Sınırları insan erdemleriyle belirlenmiş, ne sınıfsal ne de etnik nedenlere mahkum olmamış doğrularımızla özgürlük ve demokrasi mücadelesini sürdüreceğiz...

BURADAYIZ İŞTE...

OKURLARIMIN DİKKATİNE. BLOGUMDA TEKNİK BİR ARIZA YA DA BİR SALDIRI GERÇEKLEŞMİŞTİ.. ŞİMDİ HER ŞEY YOLUNDA...EMEKLERİMİZ BURADA... SAĞLICAKLA KALINIZ...

PARALEL BİR BLOG DA DEVAM EDİYOR...

Yeni blogun adresi: http://mirural.blogspot.com/

ŞU AN İZLEMEKTE OLDUĞUNUZ BLOG ADRESİ İLE YENİ BLOG ADRESİ BİRBİRİNE ÇOK YAKINDIR. İLGİNİZE TEŞEKKÜRLER.

MİHRAC URAL

...

...

...

...

TÜRK MODERNLEŞMESİ JAKOBENİZM VE BONAPARTİZM

Yener Orkunoğlu

Türkiye'de modernleşme hareketinin tarihini ve modernleşmenin toplum üzerinde yarattığı etkileri incelemek ve aynı zamanda modernleşme konusunda liberal entelektüellerin yarattığı yanılsamaları açığa çıkarmak zorundayız.
Liberal entelektüellerin çarpıttığı bir konu var. Siyasal İslam'ın yörüngesine girmiş bir çok entelektüel, Türkiye'deki Kemalistleri Jakoben olmakla suçlarlar. Yani Jakobenizm, darbeci ve anti-demokrat olmakla özdeşleştirilir. Böylesi bir değerlendirme, Jakobenizmin çarpıtılmasıdır. Kemalizm'i, Jakobenizm olarak değerlendirmek, Jakobenizme karşı bir haksızlıktır. Çünkü Jakobenizm, Fransız Devrimi döneminde küçük burjuvazinin (baldırı çıplakların) radikal bir devrimci hareketi olarak doğdu. Fransız Devrim hareketinin sol kanadını oluşturur.
((Devamı orta sol sutunda))

..

..

Mihrac Ural

Mihrac Ural

Yeniden felsefe okumak


Cumhuriyetin Doğuya sırtını dönmesinin mahkumu idik. Alfabe kırılmasının sonucu da, okuma adına nemiz var nemiz yok, arşivlerin küfüne terk edildi. Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle zaten olmayan okumalara, sıçramalardan oluşan, dengesiz ve sonuçta eksiklikten kaynaklanan bir topallamaya düştük. Bu da, ülkemiz felsefe bilincinin derinlik ve bütünlüğünü oluşturacak zincir halkalarının kopuk olmasını getirmiştir.
Yunan felsefesi akılcılığının Aristo’yla temsil edilen sunumunu, İslami bir yorum ve ilerleyişle ele alan Farabi’de ifadesini bulan akılcılığa karşı, “ Tahafüt el Felasife” diyerek, dünya ve ahiret işinde akıla yer bırakmayan Gazali’nin, bu güne kadar süren tutuculuğundan yana saf belirlemiştir. Gazalinin, “filozoflar”ın aklın hareketinden yana dünyevi olayları yorumlayan yaklaşımlarına karşı yaptığı eleştirilere, aklın bir militanı İbni Rüşt’ün ünlü cevabı olan “Tahafüt el Tahafüt” ü tanımazlıktan gelmiştir. Böylece sağ, Yunan ve batı felsefe okumaları eksiğiyle iki ayağı topal hale gelmiştir. Dayandığı felsefi okumaların karşıtlarını da bilmemekle, sığ kalmıştır.((Devamı sol ana sutunda))

****

****

24 Nisan soykırımı hepimizi katletmişti...

Mihrac Ural

Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi –soykırımı- hepimizi katletmişti. Tam 93 yıldır sürmekte olan zorunlu sürgün ile insanlık sucunda İttihat –Terakki’nin ‘SOYKIRIM’ imzası vardır.

Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır.

Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur.

“Resmi tarih” diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.**19. yy sonlarından başlayarak, Katolik ve Gregoryan (Ortodoks) diyerek birbirlerine kırdırılan, tenkil ve sürgünlerle, mal mülklerine el konularak baskı altında tutulan Ermenilere yönelik soy kırımı, I Dünya savaşının, malum bol bahaneleri altında girişilmiştir (24 Nisan 1915).

Savaş sırasında, önce Ermeni gençlerinin Askere alınarak silahsız bırakılması ve ardından toplu tasfiyelerin yapılması, geride kalan Ermeni halkının Tenkil ve sürgünlerine geçilmesi. Bu konuda talimatların dakik bir biçimde, en yetkili resmi merciler tarafından istenip, izlenmesi. O dönemin Sadrazamı (Başbakanı) Talat Paşa’nın, başından itibaren olayları, dikkatlice takibi, emirler vermesi, istatistik tutması (iskan edecekleri yerde dahi nüfusa göre oranlarının %5 geçmeyecek düzeyde tutulmaları talimatları da dahil) ve bunun en ince ayrıntısına kadar yazılı özel notlarla tescili, Ermenilere reva görülen her şeyin, planlı bir tarzda icra edildiğini göstermeye yeterlidir (Ermeni tehciriyle ilgili Talat Paşa’nın tutanakları için bkz. Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi, 24 Nisan 2006’dan itibaren yayınlanan dizi) Bu, Ermenilere ilişkin, adına ne konulursa konulsun, yapılacak olanların önceden planlanmış eylemler olduğunu gösterir.

Bundan sonra, sonuçlara bakılarak, yapılanlara verilecek ad, tanımlamaya geçilir.*Böylesine planlı ve en ince ayrıntısına kadar takip edilmiş ve bir etnik topluluğa yönelen, sonuçta en iyimser tahminlerle, el yazması tutanaklardaki rakamlarla bir milyon (1000 000) üzerinde Ermenin ölümüne yol açan, kimi şehirlerde nüfusu yüz binlerden sıfıra indiren, çoluk çocuk on binlerce canın etnik yapısını değiştirmek için farklı etnik toplumlara dağıtan, topraklara el koyan, binalarını yıkan, her türden maddi ve canlı servetine el koyup katleden girişimlere, soy kırımından başka bir ad verilemeyeceği görülür.

Bu bir soykırımdır. (..)Osmanlıdan, cumhuriyete süre gelen bu aklın, daha uzun süre yürürlükte olma tehlikesi tüm çıplaklığıyla kendini göstermektedir. Tarihimizle cesurca yüzleşmeden bu aklı toplumsal işlevlerimizden ve geleceğe ilişkin yaşam planlarımızdan söküp atmak güç gibi duruyor.
((*)Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı –Mihrac Ural)

**
Sıranın kendisine gelmeyeceğini sananların dikkatine, bu vatanın birimize değil, hepimize ait olduğunu bir kez daha, bin kez daha yeniden birbirimize kanıtlamakla yükümlü olduğunuzu artık anlamak zorundasınız.

Bilmelisiniz ki, farklılıkları içselleştirmek, onlarla barış içinde yaşamayı fiilen gösterip, haklarını anayasal ve kurumsal güvencelerle kökleştirmek ertelenmez bir görev haline gelmiştir, bu yapılmadıkça bu vatanın hepimize ait olduğuna kimseyi inandıramazsınız.

Mümkünü, imkansız hale getirmeye devam ederseniz, sizi biz farklılar, ayrı varlıklar bile kurtaramaz. Bunun vebali, Hrant Dink’in katline yol açan akıl sistematiğinin kıyımına tek tek ve topluca maruz kalmaktır bilesiniz.
((*)Hrant Dink'in Katli ve Tarihi Gerçekler –Mihrac Ural)


Murat Altunöz’ün Beklenen Kitabı Kırılgan Zamanlar Çıktı…

2002 Ocak ayında başladığımız yolculuğumuza 7 yıldır devam ediyoruz. Karalama Dergisi, ülkenin koşullarına göre bazen inişler ve çıkışlar yaşamamıza rağmen her geçen gün dergimizle daha da büyüyoruz.

Karalama Dergisi olarak;
Şair Nevruz Uğur ve Halil İbrahim Yıldız’ın kitaplarından sonra Karalama’nın Kurucusu ve halen Editörü olan Murat Altunöz’ün Kırılgan Zamanlar adlı kitabını yayımladık.
Geçmiş zamanların, kırılmış, yalnız ve hüzünlü dizelerinde bulduk kendimizi,
Her dize de bir direniş, bir sürgün, bir ayrılık ve özlem var.
((Devamı sol alt sutünda))

...

...

Yerel Çeteleşmenin Boyutu...

Murat Altunöz /Gazeteci

Çeteleşme yıllar sonra Ergenekon operasyonuyla tekrar gündeme geldi. Eskiden bildiğimiz mafya sistemi çökmüş artık daha organize ve daha profesyonel bir hal alan almıştır.Bazı yazarlar, Emekli Polisler ve Emekli askerlerinde içinde bulunduğu yeni bir yapı ortaya çıktı.Aslında bu tür çeteleşmeler yıllardır hep ülkemizde vardır. Ama bu hafta benim bahsetmek istediğim yerel çetelerdir. malesef son yıllarda ciddi anlamda yerel çeteleşme ve Organize suçlarda bir çoğalma vardır. Zaten Hatay il Emniyet Müdürü Osman Çapalı'da bu konuya dikkat çekerek " Bireysel suçlar artık organize suçlara kaymıştır" demiştir.
((Devamı sol ana sutunda))


İNTERAKSİYON

Faiz Cebiroğlu
Her gelişim, karşılıklıdır. Her ileriye yönelik değişim, bir interaksiyondur. İnteraksiyon, karşılıklı etkileşim oluyor. İnsanlar, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek sosyal yönlerini geliştiriyorlar. Sosyal yönünü geliştiren insan, aldığı öğreti ve deneyimlerle bireysel yönünü ”işleyerek” yapılandırıyor. Yapılanma, ”özbilinç” ve ”özgüven” ile nitelik bir hal alıyor.

İnteraksiyon ya da karşılıklı etki, yaşadığımız toplumda, değişik yer ve ortamlarda farklı farklı oluyor. Dille başlayan diyaloğa; insanların bulunduğu yaşam tarzları, çalışma biçimleri ve kısacası sahip oldukları sınıfsal konumları da ekleniyor. Sosyal sınıf, gelişimde ”ana halka” oluyor. Sosyal sınıf, ileriye yönelik değişimin ”can alıcı noktasını” oluşturuyor.

(Devamı orta ana sütunda )
http://mirural.blogspot.com/

...

...

Yabancılaşmanın Dinamiği


Mihrac Ural

Yabancılaşma, insanlık ailesini birbirine yakınlaştıran, farklarını hızla öteleyen özel mülkiyeti ve olumsuz sonuçlarını bile köşeye sıkıştırma işlevi gören sonuçlarıyla, olumsuz değil çok olumlu bir role sahiptir. Tarihsel süreciyle derinleşip geliştikçe gerçekleşen yabancılaşma, insana çok daha cüretkâr olma, çok daha özgürce beyin labirentlerinde kurguladığı fantezileri yaşama ve bunu yaparken de dar anlamda aile, mahalle gibi klancı darlığın etkiler altında kalmayıp, geniş anlamda da ulusal sınırları aşıp belki başlangıcı sanal âlemin nimetleriyle, bilgi çağının iletişim olanaklarıyla bu tutku ve arzularının doruklarını zorlama şansını elde etmektedir.Yabancılaşma olmasaydı, emeğin sosyal etkilerinden bahsetmemiz mümkün olamazdı. Emek ne kadar sahibinden uzaklaşır, ne kadar sahibine belirgin olmaktan çıkarsa, o kadar evrensel ölçeklerde hizmet sunmaya başlamış demektir. Ve bir o kadar kültürel farklılıklarını hesaba katmadan ( renk, ırk, ulus, coğrafya, bölge farkı tanımadan) insan türüne ait hale gelmiş demektir.
((Devamı orta ana sol sütunda: ))
http://mirural.blogspot.com/

..

..

MİLLİ MARŞLAR

Ayşe Hür
1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı ‘Tre Trallade Jantor’dur. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkar ve ‘Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr….’diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası olayı "centilmen Türk seyircisinden jest" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi…
“Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur/Katibimin setresi uzun eteği çamur… diye başlayan ünlü türkünün bestesi 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’daki Selimiye Kışlası’nda kalan ‘eteklikli’ İskoç Alayı’na moral vermek için yazılmış ‘Donsuz askerler…’ diye başlayan bir asker şarkısıdır. II. Mahmut döneminde (1808-1826) modernleşme çabaları sırasında askerlere giydirilen setre ve pantolon mutaassıp çevreler tarafından ‘sokağa donla çıkmakla’ eşdeğer görülmüş, özellikle de ‘gavur mukallitliği’ denilen bu modernleşme hareketine çabuk uyum gösteren eli yüzü katipler halkın diline düşmüştür. Bir İstanbul külhanbeyi, bu katiplerle alay etmek için, Üsküdar yolu üzerinde olan Selimiye Kışlası’nda kalan İskoç askerleri için yazılan marşın müziğine Türkçe sözler yazar ve ünlü Katibim türküsü ortaya çıkar.
1974 Kıbrıs ‘Barış Harekatı'ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkumları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.

((devamı sol büyük sütunda))

4 Ekim 2007 Perşembe

Hz Muhammed

Hz. Muhammed




Düşünce ve basın özgürlüğünü oluşturan ve yücelten, insanlığın ortak erdemlerinin korunması etrafında oluşturduğu bilinçtir. Bu yere tarihin acımasız süreçlerinden geçilerek gelinmiştir. Bu açıdan, insanların ortak erdem ve değerlerini korumadan, basın ve düşünce özgürlüğünü korumak mümkün değildir. Tüm dinlerin peygamberleri, insan erdemlerinin yüceltilmesi üzerine kurulu çağrılarıyla, insanlığın ortak kültür mirası ve değerleri arasında yer alırlar. Bu değerlerin korunmasını gözetmeyen bir düşünce ve basın özgürlüğü, sağlıklı ve dengeli olamaz. Demokratik yöntemleri kullanarak demokrasiyi yok etmek ne kadar özgürlük ise, düşünce ve basın özgürlüğünü kullanarak, insanlığın ortak erdemlerinin ifadesi olan ortak kültür mirası ve değerlerine çirkince saldırmak, o kadar özgürlüktür.


Mihrac Ural
mir@postmaster.co.uk

1 Şubat 2006
I.


Olay, 30 Eylül 2005 tarihli Danimarkalı Jyllands Posten gazetesinin yayınladığı, Hz. Muhammed’i ve onun adında tüm bir İslam alemini aşağılama amacı taşıyan, 12 karikatürle başladı. Bu yayını daha sonra Norveç’li Magazin dergisi ve tepkiler tırmandıkça basın özgürlüğü ve dayanışması adı altında, Alman Die Welet ve Fransız France Soir ve diğerleri katip etti. Müslümanlar geç kalmışta olsa bu çirkin davranışa karşı tepkilerini ifade etmeye başladı.

İslam alemi ayağa kalktı. Bir onursal davranış içinde, tepkisini ilan etmek için dünyanın her alanında kendini yeniden ifade etmeye başladı. Kimsenin beklemediği tepkiler yaygınlaştı ve etkisi gittikçe sertleşerek büyüme eğilimi göstermeye başladı. İslam dini mensubu olarak insanlar, kendi özlük alanlarına bir tecavüz olarak gördükleri davranışa karşı, on yıllar içinde uğradıkları çok yönlü tecavüzlerin toplamına bir cevap teşkil edecek, ortak bölen bulmanın dinamikleriyle, meydanlara dökülmeye başladı. Haklı bir tepki, kişisel olduğu kadar, toplumsal ve insani erdem ortaklığının savunusu olarak gündeme geldi.

Hz. Muhammed, 1400 yıl sonra, İslam aleminin belki de anlaşabildiği tek ortak bölen olarak, ümmetini bayrağı altında direnmek üzere birleştirdi. Bu ortak ruh, bir kez daha peygamberin vahiyde ifadesini bulan mesajının derinliğini, insani boyuttaki kapsayıcılığını ve bu güne taşıma kudreti gösterdiği etkinliğini yansıtması açısından büyük bir önem arz etmektedir. Bu mesajın neresinde durursak duralım, bu gün dünyamızın bir çok alanında bu mesaj, halkın taleplerini yansıtmada, direnişini yükseltmede önemli bir rol oynadığını teslim etmek durumundayız. Dini siyasal bir sistem olarak kurgulamadığımız ölçüde, insani erdem ve değerlerin, barışçıl bir toplumsal yaşam ve haksızlığa karşı bir direnme daveti olarak algılamak, Hz. Muhammed’in yüz yılların derinliğinden gelen mesajını yararlı hale getirmenin olanağı hiçte az değildir. Her mesajın tarih içinde kendini farklı araçlarla farklı yorumladığı doğrudur. Ancak ortak dünyamızın yaşanılabilir olması açısından geçerli olan yorumu, farklılıklarımıza saygı temelinde yaklaşan, birlikte yaşamın bu farklılıkların özgürlüğü koşulunda olduğunu bilince çıkaran yorumudur. Bunu bizlerin yaşama geçirmesi kadar, bizden farklı olanlarında yaşama geçirmelerini istememiz haklı bir taleptir. Karikatüristlerin anlamak istemedikleri de budur.

Bu dünya yalınızca onlara ve onlara boyun eğenlere ait olduğu yanılgısı bu sorunların kaynağıdır. Bu mantığın demokrasi ve özgürlük algılayışı da aynı, demokrasi de onlara ve onlara boyun eğenlere aittir. Diğerleri yok edilmeye, ya da boyun eğdirilmeye aday olanlardır. Oysa 1400 yıl geriden bu güne ulaşan Hz. Muhammed’in mesajı, birilerine değil tüm insanlığadır.

Basın özgürlüğü çağdaş insanın temel hak ve özgürlükleri içinde en önemlisini teşkil eder. Düşünce özgürlüğü ancak, basın özgürlüğüyle kendini ifade edebilir. Basınsız bir düşün özgürlüğü tekersiz araba gibidir, bir yere varmaz. Bu açıdan basına yönelik her türden tepki ve yasak insan haklarına karşı işlenmiş bir cürüm olarak telakki edilmelidir demek yanlış olmayacaktır. İnsan hakları içinde basın özgürlüğünün önemine temel teşkil eden unsur ise, insanlığın ortak erdem ve değerlerinin bir sonucu ve ifadesi olmasıdır. Tüm farklılıklarına rağmen, İnsanlığın ortak erdemler manzumesi içinde bir bütün oluşturması, farklılıklarının karşılıklı olarak saygınca tanınması, dokunulmazlığı, yok edilmezliği temel ilkesine dayalıdır. Demokrasi de budur. Bu temel ilkeler üzerinde basın ve düşün özgürlüğü yükselmiştir, yani birer sonuçtur. Bu temel ilkelere aykırı hiçbir şey, insanlığın ortak erdem ve değerleriyle ölçülemez.

İnsanlığın içinde bulunduğumuz tarihsel kesit itibarıyla, binlerce yılın evrimi içinde farklılıklarına rağmen uyum içinde bir arada yaşamasını sağlayan yegane sistemin demokrasi olması da buradan gelir. Kürselleşme çağının, kendini gittikçe daha çok hissettiren ve insanlığın ortak çıkarlarına en uygun yapılandırmayı yükselten özelliklerinden biri de budur. Daha çok farklının, daha çok bir arada ve daha yakın bir çevrede yaşayabilme olanağıdır bu. Farklılıklarıyla bir bütün olmaktır, farklılıklarıyla güçlü ve etkin olmaktır bu. İnsanlık kabile çıkarlarından ulus çıkarlarına doğru ilerlediği tarihsel sürç içinde, dar ve karşı tarafın imhası üzerine kurgulanmış çıkar stratejileriyle resmedilmesinden kaynaklanan büyük yıkım ve acı çekti. Orta çağlarda, yüz yıl ve otuz yıl diye anılan, din ve mezhep savaşları ise, bu günün farklılıkların bir arada barış içinde yaşaması için aşılması, deneylerinden dersler alınması gereken hadiseler olarak hala anlamlıdırlar. O acı ve yıkımların üzerinden bu güne gelinmeye çalışıldı. Daha dün, insanlık aynı mantığın uzantıları sonucu, ulus çıkarları adına iki büyük savaştan geçti. Sonuncusunda 50 milyon insan öldü; denilir ki, I. Dünya savaşı,Sırp milliyetçisi Gavrilo Princip’in, Viyana veliahtı François Ferdinand’ı 28 Haziran 1914 günü Saraybosna’da katletmesiyle çakılan kıvılcımla gündeme geldi. Elbette ki, gerekçe bu değildi. Ama bir kıvılcım, öncülü olan büyük birikimlerin, kuru bir çalılık gibi tutuşmasına yol açabileceği kesindir. 21. yüzyıl artık bu türden dar çıkarlar taşımayacak kadar ileri bir yüz yıldır. Bu yüzyıl, İnsanlığın birbirini kırmaya yöneltecek ilkel düşün sistemlerinden uzaklaştığı bir tarih kesitini temsil ediyor. Ancak her çağın gelişim süreci içinde, çözülmemiş sorunların birikimleri, sürmekte olan kıyım ve yıkımın acıları, kesilmeyen tecavüzlerin ve haksızlıkların etkileriyle yoğunlaşan birikimlerini bir kıvılcımla, büyük bir yangına çevirebilecek dinamikleri taşır. Karikatüristler, yaşadıkları dünyanın dünü ve bugünü ile ilgili birer cahil olmalarından kaynaklanan iftialleri, bu kıvılcımı temsil etmeye aday gibidir.

Sıradan bir gazete, satış rakamları bir mahalli gazete boyutlarını aşmaz, çizerlerini komşuları bile tanımayabilir, ancak ilkel bir çağın akıl sistemini temsil ettiği oranda önem taşır. Batının bu vesileyle bizlere kadar ulaşan, akıllara ziyan ahmaklıkları, bilinçten yoksun, kendi dar kulelerinin açıları dışında insanlık hakkında bilgisiz çevreleri bulunuyor ki, dünyamızın ortak ve barışçıl yaşam olanaklarına sık sık birer darbe indirmekte bir sakınca görmezler. Yeni liberallerin, ABD yönetiminde insanlığa karşı işledikleri tecavüzü bir göz önüne getirin, aynı ahmakları göreceksiniz. Afganistan ve Irak’ın kanunsuzca, uluslar arası hukuk dışı yöntem ve yalanlarla, işgalinin maliyetini ve insanlığa yüklediği acıları göz önüne getirin, ABD halkı başta olmak üzere, bu çirkin girişimlerden kim ne kazandı ? Bu gün itibariyle Irak bataklığından nasıl sessizce çekileceği hesaplarıyla uğraşan ABD yönetiminin, işlediği tarihsel hata, bu tür akılların hangi ilkel çağlardan kaldığını anlatmaya yeterlidir. Dememiz o ki, bu akıl sisteminde dile gelen hiçbir şey, insanlık erdemine ait bir önerme değildir. Yaptıkları önermeler yalnızca kendileri ve kendilerine boyun eğenler içindir. Bu açıdan farklılıklarla bir arada barışçıl yaşam adına hiç bir önermeye sahip değillerdir. Ve bu yüzden farklı olanlara karşı her türden çirkinliği reva görmekte bir ahlaki sıkıntı içinde olmazlar. Aynı nedenle, Jyllands Posten sinekarikatüristleri küçük ama dünyanın midesini bulandırıyor. Batıya hala egemen olan ilkellik, kendini böylesine ilkel çağlara ait bencillikte ifade ediyor; dün kendi aralarında ölesiye savaşıp boğazlaşanların, düşmansız yaşayamama kompleksleri, farklılıklar dünyasında, çirkin saldırılarla düşman yaratma girişimlerine yöneliyor. Kendi iç uyumlarının, dünya ve tarihle çatışması böyle zuhur ediyor. Bu yüzden, tecavüze uğrayanların, her türden tepkisi meşrudur.

İnsanlığın ortak bölenlerine temel teşkil eden en önemli erdem farklılığımızın saygı görmesi, sınırlarımızın bizden farklı olanların sınırlarının başladığı yerde özgürlüğümüzün bitmesiyle kendini ifade ettikçe gerçekçi bir erdeme dönüşür. Uygarlığın gücünü, güç uygarlığından ayıran da budur. Bu noktada basın özgürlüğünü kavramak ve onu korumak için bu özgürlüğe temel teşkil eden erdemleri korumak her insanın ve tüm insanlığın ertelenmez bir görevi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Hz. Muhammed’in ve onun adında tüm İslam alemini rencide eden karikatürlerin çizimini bu anlamıyla basın özgürlüğüne indirilmiş bir darbe olarak görmek tüm insanlığın demokrasi ve özgürlükleri için oluşturdukları ortak bölenlerin erdemlerine yönelmiş yıkıcı bir darbe olarak görmek abartma olmayacaktır. Dünyayı orta çağ akılıyla, en iyimser deyişle geçmiş yüz yılın ulusal çıkar akılıyla ki, bu akılların yol açtığı savaşlarla kanıtlanmış akılsızlığıyla, bu dünya yalnızca benim için var olmalıdır diyen, bu dünyanın zenginliği yalnızca benim ulusumun hizmetine koşulmalıdır diyen akıl sistematiğiyle diğerlerini yok saymak, onun farklılığının oluşturan tüm değerlerine çirkince , ahmakça ve pervasızca saldırma cüreti hiçbir zaman özgürlük sınırları içinde sayılamaz. Özgürlük erdeminin mantık dokusuna aykırı olan bu davranış çağdaş değildir, ilkel ve sığdır. Bu davranış gösterenlerin kendi devletleri tarafından azarlanmaları ya da cezalandırılmalarının bu kapsamda hiçbir anlamı yoktur. Olay, özgürlüğün, demokrasinin farklılıkların karşılıklı saygın görülmesinin kavranıp kavranmamasındadır. Bu bir uygarlık düzlemidir, buna varmış olma kapsayıcılığıdır. Bu açıdan devletlerden yasaklarla bu gibi çirkin davranışların önüne geçilebileceğini sanmak hataların en vahimidir. Nitekim, dünyamızın farklılıklardan oluşan uyum ve dengesine bir meydan okuma gibi basın özgürlüğü dayanışması adı altında, Danimarkalı Jyllands Posten’de yayınlanan çirkin karikatürleri tekrar yayınlamakta bir beis görmemişlerdir. Burada olay, insanlık erdemini tanıyıp tanımamak, uygar olup olmamak, insanlığın ortak erdemlerine saygı gösterip göstermemektir. Danimarkalılar ve onlarla aynı aklı taşıyanlar, mallarına karşı uygulanan satın almama kampanyası nedeniyle kaç milyon dolarlık zarar uğradıklarını hesabına batsınlar. Zira, dar çıkarların akıl sistemlerinin sınırı karda başlayıp zararda bitmektedir. Oysa insanlık erdemi ve uygarlığı, tek olan dünyamızda farklılıklarımıza rağmen, en barışçıl, en özgür ve en demokratik tarzda ortak yaşamı nasıl geliştirebiliriz diye kaygılar taşıyor. Bu yüzden farklılıkların korunması temelinde gelişen demokrasilerin özgürlük için tek yol olduğunu gösteriyor.

Bir laik olarak bu satırların yazarının kültürel oluşumunda peygamberimiz Hz. Muhammed’in tartışmasız etkin bir yeri bulunmaktadır. Ancak onun ötesinde bu satırların yazarı, basın özgürlüğünün bir insanlık erdemi olduğu inancındadır ve bu erdemin temelinde farklılıklara saygı yattığının bilinciyle insanlığın ortak bir değer bütünü içinde toplumsal barışı kurabileceğine inanmaktadır. Hz. Muhammed’in insanlığa yönelik mesajı, bununla derin bir kesişme içindedir. Peygamber öncelikle kabile savaşlarıyla yıkım içinde olan kendi milletini barış içinde bir arada yaşamak üzere toparladı, tarihe Arapları dengelerine kavuşmuş bir ulusu haline getirdi. Ancak orada durmadı, insanlığın tümüne yönelmiş olan mesajının taşıdığı anlam itibariyle etnik farklılıkları ortadan kaldıran kıstaslarıyla evrensel barışın çağrısını yaptı. İlkel çağların en karanlık dönemlerinde, farklı dinlerin ve etnik toplumların bir arada yaşamasını sağlayan Medine Sözleşmesi’ni yaptı. Henüz, bundan 60 küsur yıl önce ise, Avrupa’nın ortasında, insanlığın gözü önünde farklı etnik, din ve mezhep mensuplarını, gaz odalarında, işkence hanelerde katleden batılılara nispeten Hz. Muhammed’in çağrısı insani erdem ortaklığıyla tam bir örtüşme içinde olduğu görülür. Tüm semavi dinlerin tuttuğu ortak yol gereğince, siyasete karışmadıkça da insanı değerlerin yüceltilmesine önemli bir aracılık yapan Peygamberler, bir insanlık kazanımı olarak kabul edilmelidir. Bir tarihi eser, nasıl ki, insanlık için korunma altında olması gereken bir kültür mirası ve değeri ise ve bunun için, Birleşmiş Milletler nezdinde önemli kurum, etkinlik ve yasal düzenlemeler yapılarak korunuyorlarsa, Peygamberlerin de bir biçimde, insanlığın ortak kültürel mirası ve değeri olarak koruma altında olmaları gerekmektedir. Bu koruma elbette ki, düşünce ve davranış özgürlüğüne sınır koyma anlamına gelmez ve gelmemelidir. Nitekim, tüm dinlerin önermelerine ilişkin inanılmaz bir özgürlükle eleştiri sürecini yüz yıllardır işlemesinden de anlaşılacağı gibi, koruma özgürlüğe kısıtlama getirmemektedir. Ancak eleştiri, yerini çirkin ve ahlaksızca suçlamaya, yargısız infaz gibi kişilik haklarını çiğnemeye yönelince bu özgürlük olmaktan çıkarak, zorbaca bir dayatmaya dönüşmüş olur. İslam aleminin karikatüristlerin yaptıklarında gördükleri gerçek, onların temsil ettikleri akıldır. Bu akıl ki insanlığı dar çıkarlar için kıyım ve yıkımlara sürüklemiştir.

Dünyamızı, “ya bizden yana ya düşmandan yana” diye saflara ayrılmayı dayatanlar, şerlerinin en tehlikeli tecavüzlerini İslam aleminin yoğun yaşadığı bölgemize yönelttikleri açıktır. Bu bölgenin tüm ortak bölenleri ayaklar altında çiğnenerek kuşaklar boyu, kıstırılmış bir yaşama zorlanmıştır. Öyle ki, kendi ürünleri olan ve kendi sistemlerinin bir uzantısı olarak globalleşen terörü, İslam dininin ayrılmaz bir parçası olduğunu iddia etmekten geri kalmamışlardır. Bu gayri ahlaki eğilim zaman içinde mantıki sonuçlarına ulaşarak, söz konusu karikatüristlerin çizgileriyle İslam dininin peygamberi Hz. Muhammed’in kişiliğine kadar uzanma cüreti göstermiştir. Bu sonuç, bu ilkel mantığın tarihi gelişmesinin kaçınılmaz bataklığıdır. Bu yüzden İslam aleminin tepkisi sadece sıradan birilerinin önemsiz bir gazetede çizdiği karikatürlere karşı bir tepki olarak algılanması mümkün değildir. Onlar da bu mesajı, her geçen gün artan tepkilerle aldıkları açıktır. Ki bu tepkiler bir kez daha bu halkların ölü sessizliği yırtarak, ayağa kalkabileceğini ortak değerlerini savunmada sesiz kalmayacağını göstererek, batının pervasızca yürüttüğü ahmaklıklara son verebileceğini göstermiştir.


Tarihi boyunca özgürlüğü, dar çıkarların demokrasisi olarak algılayan ve bu nedenle insanlığa unutulmaz acılar çektirmeye devam eden emperyalist güç mihverlerinin akıl sistematiği, peygamber Muhammed’i düşman ilan ettiklerinin safında görmektedir. Onlara göre bu dünyada, kendileri ve yok edilmeyi hak eden düşmanları yaşamaktadır. Hz. Muhammed de bu düşman topluluğunun başında bulunmaktadır. Oysa dünya hepimizin biricik dünyasıdır. Hepimize yeterli alanı ve zenginliği bulunmaktadır. Dünya, siyasal tercihlerimize aykırı olanların kurban edildiği bir mezbaha değildir, insanlık o ilkel çağları aşalı çok oldu. Bunu anlamayanları, insanlığa anlatmak için hiçbir özveriden kaçınmamak gerekiyor. İlkellikte ısrar edenlerin dayattığı çirkinliğe karşı durmak, artık bir insanlık görevi haline gelmiştir. Bu açıdan İslam alemi ortamında, bu çirkinliklere karşı gelişmekte olan tepkileri anlayışla kabullenmek ve desteklemek gerekiyor. Bu tepkilerin özgürlüğünü korumak, basın özgürlüğünün temelini oluşturan erdemleri korumak demektir. Onalar ilkel ve çağ dışı akıllarıyla büyük yangınlara yol açabilecek kıvılcımları çakma peşinde koşarken, tecavüze uğrayan halklar insanlığın tüm değerleriyle barış içinde yaşaması için ortak insanlık erdemlerinin özgürlüğü için direnmektedir.

Makalemi sonlarken yanlış anlaşılmaya fırsat bırakmamak için tekrar etmeliyim ki, Karikatüristler mantığıyla onlara karşı yükselen tepkiler ve çatışmalar, kimilerinin işine geldiği gibi, hiçbir özelliğiyle din savaşları ya da uygarlık çatışması değildir. Bu çatışma ayrıca, insanlığın temel sorunlarıyla da temelden ilgili bir çatışma değildir. Ancak bu çelişkide de demokrasi ve özgürlüğe karşı yürütülen çifte standartlara önemli işaretler bulunmaktadır. Bu çifte standart, dini siyasete alet edenlerinde içinde yer aldığı bir davranış olduğu bilinmelidir. Bu iki tarafta tarih boyunca, dini halkların afyonu halene getirenler olmuştur. Sömürgecilerin din adamlarıyla el ele yürümeleri esprisidir bu. Engizisyon mahkemelerini kuran ve yönetenler, Emevi, Abbasi,Osmanlı vb. tüm ortaçağ teokratik zulüm imparatorluklarının başında, kendini halife ilan etmiş, kadroları şeyhlerden, cami hocalarından oluşmuş firavunlar bu tablonun figüranlarıyla doludur. Bu sisteme bu gün de, tüm ağırlığıyla sürmektedir. Ancak soğuk savaşın bitimi ardından yükselmeye başlayan ayrışma, emperyalistlerle onların kucağında büyüyen dini siyasal aşırılıklar arasında da bir ayrışmaya yol açtı. Global terör özelliği kazanan El Kaide türü çok medyatik ama o kadarda marjinal olan hareketler yanı sıra, halkın taleplerini seslendiren ve halktan oldukça büyük onay alabilen Filistinli Hamas gibi siyasal yükselişlerde gündeme geldi. Dünyanın tüm laik, demokrat ve sosyalist güçlerin yeniden şekillenen dünya siyasal kıstasları ışığında bu gelişmelere tavırsız kalması mümkün değildi. Bu günün verileri ışığında, haklı talepleri, sosyal, siyasal ve ekonomik perspektifleriyle halkın yararına önermeler taşıyan kitlesel hareketleri, dini motifleri nedeniyle yok saymak ve onları sağın ve emperyalist güçlerin çekim merkezinde bataklığa sürüklenmelerine seyirci kalmak tutarlı bir davranış olamaz. Siyaset kitleler için bir vatan sathında tüm insanları kapsayan bir girişim ise, devrimci güçlerin bu gelişmelere seyirci kalması düşünülemez. Bu yüzden, soyut aydın değil yaşayan, halkının bir parçası olabilen, çoğunluğun haklı talepleri karşısında olumlu tavır takınabilen aydın tutumu, bu gün dünyayı saran Müslüman halkının tepkilerine, yukarda temel gerekçelerini aktardığımız ortak insan erdemlerinin koruması yönündeki belirlememizin ışığında ortak olması bir yükümlülüktür. Dini halkın afyonu olarak kullananlara karşı mücadelemizi hiç aksatmadan bu yükümlülüğü yerine getirmeyi başarmamız gerek.

Bu gün ortaya çıkan tepkilerin, dünyanın temel sorunu olmadığı gayet açıktır. Elbette ki, dünyada çatışmanın temeli, kendini yenileyemeyen, eski-yeni sömürü ve böl yönet taktikleriyle insanlığın zararına işleyen çarklarda ısrar edenler ile özgürlük ve adil bir dünya yaşamı için direnen halklar arasındadır. Bu çatışma, geçmiş dönemlerden farklı bir içerik ve biçim altında, bu gün Küreselleşen insani ilişkiler ortamında da alabildiğine yükselmektedir. Bilişim çağı, insanlığın kolektif akıl ürünleriyle, sınırları ortadan kaldırmaya daha çok demokrasi ve özgürlük ortamı yaratarak küreselleşmesine karşın, emperyalist güçlerin, dünyayı siyasi bir köle olarak küreselleştirme çabasından kaynaklanan çatışma, tarihin ayırıcı özelliği olarak tüm ağırlığıyla gündeme yükselmektedir. Biri tüm insanlığın kazanımı için adıl ve barışçıl bir yeniden yapılanma amacı taşırken, diğeri yeni araçlarla eski yöntemlerini sürdürmek üzere insanlığa daha çok özgür olmasına karşı direnmektedir. Düşünce ve basın özgürlüğünün sulandırılması ve halkları aşağılamak için bir vesile olarak kullanılması bu çatışmanın ortamında, ayrı bir anlam kazanmaktadır. Bilimsel gelişmeler, teknik ilerlemeler, keşifler kullanılma amaçlarına göre tarihsel saflaşmada yerini alırlar. Atom enerjisinin olumlu ve olumsuz kullanım imkanı gibi. İnternetin de böylesi bir yapısı bulunuyor. Basın bu gün bir düğmeye basarak okuyucuya, karşılıklı iletişim olanağıyla ulaşabiliyor. Özgürlüğün kullanımı bu alanda kimse tarafından yasaklanamaz. Zaten, bilişim çağının yaratmakta olduğu yeniden sosyal düzenlenişte yasağın hiçbir türüne yer yoktur. Böylesine özgür bir gelişim şansı yakalamış olan insanın bu değerleri derinleştirip geliştirebilmesinin tek güvenilir yolu, ortak insani erdem ve değerleri kirletmeden, farklılıklarımızın karşılıklı saygın korunuşunu sağlayarak, barış içinde adil bir dünyayı ikamesiyle inşa edilecektir. Bunun için peygamberlerin ilettikleri mesajların neresinde durursak duralım, bu mesajları ne ölçüde destekler yada eleştirirsek eleştirelim, milyarlarca insanın sosyal yaşamında kültürel dokularında temel yapı taşı olan ortak değerlerine saygılı olmayı bilmeliyiz. İnsanlığa inanılmaz zararlar veren onlarca siyasal sistem başı, insanlık dışı yaratıkların cirit attığı bir dünyada, basın özgürlüğümüzü daha akıllı amaçlarla kullanmayı bilmeliyiz.


II.


Dünyanın tüm Müslüman ülkelerinde yaygılaşan tepkiler gerçek birer kitlesel hareket olarak kendini gösterdi. Bu hareketlerin ezici çoğunluğunu, sivil dini kurumlar organize etmiş olsa da, nispeten resmi birer tepki olarak belirdi. Çoğu Müslüman ülke devleti gösterilere kolaylık sağladı, emniyet güçlerinin gösterilere sempatiyle yaklaştığı gözlendi. Şiddete, yakıp yıkmaya kadar uzanan gösterilerde bile devletin açık desteği olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Suriye’de, Lübnan’da, İran, Yemen vb. ülkelerde tablo bu şekilde belirdi. Ülkemizde tepkiler devletin resmi politikası olmaktan uzak bir görüntü sergiledi. Avrupa birliğine katılma sürecinin oluşturduğu kaygılar, laik devlet algılayışının psikolojik engelleri, resmi tepkiyi yetkili devlet adamlarının ve bu arada Başbakanın kimi toplantılarda dile getirdiği protesto sınırını aşmadı.

Ülkemizdeki duyarlılık açısında tablo oldukça yoksulluk arz ediyor. Malum ülkücü,milliyetçi çevrelerin geleneksel, dini siyasete alet eden perspektiflerinin kendini dışa vurma boyutuyla sınırlı kaldı. Bu açıdan, protestoların, gerçek anlamda bir kitlesel tepki özelliği kazandığından söz edilemez. Bil cümle laik kesimler açısından ise, bu tür konulara karşı geleneksel ilgisizlik bir kez daha kendini gösterdi. Sol, demokrat, sosyalist çevreler açısından bu konuda bir tutum takınmak, dine alet olmak gibi algılanmaya devam edildiğini gösterdi. Özellikle soğuk savaşın bitimi ardından yükselişe geçen dini siyasal hareketlerin akıntısına kapılma anlamına geleceği kaygısıyla böylesi, hassas bir konuda, kitlelerin geleneksel kültürel ortak değerlerini savunma tepkilerine, ortak olma eğilimi tamamen dıştalandı. Bu bölümün konusu da budur.

Bu satırların yazarı, laik olduğunu ve laikliğin insani ortak değerlerin korunmasında tarihin bulabildiği en önemli düşünsel düzey olduğu kanısını bir kez daha belirtir. Laikliğin temel unsuru olan, halktan biri olarak kendini ifade etme esprisi, halkın ortak tüm değerlerinin savunusunu içerir. Öyle ki, halkın dini siyasete alet edenlerin aracı olmasını engellemek için, onların ortak değerlerine çağdaş bir içerik ve biçim vererek sahiplenmeyi ihmal etmez. Sosyal yaşam siyasal boşluk tanımaz ilkesinin rekabeti, bu yarışta laiklerin etkin bir rekabetle halkın taleplerini ve ortak değerlerini savunmada öncü rol oynamalarına önemli bir gerekçe de oluşturur. Ülkemizde laikler bu algılayışın çok uzağında, fil dişi kulelerinde, soyut halkçılık ve bir o kadar soyut entelektüel aydın olma rolüne takılıdır. Tarihi boyunca laiklerin azınlığı oynamalarının bir ucu da buraya dayanır. İlginçtir ki, sol ağır bir milliyetçi mültecilik içine sürüklenirken bile bu alışkanlığını terk etmez. Bu yanıyla solun, laiklerin milliyetçiliği bir ölçüye kadar ırkçılık gibi zuhur eder. Oysa takatsiz solun boş bırakmaya kendini mahkum ettiği bu alanı birileri doldurmaktan öte birilerine tapu senediyle teslim edilmiş olur gider. Bu yanlışın acılarını sol ve bil cümle laik kesim daha ağır faturalarla ödeyeceğini söylemek yanlış olmayacaktır.

Laiklik kelime olarak, Latince laicus, Yunanca laikos, halktan olan (Büyük Larousse sözlük ve ansiklopedisi, Milliyet yayınları, cilt: 14 s: 7327), “ Fr laîc rahip sınıfına mensup olmayan kimse, kilisenin devlet yönetiminden uzaklaştırılmasını isteyen kimse, Lat lacius rahip sınıfından olmayan, Yun laîkos halka ilişkin,halktan <>

Hiç yorum yok: