örtmüş ve siyasal sürecinin saltanat erkini koruma adına işlevlerini güçlendirmiştir. Bu süreçte din etkin bir araç olarak, üstüne düşeni yapmakta geri kalmamıştır.
Siyasal sistemin şekillenişinde, tarihi nedenlerin, dünyanın bir feodal süreç içinde olması dolaysıyla oynadığı rol kadar, Osmanlı toplumsal sürecinin göçebelikte ifadesini bulan istikrarsızlıklarında önemli rolü olmuştur. Yüz yıllar süren bir imparatorluğun belli bir başkente sahip olmaması bunun önemli bir belirtisidir (söğütten, Bursa’ya, Edirne’den, İstanbul’a ve devamla, oradan Ankara’ya). Göçebe bir toplumun, üzerine gelip çöktüğü topraklarda uygarlık kurmuş topluluklara, daha ileri bir uygarlık sunamaması da bunun bir sonucuydu. Nitekim, bu topraklarda, bugüne kadar süren üst kimlik birliğinin oluşamaması, bu tarihi toplumsal sürecin bir sonucu olmuştur. Kapalı ekonominin katılığı, özel mülkiyet gelişiminin önünü tıkayan sistemi, batıda kapitalizmin gelişimine ilgisiz, duyarsız bir ilkel feodal imparatorluk olarak takılı kalınmasını getirmiştir. Bu yüzden Osmanlı sürecinde tek boyutluluk öyle derin bir konum almıştır ki, ardılı cumhuriyetin şekillenişinde de derin etkileri olacaktı.
Cumhuriyet, Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle, farklı bir plan üzerinde kurulmak adına yola çıkmıştır. Buna rağmen, tek boyutluluk virüsünden kendini arındıramamıştır. Bu, ister Osmanlıdan arta kalanlar üzerinde yeni bir yapının başka türlü kurulamayacağı nesnel gerçeğinden olsun ister, kuruluş amacında üzerinde yerleşilen toprakların sosyal, kültürel, etnik vd. özgünlüklerinin içselleştirilememesi ya da içselleştirilmek istenmemesi nedeniyle olsun Cumhuriyet tek boyutlu bir siyasal sürecin şemsiyesi altında şekillenmiştir.
Tarihi çok geriden takip eden Türk etnik topluluğunun uluslaşma süreci bu süreçte kendini göstermiştir. Oysa aynı süreçte, batının tüm etnik toplulukları bir biçimde uluslaşma süreçlerini tamamlamış ulusal devletlerini bu temel evrim üzerinde kurmuşlardır. Bununla da kalmayıp gelişmelerinin mantıki sonuçları olan emperyalist evreye ulaşmışlardır. Modern uluslar çağının evrensel etkileri, bir yanıyla emperyalist amaçlar için olsa da, etnik toplulukların uluslaşma süreçlerini tetiklemiştir. Bunun doğu Avrupa’da ortaya çakan etkileri, Asya’da da kendini göstermiş ve dünyanın her alanına yayılmıştır. Bu etkin yayılış, emperyalist sermaye ihracı yanı sıra, kapitalist ilişkilerin yayılışıyla da at başı olmuştur. 20. yüz yıla gelindiğinde, ülkelerinde uluslaşma süreçlerini tamamlamamış olan egemen etnik toplulukların karşısına diğer etnik toplulukların direnci çıkmıştır. Tarihsel olarak gerçekleşmemiş olan bu evrim emperyalist çağda, fırsatı kaçırmış, zamanı geçmiş bir girişim olarak kendini göstermiştir.
Bu yüzden belli bir devlet altında, ortak yaşam süren farklı etnik dokuların 20. yy da birilerinin diğeri tarafından özümsenmesinin, ortak bir üst kimlik şemsiyesi altında birleştirilmesinin nesnel olanağı da kalmamıştır. Ülkemiz açısından durum tastamam bu olmuştur. Yani Türk etnik topluluğu henüz kendi uluslaşma sürecini tamamlamak için yola yeni koyulmuşken, Anadolu’daki diğer etnik dokuları özümseyebilme şansı kalmamıştır. Bu tren Osmanlıdan itibaren kaçırılmıştır. Artık, kapitalizmin emperyalist evresinde, merkantilist bir ekonomik yapı kurularak, içe dönük bir merkezi pazar vasıtasıyla, aynı toprakları paylaşan, farklı etnik dokuları, yeni bir üst kimlik altında asimile etmenin, içselleştirip hazmederek, ortak bir ulus çatısı altında yeniden örgütlemenin olanağı yoktur. Emperyalist dünya egemenliği, artık böylesi kapalı ekonomileri, özellikle Osmanlı gibi yakın sınır ekonomilerini, kapalı devrede bırakıp içsel farklılıklarını giderme yönünde bir fırsat tanıması düşünülemezdi. Fırsat tanımama olayı bir yanıyla ekonominin doğal seyri itibariyledir, diğer yanıyla bu ekonomik gelişime gerekli olana politik yönelimlerin kaçınılmaz sonucudur da. Nitekim I. Dünya Paylaşım savaşı ve sonuçları, II. Dünya Paylaşım savaşı ve sonuçları tüm ağırlığıyla bunu göstermiştir.
Türkiye Cumhuriyeti, uluslaşma sürecinin tarihsel trenini kaçırmıştır. Anadolu topraklarında yaşayan etnik toplulukları Osmanlıdan bu yana içselleştirip hazmedememiş olan egemen etnik toplumun, bu süreci emperyalizm çağında tamamlama şansı kalmamıştır.
Anadolu’nun tüm etnik toplulukları kendi uluslaşma süreçleri ve özgün üst kimliklerini özgürlük ve demokrasi mücadelesi altında geliştirme durumuyla karşı karşıya kalmıştır. Ülkemizde süren kimlik bunalımının ve derin siyasal bunalımların kaosa varan boyutu bundandır.
Cumhuriyet kuruluşuyla birlikte, hızla Anadolu’nun Türkleştirilmesi çabasına atıldı. Kendi uluslaşma süreci açısından haklı bir süreç olsa da, bunu ne potansiyel açıdan (bir etnik topluluğun kendi uluslaşma sürecini yaşarken diğer etnik toplulukları özümseyebilecek kültürel, ekonomik, dil gibi birçok önemli unsuru taşıyıp taşımaması açısından), ne de tarihsel veriler açısından yapması mümkün değildi. Nitekim Anadolu’nun yeniden yazılmak istenen tarihinde Hititlerin ve Sümerlerin, Türk olduğu iddiası (Hitit Türkleri, Sümer Türkleri), Güneş dil teorisi (dünya dillerinin menşeinin Türkçe olduğu iddiası) tekrarı olmadığı için, bir komedi olarak anılmaktan başka bir değeri olmamıştır. Her türden baskı ve asimile çabalarına rağmen, Anadolu bir tek üst kimlikle birleştirilememiştir. Kürt, Kürt, Ermeni Ermeni, Rum Rum, Arap ta Arap olarak etnik yapısını koruyarak kalmıştır. Ne Osmanlının zorbalığı ne Cumhuriyetin asimilasyoncu baskıları bu etnik yapıları ortak bir üst kimlikte birleşme yönünde, etnik kimliklerini bir alt kimlik haline getirebilmiştir. Ülkemizde süre giden ve daha da derinleşerek sürecek olan kimlik bunalımının kaynakları da buradadır. Bu J.J. Rousseau’nun “egemenlik, kendini meydana getiren parçaların toplamıdır” (Rousseau’da birey, ülkemizde kendi içinde belli bir kararlılığı olan etnik topluluk olarak ta okunabilir) belirlemesinde, parçaların egemenlikte yok edilen paylarıyla ilgili bir sıkıntı olarak belirmektedir. Cumhuriyet, daha çok, Emanuel Sieyês’in, ortak bir üst kimlikte birleşmemiş dolaysıyla modern uluslaşma sürecini tamamlamamış, ancak üstten bir kuruluşla ulus devlet egemenliği altındaki topraklarda yaşayan farklı etnik topluluklar üzerine dayatılmış “Milli egemenlik” kavramında ifadesini bulabilecek bir girişimdir.
Cumhuriyet bir ulus devlet olarak kurulmuştur. Ancak gerçekte uluslaşma sürecinin bir baskı aracı olarak ortaya çıkmıştır. Türk ulusal devleti olarak tarih sahnesine çıkan Türkiye Cumhuriyeti, egemenlik altındaki topraklarda yaşayan diğer etnik toplulukları, bir biçimde içselleştirip hazmederek modern bir ulus oluşturma girişimi olarak da görülebilir. Ancak bu girişim, sarf edilen tüm çabalara karşın başarılı olamadı. Ayaklanan Kürtlerle kanlı bir kavgaya tutuştu, büyük kıyımlar, tenkil ve tehcirler dayatıldı. Resmi dil ve devletin tüm olanaklarıyla ikame edilmek istenen Türkçenin, etkinliği bu amacı gerçekleştirebilecek güçte değildi. Tersine Türkçe, Anadolu’ya karlı bir topluluk olarak Türklerin geliş dönemlerinden bu yana, yerli etnik dillerin karşısında etken olmaktan çok etkilenen ve yapısıyla birlikte kelime haznesi diğer dillerce zenginleştirilen bir dil olmuştur. Türkçe dili, cumhuriyet Anayasasına, ancak, 24 Şubat 1952’de girebilmişti. Anayasa o tarihte Türkçeleştirilmeye başlanmıştı (o da, öz Türkçeyle değil yine diğer dillerle iç içe olan yaşayan Türkçeyle). Dil bilimcilerinin araştırmaları öz Türkçenin, “yaşayan Türkçe” içinde ancak %10’luk bir değer oluşturduğunda hem fikirdirler (geniş bilgi için Bkz. Sevan Nişanyan, Sözlerin soyağacı).
Buna eklenecek birçok nedenle birlikte Türkiye siyasal sistemi, tek devlet, tek bayrak, tek din, tek kitap, tek millete dayanan tek boyutluluğa kadar uzanan bir siyasal sistem olması kaçınılmazdı. Tamamlanmamış ulusal süreç karşılaştığı her engelde daha da katılaşmış daha da baskıcı, yasakçı ve içe dönük bir gerici karakter alamaya başlamıştır. Cumhuriyetin ilk kuruluş dönemiyle sonraki dönemler arasında ortaya çıkan siyasal gericiliğin derinleşmesinde bu açıdan irdelenmesi gereken birçok veri bulunmaktadır. Tersten başlayan uluslaşma sürecin sıkıntılarıdır bunlar. Bu anlamda Cumhuriyetin tarihi, bir anlamıyla, 20. yüzyılda, feodal bir imparatorluğun yıkıntıları ve kalıntılarıyla kurulan ulusal bir devlete, modern bir ulus yaratma girişiminin, egemenlik altındaki topraklarda, diğer etnik topluluklarla yaşanan, acı ve sıkıntıların tarihidir. Burada cumhuriyet, Makyavel’in İtalya’nın birliği için savunduğu meşhur “amaç her türlü aracı meşru sayar” tezine sık sıkıya bağlıdır. Makyavel’in Prensi de tabi ki, Atatürk’tür. Bu sistemin siyasal ortamında da, tek partili siyasal ortam, biçilmiş bir kaftandı. Modern giyim-kuşamıyla yeni bir Osmanlı görüntüsünden bahsetmek belki biraz haksızlık olacaktır ama durum siyasal açıdan buydu. Bazı yönleriyle (çok etnik yapılı meclisi, farklı grup ve partileriyle) 1908 den 1914’e kadar ki Osmanlı siyasal tablosundan da daha geri bir siyasal oluşum içindeydi demek ise yanlış olmaz. Cumhuriyetin tek boyutlu siyasal sistemini besleyen, kuruluş amaçları, planları ve korkularıdır. Bu süreç resmi olarak hala devam etmektedir.
II. dünya savaşı, I.sinin tamamlamadığı görevleri tamamlama etkisiyle ülkemizde önemli yansımalar buldu. Sanki, 1838 de başlaması gereken süreçleri (o zaman da imkansızdı), 1908’de de başlayabilecek süreçleri, 1940’lı yılların ikinci yarısından itibaren başlatabilme durumunda olmuştur. (18 Temmuz 1945, milyoner Nuri Demirağ’ın kurduğu Milli kalkınma partisi (MKP) ve 7 Ocak 1946, Celal Bayar ve Adnan Menderes’in kurduğu Demokrat Parti (DP) ile birlikte başlayan süreç). Bu çok partili sisteme, siyasal sistemin özüne ilişkin bir çoğulculuk değildi. Cumhuriyetin kanla barutla, ilhakla, tenkil ve tehcirle nispi dingin bir ortam yarattığı, II. Dünya savaşı sonrası dünya güçler dengesinin dayatmalarıyla itelenen siyasal konjonktürler, Ülkemizde bekletilmesi mümkün olmayan çok partili sürecin yolunu tek boyutlu siyasal sisteme eklektik olarak yerleştirmiştir. Bu makalenin konusu olan siyasal sistem itibariyle, ardı ardına, her on yılda bir ortaya çıkan askeri darbeler, aynı periyotla devam eden “balans ayarları” 28 Martlar, Net muhtıraları 27 Nisanlar, çok partililiğin çoğulculuğu, sonuçları itibariyle tek boyutlu sistemin biçimlerinden biri olmaktan başka bir anlam taşımadığını göstermektedir.
Bu gün itibariyle, en iddialı sosyal demokratların, ulusalcılık adı altında, en derin devlet edatı olduğu gerçeğinin, birden bire kendini göstermesi bu siyasal sistemin toplumsal boyutta, sivil siyasal boyutta ne türden derin etkilere sahip olduğunu gösterir. Yükselen milliyetçiliğin izahı buradadır. Bu süreçte Baykal türü derin sosyal-demokratın “bilinç milliyetçiliği” önermesi ve tutunamaması, ardından yelpazeyi biraz daha laçka tutabilecek “Türkiye vatandaşlığı üst kimliği, Türkiyeli üst kimliği” önermesi gibi, Osmanlının başkent hikâyesinde yatan espri misali, ‘burası olmasa, şurası olur’ öznel dayatmacılığı, gerçekte tarihi olarak kaçırılmış bir uluslaşma sürecinin, diğer etnik topluluklara bir baskı oracı olarak yönelmesinden başka hiçbir anlama sahip değildir.
İşte tas tamam bu veriler, bu sürecin tüm siyasal erklerini ve siyasal kurumlarını tek boyutlu hale getirmiş, yönelimlerini de tek boyutluluk üzerine kurma durumunda bırakmıştır. Bu süreç inceldiği yerden koptu. 12 eylül 1980 askeri faşist darbesi, siyasal sistemin dipten gelen dalgalarla sarsılışını, yıkılışını dizginlemek için yapıldı. Ancak artık yapılacak hiçbir şey yoktu. 12 Eylül faşizminin ağır askeri zor müdahalesi kaynakları ve dinamikleri zaman içinde olgunlaşmış olan bu dalganın karşısında, sistemin fiili olarak tutunmasını sağlayamamıştı. 12 eylül darbesi bu sistemin kırılma miladı olmuştur. Dağ fare doğurmuştur. Artık resmi olarak tek boyutlu siyasal sistem egemen olsa da, farklılıklar tüm güçleriyle dinamikleri ve etkinlikleriyle açığa çıkmış oldu.
Ülkemiz
Çok etnik yapılı üst kimliksiz bir toplumu olarak tanımlanabilir.
Bu heterojen toplumun sancıları olarak, kimlik bunalımı derinleşmektedir. Bölünmeden, birileri diğerini bölücülükle suçlamadan, bu bunalımı aşmak mümkündür.
Bunun ise, tek geçerli yolu, artan oranda genişletilmiş, anayasal güvencelere bağlanmış özgürlükler ve demokratik hakların tanınmasıdır.
Bu haklar, öncelikle, ülkenin etnik yapısını gözetmelidir, farklılıklarını, ayrı varlıklarının taleplerini ön plana almalıdır.
Kültürel toplulukların, ezilen mezheplerin, bölgesel farklılıkların özgün siyasal örgütleniş ve kurumlaşmalarına olanak sağlayan, siyasal programların ikamesiyle mümkündür.
Bu sürecin kırılma noktası, Kürt ulusunun özgürlük ve demokrasi mücadelesiyle başladığından söz etmek yanlış olmayacaktır. Ancak buraya gelene kadar, Yolları yürüyerek aşındıran üç kuşağın mücadelelerini, acılarını ve fedakarlıklarını açık ve sarih olarak belirlemek gerekmektedir ki, Kürt ulusal kurtuluş hareketinin var oluşu, gelişim hazırlıkları hep bu kuşaklarla aynı potada olmuştur. Tarihsel açıdan bu süreç ülkemizde bu yanıyla kendini şekillendirmiştir.
1946’dan itibaren başlayan çok partili siyasal ortam, tüm yönleriyle ekonomik kültürel sosyal açıdan ülkede ciddi değişimlerin bir işareti olmuştur. Ancak bu değişim siyasal sistemde radikal bir değişimle at başı gitmemiştir. Ulusal devlet ve uluslaşma süreci ilişkisinde var olan terslik aynıyla, bu yeni dönemde de kendini göstermişti. Liberal ekonomi politikası liberal bir ekonomi yaratmak için gündeme geliyordu. Üstten bir dayatmaydı ulus devlet gibi. Kendi dengeleriyle gelişen bir kapitalist ilişki olmadan, dünyadaki ekonomik gidişata uyarlanmak için iç dinamikler atlanarak liberal politikalar hazır olmayan bir ekonomik sürece üstten bindiriliyordu. Bunun doğal sonucu, siyasal sistemin gevşemesi, liberalleşmesi, şeffaflaşarak demokrasi ve özgürlük ortamının ikamesi yerine, daha da katı siyasal bir gericiliğin ikamesi gündeme geliyordu. Cumhuriyetin kuruluş planı, tersinden başlatılmak durumunda kalınan uluslaşma süreci ve korkuları, ardından gelen her tarihi kesitinde, sorunlarını derinleştiren bir açmazın yerleşmesine yol açıyordu. Başlangıçta atılan yanlış adımı yenileri takip ediyor, ülke her adımda bir başka eklektik konuma, böylece sürükleniyordu.
Çok partililik demokrasi değildi. Nitekim iktidarı ele geçiren parti, iktidardan düşenin rolünü en sefil cinsten bir anti demokratik davranışla sürdürmekte bir beis duymaması bunu gösteriyordu. 27 Mayıs 60 darbesi, bu sürecin bir devamıdır. İktidara gelenler, birlikte getirdikleri yeni anayasayla çok boyutlu bir demokrasiyi değil, tek etnik yapılı bir topluma bile dar gelecek, demokrasiye giriş anlamını aşmamış bir yönelimden ibaretti. Tek ulus, tek bayrak, tek din, tek dil bu anayasanın özü ve biçimi olarak tüm ağırlığıyla kendini dayatmıştı. Bu dönemde bile Kürtler için amansız ve çaresiz kumpaslar kurulup, içene soğuruluyorlardı. 12 Mart 1970 darbesi ise bu gerçeği tanımlıyordu. Osmanlı’dan çıkıp gelmiş haliyle Cumhuriyet, genetik olarak birlikte getirdiği siyasal reflekslerini bu tür darbelerle göstermekte geç kalmıyordu. Ancak 60’ların demokrasi mücadelesinde harmanlanmaya başlayan yeni kuşaklar, dengelerin içinde kendi ağırlığıyla bir yer edinme, siyasal gündemin sahibi olma etkinliklerini hızla tırmandırıyordu. Kuşaklararası bağ ve ilişki babında, özgürlük ve demokrasi arayışları, bekli de bu toprakların tek dengeli gelişim ritmi gibi beliriyordu. Saikleri farklı olsa da, tek boyutluluğun içinde bir sayısal etkinlik olsa da sürecin bu özelliği, gelecek kuşak ve dönemlerin siyasal olgunlaşmasında temel bir birikim potası oluyordu.
Çok partili dönemin siyasal çalkantıları içinde demokrasi mücadelesi veren kuşaklar, bir sonraki dönemin demokrasi mücadelesi veren kuşaklarına, böylece yol açıyordu. 68 kuşağına gelindiğinde, modern ulusların yüz yıllar önce geçtikleri demokrasi mücadelesinde eğitilme esprisi, ülkemizde henüz emekleme çağında, yeni başlıyordu. Ne sınıfsal hareketler, gerçek anlamıyla bir sınıfsal hareketlerdi (uluslaşma süreçlerinin tamamlanmamış olması sınıfsal hareketleri dahi milliyetçi çerçevenin dışına çıkarabilecek gücü yaratamıyordu), ne de, demokrasi mücadelesi çok boyutluydu. “Sınıfsal bilinç” dediğimiz şeyden nasibini en çok alanların, en geniş ufukluları ise, anti-emperyalist olmaktan başka siyasal jargona sahip değildi. Ülke artık sınıfsız, imtiyazsız bir bütün değildi; bu anlaşılmış olsa da, farklılıklar, ayrı varlıklar, ezilen ulus ve etnik topluluklar hala yoktu. Bu varlıkların haklarına ilişkin söylemler ise, egemen ulus demokratik hak ve talepleri içinde bir dipnot olarak yer alıyordu.
50-60 kuşağı, ardından 68 kuşağı ve bu satırların yazarının mensup olduğu 74-80 kuşağı da, bu tek boyutlu siyasal değerlerin içinde özgürlük ve demokrasi mücadelesi yürüttü. Bu kuşakların mücadelesi, her boyutuyla, her aracıyla, her militanı ve kadrosuyla ülkemizin siyasal açılım ve gelişiminde tanık olunan, her santimetrelik ilerleyişin, sırtlayıcılarından olmuştur. Eski yollar yürünerek aşındırılmıştı. Darbelerle yeniden stabilize edilmesine karşı bir kez daha yürünerek aşındırılması artık kaçınılmaz olmuştu. Bu kuşaklar dipten gelen bir dalga gibi halkın, halkların demokratik hak ve özgürlüklerini kazanmak için yürüttüğü mücadeleyle, tek boyutlu sistemi her yerde sıkıştırmaktaydı. Artık öyle bir gelişim momentine varılmıştı ki, verili siyasal sistem, yüz yıllardır aynı tek boyutluluğuyla değişim eğilimi göstermeyen bu siyasal sistem, bir biçimde bir yerden kırılma durumundaydı.
“Yollar yürümekle aşınmaz” sözünün sahibi, “ülkemizde Kürt realitesi vardır” diyerek, yolların aşındığını, tek boyutlu siyasal sürecin artık tutunacak bir dalının kalmadığın ilan ediyordu, bunu kastetmese de. Tek boyutluluk ağır bir gerçekle yüz yüze kalmıştı. Ülkemizin verilerine bu elbise dar geliyordu. Aynı mantığın ürettiği siyasal çözüm programları ise, bu dar elbisede dikiş tutmaz haldeydi. Ancak tarihsel olan ömrü tamamlanmış olan hiçbir süreç bir bıçak darbesiyle silinmiyordu. Büyük acılar, inkârlar, tepkiler iniş ve çıkışlarla bir eğimli alanda, aşağıya doğru yuvarlanış başlamış ve sona gelinmenin kaçınılmaz olduğu belirmişti.
12 Eylül 1980 darbesi, geçmişten gelen, aynı geleneğin bir devamıydı. Ancak bir boyutuyla, bu darbe, tekçi siyasal sistemin kurtuluşu için hizmet sunabilecek bir durumda değildi. Tersine, kırılmanın miladı olarak, toplumun örtülmüş tüm eğilimlerini güçlüce açığa çıkartarak tarihte kendisine biçilen rolü oynamaktan başka bir işlevi görmedi. Tek boyutlu sistem kırılmıştı. Farklılıklar kendini güçlüce ifade etmeye başlamıştı. Siyasal arena artık, tek bir rengin, tek bir ulusun, tek bir farkın ya da egemen olana ait farklılıkların arenası değildi.
Makalemizin konusu itibariyle, 12 Eylül 1980 faşist askeri darbenin, bir boyutuyla açığa vurduğu gerçekler arasında, Kürt ulusunun her hangi bir üst kimlikle özümsenemez yoğunluğuna ve bunun her araçla kendini ifade edebilme gücünü göstermesi gibi bir sonucu var ise, diğer yandan ülkemizin derin kültürel aidiyetlerini de açığa vuran sonuçları oldu demek yanlış olmayacaktır.
12 Eylül darbesi, bu topraklarda yaşayan insan potansiyelinin, yüz yıllardır süren batılılaşma çabalarına rağmen, üsten yapılan her türden dayatma ve yasal ve biçimsel oluşumlara rağmen, İslami değerleriyle mütalaa edilebilecek bir toplum olduğu gerçeğini de açığa vurmuş oldu. Bu sonuç, “12 Eylül’ün, bilinçlice yarattığı, körükleyip desteklediği, bir sonuçtur” gibi ciddiye alınmayacak iddiaları burada tartışmayacağız. Ancak var olan bir gerçek olmaksızın, toplumun özümsediği ve içselleştirdiği bir aidiyet olarak, bir kimlik olarak, hatta yer yer bir üst kimlik olarak İslam’ı göstermesi, bir siyasi iktidarın kararı, isteğiyle gerçekleşemez. Bu askeri darbeci iktidar da olsa, bir topluma, bu ölçüde kültürel bir aidiyet oluşturamaz.
Tek boyutluluk burada, alenen kırılmıştır; üç kuşağın özgürlük ve demokrasi mücadelesi, var olan gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya çıkarmıştır. Gelişmelerinin belli bir aşamasında, dayatılmış tek boyutlu siyasal sistem ile var olan toplumsal gerçek çatışmaya başlayınca değişimin, kırılma olarak tecelli etmesi kaçınılmaz olmuştur. Kırılma burada böyle başlamıştır. Bu sürecin tarihi ayrıntılarında, potalarında, kuluçka dönemini tamamlamış tüm siyasal yapılar bu kırılmayla birlikte, gerçekçi yerlerini almıştır.
1984 atılımıyla kendini ifade eden Kürt ulusal kurtuluş hareketinin yükselişi, bu geçmiş üzerinde olmuştur ve bunun doğal sonucu olarak kendini ifade etmiştir. Bu sürecin son evresinde, Solcuların nasıl milliyetçi olduklarını, ulusalcılığın nasıl bir sosyal demokrat iltica kampı haline dönüştüğünü, komünistlerin içine düştüğü ideolojik bunalımdan, ya dini ya ulusalcı ama, her ikisi sağcı olan siyasal savruluşu anlamak güç olmayacaktır. Kimlik bunalımı etnik olduğu kadar, siyasal olduğunun anlaşılması bu kırılmayla belirgin hale gelmiştir. Bu gün iktidar mücadelesi olarak beliren, Hükümet ile silahlı kuvvetler, Anayasa mahkemesi ile iktidar ve muhalefet kurumları arasında, “cunta savaşları” diye tanımladığımız, son olarak Cumhurbaşkanının seçimiyle ilgili ortaya çıkan ve verili kaosu derinleştirmekten başka bir sonuç üretemeyen verileri, bu kimlik bunalımının derinliğine eklemek gerekecektir. Artık, Ülkemizde, hiçbir siyasal girişim, normal dengelerin ürünü olarak var olmuyor. Siyasal sürecin tek boyutluluğunun, tek boyutlularca da korunamaması bunu gösteriyor.
Tekrar ediyorum, uluslaşma süreci tarihsel momentleriyle yaşanmamış toplumlarda bu eklektik yapılanma ve çözülüşü, kimlik bunalımı ve ayrışması kaçınılmazdır. Bu bir kırılmadır, bu kırılmanın birleştirici bir çimentosu da yoktur. Ne ortak coğrafya, ne de din bu kırılmayı eski haline getirebilecek güçtedir. Coğrafya bunu başarabilseydi buralara varılmayacaktı, dinin ise, tarihinde böylesi bir rolü oynama potansiyelleri olmadığı gibi, siyasal erklerin bir aracı olmaktan başka bir işlevde ortaya koymamıştır; aynı ulustan, aynı dil, ve kültürden tarih ve coğrafyadan olan Arapları, dahi birleştirememiş, bölmekten başka bir sonuç üretememiştir. Tek boyutluluk bu anlamda, çok renkli, çok etnik yapılı üst kimliksiz tüm toplumlarda, bölücülüğü kışkırtan yaptırımlarıyla, derin bir kaos üretmekten başka bir sonucu olmamıştır. Ülkemizde durum tas tamam budur.
Bu gün itibariyle, Üç kuşaktır özgürlük ve demokrasi mücadelesi verenler, artık tek bir toplumun unsurları olmaktan çıkmıştır. Kırılmadan bu yana, ülkemizde toplumsal gerçeklik, farklı boyutlar içinde irdelenebilecek bir genişlik kazınmıştır. Aynı siyasal hedefler için bile, aynı çatı altında olmak kısır bir döngüde kısır etmek demektir. Bu iddia, duygusal açıdan ağır bir iddiadır ve toplumsal dayanışma kapsamında büyük bir ihanet gibi durabilir. Ama gerçektir. Özgürlük ve demokrasi güçlerinin günübirlik yaşadıkları ama bilince çıkartmaktan çekindikleri bir gerçek olarak, karşımızda durmaktadır. Bu gerçeği kavramak onunla barışık yaşayıp, zayıflık yerine güce dönüştürmek gereklidir. Zor olanda budur. Bu satırların yazarı bunun kavgasını verme çabasındadır. Yeni sürecin kırılmada taşıdığı anlam budur, bunu tanımlamak gerek ve bunun verileri ışığında görevlerimizin belirlenmesi gereği doğmaktadır.
Resmi olmasa da, çok partili dönem bu yanıyla kapanmıştır. Ülkemizde çok parti artık tek boyutlu olma anlamına gelen bir siyasal yönelim kapsamında tarihin gerisinde kalmıştır. Zaten bunun ifadesi olarak, her boy ve soydan siyasal parti, bu sistemin çatısı altında tek boyutlu bir program etrafında, nüans farklılıklarıyla kendini dile getirmekten öteye geçememektedir; demokrasi ve özgürlükler bile onlar için, tek devlet, tek bayrak, tek kitap, tek dil ve tek millet içindir.
Ülkemizin farklılıklarıyla var olan gerçekleri, tarih içinde, ne zorbalıkla ne de, normal yollarla kabul edilebilir bir hazmedilişle eritilememiştir. Bunun dolaysız sonucu olarak farklılıklar, kendi varlıklarıyla etkinlikleri ve renkleriyle kendi siyasal kaderlerini bir biçimde belirlemek üzere kendilerini ifade etmeye başlamışlardır. Kimsenin şemsiyesi altına girmeden, ortaklık adı altında özgün kimliğini sildirmeden kendini ortaya koymuştur. Bununla da, yüz yılların derinliklerinden çıkıp gelmiş haliyle, tek boyutlu siyasal süreci, geri dönüşü olmayacak tarzda kırmıştır.
Bu vazo bir kez kırılmıştır. Artık eski haline gelemez. Her parça kendi formu içinde, vazonun bir parçası olarak belirecektir. Bu da, vazoyu parçalarıyla bir araya getirebilecek özgürlük ve demokrasiyi, anayasal haklarla güvence altına almış bir ortak payda yaratılabilirse. Bu gerçekten ürkmemek gerek. Bunu olduğu gibi ilgili halklara iletmek gerek ve bilincinde olarak olası tüm dinamikleri harekete geçirip bir ortak payda yaratımı için uğraşmak gerek. Ama bu olmasa, kimse kimsenin yolunu tıkamamayı becerecek kadar demokrat olmayı becermesi gerekecek.
Farklılıklar, ayrı varlıklar artık ülkemizin bir gerçeğidir. Siyasette buna göre şekillenecektir. Aksi ne kadar iddia edilirse edilsin süreç buraya doğru akmaktadır. Tek boyutlu siyasal sistem ısrarı ise, farklılıklarımıza ortak bölen olabilecek unsurlarını zedeler, köprülerini yıkar. Bu ise, en kaba tarzıyla, bölücülüğü kışkırtmaktır. Ulusalcıların, “Vatan-Millet-Sakarya” diye attıkları naralarda işlenen ölümcül yanlışta budur.
Artık ülkemiz siyasal saflaşması, tek boyutlular ile çok boyutlu siyasal tercihler arasındadır demek yanlış olmayacaktır. Bugün ülkemizin siyasal sürecini, temel olarak ne sınıfsal ayrışma ne de soyut siyasal önermeler belirlememektedir. Ülkemizin ayrışması farklılıklarımızın varlığını inkâr eden ilkel milliyetçi, ulusalcı siyasal yönelimler ile farklılıklarımız temelinde yükselen özgürlük ve demokrasi talepleri belirlemektedir. Bu açıdan bakılınca ülkemizin varoluş verilerine önerilen tek boyutlu siyasal programlar ve onları öneren siyasal kurumlar, yani farklılıklarımızın verilerini temel almayan, tek etnik algılayışı aşamayana siyasal eğilimler, ülkemize yanlış biçimleş bir dar elbiseden başka bir şey değildir. Üstelik giyildiği an sağı solu sökülen, düğmeleri patlayan ve bize ait olmaktan uzaktır.
Bugün verili anayasa, seçim yasası, partiler yasası ve bil cümle yasal düzenleniş itibariyle siyasal sistem ve aktörü olan partiler, tek boyutludur. Tek etnik topluluğa, tek ulusa göre dizayn edilmiştir. Ne yapısal olarak ne de işlevsel olarak tek devlet, tek din, tek dil, tek bayrak ve tek etnik yapı dışında bir konumu yoktur. Olması da yasaktır. Bunların tümüne şeklen uyulsa da, fiili olarak seçimlerde aranan yurt ölçeğindeki %10 barajıyla, aşılması çok güç olan bir engelle, yasak hale getirilmiştir.
Verili siyasal sistemin hiçbir partisi ya da kurumu, faaliyetlerini hedef kitlesine ne resmi dil dışında özgün bir dille, ne resmi bir bayrak dışında özgün bir işaretle götüremediği gibi, seçildiği parlamentonun üyesi olarak, tüm faaliyetleri, devletin ona verdiği resmi sıfatla yapmaktan başka bir tercihi olamaz. Egemen etnik toplumun üst kimliğini taşımadan resmi bir varlığı dahi tanınamaz.
Bu özelliğiyle Millet Meclis, tek bir milletin sıfatını taşıyanların meclisidir. Meclis sadece, Türkleşmiş Kürtlere, Türkleşmiş Araplara, Türkleşmiş herhangi bir etnik yapıya kapılarını açmıştır. Böylesine bir tek boyutlu kuşatma içinde, milletvekillerinin işlevi, kendisini vekil yapan milletin temsilcisi olmaktan çok, kendisine biçilen ve meclise girdiği an verilen sıfatla tek bir milletin vekili olma konumuna getirilmiş olur. Bunun anlamı Hakkâri’nin seçtiği millet vekili, egemen devlet erkinin ve etnik topluluğun ana yönelimleri ve tercihlerinin işlevlendirdiği alanlara hizmet etme yörüngesine oturtulmuş olur. “Siyahların seçtiği milletvekilinin, beyazların hizmetine koşulması” esprisidir bu.
Bu sistemde ne türden bir programla ortaya çıkarsa çıksın, hiç bir siyasal parti bu sistematiğin dışına çıkmaz. Millet meclisi potasında, için de çıkıp geldiği seçim sisteminin, partiler yasasının, anayasal verilerin kuşatması altında tek boyutluluk dışına çıkamaz. Kırılmanın olduğu bu dönem açısından bir çıkış, tüm eksikliklerine karşın yapılması kaçınılmaz bir adım olarak kendini böylece hissettirdi. Bin milin ilk adımı böyle gündeme geldi. Çıkışsızlık, kuşatılma, böyle bir adımla yaratılma olasılığı vardı.
Merkezi anlamda bir örgütlülük, cephe türü bir oluşum halinde, kendi özgünlüğünü, temsil ettiği kitlelerin renklerini, taleplerini, farklılıklarını ve ayrı varlıklarıyla seçimlere katmak bu çıkış için bir adım sayılabilirdi. Nitekim bu adım atıldı. Bu haliyle mecliste seçmeninin doğrudan temsil edebilen bağımsız adayların ortaya çıkması ihtimali gündeme geldi. Tek boyutlu siyasal sistemin resmen yürürlükte olmasına karşın, fiilen kırılması sonucu oluşan siyasal kimlik bunalımında, bu adım, daha yürünmesi gereken bin milin ilk adımı olarak gündeme gelmiş olsa da atılmasında geç kalınmamalıydı. Tarihsel verileri ve gerekçelerimizle, bağımsız adayları destekleme tavrımızın nedenleri burada yatmaktadır.
Bu noktada haklı olarak şu sorulabilir. Bağımsız adaylar gerçekçi bir alternatif mi? Elbette bütünüyle değildir. Bin millik yol için bir ilk adımdır. Bu adımı başarı ve başarısızlıklarıyla bir süreç beklemektedir. Hala dengesiz bir gelişim seyri içindedir. Aynı özgürlük arayışları aynı ilişki düzlemine adapte olup olmayacakları belli değildir. Bağımsız adayların meclisteki eğilimleri ne kadar kararlılıkla ayakta kalıp kalmayacağı sınanacaktır. Buna rağmen, bu adım tek boyutlu siyasal programların ve siyasal oluşumların en demokratik olanından bin kat daha demokratik bir girişim olarak gündeme gelmiştir.

Hiç yorum yok: