Sınırları insan erdemleriyle belirlenmiş, ne sınıfsal ne de etnik nedenlere mahkum olmamış doğrularımızla özgürlük ve demokrasi mücadelesini sürdüreceğiz...

BURADAYIZ İŞTE...

OKURLARIMIN DİKKATİNE. BLOGUMDA TEKNİK BİR ARIZA YA DA BİR SALDIRI GERÇEKLEŞMİŞTİ.. ŞİMDİ HER ŞEY YOLUNDA...EMEKLERİMİZ BURADA... SAĞLICAKLA KALINIZ...

PARALEL BİR BLOG DA DEVAM EDİYOR...

Yeni blogun adresi: http://mirural.blogspot.com/

ŞU AN İZLEMEKTE OLDUĞUNUZ BLOG ADRESİ İLE YENİ BLOG ADRESİ BİRBİRİNE ÇOK YAKINDIR. İLGİNİZE TEŞEKKÜRLER.

MİHRAC URAL

...

...

...

...

TÜRK MODERNLEŞMESİ JAKOBENİZM VE BONAPARTİZM

Yener Orkunoğlu

Türkiye'de modernleşme hareketinin tarihini ve modernleşmenin toplum üzerinde yarattığı etkileri incelemek ve aynı zamanda modernleşme konusunda liberal entelektüellerin yarattığı yanılsamaları açığa çıkarmak zorundayız.
Liberal entelektüellerin çarpıttığı bir konu var. Siyasal İslam'ın yörüngesine girmiş bir çok entelektüel, Türkiye'deki Kemalistleri Jakoben olmakla suçlarlar. Yani Jakobenizm, darbeci ve anti-demokrat olmakla özdeşleştirilir. Böylesi bir değerlendirme, Jakobenizmin çarpıtılmasıdır. Kemalizm'i, Jakobenizm olarak değerlendirmek, Jakobenizme karşı bir haksızlıktır. Çünkü Jakobenizm, Fransız Devrimi döneminde küçük burjuvazinin (baldırı çıplakların) radikal bir devrimci hareketi olarak doğdu. Fransız Devrim hareketinin sol kanadını oluşturur.
((Devamı orta sol sutunda))

..

..

Mihrac Ural

Mihrac Ural

Yeniden felsefe okumak


Cumhuriyetin Doğuya sırtını dönmesinin mahkumu idik. Alfabe kırılmasının sonucu da, okuma adına nemiz var nemiz yok, arşivlerin küfüne terk edildi. Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle zaten olmayan okumalara, sıçramalardan oluşan, dengesiz ve sonuçta eksiklikten kaynaklanan bir topallamaya düştük. Bu da, ülkemiz felsefe bilincinin derinlik ve bütünlüğünü oluşturacak zincir halkalarının kopuk olmasını getirmiştir.
Yunan felsefesi akılcılığının Aristo’yla temsil edilen sunumunu, İslami bir yorum ve ilerleyişle ele alan Farabi’de ifadesini bulan akılcılığa karşı, “ Tahafüt el Felasife” diyerek, dünya ve ahiret işinde akıla yer bırakmayan Gazali’nin, bu güne kadar süren tutuculuğundan yana saf belirlemiştir. Gazalinin, “filozoflar”ın aklın hareketinden yana dünyevi olayları yorumlayan yaklaşımlarına karşı yaptığı eleştirilere, aklın bir militanı İbni Rüşt’ün ünlü cevabı olan “Tahafüt el Tahafüt” ü tanımazlıktan gelmiştir. Böylece sağ, Yunan ve batı felsefe okumaları eksiğiyle iki ayağı topal hale gelmiştir. Dayandığı felsefi okumaların karşıtlarını da bilmemekle, sığ kalmıştır.((Devamı sol ana sutunda))

****

****

24 Nisan soykırımı hepimizi katletmişti...

Mihrac Ural

Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi –soykırımı- hepimizi katletmişti. Tam 93 yıldır sürmekte olan zorunlu sürgün ile insanlık sucunda İttihat –Terakki’nin ‘SOYKIRIM’ imzası vardır.

Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır.

Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur.

“Resmi tarih” diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.**19. yy sonlarından başlayarak, Katolik ve Gregoryan (Ortodoks) diyerek birbirlerine kırdırılan, tenkil ve sürgünlerle, mal mülklerine el konularak baskı altında tutulan Ermenilere yönelik soy kırımı, I Dünya savaşının, malum bol bahaneleri altında girişilmiştir (24 Nisan 1915).

Savaş sırasında, önce Ermeni gençlerinin Askere alınarak silahsız bırakılması ve ardından toplu tasfiyelerin yapılması, geride kalan Ermeni halkının Tenkil ve sürgünlerine geçilmesi. Bu konuda talimatların dakik bir biçimde, en yetkili resmi merciler tarafından istenip, izlenmesi. O dönemin Sadrazamı (Başbakanı) Talat Paşa’nın, başından itibaren olayları, dikkatlice takibi, emirler vermesi, istatistik tutması (iskan edecekleri yerde dahi nüfusa göre oranlarının %5 geçmeyecek düzeyde tutulmaları talimatları da dahil) ve bunun en ince ayrıntısına kadar yazılı özel notlarla tescili, Ermenilere reva görülen her şeyin, planlı bir tarzda icra edildiğini göstermeye yeterlidir (Ermeni tehciriyle ilgili Talat Paşa’nın tutanakları için bkz. Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi, 24 Nisan 2006’dan itibaren yayınlanan dizi) Bu, Ermenilere ilişkin, adına ne konulursa konulsun, yapılacak olanların önceden planlanmış eylemler olduğunu gösterir.

Bundan sonra, sonuçlara bakılarak, yapılanlara verilecek ad, tanımlamaya geçilir.*Böylesine planlı ve en ince ayrıntısına kadar takip edilmiş ve bir etnik topluluğa yönelen, sonuçta en iyimser tahminlerle, el yazması tutanaklardaki rakamlarla bir milyon (1000 000) üzerinde Ermenin ölümüne yol açan, kimi şehirlerde nüfusu yüz binlerden sıfıra indiren, çoluk çocuk on binlerce canın etnik yapısını değiştirmek için farklı etnik toplumlara dağıtan, topraklara el koyan, binalarını yıkan, her türden maddi ve canlı servetine el koyup katleden girişimlere, soy kırımından başka bir ad verilemeyeceği görülür.

Bu bir soykırımdır. (..)Osmanlıdan, cumhuriyete süre gelen bu aklın, daha uzun süre yürürlükte olma tehlikesi tüm çıplaklığıyla kendini göstermektedir. Tarihimizle cesurca yüzleşmeden bu aklı toplumsal işlevlerimizden ve geleceğe ilişkin yaşam planlarımızdan söküp atmak güç gibi duruyor.
((*)Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı –Mihrac Ural)

**
Sıranın kendisine gelmeyeceğini sananların dikkatine, bu vatanın birimize değil, hepimize ait olduğunu bir kez daha, bin kez daha yeniden birbirimize kanıtlamakla yükümlü olduğunuzu artık anlamak zorundasınız.

Bilmelisiniz ki, farklılıkları içselleştirmek, onlarla barış içinde yaşamayı fiilen gösterip, haklarını anayasal ve kurumsal güvencelerle kökleştirmek ertelenmez bir görev haline gelmiştir, bu yapılmadıkça bu vatanın hepimize ait olduğuna kimseyi inandıramazsınız.

Mümkünü, imkansız hale getirmeye devam ederseniz, sizi biz farklılar, ayrı varlıklar bile kurtaramaz. Bunun vebali, Hrant Dink’in katline yol açan akıl sistematiğinin kıyımına tek tek ve topluca maruz kalmaktır bilesiniz.
((*)Hrant Dink'in Katli ve Tarihi Gerçekler –Mihrac Ural)


Murat Altunöz’ün Beklenen Kitabı Kırılgan Zamanlar Çıktı…

2002 Ocak ayında başladığımız yolculuğumuza 7 yıldır devam ediyoruz. Karalama Dergisi, ülkenin koşullarına göre bazen inişler ve çıkışlar yaşamamıza rağmen her geçen gün dergimizle daha da büyüyoruz.

Karalama Dergisi olarak;
Şair Nevruz Uğur ve Halil İbrahim Yıldız’ın kitaplarından sonra Karalama’nın Kurucusu ve halen Editörü olan Murat Altunöz’ün Kırılgan Zamanlar adlı kitabını yayımladık.
Geçmiş zamanların, kırılmış, yalnız ve hüzünlü dizelerinde bulduk kendimizi,
Her dize de bir direniş, bir sürgün, bir ayrılık ve özlem var.
((Devamı sol alt sutünda))

...

...

Yerel Çeteleşmenin Boyutu...

Murat Altunöz /Gazeteci

Çeteleşme yıllar sonra Ergenekon operasyonuyla tekrar gündeme geldi. Eskiden bildiğimiz mafya sistemi çökmüş artık daha organize ve daha profesyonel bir hal alan almıştır.Bazı yazarlar, Emekli Polisler ve Emekli askerlerinde içinde bulunduğu yeni bir yapı ortaya çıktı.Aslında bu tür çeteleşmeler yıllardır hep ülkemizde vardır. Ama bu hafta benim bahsetmek istediğim yerel çetelerdir. malesef son yıllarda ciddi anlamda yerel çeteleşme ve Organize suçlarda bir çoğalma vardır. Zaten Hatay il Emniyet Müdürü Osman Çapalı'da bu konuya dikkat çekerek " Bireysel suçlar artık organize suçlara kaymıştır" demiştir.
((Devamı sol ana sutunda))


İNTERAKSİYON

Faiz Cebiroğlu
Her gelişim, karşılıklıdır. Her ileriye yönelik değişim, bir interaksiyondur. İnteraksiyon, karşılıklı etkileşim oluyor. İnsanlar, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek sosyal yönlerini geliştiriyorlar. Sosyal yönünü geliştiren insan, aldığı öğreti ve deneyimlerle bireysel yönünü ”işleyerek” yapılandırıyor. Yapılanma, ”özbilinç” ve ”özgüven” ile nitelik bir hal alıyor.

İnteraksiyon ya da karşılıklı etki, yaşadığımız toplumda, değişik yer ve ortamlarda farklı farklı oluyor. Dille başlayan diyaloğa; insanların bulunduğu yaşam tarzları, çalışma biçimleri ve kısacası sahip oldukları sınıfsal konumları da ekleniyor. Sosyal sınıf, gelişimde ”ana halka” oluyor. Sosyal sınıf, ileriye yönelik değişimin ”can alıcı noktasını” oluşturuyor.

(Devamı orta ana sütunda )
http://mirural.blogspot.com/

...

...

Yabancılaşmanın Dinamiği


Mihrac Ural

Yabancılaşma, insanlık ailesini birbirine yakınlaştıran, farklarını hızla öteleyen özel mülkiyeti ve olumsuz sonuçlarını bile köşeye sıkıştırma işlevi gören sonuçlarıyla, olumsuz değil çok olumlu bir role sahiptir. Tarihsel süreciyle derinleşip geliştikçe gerçekleşen yabancılaşma, insana çok daha cüretkâr olma, çok daha özgürce beyin labirentlerinde kurguladığı fantezileri yaşama ve bunu yaparken de dar anlamda aile, mahalle gibi klancı darlığın etkiler altında kalmayıp, geniş anlamda da ulusal sınırları aşıp belki başlangıcı sanal âlemin nimetleriyle, bilgi çağının iletişim olanaklarıyla bu tutku ve arzularının doruklarını zorlama şansını elde etmektedir.Yabancılaşma olmasaydı, emeğin sosyal etkilerinden bahsetmemiz mümkün olamazdı. Emek ne kadar sahibinden uzaklaşır, ne kadar sahibine belirgin olmaktan çıkarsa, o kadar evrensel ölçeklerde hizmet sunmaya başlamış demektir. Ve bir o kadar kültürel farklılıklarını hesaba katmadan ( renk, ırk, ulus, coğrafya, bölge farkı tanımadan) insan türüne ait hale gelmiş demektir.
((Devamı orta ana sol sütunda: ))
http://mirural.blogspot.com/

..

..

MİLLİ MARŞLAR

Ayşe Hür
1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı ‘Tre Trallade Jantor’dur. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkar ve ‘Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr….’diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası olayı "centilmen Türk seyircisinden jest" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi…
“Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur/Katibimin setresi uzun eteği çamur… diye başlayan ünlü türkünün bestesi 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’daki Selimiye Kışlası’nda kalan ‘eteklikli’ İskoç Alayı’na moral vermek için yazılmış ‘Donsuz askerler…’ diye başlayan bir asker şarkısıdır. II. Mahmut döneminde (1808-1826) modernleşme çabaları sırasında askerlere giydirilen setre ve pantolon mutaassıp çevreler tarafından ‘sokağa donla çıkmakla’ eşdeğer görülmüş, özellikle de ‘gavur mukallitliği’ denilen bu modernleşme hareketine çabuk uyum gösteren eli yüzü katipler halkın diline düşmüştür. Bir İstanbul külhanbeyi, bu katiplerle alay etmek için, Üsküdar yolu üzerinde olan Selimiye Kışlası’nda kalan İskoç askerleri için yazılan marşın müziğine Türkçe sözler yazar ve ünlü Katibim türküsü ortaya çıkar.
1974 Kıbrıs ‘Barış Harekatı'ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkumları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.

((devamı sol büyük sütunda))

21 Şubat 2008 Perşembe

AKILSIZ AKLIN SERÜVENLERİ -Aşk, Nefret ve Türban


N.Nadi Çelik


nadirnadicelik@hotmail.com



Türban üç kez tıkladıktan sonra araladığı kapıdan içeriye süzüldüğünde takvimler henüz yeni yılın eşiğindeydi. Gazeteciler, hemen alışılagelmiş bir refleksle yüzlerini ve kameralarını genel kurmaya doğru çevirdiler. Tarihin gelmiş geçmiş en büyük medyatik paşasından alışılagelmiş tehditkar üslup yada aba altından sopa gösteren ifadeler yerine "ordunun bu konudaki görüşü malumdur, malumun ilanı tekrar olur’’cevabı ile karşılaştıklarında uğradıkları şaşkınlığa burada ayrıca yer vermek ne derece doğrudur bilmiyorum. Ancak doğru bildiğim bir şey var ki o da gazeteciler için şaşkınlık yaratan bu ifadelerin tarihçiler ve politikacılar için bir hayli dikkat çekici olduğudur. Söz konusu tepkiyi dikkat çekici kılan ise kemalistlerle, islamcılar arasında yeni bir izdivacın yada başka bir ifadeyle nefretin aşka dönüşeceğine dair izlenim bırakmış olmasıdır. Nefretin aşka, aşkın nefrete dönüşme durumları kemalistlerle islamcılar arasında yaklaşık 90 yıldır süregelen ilişkinin bir karakteristiğidir.



Her aşk, aynı zamanda kendi içinde nefreti, ihaneti, dramı ve trajediyi barındıran bir öykü durumu ise o zaman izninizle kemalistlerle türban arasındaki öyküyü de anlatabilmem için yaklaşık 90 yıl öncesine gitmem gerekecektir.


Birinci dünya savaşının galiplerinden Fransa ve İngiltere, saltanatı mı yoksa saltanada karşı muhalif eğilimleri içinde olan Mustafa Kemal hükümetini mi muhatap alıp almayacakları konusunda bir süre yaşadıkları kararsızlığın ardından nihayet Mustafa Kemal hükümetini onaylayıp beşyüz yıllık sömürgeci saltanatın temsilcisi olan Vahadettin’i, dümenini Malta’ya çevirmiş gemiye yerleştirip, günlerce süren bir yolculuğa çıkarttılar. Orta rütbeli subayı tarafından sırtı hançerlenmiş Vahdettin, ezeli düşmanı ingilizlerin yarı tutsağı görünümünde, Malta’ya varmayı beklerken bir yüzyıla yayılacak ingiliz ajanı olduğu yalanı Ankara’nın sınırlarını çoktan aşmıştı.


Saltanatın İngilizler tarafından derdest edilmesi, Ankara hükümetini bir hayli memnun kılmakla kalmamış aynı zamanda hareket alanını genişletmişti. Yenilgiye uğramış 500 yıllık osmanlı devleti, ismen yapılan bir değişiklikle yeni kurulan taze bir devlet olmuş, gidemeyen yada kaçamayan veyahut ta kaçma gereksinimi duymayan ittihatçılardanda yine yeni ve taze bir hükümet kurulmuştu. Ancak bütün bunlar bir devletin devlet olması için yeterli değildi. Devletin, devlet olarak varlığını sürdürülebilmesi için sınırları belli bir toprak parçasına hükmetmiş olması gerekir. Nitekim bu sınırlarda Lozan da önemli ölçüde belli olup ‘vatan’ diye adlandırılacak ve böylece devletin varlığını ispat edeceği bir toprak parçası da ortaya çıkmış oldu. 'ansızın gelebilirim' durumunda olan, Mustafa Kemal’e uykularını kaçırtan idolojik önderleri ve komutanları Talat, Cemal ve Enver’in çok uzaklarda kurşunlanmaları ile saha bütünüyle temizlenmiş sayılırdı. Osmanlı devleti isim değiştirilerek Tc devleti, İttihadı Terakki Fırkası isim değiştirerek Cumhuriyet Halk Fırkası, ittihatçıların kendileri de isim değiştirerek kemalistler olmuştu. Bu isim değişikliğinden şimdilik nasiplenmeyen Teşkilatı Mahsusa kalmıştı ki, o da en sonunda nasibini alıp Milli İstihbarat Teşkilatı olmuştu.


Artık Ankara hükümeti, İngiliz ve Fransızlar için batı yanlısı ve batı medeniyetini anadolu topraklarına yaymaya hevesli güvenilir bir hükümet, Sosyalist Sovyetler için ise İngiliz ve Fransız emperyalizmine karşı verdiği kurtuluş mücadelesini zaferle taçlandıran ‘anti-emperyalist bir hükümet’ti.



''anti-emperyalist'' tespitinin doğal bir sonucu olarak, hükümeti emperyalist dünyaya karşı yalnız bırakmamak için büyük bir devrimci coşkuyla, genç Sovyetlerden yola çıkan komünist önder Mustafa Suphi ve arkadaşları, Trabzon’da ‘adabına uygun’ karşılanıp, hemen ardından Mustafa Kemal’in tetikçilerine teslim edildikten sonra kurşunlanmış bedenleri Karadeniz sularına bırakıldı. Bu olaydan sonra sosyalistler Ankara hükümetine layık gördükleri ’anti-emperyalist’ rütbesine ’’tutarsız’’ ifadesi eklemek zorunda kalmışlardı. Ancak kimler tarafından ne tür rütbelerin kendisine verildiği ve verilen rütbelere daha sonra ne tür eklemeler ve çıkartmaların yapıldığı Mustafa Kemal’i pek ilgilendiren konular değildi. O daha çok, en son komünistlerinde diskalifiye edilmesiyle bir hayli temizlenmiş olan sahada, İttihadı Terakki’nin birinci dünya savaşındaki yenilgisiyle, sekteye uğrayan türkleştirme projesinin kaldığı yerden devreye sokulması ile ilgiliydi. Her ne kadar İttihatçı önderlerin bir kısmı sürgün bir kısmı mezara gönderilmiş olsa da onların düşünceleri iktidardaydı. Değimliydi ki tarih dram, tragedya ve komedyalarla doluydu. Bu zaman diliminde de her üçü bir arada yaşanıyordu.





Gidenler vardı. Gidemeyenler vardı. Gidemeyip de yok olanlar vardı. Birinci dünya savaşı sona erdiğinde ve de yeni sınırlar galip devletler tarafından çizildiğinde anlaşılıyordu ki, Arablar gidenler arasındaydı. Yüzyıllarca osmanlı egemenliği altında yaşarken ‘din kardeşleri', 'peygamber kavmi' olarak adlandırılan Arablar savaş koşullarını çok iyi değerlendirerek osmanlıdan yakalarını kurtardıklarında çoktan ’kalleş arablar’’ olmuşlardı. Ve yine yeni sınırlardan anlaşılıyordu ki, Kürtler gidemeyenler arasındaydı. Ermeniler ise gidemeyip de buhar olanlardı. Geriye binlerce yıldır yaşadıkları toprakları ve bu topraklar üzerinde kemiklerini bırakmışlardı yalnızca ve yalnızca. Ermenilerin, ayrı bir ulus olmanın yanı sıra hiristiyan olmaları türkleştirme projesinin önünde en büyük engel olarak görülmesine yol açıyordu ki, bu engel Talat ve Enver şürekası tarafından imha yoluyla zaten ortadan kaldırmıştı. Böylece Ankara hükümetinin yükü daha hafiflemiş oluyordu. Kürtlere gelince, onların müslüman olmaları asimilasyonunu kolaylaştıran bir faktör gibi görünüyordu. Ancak, kemalistler, böyle bir tespit yapmakla ne derece yanılmış olduklarını anlamaları için on yılların geçmesi gerekiyordu. Ortak din faktörü kürtleri belki de muhtemel bir soykırımın eşiğinden kurtarmış olabilirdi. Ve hepsi bu kadardı.



Anadolu’yu türkleştirme projesi büyük bir atakla tekrar uygulamaya konulduğunda kürtler cephesinden gelen ilk reaksiyonlar kanlı ve kanlı olduğu kadar da vahşi yöntemle cevaplandırıldı. Bu cevap, batının oryantalist aydınlarında Mustafa Kemal hükümetinin medenileştirme reformlarına karşı direnen vahşi ve ilkel halkın tepkisine verilen zorunlu bir cevap olarak algılanıp derin bir hoşgörü ile karşılandı. Şüphesiz ki, ’vahşi bir halk’’ın medenileştirilmesinde barışçıl yöntemler her zaman geçerli olmayabilirdi. Medenileştirme sürecinde yer yer şiddeti bir yöntem olarak devreye koymak kaçınılmaz olabiliyordu. Ki, işte tamda bu anlamda Mustafa Kemal hükümetini anlamak gerekiyordu oryantalistlerin tavsiyesine uygun olarak.


Böylesine insanlık dışı gelişen süreç, batının sömürgeci düşünce sistematiğinin sapkın ürünü olarak ortaya çıkan oryantalistleri fazlasıyla memnun ederken, batılı politik temsilcileri de Vahdettin’e karşı Mustafa Kemal alternatifini destekleme kararı aldıklarından ötürü bir kez daha kendileriyle övünmelerine yol açıyordu.


Artık bundan sonra dini kimlikli yada değil, muhalif eğilimli her hareketin 'şeriata karşı mücadele' ve 'medenileştirme' adı altında gerektiğinde şiddet yöntemine başvurularak bastırılmasında bir mahsurun olmadığı ortaya çıkıyordu.


Tek partili dönemin, aynı zamanda inançlarının gereği hareket eden sıradan müslümanlar için zulüm dönemi olduğunu söylemek abartılı bir ifade olmayacaktır. Bu dönem, camiye gitmek için evinden çıkan sıradan bir müslümanın, giderken hane halkı ile vedalaşmak ihtiyacı duyduğu dönemlerdir. Çünkü camiye gidip de dönmemek vardı. Bulunduğu kentin ya da kasabanın meydanındaki elektrik direğinde asılı olmak vardı. Müslümanlar varlıklarından ötürü özür dilercesine yaşamlarını sürdürmek zorunda kalmışlardı. Yine bu dönem, kravatlı imam tipinin yaratıldığı bir dönemdir ki, birçok imam boynunda kravat, sırtında cüppe gibi komik görüntüler içinde, okudukları duadan bir sonraki duaya geçerken ‘mustafa kemal sağolsun’’ ifadeleriyle soluklanarak yaşamlarını kısmen güvenceye alabildikleri dönemdir. ‘vahşi ve cahil halk’ kamu kurumlarında işlerini kazasız belasız ve de aşağılanmadan, fazlasıyla hakaretlere uğramadan halledebilmek için başında fötr şapka ya da kasket bulundurma gibi ancak anadolu insanına has dahiyane icatlar yaratmak zorunda kalmıştı. Her ne kadar ekonomik çaresizlikten yada başka nedenlerden vücudunu bütünüyle batı giysileriyle kuşatmıyor olsa bile üç beş kuruşa satın alıp başına taktığı fötr şapkayla medenileşmeye açık ve kılık kıyafet devrimine itaat ettiğinin mesajını vermiş oluyordu böylece. Batı giyim kuşam parçaları olan ceket, pantolon, kravat, fötr şapka, anadolu insanın elinde kemalistlere karşı kendisini koruma ve savunma, açık ifadeyle yaşamını güvenceye alma araçları haline dönüşmüştü.


’’Barbar ve cahil' anadolu insanını medenileştirmenin yolu türkleşmekten geçiyordu. Ancak türkleşene bir de din gerekli olduğundan o da etiket düzeyine indirgenmiş olan bir islamdı. Sıradan insanın ne kadar Müslüman olması gerektiğine karar verecek olan ise kemalistlerin kendisiydi. Doğuştan türk olanlar ise bütün bu gelişmelerden habersiz ve hatta Vahdettin’in akıbetinden de bütünüyle habersiz olarak orta anadolu yaylalarında hayvancılıkla uğraşırken padişahlarına dualarını eksik etmeden sessiz sedasız yaşamlarını sürdürüyorlardı.


Yine bu dönemde yaratılan modern insan tipi dini kimliğinden uzaklaştığı ölçüde modernleştiğini sanan insan tipiydi. Dini kimliğinden utanması ve uzaklaşması yetmiyordu, aynı zamanda kılık kıyafetinin batılıya benzemesi gerekiyordu ki, bu iki şart, batılılaşmanın olmazsa olmaz kuralı olarak algılanmıştı. Bu arada birde modern kadın tipi yaratmak gerekiyordu ki, yaratılan bu tip, kemalistleri avrupa sokaklarında öpülesi hale getirecekti! Ve nitekim modern kadın tipini yaratmakta pek zor olmadı. Hiç bir ekonomik ve sosyal güvencesi olmayan evinde şiddete ya da hakaretlere maruz kalmış kadın, şalvar üstü mantosuyla sokağa sürülmüş ve ayrıca sokaktaki modern kemalist erkeğin pornografik tacizlerine hazır hale getirilmişti. Bu bir kıyam dönemiydi. (Rabb, birinci dünya savaşının yol açtığı acılar ve sefaletler ortasında bir başına kalmış anadolu insanını bu kez de büyük bir komedyanın ortasına atmıştı).


İzlenen bu politika anadolu islamında, batı ve batı taklitçisi kemalistlere karşı bir yüzyıla yayılacak bir nefretin doğmasına yol açmıştı. Nefret ilişkisinin yer yer bir aşk ilişkisine dönüşmesi bu gerçeği değiştirmiyordu.


Hıristiyan mal mülklerinin uygun gaspı, sahiplerinin buharlaştırılması yada göçertilmesi, alevilerin ibadet evlerinin yasaklanması ve bu toplumsal gruplar üzerindeki kemalist zulüm dönemleri islam ile kemalistler arasındaki nefret ilişkisinin aşka dönüştüğü dönemlerdir. Birde demokrasi, özgürlük düşmanlığı konusunda kemalistlerle girdikleri derin muhabbetlerde filizlenen aşk dönemlerini de buna eklemek gerekir. Ancak kısa aralıklı bu aşk dönemlerine rağmen ilişkiye damgasını vuran nefretti.





Soğuk savaş yılları başladığında Kemalistlerle İslamcılar arasındaki ilişki seyri yaklaşık olarak yukarıda özetlediğim gibiydi.






Tanrı, soğuk savaş yıllarında, kemalistlere bir kez daha ' yürü ya kulum' demişti ve onlarda tanrının buyruğuna uyarak bu yolda bazen kan dökerek bazen ikna ederek yürüyorlardı. İkinci dünya savaşının sona ermesi ve soğuk savaş yıllarının başlamasıyla artık kapitalist dünyanın efendisi batı avrupa değil, Amerika’nın kendisiydi. Amerika için kemalistlerin ne kadar insanı medenileştirdiği daha geride ne kadar yarı vahşi türk ile vahşi arap ve kürdün kaldığı ve bunların yüzde kaçının dinin buyruklarını yerine getirerek yaşamakta inat ettikleri entelektüel sohbet konusundan başka bir şey değildi. Onun gündeminde ebedi düşman ilan ettiği ve dünyanın diğer süper gücü olan Sovyetlere-komünizme karşı mücadele vardı. Bu mücadelede Türkiye’yi ileri bir karakol haline getirip güçlendirmek gibi bir sorunla karşı karşıyaydı. Bunu gerçekleştirmek için mümkün olan bütün araçları kullanması gerekiyordu. Ki, islami da bu araçlar arasında görüyordu. Ancak bu aracı kullanırken, batı avrupa emperyalistlerinin şımarık çocuğu olan ''anti-emperyalist'' Kemalistleri de fazla ürkütmemek gerekiyordu. Amerika için mesele 'ne olursan ol yeter ki anti-komünist ol', kemalistler için ise mesele 'ne olursan ol yeter ki (birazcıkta olsa) kemalist ve türk ol'. Meseleleri farklı olan bu iki güç bir şekilde komünizme karşı ittifak kurmak zorundaydı. Ve buda pek zor olmadı.






Soğuk savaş yıllarına kadar gerek ‘kafir batıya’ ve gerekse ‘kafir batını’nın yerli işbirlikçileri olarak görülen kemalistlere karşı sırtı dönük, içe kapanık, müslüman tipi komünizme karşı mücadelenin temel aktörlerinden birisi olarak sahnede yerini aldığında kendisini saran kalın dış kabukta çatlamaya hazır hale gelmişti. Bu mücadelede kemalistlere karşı ürkek, Amerika’ya karşı kuşkucu ve mesafeli olan islam, demokrat, liberal, anti-emperyalist gençliğe ve de komünistlere karşı ise oldukça cesurdu!.






İslamcılar, demokrasi ve özgürlük mücadelesi verenlere karşı, ucuna ingiliz çivileri takılmış sopalarla ara sokaklarda sürek avını başlattıklarında tarih onları çoktan ''kafirler''in müttefiki yapmıştı.






Yaklaşık yarım yüzyıla ulaşan soğuk savaş yılları boyunca bu müttefiklik durumu ağır aksakta olsa devam etti. Kemalistler ise soğuk savaş döneminde de aslolan anadoluyu türkleştirme projesini ufak tefek aksamalar dışında büyük bir başarıyla sürdürdüler. Ancak bu kez şeriata karşı mücadele adı altında değil, değişen koşullar gereği komünizme karşı mücadele adı altında sürdürülmüştü. Türkleştirme projesine karşı çıkan herkes, ama istinasız herkes bu kez de komünist damgası yiyerek zindanları boylamıştı.






Soğuk savaş yılları aynı zamanda islamın nefes aldığı, dış dünya ile arasındaki kalın kabuğun çatladığı yıllardır. Bu yıllar demokrat daha sonrada adalet partisi gibi yapılanmalar içinde ya da bu yapıların kuyruğuna takılarak politik arenada yer almak yerine, bağımsız aktör olarak siyasi arenada yer alacak kadar kendine güveni kazandığı yıllardır. Daha sonra Milli Selamet adını alacak olan Necmettin Erbakan öncülüğünde ki Milli Nizam hareketi bu özgüvenin somut ifadesidir. Bu hareket, her ne kadar yüzü Arap dünyasına dönüktüyse de, ABD için hazmedilmesi zorunlu idi. Kemalistler için ise ürkütücü olan bu aktör, ABD’nin yüzü suyu hürmetine bağrına basacağı bir taş durumuydu.






1990'lara gelindiğinde artık soğuk savaşta sona ermişti. Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte kemalistlerde Komünizme karşı ileri karakol konumunu yitirmişti böylece. Kemalizm batı ile ilişkisinde kendisine yeni misyonlar yükleme çabası ve telaşı içindeyken, islami hareketin tabanı ise kendisini yenileme çabası içindeydi. Zaten 90 yıldır tanrının yürü ya kulum dediği ve çarkın hep lehine döndüğü Kemalist yapıdan böylesi beklenmedik bir durumda değişen koşullara uygun olarak kendilerini ideolojik, politik ve örgütsel düzlemde yenileyebileceklerini beklemek onları tanımamak olurdu. Kaldı ki şansı her durumda yaver giden ciddi engel ve zorluklarla karşılaşmamış ve üstelik hep batı desteğinde ve şımarıklığında varlığını sürdüren bir yapının yenilenme gibi yetisinin gelişme fırsatını bulabilmesi de ayrı tartışma konusudur.






İslami hareketin genç kadrosu, önderlerinin aksine İslam adına, hıristiyan batı dünyasının bilgi birikimlerine ve teknolojik ürünlerine sırt çevirmek yerine diyaloga ağırlık verdi. İslami kimliği koruyarak Batı dünyasının birikimlerinden faydalanmanın ve modernleşmeyi sağlamanın mümkün olduğunu kavradı. Bu kavrayış pratikte dinsel kimliğinden utanç duymayan özgüvene sahip modern müslüman tipini yarattı. Kemalist iktidarla arasındaki sorunun, iddia edildiği gibi şeriat sorunu olmadığını, inanç özgürlüğü sorunu olduğunu, batı dünyasına anlatmaya çalıştı. Elbette ki, sorunun bu şekilde formulasyonun da sol aydın kesimin büyük bir katkısı olduğunu gururla vurgulamak gerekir, gururla vurgularken de islamcıların, kemalistlerin anti emperyalist gençliğe, demokratlara ve aydınlara karşı yıllarca uyguladıkları vahşete uçlarına ingiliz çivileri çakılmış sopalarla katkıda bulunduklarını da unutmamak gerekir ve hatta alevi katliamlarında oynadıkları rolleri ise hiç ama hiç unutmamanın gerekli olduğunu parantez içi vurgulamak gerekir.






Kemalistler, artık uluslararası ideolojik desteklerini yitirmişlerdi. Kaldı ki onları büyük bir hayranlıkla izleyen ve destekleyen oryantalist aydınlar yine avrupanın kendi aydınları tarafından çöp sepetine atılmıştı. Batı, artık azınlığı temsil eden totaliter kemalistleri desteklemek yerine, çoğunluğu oluşturan ve modernleşme sürecine gönüllü olarak girmiş islamın siyasi örgütüyle ilişkiler geliştirmeyi çıkarlarına daha uygun görüyordu. Tanrı artık kemalistlere 'yürü ya kulum demek yerine' “işte burada dur ya kulum!” diyordu ve onlar da durdular.






Avrupa evinin şark köşesinde asılı duran çerçevelerdeki resimler yer değiştirmişti;






Gelişmelere yenilenmeye modernleşmeye karşı çıkan şeriatçı müslüman tipi yerini modern dünyayla ilişkiler kurup geliştiren inanç özgürlüğünü savunan demokratik reform yanlısı modern müslüman tipine bırakırken, vahşi ve yarı vahşi asyalıları ehlileştirmeye çalışan kemalist tipi yerini özgürlük ve demokrasiye saygısı olmayan, totaliter, yenilenmeye ve reformlara karşı, militarist kemalist tipine bırakmıştı.






Tanrı bu kez islamcılara yürü ya kulum diyordu ve onlarda yürüyorlardı. Ancak bu kez bir elinde kuran diğer elinde ucuna ingiliz çivisi takılı sopalar yerine , içi, Kuran da olmak üzere bir dizi batı ve doğu filozoflarının eserleri ile dolu çanta ile yürüyorlardı ve de ‘çan çalıp deveyi ürkütme’den yürüyorlardı.






İslamcı yürüyüş, kemalistlerin 90 yıllık burkası olan siyasanın kapısına vardığında kortejin en arka sırası ilk adımı atmaya yelteniyordu. Bu milyonların yürüyüşüydü. Kemalist projenin sonucu olarak türkleşenler Mustafa Kemal’in milleti olmak yerine Muhammendin ümmeti olmayı tercih ederek proje sahiplerini aldatmışlardı.Türkleşerek ümmetleşenlerin yürüyüşü siyasaya vardığında ve öndeki türban, kapı aralığından süzüldüğünde 90 yıllık ilişki yeni bir safhaya girmiş oluyordu. Huşuları ve de mistik haliyle içeri süzülen Türban-kadın, teskin edici öpücüğünü kemalistin yanağına kondurduğu an kemalist biraz islamlaşacak, türban-kadında biraz kemalistleşecekdir. Artık bundan sonraki dönem benzeşerek ilerlemeyi dost ve düşmana onaylatma dönemidir. Onaylatmadaki hız ve başarı şüphesiz ki kemalistlerin, Atatürk’ün aslında dini bütün bir müslüman olduğunu ve onun şimdiye kadar yanlış anlaşıldığını ve bu yanlış anlaşılmanın tek müsebbinin İsmet (=günah keçisi) olduğunu topluma anlatmaya çalışmadaki hızıyla yakından ilgili olacaktır.






Ey Rabb, bu ne yaman çelişkidir!.

Hiç yorum yok: