Sınırları insan erdemleriyle belirlenmiş, ne sınıfsal ne de etnik nedenlere mahkum olmamış doğrularımızla özgürlük ve demokrasi mücadelesini sürdüreceğiz...

BURADAYIZ İŞTE...

OKURLARIMIN DİKKATİNE. BLOGUMDA TEKNİK BİR ARIZA YA DA BİR SALDIRI GERÇEKLEŞMİŞTİ.. ŞİMDİ HER ŞEY YOLUNDA...EMEKLERİMİZ BURADA... SAĞLICAKLA KALINIZ...

PARALEL BİR BLOG DA DEVAM EDİYOR...

Yeni blogun adresi: http://mirural.blogspot.com/

ŞU AN İZLEMEKTE OLDUĞUNUZ BLOG ADRESİ İLE YENİ BLOG ADRESİ BİRBİRİNE ÇOK YAKINDIR. İLGİNİZE TEŞEKKÜRLER.

MİHRAC URAL

...

...

...

...

TÜRK MODERNLEŞMESİ JAKOBENİZM VE BONAPARTİZM

Yener Orkunoğlu

Türkiye'de modernleşme hareketinin tarihini ve modernleşmenin toplum üzerinde yarattığı etkileri incelemek ve aynı zamanda modernleşme konusunda liberal entelektüellerin yarattığı yanılsamaları açığa çıkarmak zorundayız.
Liberal entelektüellerin çarpıttığı bir konu var. Siyasal İslam'ın yörüngesine girmiş bir çok entelektüel, Türkiye'deki Kemalistleri Jakoben olmakla suçlarlar. Yani Jakobenizm, darbeci ve anti-demokrat olmakla özdeşleştirilir. Böylesi bir değerlendirme, Jakobenizmin çarpıtılmasıdır. Kemalizm'i, Jakobenizm olarak değerlendirmek, Jakobenizme karşı bir haksızlıktır. Çünkü Jakobenizm, Fransız Devrimi döneminde küçük burjuvazinin (baldırı çıplakların) radikal bir devrimci hareketi olarak doğdu. Fransız Devrim hareketinin sol kanadını oluşturur.
((Devamı orta sol sutunda))

..

..

Mihrac Ural

Mihrac Ural

Yeniden felsefe okumak


Cumhuriyetin Doğuya sırtını dönmesinin mahkumu idik. Alfabe kırılmasının sonucu da, okuma adına nemiz var nemiz yok, arşivlerin küfüne terk edildi. Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle zaten olmayan okumalara, sıçramalardan oluşan, dengesiz ve sonuçta eksiklikten kaynaklanan bir topallamaya düştük. Bu da, ülkemiz felsefe bilincinin derinlik ve bütünlüğünü oluşturacak zincir halkalarının kopuk olmasını getirmiştir.
Yunan felsefesi akılcılığının Aristo’yla temsil edilen sunumunu, İslami bir yorum ve ilerleyişle ele alan Farabi’de ifadesini bulan akılcılığa karşı, “ Tahafüt el Felasife” diyerek, dünya ve ahiret işinde akıla yer bırakmayan Gazali’nin, bu güne kadar süren tutuculuğundan yana saf belirlemiştir. Gazalinin, “filozoflar”ın aklın hareketinden yana dünyevi olayları yorumlayan yaklaşımlarına karşı yaptığı eleştirilere, aklın bir militanı İbni Rüşt’ün ünlü cevabı olan “Tahafüt el Tahafüt” ü tanımazlıktan gelmiştir. Böylece sağ, Yunan ve batı felsefe okumaları eksiğiyle iki ayağı topal hale gelmiştir. Dayandığı felsefi okumaların karşıtlarını da bilmemekle, sığ kalmıştır.((Devamı sol ana sutunda))

****

****

24 Nisan soykırımı hepimizi katletmişti...

Mihrac Ural

Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi –soykırımı- hepimizi katletmişti. Tam 93 yıldır sürmekte olan zorunlu sürgün ile insanlık sucunda İttihat –Terakki’nin ‘SOYKIRIM’ imzası vardır.

Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır.

Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur.

“Resmi tarih” diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.**19. yy sonlarından başlayarak, Katolik ve Gregoryan (Ortodoks) diyerek birbirlerine kırdırılan, tenkil ve sürgünlerle, mal mülklerine el konularak baskı altında tutulan Ermenilere yönelik soy kırımı, I Dünya savaşının, malum bol bahaneleri altında girişilmiştir (24 Nisan 1915).

Savaş sırasında, önce Ermeni gençlerinin Askere alınarak silahsız bırakılması ve ardından toplu tasfiyelerin yapılması, geride kalan Ermeni halkının Tenkil ve sürgünlerine geçilmesi. Bu konuda talimatların dakik bir biçimde, en yetkili resmi merciler tarafından istenip, izlenmesi. O dönemin Sadrazamı (Başbakanı) Talat Paşa’nın, başından itibaren olayları, dikkatlice takibi, emirler vermesi, istatistik tutması (iskan edecekleri yerde dahi nüfusa göre oranlarının %5 geçmeyecek düzeyde tutulmaları talimatları da dahil) ve bunun en ince ayrıntısına kadar yazılı özel notlarla tescili, Ermenilere reva görülen her şeyin, planlı bir tarzda icra edildiğini göstermeye yeterlidir (Ermeni tehciriyle ilgili Talat Paşa’nın tutanakları için bkz. Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi, 24 Nisan 2006’dan itibaren yayınlanan dizi) Bu, Ermenilere ilişkin, adına ne konulursa konulsun, yapılacak olanların önceden planlanmış eylemler olduğunu gösterir.

Bundan sonra, sonuçlara bakılarak, yapılanlara verilecek ad, tanımlamaya geçilir.*Böylesine planlı ve en ince ayrıntısına kadar takip edilmiş ve bir etnik topluluğa yönelen, sonuçta en iyimser tahminlerle, el yazması tutanaklardaki rakamlarla bir milyon (1000 000) üzerinde Ermenin ölümüne yol açan, kimi şehirlerde nüfusu yüz binlerden sıfıra indiren, çoluk çocuk on binlerce canın etnik yapısını değiştirmek için farklı etnik toplumlara dağıtan, topraklara el koyan, binalarını yıkan, her türden maddi ve canlı servetine el koyup katleden girişimlere, soy kırımından başka bir ad verilemeyeceği görülür.

Bu bir soykırımdır. (..)Osmanlıdan, cumhuriyete süre gelen bu aklın, daha uzun süre yürürlükte olma tehlikesi tüm çıplaklığıyla kendini göstermektedir. Tarihimizle cesurca yüzleşmeden bu aklı toplumsal işlevlerimizden ve geleceğe ilişkin yaşam planlarımızdan söküp atmak güç gibi duruyor.
((*)Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı –Mihrac Ural)

**
Sıranın kendisine gelmeyeceğini sananların dikkatine, bu vatanın birimize değil, hepimize ait olduğunu bir kez daha, bin kez daha yeniden birbirimize kanıtlamakla yükümlü olduğunuzu artık anlamak zorundasınız.

Bilmelisiniz ki, farklılıkları içselleştirmek, onlarla barış içinde yaşamayı fiilen gösterip, haklarını anayasal ve kurumsal güvencelerle kökleştirmek ertelenmez bir görev haline gelmiştir, bu yapılmadıkça bu vatanın hepimize ait olduğuna kimseyi inandıramazsınız.

Mümkünü, imkansız hale getirmeye devam ederseniz, sizi biz farklılar, ayrı varlıklar bile kurtaramaz. Bunun vebali, Hrant Dink’in katline yol açan akıl sistematiğinin kıyımına tek tek ve topluca maruz kalmaktır bilesiniz.
((*)Hrant Dink'in Katli ve Tarihi Gerçekler –Mihrac Ural)


Murat Altunöz’ün Beklenen Kitabı Kırılgan Zamanlar Çıktı…

2002 Ocak ayında başladığımız yolculuğumuza 7 yıldır devam ediyoruz. Karalama Dergisi, ülkenin koşullarına göre bazen inişler ve çıkışlar yaşamamıza rağmen her geçen gün dergimizle daha da büyüyoruz.

Karalama Dergisi olarak;
Şair Nevruz Uğur ve Halil İbrahim Yıldız’ın kitaplarından sonra Karalama’nın Kurucusu ve halen Editörü olan Murat Altunöz’ün Kırılgan Zamanlar adlı kitabını yayımladık.
Geçmiş zamanların, kırılmış, yalnız ve hüzünlü dizelerinde bulduk kendimizi,
Her dize de bir direniş, bir sürgün, bir ayrılık ve özlem var.
((Devamı sol alt sutünda))

...

...

Yerel Çeteleşmenin Boyutu...

Murat Altunöz /Gazeteci

Çeteleşme yıllar sonra Ergenekon operasyonuyla tekrar gündeme geldi. Eskiden bildiğimiz mafya sistemi çökmüş artık daha organize ve daha profesyonel bir hal alan almıştır.Bazı yazarlar, Emekli Polisler ve Emekli askerlerinde içinde bulunduğu yeni bir yapı ortaya çıktı.Aslında bu tür çeteleşmeler yıllardır hep ülkemizde vardır. Ama bu hafta benim bahsetmek istediğim yerel çetelerdir. malesef son yıllarda ciddi anlamda yerel çeteleşme ve Organize suçlarda bir çoğalma vardır. Zaten Hatay il Emniyet Müdürü Osman Çapalı'da bu konuya dikkat çekerek " Bireysel suçlar artık organize suçlara kaymıştır" demiştir.
((Devamı sol ana sutunda))


İNTERAKSİYON

Faiz Cebiroğlu
Her gelişim, karşılıklıdır. Her ileriye yönelik değişim, bir interaksiyondur. İnteraksiyon, karşılıklı etkileşim oluyor. İnsanlar, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek sosyal yönlerini geliştiriyorlar. Sosyal yönünü geliştiren insan, aldığı öğreti ve deneyimlerle bireysel yönünü ”işleyerek” yapılandırıyor. Yapılanma, ”özbilinç” ve ”özgüven” ile nitelik bir hal alıyor.

İnteraksiyon ya da karşılıklı etki, yaşadığımız toplumda, değişik yer ve ortamlarda farklı farklı oluyor. Dille başlayan diyaloğa; insanların bulunduğu yaşam tarzları, çalışma biçimleri ve kısacası sahip oldukları sınıfsal konumları da ekleniyor. Sosyal sınıf, gelişimde ”ana halka” oluyor. Sosyal sınıf, ileriye yönelik değişimin ”can alıcı noktasını” oluşturuyor.

(Devamı orta ana sütunda )
http://mirural.blogspot.com/

...

...

Yabancılaşmanın Dinamiği


Mihrac Ural

Yabancılaşma, insanlık ailesini birbirine yakınlaştıran, farklarını hızla öteleyen özel mülkiyeti ve olumsuz sonuçlarını bile köşeye sıkıştırma işlevi gören sonuçlarıyla, olumsuz değil çok olumlu bir role sahiptir. Tarihsel süreciyle derinleşip geliştikçe gerçekleşen yabancılaşma, insana çok daha cüretkâr olma, çok daha özgürce beyin labirentlerinde kurguladığı fantezileri yaşama ve bunu yaparken de dar anlamda aile, mahalle gibi klancı darlığın etkiler altında kalmayıp, geniş anlamda da ulusal sınırları aşıp belki başlangıcı sanal âlemin nimetleriyle, bilgi çağının iletişim olanaklarıyla bu tutku ve arzularının doruklarını zorlama şansını elde etmektedir.Yabancılaşma olmasaydı, emeğin sosyal etkilerinden bahsetmemiz mümkün olamazdı. Emek ne kadar sahibinden uzaklaşır, ne kadar sahibine belirgin olmaktan çıkarsa, o kadar evrensel ölçeklerde hizmet sunmaya başlamış demektir. Ve bir o kadar kültürel farklılıklarını hesaba katmadan ( renk, ırk, ulus, coğrafya, bölge farkı tanımadan) insan türüne ait hale gelmiş demektir.
((Devamı orta ana sol sütunda: ))
http://mirural.blogspot.com/

..

..

MİLLİ MARŞLAR

Ayşe Hür
1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı ‘Tre Trallade Jantor’dur. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkar ve ‘Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr….’diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası olayı "centilmen Türk seyircisinden jest" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi…
“Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur/Katibimin setresi uzun eteği çamur… diye başlayan ünlü türkünün bestesi 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’daki Selimiye Kışlası’nda kalan ‘eteklikli’ İskoç Alayı’na moral vermek için yazılmış ‘Donsuz askerler…’ diye başlayan bir asker şarkısıdır. II. Mahmut döneminde (1808-1826) modernleşme çabaları sırasında askerlere giydirilen setre ve pantolon mutaassıp çevreler tarafından ‘sokağa donla çıkmakla’ eşdeğer görülmüş, özellikle de ‘gavur mukallitliği’ denilen bu modernleşme hareketine çabuk uyum gösteren eli yüzü katipler halkın diline düşmüştür. Bir İstanbul külhanbeyi, bu katiplerle alay etmek için, Üsküdar yolu üzerinde olan Selimiye Kışlası’nda kalan İskoç askerleri için yazılan marşın müziğine Türkçe sözler yazar ve ünlü Katibim türküsü ortaya çıkar.
1974 Kıbrıs ‘Barış Harekatı'ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkumları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.

((devamı sol büyük sütunda))

1 Mart 2008 Cumartesi

Kara savaşının sonu: Hiç bir yalan hezimeti örtemez


Mihrac Ural


mircihan@gmail.com




http://mihracural.blogspot.com/




29 Şubat 2008




Ortak ülkemizin vatandaşlarının siyasal hak taleplerine karşı dış güçlerden icazet ve destek alarak başlatılan sınır dışı operasyon, “kara savaşı” başladığında “tarihinin son 300 yılını, ardı ardına gelen stratejik yenilgilerle kapatan Osmanlı ordusu ve onun devamı olan Türk ordusunun Kıbrıs gibi bir milis gücün karşısında tökezleyen, iki kez çıkartma yapmaya mahkum olan, son on yıllarda Kürt halkının ayağa kalkışı karşısında acze düşen haliyle, salt askeri anlamda da bir başarı kazama durumunda değildir. Tarihte savaşların sonucunu belirleyen, soyut aritmetiksel hesaplar olmadığı açıktır. Savaşın sonucunu temelde belirleyen, kimin ne kadar silahı olup olmadığı, kaç kişiyle savaşıp savaşmadığı değil, tarih bilinciyle, coğrafyadaki konumu ve kültürel dokusunun ülküleriyle, bir amaç ve hedef için birleşmiş olup olmamanın yoğunluklarıyla ölçülecek değerler sonucu, uzun erimde savaşların kaderi belirlenir. Bunun için dünyanın en güçlü silahlı kuvvetleri, galip gelmiş gibi görünse de mağlup olmaktan kurtulamaz. Vietnam ve şimdi Irak bunun için iyi bir örnektir. Hele savaş, bir ulusu kendi toprağında bir başka ulusun ordusuyla yok etmek istiyorsa, bunun için yeryüzünün tüm silahları yeterli olamaz.” Dedik. (Bkz. Mihrac Ural, Kara Savaşı, http://mihracural.blogspot.com/ , http://www.enternasyonalhaber.com/index.php) Bu cümleleri bundan önce de dile getirdik. Her defasında bu tür haksız savaşlarınızın arkasında tutsak olmaktan vazgeçmemenize rağmen, her defasında da hiçbir sonuç alamadınız, yenilgiye uğradınız. Çünkü haksızdınız ve haklı olanlarla karşı karşıya gelme ısrarında oldunuz.




Sonuçlardı itibariyle olduğu kadar amaç ve yönelimleriyle bu savaş ortak ülkemizin hiçbir varlığına bir değer katamaz, bir çıkar açığını kapatamazdı. Sadece derin bir kin ve nefret izi bırakırdı. ABD gibi insanlık tarihinin en nefret edilen şer gücünden destek dilenerek, icazet alınarak böylesi bir savaşa girişilmiş olması ve sonuçta bu şer gücünün dur deyince durulmak zorunda kalınması, onarılması mümkün olmayan bir hatadır. Bu tür iştigallerle savaş baştan haksız bir savaş olduğu ve kaybedilmesi muhkemdi. Ancak ortak ülkemizin siyasi erklerinin tarihleri boyunca düştükleri bu yanılgı yapısaldı, siyasal bir genetik uzantı gibi tekrar eden bir özelikteydi. Osmanlıdan bu yana gelen yönetim algısının doğal bir sonucuydu; egemenlik altına alınan toprakları, zor araçlarıyla yönetip, verili hiçbir gerçekliğini algılamama üzerine kurulmuş bir yönetim algılayışıdır. Anadolu tarihi boyunca Osmanlı aklıyla böyle yönetildi. Ve bu akıl her defasında ağır bir yeniliyle, ağır kayıplarla ve tarihinden hiçbir ders alamamakla bu güne gelmiştir.




Türkiye Cumhuriyeti, bu aklın bakayası ile kurulurken, kendi ürettiği kaygı ve korkuların esri olmuş gerçek anavatanı olmayan bu topraklarda, yerli etnik yapıların ortaklığı yerine onları yok sayan algılayışla Osmanlıdan Cumhuriyete ayın ilkel akıllarla girmiştir. Bu akıl, Kürtlerin neden böylesine bir ısrarla isyan etkilerini anlamakta güçlük çekmesi doğaldır. Farklılıkları tanımayan tek boyutlu akılların tarih serüvenleri hep böyle olageldiği bilinmektedir. Bu akılla ne yönetsel nede askersel bir başarı yolu döşemenin imkanı olmadığı ise her seferinde girişilen beyhude kıyım ve yıkım operasyonlarıyla, tedip ve tehcir dayatmalarının iflasıyla açık hale gelmiştir.



Tarih okumalarının çok zayıf olduğu bir ülkede yaşadığımızı biliyoruz ancak bu öçlükte ölümcül hatalara rağmen dönüp tarihinden ders almamak, bu egemen siyasal yapının bir kaderi gibi durmaktadır. Siz bu akılla, bu ekonomiyle, bu dışa mahkûm ahlaksız tekliflerinizle bir mahalle kavgası bile veremezsiniz. II. Viyana kuşatması 14 Temmuz 1683 ten buyana giriştiğiniz hiçbir savaşta sonuç alamadınız. O günden bu yana ordularınız ortak bir ülkü etrafında egemenliğiniz altında yaşayan halkları, ayrı varlıkları toparlayamadı tersine onlara karşı savaştı. Almanlar karşısında 12 Ağustos 1687’de Mohaç ve 11 Eylül 1697 Zenta bozgunuyla, Ruslar karşısında Azak kalesinin düşüşü (1696) başlayan, başka milletlerin gasp edilmiş topraklarını terk etme süreci, 9 Temmuz 1783 Kırım’ın Ruslarca ilhakı gibi önemli dönemeçlerden, 1832 Mısır İsyanı ve 24 Nisan 1877 ( Rumi 1293 tarihine denk gelmesi itibariyle 93 harbi denilen) Türk-Rus savaşı, 29 Eylül 1911’de Libya’nın İtalyanlara terki ve 8 Ekim 1912- 10 Ağustos 1913 balkan savaşlarıyla balkan uluslarının Osmanlı’dan kurtuluşu. 28 Temmuz 1914’te Avrupa’da başlayan ve 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesiyle Osmanlı açısından bitip bitiren I. Dünya savaşıyla da Sevr anlaşmasının rahmetine düşen, Lozan’la da çekilebileceği her alandan çekilip Türkiye cumhuriyetini kuran süreç, kesintisiz bir yenilgiler sürecidir.



Bu süreçte onlarca ulus özgür olmuş kendi anavatanlarını işgalcilerden özgürleştirmişlerdir. Bu güne kadar Osmanlı aklının “vatan toprağı” diye inlediği bu coğrafyada Osmanlı’nın vahşeti dışında hiçbir kalıcı izi olmamıştır. Bu alanlarda yaşayan halklar tarihlerinde ilk kez yaşama açtıkları toprakları anavatan ederek üzerinde yaşarken dıştan gelen talancı kılıç zorbası güçlere mağlup olmuş ve esaret altında yaşamıştır. Bu esaretten bir biçimde de kurtulurken, Osmanlı, Atatürk’ün de dediği gibi “Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fetihlerin akasından serserilik etmiş ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir. Bu böyle bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde aynen olagelmiştir.” (Aktaran,Cemal Kutay,Türkçe İbadet, s;154)

Ayan beyan olan bu tarihi süreci kavrayacak kolektif bir ulusal bilincin siyasal erkte rol oynayamaması, Türkiye cumhuriyetini Osmanlı gibi, yeniden böylesi maceraların ardında serserici sürüklenişe götürmektedir. Lozan’da Müslüman topluluklar olarak iç edilen Kürtlere hiçbir hak tanımamak yok olmalarını getirememiştir. Lozan’da hak tanıdıkları Ermeni, Rum gibi Hıristiyan azınlıkları tehcir ve kıyımlarla yok edenler, Müslüman topluluklar diye hak vermediklerini Kürtleri hak talebi gündeme geldiğinde yok edilmeleri için kesintisiz savaş verenlerin ilkel akılları, bu tarih serüveninden ders almamalarıyla yakın bir bağa sahiptir.




Osmanlı’dan, Türkiye Cumhuriyeti’ne süren bu gerilemeler, ordu başarısızlıkları ve yenilgilerinin tek bir nedeni vardır o da haksızlıktır. Bu gün de Kürt ulusuna karşı yürütülen bu acımasız, zalim savaş haksız bir savaştır. Bu savaş ne bir savunmadır ne de siyasal egemenlik altında yaşayan halkların birleştikleri ortak bur ülkü etrafındaki herhangi bir değeri koruma adına yapılmaktadır. Bu savaş var olan, kendi anavatanında yaşayan, kendi coğrafyasında kararlı bir ulus olarak yaşamını herkesten önce sürdüren Kürtlerin siyasal haklarına karşı, özgürlük ve demokrasi taleplerine karşı verilmektedir. Bu yüzden 1683 viyana kuşatmasından bu yana gerilemelerin anlam ve derinliğinde yatan gerçekler tüm ağırlığıyla da burada mevcuttur. Kürtler hak arayışında ırkçılar, tek boyutlular, ulusalcılar, dini siyasete alet eden bil cümle milliyetçiler bu hakkı yok saymakta ve hak talebinde olanları yok etmeye çalışmaktadırlar. Olayın özü budur. Baki kalan teferruattan ibarettir





Dönüp bir düşününüz, onlarca Kürt isyanının dile getirdiği çığlıklar ne anlama geliyor?! Bu çığlıklar, bu ardı arkası gelmeyen ölümlere rağmen direnmeler öyle basit bir aldatmanın ürünü mü? Öyle bir dış kışkırtmanın sonucu mu? Ne bir ne de öteki, bu çığlıklar yüz yılların haklı talep ve eğilimlerin yoğunlaşmış ifadesidir. Bunu anlamamak mümkün mü? Baskıyla, yıkım ve kıyımla cevap vermenin sonuçsuzluğu hiçbir gerçeği göstermiyor mu? Kürt sorununun öyle gelip geçici bir tepki olayı olmadığını anlatmıyor mu? Kaç siyasi parti oluşumunu yasakladınız, kaç on yıldır dağlardaki gerillanın halkından aldığı güçle, her defasında yenide yürüttüğü mücadeleyi ezmek için silahlı kuvvetlerinizle kovuşturmalar yaptınız, sonuç ne oldu? Ne kazandınız? Sürekli geri adım attınız, yalanlarınız artık bu haksızlığınızı örtemeyecek kadar açıktır. Parmağınızın arkasına saklanmakla haksızlığınızı gizleyemezsiniz. Bu ilkel aklınızın yoluna, bu beyhude çabalarınıza israf ettiğiniz kaynaklarla halkların barışı ve kardeşliği için yapılacak çok şey bulunmaktadır.


Ortak ülkemizin tüm farklı varlıklarının alınteri olan bu kaynaklarla, yıkım yerine üretim, kıyım yerine güven inşa etmek çok daha kolaydır. Tercih ettiğiniz yol tarih boyu sizi yalnızlık psikolojisine sevk eden bir yoldur. Bu akılla, “Türkün Türken başka dostu yok” gibi çağdışı bir algılayışla artan oranda düşman kazanmak istediniz. Kendi yarattığınız korkuların esiri oldunuz. Krizlerinizi yönetmek yerine, krizler sizi yönetir oldu. Bu akılla oturduğunuz coğrafyayı bile tanımaz hale geldiniz. Halkından, kendi etnik dokusunun gelecek yaşam stratejilerinden bihaber olarak, Misak-i Milli’yi tek renge, tek millete, tek bayrağa, tek dile bencilce mahkûm etmekle, ayrı varlıkları sonsuza kadar egemenliğiniz altında tutacağınızı sandınız. Her defasında da yanıldınız. II. Viyana kuşatmasından bu güne yaşadığınız tüm hadiselerde inatçı tarzda dayattığınız hatalı yaklaşım tastamam budur.

Başaramıyorsunuz çünkü haksızsınız. Başkaların haklarını gasp etmek için giriştiğiniz her çaba size kat be kat zarar olarak dönüyor. Bu son savaşta da aynı hatanın devamındasınız.

Ordularınızı ileri sürdünüz, hava ve karadan kendi vatandaşlarınızın katli için dış çıkar güçlerinden ahlaksız tekliflerle icazet alarak sınır dışı operasyon yaptınız, bu dış güçler dur deyince, savaşın acımasız yüzüyle ağır darbeler aldıkça geri adım attınız. Bu prestijle siz haksız amaç ve araçlarınızı bir kenara koysanız da, askeri açıdan hangi savaş mantığıyla bu yenilgilerinizi yorumlayabileceksiniz. Kimi hangi söylemle kandırabileceksiniz. Basınınızın abartmaları, günü birlik yalanlarla oluşturduğu balonumsu şişkinlikle nereye kadar uçabilirsiniz. Bunlar hangi halkın onurlu erdemli işleri olabilir.

Bilinmeli ki, kendi toprağında tarihiyle, ulusal dinamikleriyle ve haklı talepleriyle dik duran Kürt halkını, yeryüzünün tüm askeri aparatları birleşse de yenemez. Tarih, işgalci güçlerin hiçbir haksız girişimini başarıya kavuşturduğuna tanık olmamıştır. Kendi ideolojik etkileriniz altında olanlar bile size yeter artık deme aşamasına geldi. Ünlü sanatçı Bülent Ersoy’un tepkisini bu noktada önemli bir aşama olarak görmek gerek.


Yapmadığınız, denemediğiniz hiçbir yol kalmadı ancak başaramadınız, çünkü haklı değilsiniz. On binlerce asker, tank, teçhizat, kara ve hava kuvvetleri, onlarca sorti, bil cümle ölüm aygıtıyla operasyon yürütmenin sonucu kocaman bir iflastan ibaret, beyhude bir maceradan ibaret olmasının hesabını kimse sormaz mı sanıyorsunuz. Bu maceralar uğruna bunca kamu malını heder etmeyi hesapsız bırakacak bir halk olamaz.


Bu haksız savaşta orduların işe koşulması gerçekte başlı başına bir aciz ifadesidir. Siyasetin yapmakta yetersiz olduğu hiçbir şeyi ordular başaramamıştır. Başarı gibi görülen mevzi başarılar ise sorunları daha da ağırlaştırmıştır. Ülkenin tüm kaynaklarını emen bir ahtapot olarak ordunun kendi vatandaşları üzerine yığmak istediği bu ölüm sürecinde başarısız çıkması, geri çekilmek zorunda kalması onurlu hiçbir ülkenin, hesapsız bırakacağı bir şey olamaz. Bu ordu kaynaklarından beslendiği Anadolu’nun ortak değerlerini temsilen taşıdığı bir ülkü yoktur. Birliği gerçekçi değildir. Tersine bir bölgeden koparıp aldığı gencecik insanları, emir komuta kanununun gücüne dayanarak ölüme sürerken yaptığı tek şey kardeşi kardeşe katlettirmekten ibarettir. Bunun için tüm varlıklardan analar bu gidişe artık yeter demektedirler. Ülküsüz ordularınızla bu haksız savaşta ağır bir yara aldınız, yenildiniz, bunu örtmenizin de hiçbir olanağı kalmadı.



Aldığınız yenilgi İsrail’in Lübnan’da aldığı yenilgi gibidir. Onlar da Lübnan’a karşı işgale giriştiler, 33 gün savaştılar (12 Temmuz 2006) “mağlup olmazların ordusu” olduklarını sanıyorlardı, dünyanın tüm lojistik gücünü de arkalarına almışlardı. Ama ne oldu, Lübnan direniş hareketinin kararlı vatanseverleri önünde, mağlup oldular, onlarında sizin gibi bahaneleri az değildi. Ancak halk gerçeği çok iyi biliyor. İsrail kendi hezimetine ilişkin, hemen bir meclis yüksek araştırma komisyonu oluşturdu ve bununla yenilgisini sorguladı. Finograd başkanlığında toplanan bu komisyon yakın zamanda sonuçları bütünüyle ilan etti. Konsey “İsrail ilk kez yenilmiştir, suçlu siyasiler ve ordudur” diyerek araştırmasını noktaladı. Çağdaş uygarlık ufuklarında olduğu yanılgısındaki Türkiye Cumhuriyeti ise, her defasında aldığı hezimeti süslü laf kalabalığıyla, başarı olarak halkına pazarladı durdu. Bu çabalar birer yanılgıdan ibarettir. Sokakların sorumsuz çığırtkanlığını halkın desteği sananlar, hezimetlerle bu yanılgının kefaretini ödemeye mahkûmdurlar.


Sokakların vahşet çağlarından kalma çığırtkanlıklarıyla, ortak ülkemizin stratejik çıkarlarını belirlemeye mahkum olmuş siyasetler yalnızca kaos yaratır. Sokak çapulcularının belirlediği siyaset, lağımlara dökülmeye mahkûmdur. Ortak ülkemizi hepimiz için bir anavatana dönüştürmek, özgürlük ve demokrasi kazanımlarımızı bir konsensüsle anayasal hak ve yasalarla koruyarak demokratik bir devlet altında yaşama yeniden kavuşturmak, sokakların sorumsuz çığırtkanlığından çok daha verimlidir. Abesle iştigalden başka bir şey olmayan bu savaşın hezimeti, ülkemizin ve halklarımızın özgürlük ve demokrasi mücadelesinin önünü tıkayanlara bir ders olmalıdır.

Hiç yorum yok: