Sınırları insan erdemleriyle belirlenmiş, ne sınıfsal ne de etnik nedenlere mahkum olmamış doğrularımızla özgürlük ve demokrasi mücadelesini sürdüreceğiz...

BURADAYIZ İŞTE...

OKURLARIMIN DİKKATİNE. BLOGUMDA TEKNİK BİR ARIZA YA DA BİR SALDIRI GERÇEKLEŞMİŞTİ.. ŞİMDİ HER ŞEY YOLUNDA...EMEKLERİMİZ BURADA... SAĞLICAKLA KALINIZ...

PARALEL BİR BLOG DA DEVAM EDİYOR...

Yeni blogun adresi: http://mirural.blogspot.com/

ŞU AN İZLEMEKTE OLDUĞUNUZ BLOG ADRESİ İLE YENİ BLOG ADRESİ BİRBİRİNE ÇOK YAKINDIR. İLGİNİZE TEŞEKKÜRLER.

MİHRAC URAL

...

...

...

...

TÜRK MODERNLEŞMESİ JAKOBENİZM VE BONAPARTİZM

Yener Orkunoğlu

Türkiye'de modernleşme hareketinin tarihini ve modernleşmenin toplum üzerinde yarattığı etkileri incelemek ve aynı zamanda modernleşme konusunda liberal entelektüellerin yarattığı yanılsamaları açığa çıkarmak zorundayız.
Liberal entelektüellerin çarpıttığı bir konu var. Siyasal İslam'ın yörüngesine girmiş bir çok entelektüel, Türkiye'deki Kemalistleri Jakoben olmakla suçlarlar. Yani Jakobenizm, darbeci ve anti-demokrat olmakla özdeşleştirilir. Böylesi bir değerlendirme, Jakobenizmin çarpıtılmasıdır. Kemalizm'i, Jakobenizm olarak değerlendirmek, Jakobenizme karşı bir haksızlıktır. Çünkü Jakobenizm, Fransız Devrimi döneminde küçük burjuvazinin (baldırı çıplakların) radikal bir devrimci hareketi olarak doğdu. Fransız Devrim hareketinin sol kanadını oluşturur.
((Devamı orta sol sutunda))

..

..

Mihrac Ural

Mihrac Ural

Yeniden felsefe okumak


Cumhuriyetin Doğuya sırtını dönmesinin mahkumu idik. Alfabe kırılmasının sonucu da, okuma adına nemiz var nemiz yok, arşivlerin küfüne terk edildi. Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle zaten olmayan okumalara, sıçramalardan oluşan, dengesiz ve sonuçta eksiklikten kaynaklanan bir topallamaya düştük. Bu da, ülkemiz felsefe bilincinin derinlik ve bütünlüğünü oluşturacak zincir halkalarının kopuk olmasını getirmiştir.
Yunan felsefesi akılcılığının Aristo’yla temsil edilen sunumunu, İslami bir yorum ve ilerleyişle ele alan Farabi’de ifadesini bulan akılcılığa karşı, “ Tahafüt el Felasife” diyerek, dünya ve ahiret işinde akıla yer bırakmayan Gazali’nin, bu güne kadar süren tutuculuğundan yana saf belirlemiştir. Gazalinin, “filozoflar”ın aklın hareketinden yana dünyevi olayları yorumlayan yaklaşımlarına karşı yaptığı eleştirilere, aklın bir militanı İbni Rüşt’ün ünlü cevabı olan “Tahafüt el Tahafüt” ü tanımazlıktan gelmiştir. Böylece sağ, Yunan ve batı felsefe okumaları eksiğiyle iki ayağı topal hale gelmiştir. Dayandığı felsefi okumaların karşıtlarını da bilmemekle, sığ kalmıştır.((Devamı sol ana sutunda))

****

****

24 Nisan soykırımı hepimizi katletmişti...

Mihrac Ural

Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi –soykırımı- hepimizi katletmişti. Tam 93 yıldır sürmekte olan zorunlu sürgün ile insanlık sucunda İttihat –Terakki’nin ‘SOYKIRIM’ imzası vardır.

Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır.

Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur.

“Resmi tarih” diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.**19. yy sonlarından başlayarak, Katolik ve Gregoryan (Ortodoks) diyerek birbirlerine kırdırılan, tenkil ve sürgünlerle, mal mülklerine el konularak baskı altında tutulan Ermenilere yönelik soy kırımı, I Dünya savaşının, malum bol bahaneleri altında girişilmiştir (24 Nisan 1915).

Savaş sırasında, önce Ermeni gençlerinin Askere alınarak silahsız bırakılması ve ardından toplu tasfiyelerin yapılması, geride kalan Ermeni halkının Tenkil ve sürgünlerine geçilmesi. Bu konuda talimatların dakik bir biçimde, en yetkili resmi merciler tarafından istenip, izlenmesi. O dönemin Sadrazamı (Başbakanı) Talat Paşa’nın, başından itibaren olayları, dikkatlice takibi, emirler vermesi, istatistik tutması (iskan edecekleri yerde dahi nüfusa göre oranlarının %5 geçmeyecek düzeyde tutulmaları talimatları da dahil) ve bunun en ince ayrıntısına kadar yazılı özel notlarla tescili, Ermenilere reva görülen her şeyin, planlı bir tarzda icra edildiğini göstermeye yeterlidir (Ermeni tehciriyle ilgili Talat Paşa’nın tutanakları için bkz. Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi, 24 Nisan 2006’dan itibaren yayınlanan dizi) Bu, Ermenilere ilişkin, adına ne konulursa konulsun, yapılacak olanların önceden planlanmış eylemler olduğunu gösterir.

Bundan sonra, sonuçlara bakılarak, yapılanlara verilecek ad, tanımlamaya geçilir.*Böylesine planlı ve en ince ayrıntısına kadar takip edilmiş ve bir etnik topluluğa yönelen, sonuçta en iyimser tahminlerle, el yazması tutanaklardaki rakamlarla bir milyon (1000 000) üzerinde Ermenin ölümüne yol açan, kimi şehirlerde nüfusu yüz binlerden sıfıra indiren, çoluk çocuk on binlerce canın etnik yapısını değiştirmek için farklı etnik toplumlara dağıtan, topraklara el koyan, binalarını yıkan, her türden maddi ve canlı servetine el koyup katleden girişimlere, soy kırımından başka bir ad verilemeyeceği görülür.

Bu bir soykırımdır. (..)Osmanlıdan, cumhuriyete süre gelen bu aklın, daha uzun süre yürürlükte olma tehlikesi tüm çıplaklığıyla kendini göstermektedir. Tarihimizle cesurca yüzleşmeden bu aklı toplumsal işlevlerimizden ve geleceğe ilişkin yaşam planlarımızdan söküp atmak güç gibi duruyor.
((*)Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı –Mihrac Ural)

**
Sıranın kendisine gelmeyeceğini sananların dikkatine, bu vatanın birimize değil, hepimize ait olduğunu bir kez daha, bin kez daha yeniden birbirimize kanıtlamakla yükümlü olduğunuzu artık anlamak zorundasınız.

Bilmelisiniz ki, farklılıkları içselleştirmek, onlarla barış içinde yaşamayı fiilen gösterip, haklarını anayasal ve kurumsal güvencelerle kökleştirmek ertelenmez bir görev haline gelmiştir, bu yapılmadıkça bu vatanın hepimize ait olduğuna kimseyi inandıramazsınız.

Mümkünü, imkansız hale getirmeye devam ederseniz, sizi biz farklılar, ayrı varlıklar bile kurtaramaz. Bunun vebali, Hrant Dink’in katline yol açan akıl sistematiğinin kıyımına tek tek ve topluca maruz kalmaktır bilesiniz.
((*)Hrant Dink'in Katli ve Tarihi Gerçekler –Mihrac Ural)


Murat Altunöz’ün Beklenen Kitabı Kırılgan Zamanlar Çıktı…

2002 Ocak ayında başladığımız yolculuğumuza 7 yıldır devam ediyoruz. Karalama Dergisi, ülkenin koşullarına göre bazen inişler ve çıkışlar yaşamamıza rağmen her geçen gün dergimizle daha da büyüyoruz.

Karalama Dergisi olarak;
Şair Nevruz Uğur ve Halil İbrahim Yıldız’ın kitaplarından sonra Karalama’nın Kurucusu ve halen Editörü olan Murat Altunöz’ün Kırılgan Zamanlar adlı kitabını yayımladık.
Geçmiş zamanların, kırılmış, yalnız ve hüzünlü dizelerinde bulduk kendimizi,
Her dize de bir direniş, bir sürgün, bir ayrılık ve özlem var.
((Devamı sol alt sutünda))

...

...

Yerel Çeteleşmenin Boyutu...

Murat Altunöz /Gazeteci

Çeteleşme yıllar sonra Ergenekon operasyonuyla tekrar gündeme geldi. Eskiden bildiğimiz mafya sistemi çökmüş artık daha organize ve daha profesyonel bir hal alan almıştır.Bazı yazarlar, Emekli Polisler ve Emekli askerlerinde içinde bulunduğu yeni bir yapı ortaya çıktı.Aslında bu tür çeteleşmeler yıllardır hep ülkemizde vardır. Ama bu hafta benim bahsetmek istediğim yerel çetelerdir. malesef son yıllarda ciddi anlamda yerel çeteleşme ve Organize suçlarda bir çoğalma vardır. Zaten Hatay il Emniyet Müdürü Osman Çapalı'da bu konuya dikkat çekerek " Bireysel suçlar artık organize suçlara kaymıştır" demiştir.
((Devamı sol ana sutunda))


İNTERAKSİYON

Faiz Cebiroğlu
Her gelişim, karşılıklıdır. Her ileriye yönelik değişim, bir interaksiyondur. İnteraksiyon, karşılıklı etkileşim oluyor. İnsanlar, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek sosyal yönlerini geliştiriyorlar. Sosyal yönünü geliştiren insan, aldığı öğreti ve deneyimlerle bireysel yönünü ”işleyerek” yapılandırıyor. Yapılanma, ”özbilinç” ve ”özgüven” ile nitelik bir hal alıyor.

İnteraksiyon ya da karşılıklı etki, yaşadığımız toplumda, değişik yer ve ortamlarda farklı farklı oluyor. Dille başlayan diyaloğa; insanların bulunduğu yaşam tarzları, çalışma biçimleri ve kısacası sahip oldukları sınıfsal konumları da ekleniyor. Sosyal sınıf, gelişimde ”ana halka” oluyor. Sosyal sınıf, ileriye yönelik değişimin ”can alıcı noktasını” oluşturuyor.

(Devamı orta ana sütunda )
http://mirural.blogspot.com/

...

...

Yabancılaşmanın Dinamiği


Mihrac Ural

Yabancılaşma, insanlık ailesini birbirine yakınlaştıran, farklarını hızla öteleyen özel mülkiyeti ve olumsuz sonuçlarını bile köşeye sıkıştırma işlevi gören sonuçlarıyla, olumsuz değil çok olumlu bir role sahiptir. Tarihsel süreciyle derinleşip geliştikçe gerçekleşen yabancılaşma, insana çok daha cüretkâr olma, çok daha özgürce beyin labirentlerinde kurguladığı fantezileri yaşama ve bunu yaparken de dar anlamda aile, mahalle gibi klancı darlığın etkiler altında kalmayıp, geniş anlamda da ulusal sınırları aşıp belki başlangıcı sanal âlemin nimetleriyle, bilgi çağının iletişim olanaklarıyla bu tutku ve arzularının doruklarını zorlama şansını elde etmektedir.Yabancılaşma olmasaydı, emeğin sosyal etkilerinden bahsetmemiz mümkün olamazdı. Emek ne kadar sahibinden uzaklaşır, ne kadar sahibine belirgin olmaktan çıkarsa, o kadar evrensel ölçeklerde hizmet sunmaya başlamış demektir. Ve bir o kadar kültürel farklılıklarını hesaba katmadan ( renk, ırk, ulus, coğrafya, bölge farkı tanımadan) insan türüne ait hale gelmiş demektir.
((Devamı orta ana sol sütunda: ))
http://mirural.blogspot.com/

..

..

MİLLİ MARŞLAR

Ayşe Hür
1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı ‘Tre Trallade Jantor’dur. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkar ve ‘Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr….’diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası olayı "centilmen Türk seyircisinden jest" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi…
“Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur/Katibimin setresi uzun eteği çamur… diye başlayan ünlü türkünün bestesi 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’daki Selimiye Kışlası’nda kalan ‘eteklikli’ İskoç Alayı’na moral vermek için yazılmış ‘Donsuz askerler…’ diye başlayan bir asker şarkısıdır. II. Mahmut döneminde (1808-1826) modernleşme çabaları sırasında askerlere giydirilen setre ve pantolon mutaassıp çevreler tarafından ‘sokağa donla çıkmakla’ eşdeğer görülmüş, özellikle de ‘gavur mukallitliği’ denilen bu modernleşme hareketine çabuk uyum gösteren eli yüzü katipler halkın diline düşmüştür. Bir İstanbul külhanbeyi, bu katiplerle alay etmek için, Üsküdar yolu üzerinde olan Selimiye Kışlası’nda kalan İskoç askerleri için yazılan marşın müziğine Türkçe sözler yazar ve ünlü Katibim türküsü ortaya çıkar.
1974 Kıbrıs ‘Barış Harekatı'ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkumları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.

((devamı sol büyük sütunda))

31 Mart 2008 Pazartesi

TEK PARTİ OLSUN, TEMİZ OLSUN !

Ayşe Hür
16 Eylül 1924’te Trabzon’da bir konuşma yapan Mustafa Kemal, başkanı olduğu Cumhuriyet Halk Fırkası’nın meziyetlerini, kendisinin ülke için ne önemli işler yaptığını anlatmış, parti başkanlığını bırakmadan cumhurbaşkanı olduğu için kendisini eleştirenlere adeta meydan okuyarak “Bütün cihan bilsin ki benim için bir taraflık vardır, O da cumhuriyet taraftarlığı” demişti. Ama herkes bu ‘bir taraf’ın aslında Cumhuriyet Halk Fırkası olduğunu anlamıştı. Nitekim birkaç gün sonra Samsun’da konuya açıklık getirdi: Ona göre mevcut partiden ayrılmak fikri ‘alelade particilikti ki memleket ve milletin huzur ve emniyet şartları, henüz böyle bir parçalanmaya izin verecek durumda’ değildi! Görülen oydu ki, çok partili düzene geçmeye hevesli olanlar, ‘memleketi bölmeye niyetli hainler’ olarak yaftalanacaklardı. Ancak bunu göze alanların olduğu kısa sürede anlaşıldı.
TERAKKİPERVERLER. 17 Kasım 1924’te, yeni bir partinin kurulduğu haberi kamuoyuna bomba gibi düştü. CHF’li 22 milletvekili tarafından kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın (TpCF) kurucuları arasında Kazım (Karabekir) Paşa gibi muhafazakar milliyetçiler, Rauf (Orbay) gibi meşrutiyetçiler, Ali Fuat (Cebesoy) gibi sabık Bolşeviklik sempatizanları, İsmail (Canpolat) gibi İttihatçılar, Adnan (Adıvar) gibi bilim adamları, Hüseyin Avni (Ulaş) gibi liberaller vardı ama adları hemen ‘Sarıksız Muhafazakarlar’a çıkmıştı. Halbuki parti programı, Prens Sabahattinci liberalizmden izler taşıyordu. Partinin, esas olarak, yeni devlette yapılması kaçınılmaz olan devrimlerin hızı ve derinliği konusunda Mustafa Kemal’den farklı düşündüğü, daha tedrici bir dönüşümü savundukları anlaşılıyordu. Yani en iyi ihtimalle, CHF’den daha az otoriter, daha az merkeziyetçi ve daha az köktenciydiler.
Beklendiği üzere parti, Mustafa Kemal’in büyük tepkisi ile karşılaştı. Mustafa Kemal, 21 Kasım 1924’de The Times gazetesinin İstanbul muhabiri Mr. Macartney’e “Terakkiperverlerin cumhuriyetçilikleri içtenliksiz, programları sahte, kendileri de düpedüz gerici” demişti. Üstelik Gazi bunları söylerken çok öfkelenmiş, yüzü kıpkırmızı kesilerek, muhalefetin her bir üyesini teker teker anmış; onların her şeylerini borçlu bulundukları kendisine karşı nankörlük ettiklerini ve vatan haini olduklarını söylemişti. Hatta gazeteci bu hiddet karşısında, Paşa’yı yatıştırmak zorunda kalmıştı.
İRTİCA ÖCÜSÜ. Mustafa Kemal’in bir diğer iddiası partinin kendisini kıskanan bir dizi gözden düşmüş general ve siyasetçi tarafından oportünist kaygılarla kurulmuş olduğu idi. Daha sonra Nutuk’ta ‘Akim Kalan Paşalar Komplosu’ olarak yer alan bu iddiaya göre, bazı paşalar, Meclis’teki muhalif milletvekillerinin oluşturduğu İkinci Grup üyeleri aracılığıyla bütün yurtta halkı Mustafa Kemal’e karşı kışkırtmak için yurt içinde bir takım gizli örgütler kurma çabası içindeydiler. Bir diğer suçlama ise TpCF’nin programının ve tavrının ‘irticayı cesaretlendirdiği’ idi. Oysa bu iddianın dayandırıldığı 6. maddede sadece şunlar yazıyordu: “Parti dinsel düşünce ve inançlara saygılıdır.” Ayrıca programda Halifeliğin geri getirilmesi talebi olmadığı gibi dinin önemine dair en ufak bir atıf yoktu.
‘KAN DÖKÜLECEKTİR’. İlk parti örgütü Urfa’da kuruldu. Bunu Sivas, İstanbul, Ankara ve İzmir izledi. Ancak, 13 Şubat 1925’te patlak veren Şeyh Said İsyanı, ülkedeki tüm muhaliflere yönelik genel bir sindirme kampanyasının başlamasına vesile olurken, fırtınadan TpCF de nasibini aldı. İddialara göre, ülkede demokrasinin yıllarca askıya alınmasını sağlayan 3 Mart 1924 tarihli Takrir-i Sükun Kanunu çıkmadan bir süre önce, Başbakan Fethi Bey, TpCF Genel Başkanı Kazım Karabekir’i ziyaret ederek “Size fırkanızı kendi kendinize dağıtmanızı tebliğe beni memur ettiler. Dağıtmazsanız istikbali karanlık görüyorum. Kan dökülecektir” demişti.
Karabekir bu tehdite papuç bırakmadı ama isyancılar için kurulan Şark İstiklal Mahkemesi’nde ‘ayaklanmayı dolaylı olarak kışkırtmak’ suçlamasıyla yargılananlar arasında TpCF Urfa Genel Sekreteri Fethi Bey de vardı. Hiçbir kanıt olmadığı halde Fethi Bey 5 yıl hapse mahkum edildi ve bölgesindeki TpCF şubeleri kapatıldı. Ankara İstiklal Mahkemesi ise partinin İstanbul şubesinden bir grup aleyhine ‘dini siyasete alet etmek’ suçundan dava açtı ve 5-15 yıl arasında hapis cezaları verdi. Parti 3 Haziran 1925’te Hıyanet-i Vataniye Kanunu uyarınca kapatıldıktan sonra da devletin TpCF’cilere kini bitmedi. 1926 yazında İzmir’de Mustafa Kemal’e İzmir’de suikast girişimine katıldıkları gerekçesiyle TpCF’li milletvekillerinden Halit (Akmansü) Bey dışındakilerin hepsi tutuklandı, bunlardan altısı şüpheli delillerle idam edildi.
99 GÜNLÜK ‘GÜDÜMLÜ’ MUHALEFET
1929 Dünya Büyük Buhranı halkın mevcut yönetimden şikayetlerini şiddetlendirmişti. Halkın tepkisini mevcut sistemde radikal bir değişiklik yapmadan yatıştırmak için güdümlü bir parti kurulmasına karar verildi. Bunun için, 1925 Takrir-i Sükun Kanunu görüşmeleri sırasında güvensizlik oyu verilerek istifaya zorlanan, ardından milletvekilliğinden istifa ederek Paris büyükelçiliğine gönderilen Ali Fethi (Okyar) Bey seçilmişti. Mustafa Kemal’in çok eski bir arkadaşı olan Fethi Bey, 22 Temmuz 1930’da, iki aylığına Paris’ten İstanbul’a döndüğünde, Yalova’da bulunan Mustafa Kemal’e bir telgraf çekerek hürmetlerini arz etmek istemiş, ama kendisinden Yalova’ya gelmesi istenmişti.
İSTİBDAT MANZARASI. Arkadaşı Rize mebusu Fuat (Bulca) Bey’in “Sana bir muhalif fırka teşkili teklif olunacaktır. Sakın bu teklife kapılma (..) Sana yazık olur” uyarısını dinlemeyen Fethi Bey, Yalova’da Mustafa Kemal’in “Bugünkü manzaramız aşağı yukarı bir diktatüre manzarasıdır (..) Halbuki ben cumhuriyeti şahsi menfaatim için yapmadım. Hepimiz faniyiz. Ben öldükten sonra arkamda kalacak müessese, bir istibdat müessesesidir. Ben ise millete miras olarak bir istibdat müessesesi bırakmak ve tarihe o suretle geçmek istemiyorum” şeklindeki sözleri üzerine “Rica ederim, beni İsmet Paşa ile karşı karşıya getirmeyiniz” demişti. Mustafa Kemal ise, İsmet Bey’le Fethi Bey’i yüz yüze getirerek bu direnişi kırmıştı. Bu toplantıda İsmet Bey, kurulacak yeni partiye 40-50 milletvekili vermeyi vaat etmiş, Fethi Bey, 120 milletvekili istemiş, sonunda 70 milletvekilinde anlaşılmıştı. Fethi Bey ardından Mustafa Kemal’e tarafsız kalıp kalmayacağını sormuş, Mustafa Kemal “Tabii, ben bitaraf[tarafsız] olacağım” diye söz vermişti. Demek ki, 1924’te Trabzon’da ‘elbette bir tarafın’ diyen Mustafa Kemal yoktu artık…
Fethi Bey bu görüşmeyi şöyle özetlemişti: “Gazi ile görüştük. Bana ille ikinci bir fırka kurup başına geçeceksin, dedi. Kabul ettim. Anlaşmamıza göre, kuracağım fırkanın CHF’den esaslı bir farkı olmayacak. Zaten iki fırkanın da yüksek idareleri ellerinde olacaktır. Gazi benim fırkamın da taraflısıdır. Seçimlerde her iki fırkanın namzetlerini o tayin edecektir. Anlaşılıyor ki, tek fırkanın doğurduğu murakabesizlikten, idaresizlikten bıkmıştır.”
BATI’NIN GÖZÜNE GİRME. Mustafa Kemal’in bu partiyle bir süredir başına buyruk davranan İsmet İnönü’ye gözdağı vermeyi veya gizli muhaliflerini ortaya çıkarmayı hedeflemiş olması da mümkündür ancak o günlerde ABD’nin Türkiye Büyükelçisi olan Joseph C. Grew dikkatimizi başka bir konuya çeker: “Gazi yavaş yavaş şu görüşe varmıştır ki, tek parti sistemi Avrupa ve Batı ile karşılaştırılınca Türkiye için bir aşağılık işaretidir. Amerikalı ve Avrupalı yazarlar son günlerde çoğunlukla şekil bakımından Batılı, fakat gerçekte Doğulu olarak tasvir ettikleri Türk diktatörlüğünden çok söz etmişlerdir. Türkiye’nin bu şekilde gösterilmesi Gazi’nin gözüne çarpmış ve hiç hoşuna gitmemiştir.”
Gerçekten de, TBMM Başkanı Kazım Özalp, Yalova’da Mustafa Kemal’e şunları söylemişti: “Geçenlerde Viyana’da bulunduğum zaman Neue Freie Presse gazetesi benden mülakat istemiş ve ‘Türkiye’de kaç siyasi parti vardır?’ sualini sormuştu. ‘Bizde yalnız bir fırka vardır’ cevabını verdim.Gazeteci hayret etti: ‘Hükümet işleri sadece bir fırka ile nasıl kontrol edilebilir. O halde sizde parlamento murakabesi de yok demektir’ dedi. Kendisine tatmin için bizdeki sistemi izah edip ‘Hayır, bizde murakabe vardır, fakat bizim kendimize mahsus tarzımız vardır. Biz hükümeti fırkada ve encümenlerde kontrol ederiz. Böylelikle de ülkemizde çok fırkaların varlığından kopup gelen sakıncaların tesirlerini önledik’ dedim. Gazeteci ertesi gün söylediklerimi aynen yazmakla beraber –kendi tabiriyle- ‘Şu budalaya bakın: Avrupa’nın ortasında bize parlamento dersi vermeye gelmiş’ mealinde bir de fıkra ilave etmişti. Hakikaten bizim Meclis’in vaziyetini izah etmek güçtür.”
Batı’ya hoş görünmenin alt başlığı olarak, Fransız bankacılık sektörü tarafından tanınan ve sevilen bir kişi olan Fethi Bey sayesinde, ihtiyaç duyulması halinde, Lozan’la yüklenilen Osmanlı borçlarının ertelenmesi ya da Fransa’dan kredi alınmasının kolay olacağı da düşünülmüş olabilirdi.
DANIŞIKLI MEKTUPLAŞMA. Mustafa Kemal, kamuoyunun tepkisini ölçmek için yeni partiye ilişkin birkaç haberin yayınlanmasını istemişti. Bu amaçla Vakit gazetesinden Asım Us, Yalova’ya çağrıldı ve ne tip haberler yayınlanacağı üzerinde anlaşıldı. Fethi Bey, TpCF deneyiminin doğurduğu ihtiyatla, ileride ‘vatana ihanet’le suçlanmaktan korktuğunu ima edince Mustafa Kemal “Bana fırka teşkili arzusunda bulunduğunuzu bir mektupla bildirir ve bunu nasıl telakki edeceğimi sorarsınız. Ben de cevaben hüsnü telakki edeceğimi bildirdikten sonra ise başlarsınız” demişti. 7 ağustosta Fethi Bey ‘danışıklı’ mektubu yolladı. Mustafa Kemal 110 Ağustos’ta Cumhuriyet gazetesi aracılığıyla olumlu cevabını verdi. Başbakan İsmet İnönü ve Meclis Başkanı Kazım Özalp’den de olumlu mesajlar gelince Fethi Bey’in içi iyice rahatlamıştı.
HALKIN İLGİSİ. 12 Ağustos 1930 tarihinde –resmi adıyla- ‘Serbest Layık, Cumhuriyet Fırkası’ (Serbest Fırka, SCF) kurulduğunda halk durumu yorumlamakta evvela güçlük çekti. Ancak Fethi Bey’in“Her şeyden evvel müzmin hale gelen iktisat buhranına çare bulacağız, mecliste hükümeti açıkça tenkit edeceğiz” şeklindeki açıklamalarıyla ortalık hareketlenmeye başladı. Mustafa Kemal’in nezaretinde yazılan parti programının hem ticaret burjuvazisine, hem büyük toprak sahiplerine hem de çalışan kesimlere aynı anda seslenmesi bile garipsenmemiş hatta bu kapsayıcılık herkesi sevinmişti. Bir süre sonra şu veya bu nedenle iktidardan memnun olmayanlar partinin etrafında kümelenmeye başladılar.
BÖLÜCÜLÜK VE İRTİCA. Ağustos sonlarına doğru, partiye 13 bine yakın üye kaydı yapılmıştı. İlgi arttıkça Fethi Bey işi daha çok ciddiye almaya başlamıştı. Her gün, CHF’yi köşeye sıkıştıran yeni eleştiriler yapıyordu. Bu bağlamda CHF’nin demiryolları, memur maaşları, şeker tekeli politikaları mercek altına alınmıştı. Ancak, bu durum doğal olarak CHF’de rahatsızlık yaratmaya başladı. Zaten ‘transfer’ söz verilen 70 milletvekili, 14’te kalmıştı. Ardından SCF üyelerinin niteliklerini karalayıcı yayınlar başladı. CHF Genel Sekreteri Hilmi Uran bu kesimleri şöyle tarif ediyordu “…Ağrı’nın hesabını soracağız diyen Kürtler, milliyetleri kabaran Araplar, belediyeden ceza gören esnaf, polis tazyikinden kurtulmak isteyen irili ufaklı her çeşit serseri, kumarbaz, esrarkeş ve kaçakçı, hatta komünizm fikrini benimseyenler, inkılaplara son verileceğini zanneden mutaassıp tabaka…” Gazetelerde SCF’nin irticaya açık kapı bıraktığı iddiaları boy gösteriyor, ‘S.C. Fırkasında Sarıklılar’ şeklinde haberler çıkıyordu.
GAZİYE RAKİP Mİ?. Fethi Bey’in eylüldeki Ege seyahati iplerin iyice gerilmesine neden oldu. Halk meydanları dolduruyor, kürsüye fırlayanlar ateşli konuşmalar yapıyorlar,SCF yanlıları “Yaşasın Gazi, yaşasın Fethi Bey” diye bağırıyorlardı. SCF’nin kalesi olan İzmir’de, limandaki ameleler grev yaparak Fethi Bey’e hoş geldin demişler, hapishanelerde bile olaylar çıkmıştı. Bir de ölüm olayının olması sonun başlangıcını getirdi. İddialara göre Mustafa Kemal çıkan olaylardan rahatsız olmuştu ama asıl rahatsızlığının Fethi Bey’e gösterilen ilgi olduğu tahmin edilebilirdi. Başta tarafsızlık sözü veren Mustafa Kemal, 10 Eylül’de Anadolu gazetesine “Ben Halk Fırkası ile beraberim ve o fırkanın başıyım!” şeklinde bir beyanat verdi. Adeta, SCF’ye destek verenlere aslında kime muhalefet ettiklerini hatırlatıyordu.
‘TÜRK-GAYRİ TÜRK’ ÇEKİŞMESİ. Ekim ayındaki belediye seçimleri sırasında CHF ile SCF arasındaki gerginlik en üst seviyeye çıktı. Cumhuriyet ve Anadolu gazetelerinde SCF’nin listesinde altı Rum, dört Ermeni ve üç Yahudi olmasından bahisle, gayri Müslimlerin ‘Türklük karşıtlığı’ esasında SCF etrafında toplandığı, CHF’nin listesinde ise sadece Türklerin olduğu anlatılarak kadim gayrimüslim düşmanlığından medet umuluyordu.
Seçimler, İttihatçıların 1912’deki ‘Sopalı Seçimleri’ni andıran bir sertlikte geçti. Bazı yerlerde SCF’lilerin oy kullanmalarına engel olundu, Edirne’de seçmenlere silahlı saldırılar oldu. Bütün baskılara rağmen SCF’nin 502 belediyeden 22’sini kazandığı anlaşılacaktı. (Resmi açıklama 15 Aralık’ta yapılmıştı.) Bu sayı aslında yüksekti, çünkü SCF zaten çok az yerde seçime katılabilmişti. Öte yandan genel olarak katılım çok düşüktü. Örneğin İstanbul’da halkın ancak yüzde 17’si seçimlere katılmıştı ki, bu halkın rejimi bir anlamda protesto ettiğini düşündürüyordu.
VE OYUN BİTİYOR. Sonunda beklenen oldu ve ‘particilik oyunu’nun hesaplandığı gibi gelişmediğini gören Ankara duruma el koydu. Fethi Bey, Mustafa Kemal ve İsmet İnönü ile birlikte hazırladığı dilekçeyi 17 Kasım 1930'da Dahiliye Vekâleti'ne verdi. Fethi Bey, dilekçede "...fırkanın,Gazi hazretlerine karşı siyasi mücadeleye girmesi ihtimalini hadd-i zatında bertaraf ediyorum…" diyerek SCF'nin feshine karar verdiğini açıklıyordu. Böylece 99 günlük ‘oyun’ bitirilmiş, güvenli totaliter rejime dönülmüş, herkes rahat bir nefes almıştı.
VATAN HAİNLERİ MEMLEKET DIŞINA!
Sadece CHF’ye tehlike yaratacak partilere karşı değil, küçük partilere karşı da acımasız davranılmıştır. Örneğin 1930’da üç küçük parti girişimi daha vardı. Bunlardan Ahali Cumhuriyet Fırkası (ACF), Abdülkadir Kemalî (Öğütçü) Bey tarafından Eylül ayında kuruldu. Abdülkadir Bey, Birinci Meclis’te Kastamonu mebusu idi ve bir ara İstiklal Mahkemesi başkanlığı yapmıştı. Daha sonra rejimle ters düşmüş ve Adana’da yayınladığı Tok Söz gazetesindeki yazılarından dolayı Takrir-i Sükun döneminde İstiklal Mahkemelerinde yargılanmıştı. Partisi, birkaç güney ilinde şube açmaktan ileri gidemediği halde, Aralık 1931’de kapatıldı. 29 Aralık 1931 tarihli Vakit gazetesi “Abdülkadir Kemalî İskenderun’a kaçmış” diye müjdeyi veriyordu. (İskenderun o sırada Suriye sınırları içindeydi.) Cumhuriyet gazetesi kaçışı, Ankara’nın gözünden yorumluyordu: “Vatana ihanetini en evvel kendisi anlamıştır”. 18 Mart 1931 tarihli Cumhuriyet’teki “Antakya’da bulunan Abdülkadir Kemalî’nin vaziyeti pek fenadır. Arzuhalcilikle geçinmeye çalışmaktadır” satırları ise ‘vatana ihanet eden’ pek çok aydını bekleyen kaderi özetliyordu.
Aynı günlerde kuruluş dilekçesini veren Türk Cumhuriyet Amele ve Çiftçi Partisi (TCAÇP), kurucusu Edirneli Mimar Kazım Tahsin Bey’in siciline yanlışlıkla düşüldüğü sanılan ‘komünist’ notu yüzünden daha başından engellendi. Böylece, parti tüzüğündeki ‘Gazi Mustafa Kemal Hazretlerinin yol gösteriliciliğinin benimsendiği’ ibaresi güme gitti!
ARİF ORUÇ’UN ÇİLESİ. Lâyık Cumhuriyetçi İşçi ve Çiftçi Fırkası (LCİÇF) ise, o sıralarda 35 yaşında olan gözükara gazeteci Arif Oruç’un girişimi idi. Arif Oruç, Milli Mücadele sırasında Eskişehir’de, Çerkez Ethem’in desteği ile Yeni Dünya adlı ‘komünist’ gazeteyi yayınlamış, Haziran 1926’da Mustafa Kemal’e İzmir’de yapılan suikast girişiminden dolayı yargılanmış ama beraat etmişti. 1930’da Serbest Fırka’ya girip, gazetesi Yarın ile partiye destek verdiğinde Ali Naci’nin (Karacan) gazetesi İnkılap Arif Oruç’u ‘vatan haini’ ilan etmişti. Nitekim, SCF kapatıldıktan sonra Arif Oruç hapse mahkum oldu, gazetesi kapatıldı. Hayatını kazanmak için kundura boyası dükkanı açtı. Ama devlet peşini bırakmadı. 1933’te bir gece yarısı evinden apar topar alınarak Bulgaristan’ın Şumnu şehrine postalandı.
Bulgaristan’da medrese hocalığı yaptı ve Yarın’ı yayınlamaya devam eden, 1934’te Türkiye’nin isteği üzerine Bulgarlar tarafından Yugoslavya’ya sürülen Arif Oruç, 1937 yılında Türkiye'ye döndü ve idam talebiyle yargılandığı Ağır Ceza Mahkemesi'nde beraat etti. Kendisi hakkında bir zamanlar ‘vatan haini’ başlığını atan Ali Naci Karacan, 1950 yılında Milliyet gazetesini çıkardığında, muhtemelen vicdan azabı ile, Arif Oruç’u ‘Ayhan’ takma imzasıyla kadrosuna almıştı. Bir gün bu esrarlı ‘Ayhan’ın yazıları çıkmaz oldu. 10 Ekim 1950’de Milliyet'te, Ali Naci Karacan imzalı yazı fazlasıyla ironikti: "Fikir ve siyasi hayatımızda yeni merhaleler açmış olan kıymetli mütefekkir ve muharrirlerimizden Arif Oruç'u kaybettik..."
Baştaki sorumuza dönersek, Mustafa Kemal ve arkadaşları halkı demokrasiye hazırlama konusunda samimiydiler? Kanımca hayır. 1923’ten 1945’ e kadarki süreç halkı demokrasiye hazırlamayı amaçlayan ‘vesayetçi demokrasi’ olarak tanımlanabilecek geçici bir dönem değildir, aksine başından beri hedeflenen bir durumdur. Kemalist elitler, mirasçısı oldukları İttihatçı geleneğe uygun olarak, bilinçli olarak liberal ideolojiyi ve parlamentarizmi reddetmişler, devleti merkeze koyan, ordudan güç alan, liderliği yücelten otoriter bir rejimi seçmişlerdir. Örneğin Mustafa Kemal’in yakın çevresinden Falih Rıfkı’ya göre “Demokrasi dedikleri şey, bizzat şeriattır. Hürriyet dedikleri şey, katillerin başıboşluğu, hırsızların serbestliği, cürümsüz, cezasız ve inzibatsız bir serseriler saltanatıdır. Bu, dolandırıcının polise, müfterinin mahkemeye karşı hareketidir. Bu bir anarşist hareketidir. Ahlak, namus, haysiyet, şeref, aile, her şey paçavraya çevrilmiştir.” Bütün bu olumsuzlukları göğüsleyerek, hatta kellerini koltuğa alarak, muhalefet yapmaya yeltenenleri yola getirmek hiç de zor olmamıştır.
Kaynakça: Ahmet Ağaoğlu, Serbest Fırka Hatıraları, Nebioğlu Yayınları, İstanbul; Cem Emrence, 99 Günlük Muhalefet: Serbest Cumhuriyet Fırkası, İletişim Yayınları, İstanbul, 2006; Joseph C. Grew, Gazi ve İsmet Pasa: Çalkantılı Dönem: 1922-1932, Örgün Yayınları, İstanbul, 2005; Ali Fethi Okyar, Serbest Cumhuriyet Fırkası Nasıl Doğdu, Nasıl Fesh Edildi, İstanbul, 1987; Üç Devirde Bir Adam, Yay. Haz. Cemal Kutay, Tercüman Tarih Yayınları, İstanbul, 1980; Eric Jan Zürcher, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (1924-1925), İletişim Yayınları, 2003; Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetimi’nin Kurulması, 1923-1931, Tarih Vakfı Yayınları, 2005; Hilmi Uran, Hatıralarım, Ankara, 1959.
Not: Taraf Gazetesi’nin 23 Mart 2008 tarihli nüshasında yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok: