Sınırları insan erdemleriyle belirlenmiş, ne sınıfsal ne de etnik nedenlere mahkum olmamış doğrularımızla özgürlük ve demokrasi mücadelesini sürdüreceğiz...

BURADAYIZ İŞTE...

OKURLARIMIN DİKKATİNE. BLOGUMDA TEKNİK BİR ARIZA YA DA BİR SALDIRI GERÇEKLEŞMİŞTİ.. ŞİMDİ HER ŞEY YOLUNDA...EMEKLERİMİZ BURADA... SAĞLICAKLA KALINIZ...

PARALEL BİR BLOG DA DEVAM EDİYOR...

Yeni blogun adresi: http://mirural.blogspot.com/

ŞU AN İZLEMEKTE OLDUĞUNUZ BLOG ADRESİ İLE YENİ BLOG ADRESİ BİRBİRİNE ÇOK YAKINDIR. İLGİNİZE TEŞEKKÜRLER.

MİHRAC URAL

...

...

...

...

TÜRK MODERNLEŞMESİ JAKOBENİZM VE BONAPARTİZM

Yener Orkunoğlu

Türkiye'de modernleşme hareketinin tarihini ve modernleşmenin toplum üzerinde yarattığı etkileri incelemek ve aynı zamanda modernleşme konusunda liberal entelektüellerin yarattığı yanılsamaları açığa çıkarmak zorundayız.
Liberal entelektüellerin çarpıttığı bir konu var. Siyasal İslam'ın yörüngesine girmiş bir çok entelektüel, Türkiye'deki Kemalistleri Jakoben olmakla suçlarlar. Yani Jakobenizm, darbeci ve anti-demokrat olmakla özdeşleştirilir. Böylesi bir değerlendirme, Jakobenizmin çarpıtılmasıdır. Kemalizm'i, Jakobenizm olarak değerlendirmek, Jakobenizme karşı bir haksızlıktır. Çünkü Jakobenizm, Fransız Devrimi döneminde küçük burjuvazinin (baldırı çıplakların) radikal bir devrimci hareketi olarak doğdu. Fransız Devrim hareketinin sol kanadını oluşturur.
((Devamı orta sol sutunda))

..

..

Mihrac Ural

Mihrac Ural

Yeniden felsefe okumak


Cumhuriyetin Doğuya sırtını dönmesinin mahkumu idik. Alfabe kırılmasının sonucu da, okuma adına nemiz var nemiz yok, arşivlerin küfüne terk edildi. Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle zaten olmayan okumalara, sıçramalardan oluşan, dengesiz ve sonuçta eksiklikten kaynaklanan bir topallamaya düştük. Bu da, ülkemiz felsefe bilincinin derinlik ve bütünlüğünü oluşturacak zincir halkalarının kopuk olmasını getirmiştir.
Yunan felsefesi akılcılığının Aristo’yla temsil edilen sunumunu, İslami bir yorum ve ilerleyişle ele alan Farabi’de ifadesini bulan akılcılığa karşı, “ Tahafüt el Felasife” diyerek, dünya ve ahiret işinde akıla yer bırakmayan Gazali’nin, bu güne kadar süren tutuculuğundan yana saf belirlemiştir. Gazalinin, “filozoflar”ın aklın hareketinden yana dünyevi olayları yorumlayan yaklaşımlarına karşı yaptığı eleştirilere, aklın bir militanı İbni Rüşt’ün ünlü cevabı olan “Tahafüt el Tahafüt” ü tanımazlıktan gelmiştir. Böylece sağ, Yunan ve batı felsefe okumaları eksiğiyle iki ayağı topal hale gelmiştir. Dayandığı felsefi okumaların karşıtlarını da bilmemekle, sığ kalmıştır.((Devamı sol ana sutunda))

****

****

24 Nisan soykırımı hepimizi katletmişti...

Mihrac Ural

Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi –soykırımı- hepimizi katletmişti. Tam 93 yıldır sürmekte olan zorunlu sürgün ile insanlık sucunda İttihat –Terakki’nin ‘SOYKIRIM’ imzası vardır.

Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır.

Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur.

“Resmi tarih” diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.**19. yy sonlarından başlayarak, Katolik ve Gregoryan (Ortodoks) diyerek birbirlerine kırdırılan, tenkil ve sürgünlerle, mal mülklerine el konularak baskı altında tutulan Ermenilere yönelik soy kırımı, I Dünya savaşının, malum bol bahaneleri altında girişilmiştir (24 Nisan 1915).

Savaş sırasında, önce Ermeni gençlerinin Askere alınarak silahsız bırakılması ve ardından toplu tasfiyelerin yapılması, geride kalan Ermeni halkının Tenkil ve sürgünlerine geçilmesi. Bu konuda talimatların dakik bir biçimde, en yetkili resmi merciler tarafından istenip, izlenmesi. O dönemin Sadrazamı (Başbakanı) Talat Paşa’nın, başından itibaren olayları, dikkatlice takibi, emirler vermesi, istatistik tutması (iskan edecekleri yerde dahi nüfusa göre oranlarının %5 geçmeyecek düzeyde tutulmaları talimatları da dahil) ve bunun en ince ayrıntısına kadar yazılı özel notlarla tescili, Ermenilere reva görülen her şeyin, planlı bir tarzda icra edildiğini göstermeye yeterlidir (Ermeni tehciriyle ilgili Talat Paşa’nın tutanakları için bkz. Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi, 24 Nisan 2006’dan itibaren yayınlanan dizi) Bu, Ermenilere ilişkin, adına ne konulursa konulsun, yapılacak olanların önceden planlanmış eylemler olduğunu gösterir.

Bundan sonra, sonuçlara bakılarak, yapılanlara verilecek ad, tanımlamaya geçilir.*Böylesine planlı ve en ince ayrıntısına kadar takip edilmiş ve bir etnik topluluğa yönelen, sonuçta en iyimser tahminlerle, el yazması tutanaklardaki rakamlarla bir milyon (1000 000) üzerinde Ermenin ölümüne yol açan, kimi şehirlerde nüfusu yüz binlerden sıfıra indiren, çoluk çocuk on binlerce canın etnik yapısını değiştirmek için farklı etnik toplumlara dağıtan, topraklara el koyan, binalarını yıkan, her türden maddi ve canlı servetine el koyup katleden girişimlere, soy kırımından başka bir ad verilemeyeceği görülür.

Bu bir soykırımdır. (..)Osmanlıdan, cumhuriyete süre gelen bu aklın, daha uzun süre yürürlükte olma tehlikesi tüm çıplaklığıyla kendini göstermektedir. Tarihimizle cesurca yüzleşmeden bu aklı toplumsal işlevlerimizden ve geleceğe ilişkin yaşam planlarımızdan söküp atmak güç gibi duruyor.
((*)Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı –Mihrac Ural)

**
Sıranın kendisine gelmeyeceğini sananların dikkatine, bu vatanın birimize değil, hepimize ait olduğunu bir kez daha, bin kez daha yeniden birbirimize kanıtlamakla yükümlü olduğunuzu artık anlamak zorundasınız.

Bilmelisiniz ki, farklılıkları içselleştirmek, onlarla barış içinde yaşamayı fiilen gösterip, haklarını anayasal ve kurumsal güvencelerle kökleştirmek ertelenmez bir görev haline gelmiştir, bu yapılmadıkça bu vatanın hepimize ait olduğuna kimseyi inandıramazsınız.

Mümkünü, imkansız hale getirmeye devam ederseniz, sizi biz farklılar, ayrı varlıklar bile kurtaramaz. Bunun vebali, Hrant Dink’in katline yol açan akıl sistematiğinin kıyımına tek tek ve topluca maruz kalmaktır bilesiniz.
((*)Hrant Dink'in Katli ve Tarihi Gerçekler –Mihrac Ural)


Murat Altunöz’ün Beklenen Kitabı Kırılgan Zamanlar Çıktı…

2002 Ocak ayında başladığımız yolculuğumuza 7 yıldır devam ediyoruz. Karalama Dergisi, ülkenin koşullarına göre bazen inişler ve çıkışlar yaşamamıza rağmen her geçen gün dergimizle daha da büyüyoruz.

Karalama Dergisi olarak;
Şair Nevruz Uğur ve Halil İbrahim Yıldız’ın kitaplarından sonra Karalama’nın Kurucusu ve halen Editörü olan Murat Altunöz’ün Kırılgan Zamanlar adlı kitabını yayımladık.
Geçmiş zamanların, kırılmış, yalnız ve hüzünlü dizelerinde bulduk kendimizi,
Her dize de bir direniş, bir sürgün, bir ayrılık ve özlem var.
((Devamı sol alt sutünda))

...

...

Yerel Çeteleşmenin Boyutu...

Murat Altunöz /Gazeteci

Çeteleşme yıllar sonra Ergenekon operasyonuyla tekrar gündeme geldi. Eskiden bildiğimiz mafya sistemi çökmüş artık daha organize ve daha profesyonel bir hal alan almıştır.Bazı yazarlar, Emekli Polisler ve Emekli askerlerinde içinde bulunduğu yeni bir yapı ortaya çıktı.Aslında bu tür çeteleşmeler yıllardır hep ülkemizde vardır. Ama bu hafta benim bahsetmek istediğim yerel çetelerdir. malesef son yıllarda ciddi anlamda yerel çeteleşme ve Organize suçlarda bir çoğalma vardır. Zaten Hatay il Emniyet Müdürü Osman Çapalı'da bu konuya dikkat çekerek " Bireysel suçlar artık organize suçlara kaymıştır" demiştir.
((Devamı sol ana sutunda))


İNTERAKSİYON

Faiz Cebiroğlu
Her gelişim, karşılıklıdır. Her ileriye yönelik değişim, bir interaksiyondur. İnteraksiyon, karşılıklı etkileşim oluyor. İnsanlar, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek sosyal yönlerini geliştiriyorlar. Sosyal yönünü geliştiren insan, aldığı öğreti ve deneyimlerle bireysel yönünü ”işleyerek” yapılandırıyor. Yapılanma, ”özbilinç” ve ”özgüven” ile nitelik bir hal alıyor.

İnteraksiyon ya da karşılıklı etki, yaşadığımız toplumda, değişik yer ve ortamlarda farklı farklı oluyor. Dille başlayan diyaloğa; insanların bulunduğu yaşam tarzları, çalışma biçimleri ve kısacası sahip oldukları sınıfsal konumları da ekleniyor. Sosyal sınıf, gelişimde ”ana halka” oluyor. Sosyal sınıf, ileriye yönelik değişimin ”can alıcı noktasını” oluşturuyor.

(Devamı orta ana sütunda )
http://mirural.blogspot.com/

...

...

Yabancılaşmanın Dinamiği


Mihrac Ural

Yabancılaşma, insanlık ailesini birbirine yakınlaştıran, farklarını hızla öteleyen özel mülkiyeti ve olumsuz sonuçlarını bile köşeye sıkıştırma işlevi gören sonuçlarıyla, olumsuz değil çok olumlu bir role sahiptir. Tarihsel süreciyle derinleşip geliştikçe gerçekleşen yabancılaşma, insana çok daha cüretkâr olma, çok daha özgürce beyin labirentlerinde kurguladığı fantezileri yaşama ve bunu yaparken de dar anlamda aile, mahalle gibi klancı darlığın etkiler altında kalmayıp, geniş anlamda da ulusal sınırları aşıp belki başlangıcı sanal âlemin nimetleriyle, bilgi çağının iletişim olanaklarıyla bu tutku ve arzularının doruklarını zorlama şansını elde etmektedir.Yabancılaşma olmasaydı, emeğin sosyal etkilerinden bahsetmemiz mümkün olamazdı. Emek ne kadar sahibinden uzaklaşır, ne kadar sahibine belirgin olmaktan çıkarsa, o kadar evrensel ölçeklerde hizmet sunmaya başlamış demektir. Ve bir o kadar kültürel farklılıklarını hesaba katmadan ( renk, ırk, ulus, coğrafya, bölge farkı tanımadan) insan türüne ait hale gelmiş demektir.
((Devamı orta ana sol sütunda: ))
http://mirural.blogspot.com/

..

..

MİLLİ MARŞLAR

Ayşe Hür
1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı ‘Tre Trallade Jantor’dur. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkar ve ‘Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr….’diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası olayı "centilmen Türk seyircisinden jest" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi…
“Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur/Katibimin setresi uzun eteği çamur… diye başlayan ünlü türkünün bestesi 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’daki Selimiye Kışlası’nda kalan ‘eteklikli’ İskoç Alayı’na moral vermek için yazılmış ‘Donsuz askerler…’ diye başlayan bir asker şarkısıdır. II. Mahmut döneminde (1808-1826) modernleşme çabaları sırasında askerlere giydirilen setre ve pantolon mutaassıp çevreler tarafından ‘sokağa donla çıkmakla’ eşdeğer görülmüş, özellikle de ‘gavur mukallitliği’ denilen bu modernleşme hareketine çabuk uyum gösteren eli yüzü katipler halkın diline düşmüştür. Bir İstanbul külhanbeyi, bu katiplerle alay etmek için, Üsküdar yolu üzerinde olan Selimiye Kışlası’nda kalan İskoç askerleri için yazılan marşın müziğine Türkçe sözler yazar ve ünlü Katibim türküsü ortaya çıkar.
1974 Kıbrıs ‘Barış Harekatı'ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkumları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.

((devamı sol büyük sütunda))

23 Mart 2008 Pazar

TIRMANIŞ VE SUKUT (Binboğa Dağlarında gerilla eğitimi ve bıraktığı izler)

Afşin Kötüre ve Binboğalar


Mihrac Ural


24 Mart 2008



Tırmanış öncesi örgütsel başlangıç



Bundan tam 31 yıl önce Yüksel Eriş yoldaş, Devrimci Sağlık İş Sendikası’nda yönetici olan hemşerim Dr. Mehmet Çelikel’in referansıyla Antakya’ya yanıma gelmişti. Antakya dört bir yanında devrimci hareketlerin gürül gürül yükseldiği bir alan konumundaydı. Devrimci Kültür Derneği, TÖB-DER ve mahalli çalışmalar kitlesel katılımlarla ileri düzeylerde bir faaliyet içindeydi. Bizler de, ülkemizin hiçbir merkezi örgütüne bağlı olmaksızın, bir örgüt gibi toparlanmış çalışmaların yükseldiği bir süreç içindeydik. Ayrı varlık konumunda, çalışmalarımızı ülkemizin siyasal atmosferine uygun ilerletiyorduk. Geniş bir halk muhalefeti ve bunu yerel özgün sorunlar, bu süreçte devrimci hareketi besliyordu.


Yüksel Eriş yoldaşın Antakya’ya vardığında gördüğü siyasal tablo, geldiği merkezden örgütsel olduğu kadar kitlesel ve kurumsal açıdan daha ileri bir düzeydeydi. Yayın açısından bildirilerimizle, seminer çalışması yayınlarımızla “Tek Yol Devrim” adlı aylık dergimizle, hazırlanan broşür ve yayın basımı için oluşturmaya başladığımız baskı edevatıyla birçok merkezi örgütün ilerisinde bir işleyiş içindeydik. Çalışmalarımızdan oldukça etkilenmiş olarak uzun uzun sohbet ve tartışmalarla bir arada nasıl bir merkezi çaba içinde olacağımız üzerine konuştuk. 18 yaşındaydım, ama o dönemin ölçüleri içinde önemli olan illegal yayın ele geçirip okuma şansını yakalamıştım. Antalya’daki ve sürgün sonrası Isparta’daki 68 kuşağı devrimcilerin elinden feyiz alma şansı yakalamıştım. Antalya Gençlik Örgütü (ANT-GÖR) kuruluş çalışmalarından, Isparta’da ilk devrimci kültür dernekleri kuruluş ve kitlesel hareketlerin oluşturulması mücadelesinden gelmiştim. Akranlarıma göre, o günün ölçüleri içinde çok daha iyi bir deneyim ve örgütsel faaliyete gerekli olan zeminlere sahiptim.


Türkiye çapında yapılan seçme sınavlarla burslu öğrenime alınan ilk 50 öğrenciden birisiydim. Özel bir gruptu bu topluluk ve özel olarak eğitilecekti. O zamanın koşullarında çok önemli olan 250 TL aylıkta bağlanmıştı. Ülkenin en önemli öğretmenlerinin eğitimi altındaydık. Cebir kitabı yazarı Behiç Ak, Fizik kitabı yazarı Vecihe Memioğulları gibi ülkenin en seçme öğretmenlerin elinde, şu ana kadar okul bilgisi dağarcığımda muhafaza ettiğim okuma ve okuduğunu severek öğrenmeyi belledim. Bu dönem siyasal doğrularımın da şekillendiği bir dönemdi. Doğrularımın arkasında derslerimin arkasında durduğum kadar kararlıydım. Siyasi faaliyetlerin ülke çapında sel gibi akmaya başladığı bir kesitti 74-75 yılları. Yıllar sonra yargılanmak üzere cezaevi Isparta’da okulumu bitirdiğim şehir olmuştu.


Bu şehri elimde makine teknisyen okulu diplomamla terk ederken, Antalya’dan itibaren biriken ülkücü faşist kinin kuşatma çemberi içinde kendimi buldum. Ölümle yüz yüze gelmeyi ilk orada deneyimledim ve hatta ölüp geri döndüğümü sandım. Onlarca kişi bıçak, hançer, demir, zincirle üzerime yürüdü, param parça ettiler. Direndim ve beni bir inşaatın derin temel çukuruna 'öldü' diye attılar. Öyle uzun bir süre acılar içinde kıvranarak yattım…O kanlı halimle hastaneye gitmeye çalıştım. Bildiğim, kendime geldiğimde onlarca dikişle her tarafım sargılanmış halde ranzada olduğumdu. Ölmediğim haberi duyulmuş, bu kez onlarca faşist hastaneye yüklenmiş beni orda öldürmek için gelmiş, sloganlar atılmaya başlanmıştı. O an nasıl olduysa Yaşar Sarı adlı yiğit yoldaşım yanımda bitiverdi. Bana ilk illegal yazıları veren, ilk feyizlerin yolunu açan, ileten 68 kuşağının emektarlarından bir Ispartalı yoldaştı. Hastaneden sırtında çıkarttıp , köyünde gizledi ve yanımda uykusuz nöbetlerini tutarak emin bir şekilde şehrime ulaştırdı.

Birçok kadro ve militandan önce el yazılı olarak Mahir Çayan’ın kesintisiz devrim yazılarının üç bölümü elimdeydi, yıl 1973 sonları; bakmayın öyle söylediğime, o gün bu yazıların elde olduğu öyle söylenebilecek, hatta anılabilecek bir şey değildi. Ve bitmemiş bir devrimci yükseliş sürecinin tazeliği içinde çok önemli bir olaydı. O dönem yabana atılmayacak hacimde kütüphanemle çok önemli bir zemin üzerinde aktif devrimci mücadelede yerimi almıştım. Şehrimde devrimci çalışma yürüten kimsenin açılımları bu düzlemde değildi. Bir dönem, Türkiye’nin en çok ilerici kitabın satıldığı yer olarak Antakya’nın anılması, o dönemin ortamında bir araya geldiğimiz yoldaşların eseridir.

Yüksel Eriş yoldaş, bu tablo karşısında bize büyük bir sevgiyle bağlandı. Ortalıkta kendi kendine oluşmuş bir örgüt vardı; ayakları üzerinde dik duran insanlarla karşı karşıya kalmanın şaşkınlığı içindeydi Eriş yoldaş... Oysa geldiği merkezde kapalı odaların komik şövalyeleri, ayakları havada amacı belli olmayan, silah patlatmanın, bomba atmanın ‘silahlı propaganda’ denilen bir kerametle, kendi kendilerine oluşturdukları sanal kurgularla avunuyorlardı!..

Yüksel Eriş yoldaş verimli topraklardaydı, halkla iç içe olan insanların, evlerin mahallelerin, köylerin, kurumların, dernek ve sendikaların harıl harıl çalıştığı bir zemine gelmişti. Derin bir nefes alımıydı onun için.

Sohbetlerimiz ve tanışma derinliklerimiz kısa sürede çok şeyi açığa vurmuştu. İnanç doluydu, kararlıydı, birikimli ve bilinçliydi; ancak silahlı mücadele örgütü kadrosu yöneticisi olmaktan çok uzaktı. Silahtan bahsediyordu ama silahı hiç bilmiyordu, tabancayı bile iyi bilmiyordu. Bu konumu onun saygınlığından, siyasal birikiminden bir şey kaybettirmiyordu nazarımızda; ancak sonra ilk hata son hata denilen durumla karşılaşılınca ne anlama geldiği bilinecek bir durumdu. O dönem, “Laz işi” o kadar çok silah piyasanın dolaşımındaydı ki, sahtesini gerçeğinden ayırmak için iyi bir gözlemci olmak yetmez, iyi bir silah teatisinde olmak gibi tecrübeleri gerektiriyordu.

Yüksel Eriş yoldaş bundan epey uzaktaydı. Patlayıcılardan ise tamamen uzaktı. Okuyordu, elinde getirdiği yazıları açıklıyordu, özgünlükleri vardı. Sakin, geniş tartışmaya açık, ilgili olduğu konularda ayrıntılı ve hassastı. Uzun tartışmalar yaptık. Notlar aldık. Temel konularda anlayış birliğine varmıştık; örgütün açık kalan konularında yapacağımız tamamlayıcı çalışmaları anlattık, onu ikna ettik. Yayınlayacağımız temel nitelikteki yazılarımız üzerine konuştuk, bir anlayış birliğine ulaştık. Sonuçta aldığımız kararla bu yolda birlikte yürüyecektik. Tam bu dönemde bizim özgün hazırlıklarımız vardı.

Yüksel Eriş yoldaşın “ Hatay Kurtuluş Ordusu”


Yükselen faşist dalgaya, artan katliamlara ve baskılara karşı savunma amaçlı yaygın ihtar eylemi olarak, ülkücü faşistlere karşı ilin tüm alanlarında bombalama eylemleri yapılacaktı ve bunun planını Yüksel Eriş yoldaşla paylaşmayı uygun gördük. Bize şunları söyledi; “Bu eylemleri şu an örgütümüz kaldıramaz, eziliriz. Malatya Beylerderesi şokunu atlatmış değiliz. Bu eylemleri “Hatay Kurtuluş Ordusu” gibi bir örgüt adıyla yaparsanız daha yerinde olur.”

İlk kez Hatay davasıyla ilgili olarak bu yönde bir düşüncenin dile gelişine tanık oluyordum. Oluşturduğumuz komitede yer alan bir dizi yoldaşımla birlikteydim. Şaşkındık. Bizim bir ülkenin genel demokrasi mücadelesi dışında ne bir eğilimimiz ne de bir çabamız vardı. Bu önerme nereden geldi? Nasıl ortaya çıktı? Yüksel yoldaşın bunu önermesinin bilinçaltı birikimleri neredendi, hiç bilemiyorduk. Ancak anladık ki Yüksel Yoldaş Hatay davası konusunda belli bir bilinç düzeyine sahipti. Bir ayrı varlık gerçeğini kavrıyordu, Arap halkının bu alandaki kimlik haklarıyla ilgili önemli bir davasının olduğunu bilince çıkartmıştı.


Biz bu önermeyi ikinci planda düşünmeye aldık ama gerçekleşmesi için planlarını yaptığımız hedeflere yönelmemiz gerekiyordu ve kimseyi bekleme durumunda değildik. Kararlıydık ve çok yaygın bir eylem hazırlığı içindeydik. Yaygın eylem bizim kitlesel var oluşumuzun kaldırabileceği bir organizasyondu. Çok geniş bir kitleye dayanıyorduk ve içinde illegalitemizle olağanüstü korunmaktaydık. Bu güne kadar açığa çıkmayan önemli askeri eylemlerimizin de gösterdiği gibi, sonuna kadar koruyabileceğimiz bir planlamanın arkasında duruyorduk. Daha sonraları THKP-C (Acilciler) örgütünün askeri eylemlerinin, yaygın şekilde gündeme gelmesinin temelleri burada atılmıştı. Bu yörenin liderlerinden ve kadrolarındandı (cezaevi gardiyanlarına karşı operasyon, büyük balık operasyonu -Özal ve ANAP eylemleri- gibi.) Eylemlerimizi yaptık, başarıyla tamamlayıp kitlesel çalışmalarımıza devam ettik. Bu dönemde attığımız her adım, bizi daha çok halka bağlamakla kalmıyor, etkinliğimizi yaygınlaştırıyordu. 77 erken seçimleri yaklaştığında CHP’nin kalesi olan şehrimizde bize danışılmadan, onayımız alınmadan seçimlere katılacak bir milletvekili olmazdı. Milletvekili adaylarından eczacı olanlar fakirlere karsız ilaç dağıtımı, doktorlar ise fakirlere haftada bir gün ücretsiz muayene yapmaya yönlendirilmişti.

Yüksel Eriş yoldaş üzerimizde derin izler bırakarak gitti; 26 Ocak 1976’da Malatya Beyler Deresi kuşatmasında, örgüt kurucu liderleri şehitlerin anısına yapılan eylem hazırlığıyla ilgili patlayıcılar konusunda işlenen bir hata sonucu, dinamit lokumlarının patlamasıyla şehit oldu (21 Ocak 1977). Yanında çok ağır yaralı halde yaşama dönen bu gün de değerli bir yazar, zaman zaman hala ortak siyasal sohbetlerle yazı yazdığımız yoldaşımız vardı. Ayrıntıları zamanı gelince ondan dinleyeceğimizi umuyorum.


Ömür Karamollaoğlu diye bir yiğit kadın



Ömür karamollaoğlu Malatya Akçadağ 30 Ocak 1955 – 24 Mart 1977 Ankara




Yüksel Eriş yoldaştan sonra bölgemize “Ayşe” geldi. Ayşe ufak tefek ama sürekli gülümseyen, hareketli, sosyal her davranışıyla sempatik biriydi. Ayşe, Ömür’ün kod adıydı. O da geldiği yerdeki kitle çalışmasının genişliği karşısında şaşkındı. Karanlık odalardan çıkıp gelmişti gün yüzüne. Her gün örgütlü yeni bir aileyle tanışıyordu. Her gün bir ilçede, bir köyde bir mahallede yoldaşlarımızla, çalışmalarımızla karşı karşıya kalıyordu. İçimizden biri gibiydi. Çabuk ısındı bizlere, bizde ona. Ortak siyasal çalışmalar yaptık. Bir ara, Rıza’da yanına geldi, birlikte siyasi ortamı gözlemlediler. Aradan bir zaman geçmişti. Örgütsel ilişkilerimiz önemli bir tırmanış içindeydi. Bavul bavul örgütsel ihtiyaçları illere taşıdığımız bir dönemdi. Bu gidiş gelişlerden birinde yaptığımız toplantıda Ömür, bana örgütsel yapılanmada taşımam gereken sorumluluk için bir öneride bulunacağını belirtti.



Ankara’da Ayrancı semtinde bir evde yapılan toplantıda, Merkez Komitesi’ne (MK) katılmam istendi. Bu teklifi karanlık odalarda, MK üyesi olacak yoldaşlarını görme tedirginliği içinde olanlar adına Şehit Ömür Karamollaoğlu yapıyordu. Ömür, biz Antakyalı devrimciler için çok önemli bir figürdü. Kocasının olumsuz davranışlarına, sekterliklerine ve örgüt yoldaşlığı taşımayan eğilimlerine karşın, sevgi dolu, erdemli ve bilinçli bir militandı. Şehit yoldaş Ömür Karamollaoğlu, Antakya çalışmaları sürecinde ailemizin bir parçası olmuştu. Birçok yoldaşımız Ömür yoldaşa sevgisini, onun adını yeni doğan kardeşlerine, kendi çocuklarına vererek ifade etmiştir. Şu an bir bilim adamı olarak, genetik dalında doktorasını yapmakta olan ablamın ilk kızı Ömür onun adını taşır.



Ömür yoldaş da, Yüksel Eriş yoldaş gibi teknik bilgisizliğin kurbanı oldu. Karanlık oda Donkişotlarının hesapsız dayatmalarına kurban olmuştu; bomba yapımı esnasında teknik bir hatanın yol açtığı patlama sonucu 24 Mart 1977’de şehit oldu.



Bu yiğit yoldaşın ölüm yıldönümü dolaysıyla kaleme aldığım anı, onun bir yönünü daha gösterme amacını taşır. Antakya’nın tüm Acilcileri ona çok şey borçludur. Bu borç ne siyasal katkısı ne de örgütsel kurumlaşmayla ilgilidir. Bunu şehrimizdeki çalışmalar çok önceden kazanmıştı. Ömür bir insan simgesiydi, bir özverili militan simgesiydi. O bizi, biz onu bulmuştuk. Bu ruh birliği, ülkemiz ölçeğinde Acilci militanların şehrimiz adıyla önemli bir özdeşleşme içinde olmasına dinamik katmıştır. İşte bu devrimci kadın, ortak çalışmanın heyecanıyla, bizi tanımış olmanın içtenliğiyle bana MK üyeliği davetini Ankara’da (Ayrancı) örgütün merkezi evinde yapma heyecanı gösterdi.



Ömür, büyük bir şevkle MK’ya katılmamın örgüte güç vereceğini belirterek, daveti bana iletti.



O gün Ankara’da Ömür’e verdiğim cevap, “Düşünmem ve bölgemdeki yoldaşlarla konuşmam gerekir” olmuştur. Ömür üzgündü; Merkez Komite bu kadar çabuk elde edilen bir hak olmamalıydı, bana bu teklifi edenler, bunu böyle ucuzca elde etmiş olabilirlerdi ya da kendi kendilerini atamış olabilirlerdi. Ancak ben MK’nın bu kadar basit elde edilmeyeceğini gösterme kararındaydım. Antakya dönüşümde yoldaşlarımla bu kararı paylaştım, aynı kanıda olduğumuzu gördüm. Bunun önemli nedenlerinden biri; bu birlikteliğin tüm detaylarını görme, deneme ve uzun yoldaki kararlılığını algılama gereğiydi. Bölgemizin olanaklarına yönelik istismar sezilerimiz bizi dikkatli olma yönünde uyarmıştı. Nitekim öyle de oldu.



Bölgemizin etkin kadro birikimleri, kitlesel etkinlikleri ve bir dönem sonra ‘göçer kadro’ diye tabir edilecek olan yetişmiş nice militanı, ülkenin dört bir yanına, ihtiyacı olan birimlere taşıma potansiyelleri vardı. Ancak bu birleşme ve katılım, ilk elden sıkıntılı süreçlerin başlangıcına da bir işaretti. Bu sıkıntılar 78 de HDÖ ile yollarımızı ayırarak nispeten atlatılmış oldu. Ancak bu türlerin varlığı, bunalım öbeği olma özellikleriyle, bulundukları her yere göre renk değiştirme karakterleriyle sıkıntı unsuru olmaya devam etmiştir. Bu tür, “askeri bakış açısı” ortamında askeri, “politik bakış açısı” yanında politik, TKEP’in yanında Teslim Töreci, Frankfurt Okulcularının yanında anti-Marksist arayışçıdır. 1986’da bağlanan I. kongremiz öncesi ve sonrası gelişmeler, 1990 da temelli bir kopmaya dönüşerek bu çevrelerle aramızdaki son göbek bağları kesilmiş oldu.



1977 Ağustos “Bombacı Leyla” darbesinden, bu çevrelerle kopuşa kadar süren örgütün en doruktaki yükselişinden en gerileme durumlarına kadar, sürecin tüm sorumluluğu üstümde olmak kaydıyla tüm hataların tek sorumlusuydum. Bunu yıllardır söylüyorum; örgütün her önemli toplantısına kadro ve militanlara bunu anlattım. Başında olduğum kolektif çalışmaların, varsa bir başarısı bunu dile getirdiğim kadar, aynı ekip içinde hatalarımızı da dile getirdim. Ama bilinmesini istediğim bir başka şey de şudur; özelikle bu çevrelerde anı yazmaya başlayanların dikkatini çekmek üzere, örgütümüzün özgürlük ve demokrasi mücadelesi sürecinde yapılan olumlu merkezi çabalar -yöntemi yanlış da olsa- benim emrim, yönlendirmem ve onayım olmadan yapılmadığıdır. Bu süreçte, zindan dönemi boyunca ya da yurt dışında yanımda bulunan diğer MK üyeleri de dahil, görüşlerini almama rağmen, onların aldığım kararlara onay vermekten daha fazlasını yapmadıklarını söyleyeceğim. Örgüt davasında kimlerin neleri üstleneceklerine, firarda kimlerin yer alacağına kadar, zindan sürecinde, ziyaretlerde, talimatlarla dışarıda yapılacakların belirlenmesine kadar kararlar benim sorumluluğumdaydı. Bu durum beni de çok sıkmıştır ve on yıllar önceki bir yazımda “görevlerini yapmayan kadro ve militanlar başındaki diktatörleri kendileri yaratır dedim”. Tüm olumsuzluklardan dolayı benim tüm olumsuzlukları üstlenmemin bir başka anlamı da budur zaten. Bu nedenle geçmişteki olumluluklardan bahseden anı yazıcıları, bunun kaynaklarını da samimice ortaya koyma erdemi göstermelidir (bu konular en ince detaylarına kadar yazılı belgeleriyle anılarda anlatılacaktır).



Yeniden konumuza dönecek olursak:



Rıza Salman’ın bölgemizde yayınladığımız ‘tek yol devrim’ adlı derginin legal çıkışına, benim ilk kitabım olan ‘Kapitalizm mi Sosyalizm mi?’nin yaygınca dağıtımına gösterdiği şiddetli tepki, kaygılarımızın haklı olduğuna açık bir işaretti. Bu kapalı oda komikleri, bizlerin kitlesel bir yapılanmadan ve halkın içinde etkin yer edinmiş olduğumuz gerçeğini kavramaktan uzak, bizi kendilerine uydurma telaşına kapılmıştı. Söylenen “örgütün yazınsal çalışmaları hep gizlidir, kadrolara bile dağıtılmaz, yalnızca yönetici olanlara verilir ve temsilciler aracılığıyla okunur” deme gibi anlamsız savunumlar içinde olmuştu.



Bu sorunu kale almayacak kadar örgüt içinde etkin olan bölgemiz, bu saçmalıkları elinin tersiyle iterek yoluna devam etti. Kitap binlerce nüsha basılarak kadrolara ve halka etkin şekilde dağıtıldı. Onlar da susmak ve süreci gözlemekle yetinme durumunda kalmışlardı. Başlangıcımız hoş olmayan diyaloglarla bu adımlarla başlamıştı. Bunları çok sonraları ortaya çıkacak sorunların birer birikim noktası olduğunun hatırlanması için, kısa notlarla belirtme gereği duyuyorum.




Dik Duruşun insanı Hamdullah Erbil


Hamdullah Erbil Afşin, Kötüre (5 Ocak 1952) – (16 Temmuz 1993) Hamburg

Bu ortamda askeri eğitim adı altında örgütün merkezi ve bölge sorumlularının askeri eğitim kararı gereği Binboğa dağlarına tırmanış başladı. Daha sonra örgütten ayrılarak ‘Devrim Savaşçıları’ örgütünü kuran Hamdullah Erbil’in denetiminde Afşin’e bağlı Kötüre köyünden tırmanış başlayacaktı. Kötüre’den Binboğa dağlarına çıkılacaktı. 76 Haziran’ında, öncü savaşını başlatma kararı çerçevesinde bu tırmanış gündeme geliyordu. O günün değerleri ile olayı değerlendirecek olursak, büyük bir coşku, inanç ve kararlılıkla bu tırmanış için hazırlık yaptığımı söyleyebilirim. Bu duyguyu taşıyarak tırmanışa gelen yoldaşlarımın da olduğu kesindir.

Bu grubun içinde hayatlarında hiçbir eylemde yer almayan ve hiç bir silahlı mücadele süreci yaşamayan, ilk önemli eylemde de yakalanan bir öncü gerillalar olsa da, kırlardan şehirlerin kuşatılması amacıyla, volkanik kel dağlarda kuş avcılığının bile yapılamayacağı bir alanda, üç beş kişiyle gerilla eğitimi yapma kararlılığı göstermek, amacın o gün için taşıdığı anlam itibariyle önemli bir adımdı. Böylesi bir adım, bu kararı alanların kapalı oda militanlığının, kendini kanıtlama, içinde bulunduğu ve Malatya Beylerderesi gibi sarsıcı bir darbenin etkisinden kurtulma çabası olarak gündeme geliyor olsa da, önemli bir adımdı.



Ancak bu adım, tüm katılımcılar için aynı anlamı taşımıyordu. Askeri eğitimin bu türünün yüzlerce kat daha önemlisi ve gerçekçisini kendi bölgesinde yaşayan bizler, Binboğa tırmanışının amacını, yönelimini, kimi katılımcıların tırmanış sürecindeki hallerini gördükten sonra, bu tırmanışın gerçek bir suhriyet olduğunu anlamak zor olmadı. Bu tırmanışın (niceliğine ve niteliğine bakmaksızın) doğruların arkasında durma gibi erdemli bir davranışın ürünü olduğu çok şüpheliydi. Kendini tatmin etmenin bir beyhude çabası olma sancısını içinde barındırıyor gibiydi. Buna rağmen, örgütlü olmanın disiplinine uymak gibi erdemli bir duruş, bu girişime ve sonuçlarına katlanmayı gerektirmişti. Öyle de oldu. Bölgemdeki kadroların itirazlarına rağmen katılma kararı aldım.



Hamdullah’ın bildiği, yerlisi olduğu bir yörede gibiydik, evi gibi davrandığı bir köy evinde bir araya gelmiştik. Ve tırmanışa buradan başladık.



Bu yazıyı 26 Ocak anısına yayınlayacaktım, Ömür’ün anısına… Kaldı ki, Diyarbakır grupta yayınlanan 26 Ocak 1976 Beylerderesi ile ilgili yazım üzerine, grup moderatörü Ergün Eşsizoğlu’ndan, konuyla ilgili bir ileti aldım. İleti, İlkerleri ODTÜ’den tanıdığını söyleyen Yüksel Eriş’ten bahseden bir içerikteydi. 31 Ocak 2008 de olan bu yazışmadan, o ana kadar Hamdullah Erbil’in evi olduğunu kesinlikle bilmediğim Binboğa dağlarına tırmanışın çıkış noktası olan Kötüre köyündeki evin, Hamdullah Erbil’e ait olabileceği ihtimalini öğrenmiş oldum. Hamdullah ağbinin yanlışım varsa düzeltmesini isterim, bildiğim kadarıyla Kahraman Maraşlı (Zannediyorum Elbistanlı) köklü bir alevi ailedenler. Dedeleri de pirdi.



Evlerinde aylarca kaldığım için hemen hemen birçok aile fertlerini (Ablası vd.) tanıma şansımda oldu.



“Epey anılarım var onlara ilişkin ama bir sakince ile oturup düşünerek yazmak lazım. Bakalım becerebilirsem bir ara yazar size iletirim.” diye de bilgi verdi. Oysa ben, kaynağını bilmediğim bir nedenle, Hamdullah’ı daha uzaklardan bir alandan olduğunu sanırdım.


Ben de cevaben;


“Azizim Ergün,



Haklı olma ihtimaliniz benden çok yüksek. O günün illegalite atmosferi içinde bu tür şeyleri hiç sormadık. Almanya’da da buluştuğumuzda hiç konusunu etmedik. Sadece Hamdullah’ın evine gittiğimizi biliyordum ya da bir örgüt evi olarak kullanılan … evde konaklayarak oradan tırmanışa geçtik. Tırmanıştaki herkes bir yana Hamdullah bir yanaydı. Bu organizasyonun temel direği de Hamdullah'tı. Aileyi çok iyi bildiğiniz belli. Ben aile hakkında hiç bir şey bilmiyorum (o günün ortamında bunu sormak bile mümkün değildi). Ailesiyle tanışmayı yazışmayı çok isterim. İlginize bir kez daha teşekkür ederim. Baki selamlar.” dedim.



Son olarak da, Hamdullah Erbil yoldaşım için bilgi araştırması yaparken kardeşi Lütfullah Erbil’le yazınsal tanışma ve bilgi alış verişine, siyasal sohbet süreçlerine girdik. O da Hamdullah’ın, bu anımın taslak halini okuyup önemli müdahaleler yaparak, Hamdullah’ın özel fotoğraflarını iletmekle de katkı yaptı.



Bu bilgiyi de okuyucuya aktarmak isterim



(((Hamdullah Erbil’i daha iyi tanımak için, http://www.meluli.de/sayfa/kitap.htm linkine göz atılması yeterli olacaktır)))


II.



Binboğalar



Bu tırmanışı yapacak olanların Hamdullah hariç, ben dahil tümümüz şehir insanıydı. Hamdullah Erbil bu dağların, bu köylerin insanı olarak aramızdaydı. Benim sporla ilgim kadar, çocukluğumdan beri Antakya’yı kuşatan Amanos ve Habip el Neccar dağlarında gezilerimin ve basit tırmanışlarımın dışında bir hazırlığım yoktu. Diğerlerini bilmiyordum ve bu tırmanışta onları da öğrenecektim.



Yola koyulduğumuzda ay ışığı vardı, karanlıktı; ancak patikaların görülebileceği ölçekte ay ışığı altında tırmanış başladı. Yarım saat sonra irili ufaklı su sızıntılarıyla oluşmuş akıntılara rastlıyorduk. Önemli sayılabilecek hiçbir dere yatağı görmemiştik. Buna rağmen tırmanış ekibinin gerilla heveslilerinde sessiz bir oflama, bir yorgunluk belirmeye başladı. Hamdullah’ın elinde bir Fransız mavzeri vardı. Küçük mahzeninde 5 kurşun alan bu mavzer zamana direnen bir alet olarak bizimle tırmanıyordu. Teçhizatımız ise hani bir devrim yapacak kadar olmasa da, ekip içindeki gerilla komutanlığı edasında olanlar için Binboğaların fethine yetecek cinstendi! Bir Fransız onlusu kırmızı kabza, Mısır yapımı (siz bunu Laz yapımı olarak okuyun) bir otomatik Port-Sait ve çek 7.65’lisi gibi şeylerdi. Yemek kumanyamız ise en son düşüneceğimiz metalardı. Nasıl olsa fetih işi bu tırmanışla olacak ve bitecekti.



Yola koyulduk ve ilk yarım saat içinde sıkıntılar baş gösterince tırmanışımız anlam kazanmaya başlamıştı. İlk yorgunluk belirtileri Ömür’ün eşi Rıza Salman’da kendini gösterdi; Ömür yoldaşın omzuna elini atmış öyle yürümeye koyulmuştu. Ömür kısa boylu bir yoldaştı, kocası uzun olması nedeniyle Ömür’e dayanmak için uygun bir pozisyon yaratıyordu. Bir süre sonra dağda yürüme seansları yapmamış biri olarak gerilla komutanlığının rütbesizi olan Rıza Salman’ın tökezlediğini gördük. Ayağı kaymış ve burkulmuştu. Bu kez Ömür’ün yardımına benim koşmam gerekti. Bir yanında bana, diğer yanında Ömür’e dayanarak yola devam ediyorduk. Henüz tırmanışın başındaydık. Saatler sürecek bir tırmanışın ilk fireleri başlamıştı. Bu olay sıradan bir olaydı. O an için ise yoldaşça dayanışma için herkese bir fırsat da yaratıyordu. Ama yıllar sonra dönüp bakıldığında, aynı tekrarlar ortamında, çıkılacak bir uzun yolda koltuk değnekleri olmadan bir sonuca gidememe gibi ciddi sorunlar taşıdığı görülür. Binboğa tırmanışı bu verilerle başlamıştı.



Bir saat geçmemişti ki, diğer öncülerde de tökezleyenler, dermansız bir şekilde ayaklarını sürüye sürüye yürümeye başlamıştı. Çok sarp bir dağ yolundaydık. Volkanik bir dağ, ne ağaç ne çalı vardı; kayalıktı ve patikalar az kullanım nedeniyle ayağın iyi oturmasını sağlayacak bir oylumda değildi. İki kişi değil, bir kişinin bile tırmanışına geçit vermeyecek yapıdaydı, ama yürüyorduk.



İkinci saati de geçince, artık dik duranların bükülenleri taşıma gibi talihsiz bir sorunla karşı karşıya kalmıştık. Rıza, bir koluyla Ömür’ün, diğer koluyla benim omzuma dayanarak yürüyordu. Dağın eğimine uygun bir eğim ve iniş çıkışlarla sökülen dayanakların tekrar atılmasıyla, sürdürmek zorunda kalmıştık. Çantalarımız vardı, yükler gittikçe omuzları kesici hale geliyordu. Ama kararlılıkla yürümeye devam ettik. Bu kararlılık herkes için geçerliydi diyeceğim. Tökezleyenler için, koltuk değneksiz yürümeyenler için ve kimseye dayanmadan yürüyüşe devam edenler için kararlılık vardı. Bu da tırmanışı anlamlı kılan önemli bir unsurdu.


Buna rağmen siyasi mücadeleleri kapalı oda sınırlarını aşmamış olanlar için, bu ilk gerilla eğitim deneyimi, Binboğalar gibi dev doruk dağları fethetmeye değil, onların küçük kayalıkları altında ezilme, vadi ve uçurumlarından düşmemek için birilerine yaslanma gerçeğini kaldırmıyordu.



Tırmanışa katılan herkes için geçerli olmak üzere, gösterilen her eğilim, her davranış daha sonra ortak örgütsel süreç içindeki davranışların da birer parametresi olduğu gerçeğiyle karşı karşıya kaldık. Bunu elbette o an görmek mümkün değildi. Çok sonraları bu olayı hatırladıkça bir musibetin vereceği çok önemli dersler olduğu anlaşılıyordu. Bu satırlarımı okuyan ve redakte eden sevgili arkadaşım,ve biyolojik durumlarından kaynaklanabilecek sonuçlar üzerinde, çok acımasızca tanımlamalar yaptığıma dair bana uyarıda bulundu. Haklı da olabilir. Ancak burada dile getirdiğim gerçek, kişinin durumunu her koşulda bilmesine rağmen, olumsuzlukta gösterdiği inatçılık ve bunun sonuçlarında insanların uğradıkları haksızlık ve karşılaştıkları tehlikelere gönderme yapmaktır.)



Bu tırmanışa o günün değerleriyle büyük önem vererek ve büyük sonuçlar bekleyerek katılmıştık. Bir irade gösterisiydi, bir duruştu sonuçta. Dünyanın hiçbir gerilla hareketinin ne başlangıcı itibariyle, ne de herhangi bir düzeyiyle benzerliği yoktu; onlar karşısında çok hafif kalırdı. Ama bizim için çok anlamlıydı. Heyecanla hiç bilmediğimiz, tanımadığımız ortamlara doğrularımızın arkasında durma adına gitmiştik. Sonuç çok olumsuz olsa da, öğreneceğimiz çok şey olacaktı. En azından farklı çevreden gelen militanların bu kısa ve zorlu süreçte birbirlerini tanıma fırsatı doğacaktı. Benim için başlangıcıyla sonucu bu açıdan tutarlı olan bu tırmanış, siyasal yaşamımda ne tür insan, kadro ve militanla birlikte olmam gerektiğine de önemli bir deneydi. Bunun için 30 yılı aşkın sıkı bir dayanışma içinde, tüm gerilemelere rağmen doğruları arkasında duran iyi bir ekiple mücadeleye devam edebilme olanağını yakalamış oldum.


Binboğalar kel bir dağdı. Zaman tünelinde gibiydik, yer yer karşılaştığımız yanmış eski ağaç kütükleri hayaleti andırır motifleriyle boşlukta korkuluk gibi duruyordu. Toprağa basmıyor gibiydik. Kayalar, sertliğini; her adımda tabanlarımıza batan uçlarıyla can yakıcılığını hissettirerek gösteriyordu. Gerilla birliğimiz zordaydı. Azmimiz yitmiş, tırmanışımız anlamını kaybetmek üzereydi. Gerillalar düşman karşısında değil, Binboğa’nın sarp kayaları karşısında omuz omuza direniyordu. Bir ara geri dönüş için önermeler gelir gibiydi. Dönüş yollarından hangisinin daha kısa olacağı hesaplanmaya başlanmıştı. Tırmanışımız üçüncü saatini de geçmişti. Bu tartışmada yola devamla tepenin diğer yakasına inmenin daha kısa süreceği üzerinde duruldu. Yörenin insanı olarak Hamdullah sıkıntı içindeydi; kendi kendine soruyordu,”nedir bu olanlar, kim bunlar, nereye kadar tırmanıp nereye kadar yol yürüyebilirlerdi?” diye hayıflanıyordu.


Yıllar sonra, cezaevinden tedavi amacıyla Almanya’ya giden Hamdullah’la yaptığımız uzun telefon sohbetlerimizde bu dönemi değerlendirirken, o gün çok kısaca dile gelen tepkisini yenileme fırsatı olmuştu!

Tırmanış sırasında kulağıma eğilerek sözünü ettiği, “ bunlar yolun başında döküldü, bu adamlar hangi gerilla savaşına dayanabilirler?” deyişini hatırlattığımda “daha fazlası vardı” dedi. “Tırmanışta insani değerler üzerinde de seninle orada paylaşmam gerekenler vardı, ama uygun görmedim. Yemeğin paylaşımından, hangi silahın kim tarafından taşınacağına, yatma konusundan, örtüye kadar ahlaki olmayan davranışlar gözüme çarptı” diyerek şöyle devam etti “Ömür’ün kocası o arada benim için bitmişti!, Diğer alanlardaki tutumlarıyla da Engin’in gelişmelerde sessiz kalışı, tepkisizliği, sorumluluk üstelenmez kişiliğiyle bu sürecin ancak niceliklerinden biri olabileceğini, nitelik rolü oynayamayacağını gösterdi. Benim örgütten kopma nedenlerimden en önemlisi, bu tırmanışta ortaya çıkan tabloydu. Bu adamları tanıdım ve benim için anlamlarını yitirdiler.”



Binbaşı rütbelerinin dökülüşü



Hamdullah tırmanışın en dik insanı. Kasvetli yolların adamı. Kararlı, zaman zaman yoldaşını taşıyacak kadar ona destek veren, zaman zaman benimle birlikte Rıza’yı taşıyan ve Ömür yoldaşın rahatlamasını sağlayandı. Binbaşı ise rütbelerini dökmüştü. Homo Eraktüs kadar bükülmüş elleri yere değercesine sürüne sürüne dördüncü saati tamamlama çabasındaydı. Tam bu sırada çakıl sesleri ayak seslerine karışan duyumlar geldi. Derhal mevzi yaparak gelen büyük düşman kuvvetlerine karşı siperlere yattık ve bekledik. Heyecanımız ilk deney olması itibariyle de çok kışkırtıcıydı. Ancak bu durum yorgunlar için bir fırsattı. ”Mevzi siper” diye uzanma, gözlerini gökyüzüne dikerek dinlenme fırsatı doğmuştu.


Mevzi alma, sipere dayanma anı onlar için bir mücadele anı bile değildi! Bir dinlenme anıydı. Nitekim bu tablo yıllar sonra zindana düştüğümüzde aynısıyla kendini gösterdi. Dik duranlar, direnenler, Ömür gibi ya şehit oldu ya da zindan sürecini insan örgütleme, kadro yetiştirme, örgüt yönetme ve mahkum haklarını her araçla savunma amacıyla değerlendiriyorlardı. Bunu iyi anlamak için, bu anılarda adı geçenlerin zindan yaşamlarına bir göz atmak ve direnenlerin zindan süreçleriyle karşılaştırmak yeterli olacaktır.



İşte bu tırmanışın küçük verileri bir ömre sığacak derslerle bu gününün algılayışına böyle ulaşmış oluyordu, ete kemiğe bürünüyordu.



Sesler çoğaldıkça ve yanımıza yaklaştıkça artan tedirginliğimiz aniden çözülüverdi. Hamdullah’ın “kömürcüler” dediği, katırının sırtında olmayan katırlı bir adamla, yüz yüze gelmiştik, katırıyla birlikte tırmanıştaydı. Ve iki canlı birbirine toleranslarını koruyarak yürüyorlardı. Bizim yürüyüş kolunda ise, insani dayanışma vardı; biri üst, birileri ast değildi, ama hesapsız ve hazırlıksız bir tırmanışın insan davranışlarıyla ilgili öğretici yanları sergilenmekteydi.


Kömürcü, sohbet edildiği anlarda tedirgin olmadığı gibi son derece de rahattı… . Öyle ki, sigarasından ikramda bile bulundu. Hamdullah ile nereli olup olmadığı konusunda aralarında geçen kısa sohbetten sonra yoluna devam etti. Biz de kaldığımız yerden yola devam ettik. İyi de hal kalmamış, yorgunluğumuz omuzlarımıza dayana dayana bizleri de helak etmişti. Hamdullah bunun böyle devam etmeyeceğini gördü ve önceden bildiği en yakın mağara ve düzlüğe yöneldi. Bir saat daha yürümüştük. Tahminimce 5-6 saat arasında yürüdük. Mağara gibi bir oyuğun olduğu ve küçük bir düzlüğün bulunduğu yere geldiğimizde herkes rahat bir nefes almıştı.


Silahlar çatılmıştı. Bu tür figürlere, estetiklere çok çok duyarlı olan Ömür’ün eşi, dinlenme ardından aniden kaplan kesilmiş gibiydi; eski yılgın, harap, bitik halinden eser kalmamıştı! Kamp kurmuştuk ve kısa sürede herkes toparlanmıştı. Silah atışı yapılacak eğitimi tamamlayacaktık. Ama elimizdeki hiçbir malzeme böylesi bir şey için geçerli değildi, ne nitelik açısından de nicelik açısından. Olsun niyetler önemliydi, niyette eğitim yapmak varsa bunun adı eğitimdi; gerçek ne olursa olsun!..


Rıza, bir insanın bencillik ve sekterlikte kendini kaba ve aymazca gösterebileceği en pervasız tip olarak davranışlarını sergiliyordu! Kullanılacak silahın seçiminde, yerin belirlenmesinde ilkesiz bir bencillik içindeydi. Yıllar sonra 1979’un sonlarında kaderin bir cilvesiyle Niğde cezaevinde ve aynı koğuşta (I. Siyasi Koğuş) buluşmuştuk. Siyasi ayrılığımız belirgin hale gelmişti. Engin her zamanki durumu itibariyle olduğu yere uyum sağlamış bizimle tavır alarak, ‘öncü savaşının askeri değil, politik sanatı’ olması gerektiği tezimizden yana olmuştu. Rıza ile aynı yerde olsaydı onun “öncü savaşının askeri sanatı”ndan yana tavır alacağı kesindi. Bu yanıyla uysal bir adamdı her zaman, araziye onun kadar uyum sağlayan bir savaşçı az bulunurdu. Acilcilikten TKEP’liliğe geçişte bunu yine başarıyla yerine getirdi.


THKP-C HDÖ Amblemi THKP-C (Acilciler) Amblemi


Niğde cezaevi siyasi bölüm 1. koğuşun temsilcisiydim. Rıza koğuşta ve biz ortak bir komün içinde Zevahir’i kurtarma çabasındaydık. Bu adam böylesi hassas dönemlerin manasına ve gereklerine uymayacak kadar kişilik bozukluğu içinde davranışlar sergiliyordu. Komüne gelen günlük gazetelerin tümünü önce alıp minder gibi altına koyması ve tek tek okuduktan sonra “sıra sizde, şimdi okuyabilirsiniz” deyişi, Binboğa tırmanışının organize edilmesinde, katılımcı olarak taşıdığımız heyecan ve ruhun gerçekte çok farklı amaçları olduğunu bir kez daha gösteriyordu. Zindanda sergilenen tutumlar, aynı mantığın devamından başka bir şey değildi. Aynı minvalde bu adamla Suriye’ye, örgütsel gereklerin alımı için yaptığımız kaçak tur da vardı. Antakyalı kaçakçı Ebu İsa aracılığıyla, Suriyeli Ebu Nafi ile İdlip ili, Cisr el Şuğur ilçesi Amuda köyüne yaptığımız kaçak gidiş gelişte yaşananlar, bir kez daha Binboğalarda yaşanan gerçeklerle tam bir kesişme içindeydi. İşte kişisel bir karakter ve buradan siyasal bir duruşa zemin olduğu açığa çıkmıştı. Suriye seyri seferinde Vahit Doğan adlı mahallem Orhanlı Devrimci Kültür Derneği Başkanı’nın da katıldığı bu kaçak gidiş-gelişte aynı adam yine tökezleyip ayağı burkulmuştu. Onu katır sırtına yerleştirmiş saatler süren dağ, bayır sınırı geçip, dönmüştük. Elbette ki olay, birinin yürümesi diğerinin at sırtında olması değildi. Mesele, kendi durumunu bilen birinin ısrarla böylesine riskli, en hafif tehlikesi ölüm olan sınırı kaçak geçmeye kalkıp herkesi tehlikeye sokması, sorumsuzluğunun sorgulanması meselesidir. Ancak dayatmacı bencillik, her şeyde olmak, ama asalakça olmak gibi dayatmacı tarzla bunu sergilemenin iticiliği vardı. Nitekim bu tarz örgüt amblemi oluşturma ve seçiminde de kendisini göstermekte geç kalmadı Mantığın daha iyi kavranması için bu anımı da kısaca aktarıyorum;



1976 baharında ben, amcamın oğlu irfan Ural, Fuat Çiler, Nebil Rahuman’ın ve bir dizi yoldaşın olduğu bir oturumda örgüt amblemi çalışması yapıyorduk. Makine teknisyen okulu mezunu olarak elim çizgiye, şekil ve motiflere çok yatkındı. Malum devrimci amblem güneşsiz, yıldızsız ve o zamanın en önemli figürü olan kaleşinkofsuz olamazdı. Bunları yerleştirmeye çalışıyorduk. Bir ara Alman RAF gibi MP5 silahına yıldızı yerleştirmeyi denedik ve bir dizi çabadan sonra bugünkü amblemi ortaya çıkardık. Birkaç karalamadan sonra tam simetrik iki kaleşinkofu sırt sırta vererek, sarı yıldız üzerine yerleştirdik. Bununla da, savaştan çok, gerekirse sırt sırta duran silahlarımızla savaşmaya hazır olduğumuz mesajını ifade ettik. Cephe için yaptığım bu amblemden sonra, parti içinde orak çekiçli amblemi ortaya çıkardım. Amblemlerimizi kendi bölgemizde hiç beklemeden kullanmaya başlamıştık.



Bölgemizin örgüt içindeki etkisi, kadro, militan ve kitlesel yapısı önermelerimize kimi tepkileri çekse de, açık bir saldırıyı engelleyecek durumdaydı. Ancak Ömür’ün kocası Rıza yarattığımız amblemi bir biçimde yadsımalıydı. Bu onun için olmazsa olmaz bir davranıştı. Nitekim “Kaleşinkofun iyisi demir kabzalısıdır, tahta kabzalısı değildir. O düzenli ordulara ait, bükülüp saklanabilen demir kabza ise gerillanındır.” diyerek amblemle oynamaya başladı. Yani bir kadronun bir militanın, bir yöneticinin önermesi geçerli olmamalıydı. Sonuçta bu büyük bilimsel farkla oluşan Rıza amblemi, daha sonra HDÖ ve Acilciler bölünmesinde de çok yararlı oldu. Bizler kendi amblemimizi, o ise kendi amblemini kullandı.



Binboğa’ya dönecek olursak;


Akşam olmuştu, artık yatma zamanı geliyordu ve kuru bir soğuk ayaz vardı. Bir gece konaklayacağımız mağara gibi bir oyukta ateş yakıldı, sohbetler ateş öbeği merkezinde yapıldı. Uyku zamanı gelince nöbet sıraları belirlenerek uykuya geçildi. Saat 03.00’ü geçtiği bir vakitti, nefesimin tat almaya başladığını hissettim; koku. Kömür-duman kokusu. Öyle ki, boğazımdaki dumanın yağlı tortusu acı bir tat oluşturup uyanmama yol açtı. Gözümü açtığımda o saate nöbeti olan binbaşı, yine rütbelerini atmış, sırtını bir kayaya dayamış halde yatıyordu. Ama burnumun üstünde yoğun bir sis tabakası, bulut gibi dalgalanarak aşağıya doğru çöküyordu. Kendime geldiğimde bunun duman tabakası olduğu ve hızla bizi tümden kaplamaya başladığını hissettim. Öksürüklerle dışarı attım kendimi. Herkes tatlı tatlı uyuyordu. Hamdullah bile bir köşede derin bir uykudaydı. Dışarıda ay ışığı çok cılızdı. Yattığımız yerde yaktığımız ateş sadece duman üreten, sinik bir öbekti. Gözlerim dışarı fırlamıştı, soğukla yüz yüze geldiğimde gözyaşlarım boşalmaya başladı, ellerim bir anda kurulaşıyordu. Ani feryat ile içeri girdim, gerillaları uyandırmaya, ayaklarından çekmeye başladım.


İlginç bir duygu saikıyla, ilk uyardığım insanlar Ömür ile Hamdullah idi. İkisine de bağırdığımda Hamdullah kendine geldiği an dışarı atladı. Ömür eşi Rıza’yı uyandırdı. Binbaşıyı da ben uyandırdım ve bir faciadan son anda kurtulmuş olduk. Kömür ve duman zehirlenmesini, uyuşmasını bilmeyenler hiç denemesin! Mutluluk içinde ölür insan. Dalar ve derinlere iner, indikçe tatlılaşan uykudan uyanmak artık mümkün olmaz. Bu olayı bir kez daha topluca parti okulu çalışmaları sırasında 1985’lerde Bassit’de yaşamıştık. Üstelik uyanık ve sohbet ederken…



Gerilla eğitim tırmanışı bu enstantanelerle noktalandı. Geri dönüş yolunda aynı olaylar daha zayıfça devam etti. Dağdan inişte Ömür, yine eşini taşıyordu. Başkaları da sık sık Hamdullah’ın koluna yapışarak vaziyeti kurtarıyordu.

Sonuç:


Yıllar sonra bugün, bu anımı dile getirirken, siyasal mücadele sürecinde bu insanlardan gördüğüm davranışların tırmanışta da kendini tüm çıplaklığıyla göstermiş olması, ayrıların ayrı yerde olmasını doğruluyordu. Bu süreçte, siyasal ayrılık temelinde kişilik uyuşmazlığının, yolları ebede kadar ayrılmasına yol açtığını gözlemledim. Siyasal tarihte bu tür örnekler az da değildi. Kimin haklı kimin haksız olduğu için bir çabamda yok. Zira bu açıdan olaylar o kadar geride kaldı ki, tarih ayrıntılarını, zamanlama kesişmelerini, yanılmamak için vermekten bile kaçındığımı söyleyeceğim.



Bilenler, burada adı geçen kimi kişilerle aramızdaki siyasal ayrılığın ideolojik ve teorik tartışmaları, ciltler dolusu olduğunu bilir. Bu, HDÖ ile aramızdaki ayrılıktır.


HDÖ ile ayrılığımızda temel bir konu vardı; devrimin halk savaşıyla, kırlardan şehirlerin kuşatılması sonucu olup olmayacağı üzerineydi. Bu gün çok gerilerde kalan bu tür tartışmalar, o gün için hayati öneme sahipti. Nitekim ülkemizin kapitalist üretim ilişkileri içinde olmasının doğal sonuçları itibariyle, ne kurtarılmış bölgelerin ikamesi ne de kırdan şehirlerin kuşatılarak devrimin başarısı mümkündü. HDÖ ile bu noktada başlayan kopma çok doğal olarak devrimci mücadelenin tüm boyutlarıyla ilgili farklılaşmalara yol açıyordu; örgütlenme tarzından, kadro anlayışına, sınıf mevzilenmesinden, iktidarın programına kadar her şeyde ciddi farklılıklara yol açıyordu. Biz de bunun gereklerine uygun tartışma ve yazın sürecimizi sürdürerek konumumuzu belirledik. Mirassız bir siyasal mücadelenin doğal sonuçları olan ve tüm ülke sol hareketlerinin kaderini oluşturan bu süreçten biz de geçerek kimliğimizi oluşturuyorduk. Şahsi bazda davranış tarzlarına ilişkin eleştirilere rağmen, HDÖ, Acilciler ayrılığı sağlıklı bir ayrılıktı. İnsan davranışlarındaki paylaşım ve dayanışma anlayışları, olayları ve konuları hangi yönleriyle algıladığı ya da algılamak istediği açıların genişliği, dayatmacı ya da herkesi kendi eşiti gören tutumlar siyasi tercihlerini belirler. Ya hiyerarşik, iletişime kapalı dikey örgüt yapılanmaları ya da demokratik, açık iletişime dayalı yatay örgüt yapılanmaları tercihleşecektir. Bu doğrultuda alınacak kararlar ve uygulamalarda ya insandan, doğadan yana barışçıl tavır sergilenecek ya da şiddet ve yok etmeyi içeren projeler üretilerek örgüt içindeki insanların da yaşamı hiçe sayılarak tavır sergilenecektir. Ama bazen de insanlar kendilerini doğru ifade eden yerde olmayabilirler; işte bu durumda kişilerarası çatışmalar ve başarısızlık kaçınılmaz olacaktır.


Binboğa tırmanışı anımı yazarken amacım, siyasal sorunlarda farklılaşmaların zaman zaman kişiliklerin oynadığı rollerden de etkilendiğine, hızlanıp derinleştiğine işaret etmekti. Bu ayrılık, bana göre sağlıklı olduğu kadar da, saygın bir ayrılıktı. İki farklı siyasi tezin, iki farklı örgüt anlayışının ayrılığıydı. Doğal olarak bu noktada insanlar aynı örgütsel çatı altında olmayacaktı.


Ancak siyasal gerekçeler olmadan, kişisel nedenlerle de ayrılıklar olabilmektedir. Ayrılıkların en rezil cinsi de budur. Bu tür ayrılıklarda hayasızlık, standartsızlık, kuralsızlık çok çirkin bir seremoni olarak kendini sunar. Bizler bu türü de yaşadık. Siyasal söylem, yazım ve mücadelemize tek cümlelik bir eleştiri getirmeden, bulunduğu araziye bukalemun gibi uyum sağlama adına, kışkırtma, mesnetsiz ve ucuz şahsi karalama yapanlara tanık olduk. Bir dönemi yargılarken, diyalog kuramayacak kadar kendinden emin olmayan, tutarsız ve doğru olmayan, üç-beş şahsi eleştirel cümle dışında hiçbir siyasal belirlemesi bulunmayanların, geviş getirircesine belirledikleri konum ise ilgi alanımız dışındadır.


Bu satırlarda yer alan anıların, bir kez daha “Acilciler”in özgün yanlarını anlatması bakımından önemli olduğunu söyleyeceğim. Acilcilerin bir marka olmasında da bu karakterler önemli roller oynadı. Bu gün “Ayrı Varlık” derken de, bu sürecin nasıl da birbirini takip eden tutarlı bir bütün olduğunu gösteriyor. Bu satırların yazarı, Acilciliğini her zaman onurla taşıdı, bununla da gurur duydu. Araziye uyup, diyalogu kesip, kaynağına inmeden kimseye sırtını dönmedi. Dönenlere ise kapısını her zaman açık bıraktı, ebede kadar birlikte olmayacağını bilse de. Acilciler, demokratik, katılımcı ve eşitlikçi anlayışı ve “sürekli gelişmeyi” ilke edinen yapısıyla bilgiyle buluşmayı kolaylaştırmış ve bilgi çağına yakışır bir yenilenme sürecine girmiştir. İzlediğim kadarıyla da, devrimci çizgisini koruyanlar, örgütsüz de olsa bireysel çabalarıyla, bu geleneğin geniş algılayışını sürdürmektedirler. Acilci kuşağın terbiyesiyle siyaset, edebiyat ve sanat alanında yükselen isimlerin olması da buna önemli bir göstergedir.



1974 -1990 yılları arasındaki yer alan siyasal yaşamın anıları binlercedir. Bunları yeri ve zamanı geldikçe aktaracağım. Gelecek kuşaklara, en azından hedef kitleme bu açıdan yazılı bir miras bırakma kararlılığındayım. Biliyorum ki, hepimiz faniyiz ama kelam bakidir.




Hiç yorum yok: