Osmanlı Aklı
ve
1877 Meclis-i Mebusan-ı
Bedreddin Mahir
Bedreddin.mahir@gmail.com
17 Ağustos 2007
Tarihçi İlber Ortaylı, “Osmanlı bu gün devam ediyor. Tarihte süreklilik vardır, bu unutulmamalı. Ne kadar kırsan da devam eder.” (Tarihin sınırlarına yolculuk, s:118). Bu görüşe araştırmacı yazar, Emre Kongar’da “Türkiye cumhuriyeti, altı yüz yıllık Osmanlı imparatorluğunun bir ürünü olarak düşünülebilir. Atatürk (1881-1938) tarafından eski düzene karşı bir tepki olarak kurulan Cumhuriyet, yaklaşık yüz yıl sonra bile, imparatorluğun kimi niteliklerini yapısında taşımaktadır” der (21.yüzyılda Türkiye, s;49). Bu tespitler yerinde ve doğrudur. Tarihin içinden çıkıp geldiği haliyle Osmanlı, Kurumsal olduğu kadar akıl olarak da içimizdedir.
Bu makalemde Osmanlının kurumsal, yapısal ve dil olarak aramızda ne kadar yaşadığı konusuna değinmeyeceğim. “Osmanlıca ve Alfabe” başlığını taşıyan makalemde buna nispeten değindim. Bundan sonra da değinmeye devam edeceğim. Ancak, bu makalede kısaca Osmanlı Aklı’nın içimizdeki yaşamından bir kesit vermekle yetineceğim. Bunun için geçmişten ve bu günden vereceğim iki anekdotla, 1877 Osmanlı parlamentosunda dile gelen Osmanlı aklının bu gün de nasıl kendini gösterdiğine tartışmaya açacağım.
Yıllar önce uzun uzadıya yazdığım “Osmanlı Aklı” broşürümde yaptığım aktarmalar bu günkü konum için bilgi verici niteliktedir.
Konu örnekleri;
Birincisi; Özellikle Fatih’le birlikte başlayan kardeş katli ve yüksek bürokratların fiziki tasfiyesi süreci, Osmanlının devlet içi kadro sorunlarında ve hakim ailenin imparatorluk egemenliğindeki sorunlarını çözümde temel bir yöntem olarak hakimiyetini belirteceğim. Bu aynı zamanda iç karışıklıklarda karşıt boyların, aşiretlerin tasfiyesine uzandığının hikayelerini hatırlatacağım. Bu amansız sürecin çarpıcı bir olayında, Osmanlı aklının küçük çocukların katlinde bile “tüm düşmanlarımız geçmişte çocuktu, büyüdüler ve bize düşman oldular” ilkesinin bir doğrama atölyesi olarak çalıştığı görülür. Tarih boyunca “Katli vaciptir” söylemi, Osmanlı tuğrası gibi, farklılıklar arası ilişkinin temelini oluşturmuştur.
Dönem celali isyanları dönemidir. On binlerce insanı öldürüp kuyulara doldurmasından dolayı Kuyucu lakabını kazanmış Murad Paşa, celali isyanlarını bastırmakla görevlendirilir. Kuyucu, “Haftada bir hatim indiren, Nakşibendi tarikat şeyhlerinin dizinden ayrılmayan, elinde tespihi düşmeyen, beş vakit namazını kaçırmayan, Allah korkusu olan bir adamdı” (Ragıp Şevki Yeşim, Hayat tarih mecmuası yıl 1967, sayı 4, s:19) Böylesi bir Osmanlı Paşası, esirler dahil düşman gördüğü her insanın kafasını keserek, kesik başlardan duvarlar örmekle de ünlüdür. Ancak Yeniçerileri cellatlarının dahi, esir yığınları içinde bir çocuğun kafasını kesmekte gösterdikleri çekinceye karşı tepkisini, çocuğu tutup silkeleyerek bir çukurun eşiğine getirir “Çukurun başına gelince, Paşa çocuğu kuvvetle silkeledi yere yıktı, sonra yavrunun başını şiddetle burdu, sıktı, bedbaht çocuğun kısa süren çırpınmasına dizini dayayarak mani olduktan sonra, küçük cesedini kaldırıp çukura attı.” Olayı şiddetle izleyenlere, son söz olarak, “tüm düşmanlarımız geçmişte çocuktu, büyüdüler ve bize düşman oldular” diyerek çadırına çekildiği belirtilir. (Adı geçen mecmua, s:20)
Bu aktarımın gerçekliği ve ortaçağ dönemindeki yerini uzun uzadıya tartışmak mümkün. Ancak Osmanlı aklı, tüm süreci boyunca bu tür işlevleriyle anılan bir akıl olarak var olduğu tartışma götürmez tarihi bir gerçektir. Hatırlatmak içinde, “ 1606’da sultan I.Ahmed (1603-1617), Sadrazam Derviş Paşa’yı çadır ipi ile boğdurup kımıldadığını görünce de kendi hançeriyle başını kopardıktan sonra Kuyucu Murad Paşa’ya mührü verdi(ğini)” (Agm, s:19) belirtmekle yetineceğim.
İkincisi; Burada kanlı bir şeylerden bahsetmeyeceğim. Bilimden söz edeceğim. Aktaran ünlü milliyetçi bilim adamı Taha Akyol.
Taha Akyol, Osmanlının kanlı tarihini de iyi bilenlerdendir. Bunun ötesinde sosyolog olmasının verdiği çözümlemelerle de, köşe yazıları, birçokları gibi, bu satırların yazarı tarafından da önemle izlemektedir. Taha Akyol’un, Osmanlı değerlendirmelerinin satır aralarından sızan, ama bir dönemi açıklaması açısından çok önemli bir cümlesi vardır. O da, “hiç kargaşalı göçebe ve durgun köylü toplumundan bilim çıkmamıştır” (Taha Akyol, Bilim ve yanılgı, Milliyet Yayınları 2. baskı, s: 29)
Akyol, bu aklı iyi tanımlamak için de, hiç çekinmeden, Adnan Adıvar gibi derin bir solcunun Osmanlı Türklerinde İlim, Remzi Kitapevi. İstanbul, 1991, sf: 201-202 kitabından şu aktarmayı yaparak, Osmanlı aklının ilimle ilgisine açık bir gönderme yapmıştır. “III. Mustafa(1754-1757), döneminde yapılması istenen asker ıslahatlar için Baron de Tott’dan bir mühendislik okulu açması istenmiştir. Osmanlı bilginleri kendilerinin yetersiz görülmesi ve yabancı birinin görevlendirilmesine içerlenerek itiraz etmişler. Padişahta Barondan en seçkin bilginleri imtihan etmesini istemiş. Baron; “Bu imtihandan, kısaca bir üçgenin üç açısının toplamının ne olduğunu sordum; içlerinden en cesuru bana ‘Üçgenine göre’ cevabını verince, imtihanı daha fazla uzatmaya hacet kalmadığı anlaşıldı…” (Taha Akyol, Age. s:22)
Benimde bunlara bir şey eklememe gerek kalmadı.
Amma Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Hallaçoğlu’nun, Osmanlı aklının içimizde hala yaşadığına ve yaşamaya devam edeceğine dair sunduğu tespit okuyucunun ilgisine sunulacak kadar dikkat çekicidir. Hallaçoğlu buyurur ki, “Osmanlının 600 yıllık ayakta kalabilme başarısını kardeş katline borçludur, yoksa Osmanlının mülkü kardeşler arasında pay edilerek kısa sürede parçalanırdı” (29 Ocak 1999, atv, Siyaset Meydanı programı)
Bir büyük kurumun başındaki kişinin, “bilimsel” (!) çözümlemesi ancak bu kadar olur. Bu yaklaşım 5 milyon Km kareden geriye kalan toprağın gerekçesini nasıl açıklar, anlaşılır gibi değil. Başka milletlerin topraklarının zor ve zorbalıkla ele geçirilmesi karşısında, süren kararlı direnme ve özgür olma iradesinin rolü bu kanlı söylemde nasıl yer bulur, hiç belli değildir.
Buna en iyi cevabı Atatürk’ün vereceği çoğu kimsenin aklına gelmez ama ben aktarayım. 7 Şubat 1923, Balıkesir Zağnos Paşa camiinde verdiği “İlk ve son hutbesinde”, “Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar, sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fetihlerin arkasında serserilik etmiş ve kendi anayurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir” (Aktaran, Cemal Kutay, Türkçe İbadet, Show kitap, 7. baskı, s:154)
Üçüncüsü; I.Meşrutiyet, 23 Aralık 1876 da ilan edildi. Dönem Meşrutiyet dönem.Meclis-i Meb’usan 19 martta 1877’de açıldı. Osmanlının tarumar olmaya başladığı bir dönem. Kafkas cephesi, tuna cephesi, 93 harbi, ardı ardına gelen hezimetler ve Balkanlarda coğrafyanın derinden değişimi. Ama o akıl olduğu gibi, Osmanlı Aklı olarak devam ediyordu.
Mutlakıyet ısrarı, çöküşün derin ve sarsıcı etkilerine rağmen, Osmanlı Aklı için özgürlük diye bir şeyi tanımamaya devamda tecelli ediyordu. O gün, Osmanlı mozaiği içinde Araplar dil özgürlüğü istiyorlar. Kendi ana dilleriyle Osmanlı parlamentosunda kendilerini ifade etmek istiyorlar ama o akıl, bütün yıkımlarına rağmen özgürlüğe yabancıydı ve keskin bir dille reddediyordu. Uluslar özgürlüklerini bir kırılmanın dayatmasıyla elde edebiliyorlardı. Özgürlük, bir kurtuluş savaşıyla Osmanlıya dayatıldıkça sonucu alınan bir özlem, bir ihtiyaç haline geliyordu. O akıl bunu hiç kavramaya yanaşmıyordu.
1877 meclisi açıldığında Arapların dil özgürlüğü konusunda mütevazı talepleri ilk yankılanan talepler arasındaydı. Ortak bir meclis, halkın iradesiyle seçilmiş temsilciler, devlet resmi dili egemen etnik dil, istenen ana dille konuşma hakkı, Mecliste anadil dışında bir dil dayatmasının olmaması. Ama O akıl, buna olanak tanımıyor.
Hikayeyi, tarihçimiz İlber Ortaylı’dan kısaca aktaralım, “Arap dilinin (Arapçanın, bn.) yönetimde ve siyasal hayatta kullanılması ve kabulü sorunu ilk defa 1877 Martında açılan Osmanlı parlamentosunda (Meclis-i Meb’usan, bn.) gürültülü biçimde ortaya çıktı denilebilir. Kuşkusuz parlamentonun müzakere ve yazışma dili yalnızca Türkçeydi. Ancak mebuslar ‘İntihap kanunu’nu müzakere ederken kanun tasarısında yer alan mebus adaylarının Türkçe bilme zorunluluğu maddesine ön planda ve hatta sadece Arap mebuslar itiraz ettiler. Onlara göre Türkçe bilmek zorunluluğu aranmamalıydı. Meclis reisi Ahmet Vefik Paşa bu itirazları kısaca kendine özgü üslupla cevapladı. ‘Aklınız varsa dört yıla kadar Türkçe öğrenirsiniz” (Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi’inden aktaran İlber Ortaylı, Osmanlı Barışı, Timaş yayınevi, 3. baskı, s;174)
Yorum;
130 yıl sonra, Osmanlı aramızda yaşamaya devam ediyor. Bir yandan seçim meydanlarında il il, ilçe ilçe dolaşarak elinde idam urganıyla, “asmak için ip bulamıyorlarsa işte ip” diye çığırından çıkan bir vahşetle, popülizm yapanlar, yakın dönemde, “ asmayıp ta besleyeli mi” diyenlerin ve bunların tarih içindeki genetik akıl köklerinin, Kuyucu Murat Paşalara kadar uzanan zuhuru aynı çizgide devam ettiği görülmektedir. Osmanlı aklıdır bu. İçlerinde olan, devamı oldukları akıldır bu.
Ama bilinmeli ki, artık hiçbir şey eskisi gibi değildir. Önceki yazılarımda da belirttim, bir kez Suçlukludan, Osmanlıya oradan Cumhuriyete kadar, günümüze dek, uzanan baskıcı tek boyutlu siyasal sistem kırılmıştır. Bu kırılmanın anlaşılması için daha uzun bir süre geçmesi gerekiyor gibidir. Resmi olarak belirginleşmesi için, yerine getirilmesi gereken çok işler var. Ama fiilen kırıldı ve sonuçlarını seçimlerle birlikte gördük. Seçim sonuçlarıyla ilgili yazıda da, hakların ikamesi için yapılacaklar belirlendi.
Kırılmanın ardından ortaya çıkan siyasal tablo, bu bilinçaltının tarihi ezberlerini bozmuştur. Sorunlar, zor ve zorbalıkla çözülebilir olmaktan çıkmıştır. Dün Osmanlıdan ana dili için özgürlük isteyene gösterilen zorbalık, ulusal özgürlükle sonuçlanmıştır. Kardeş katliyle gasp edilmiş toprakların korunabileceğini sananlar, Büyük Kurumların başında olabilirler ama, ne ulusların özgürlüklerini, ne de topraklarının özgürlüklerini önleyebilirler. Osmanlının kardeş katli, gerekli koşullar oluşunca hangi toprak parçasını koruyabildi ki. Kardeş katlinden kala kala Cem Sultan’ın acıklı hikayesi kaldı.
Bu akıl, özgürlükler karşısında içimizde olmaya devam ettikçe, özgürlüklerin sınırı daha da çok genişleyecektir.
Bu gün sorun, temelde Kürt sorunudur. Kürt ulusunun özgürlük sorunudur. Diğer etnik toplulukların sorunu olduğu kadar. 130 yıl sonra açılan 2007 meclisinde, talepler nitelikçe aynıdır, karşı duranların aklıda aynı. Bu karşıtlık böyle devam ederse, uyarım o ki, özgürlük dün olduğu gibi bu günde ezilen ulus ve ulusal topluluklar için dil sınırında kalmayacak kadar, geniş bir yelpazede olacaktır.
Aklı başında olanlar, dönsün 130 yıl önce, hangi siyasal konjonktürden geçilmiş onu okusun, tarih bilgilerini tazelesin ve bu günle karşılaştırsın. Görecekler ki, koşullar çok benziyor, taleplerde. Sonuçların farklı olması ise, O akıla karşı, bir kırma hareketinin yükseltilmesiyle mümkündür. Yeni meclisin ya da başkanının, “Aklınız varsa dört yıla kadar Kürtçe konuşmayı öğrenin” deme basireti gösterip gösteremeyeceği, sonucun değişip değişmeyeceğini de gösterecektir.
Son söz;
Osmanlıcılığın kendini yeniden gösterdiği bir süreçteyiz. İdeolojilerin çökmesi, biline gelen siyasi-ekonomik medreselerin iflası, var olan bir biçimde ayakta kalan eski dayanaklara yaslanmayı getirdi. Dindir bu. Dine yönelen yoğun isteğin kaynaklarından biri de, böylesi boşluklarda oluştu. Hiçbir ciddi toplumsal siyasal ekonomik kültürel hukuki çağdaş önerisi olmayan din sustukça, boşluğu dolduracak tek alternatif olarak belirdi. Gerçek bu değildir. Ancak konjonktür bun sonuca geçit verdi. Osmanlı harabelerinin sanal yükselişi de böyle başladı. Osmanlının çimentosu dindir hatırlatması yapıldı. Oysa Osmanlının tarih içinde kaç tür çimentosu vardı, saymakla bitmez.
Ulusalcı-milliyetçi sığlıklardan daha çok AKP, bu hattı temsil eder gibidir. Kürtleri diğer etnik yapıları kapsamanın aracı olarak din elinden gelini ardına koymadan kendini pazarlamaktadır.
AKP’de kendini ifade eden İslami yükselişin çağrıştırdığı, Osmanlılık gibi farklı etnik yapıların İslam dini çimentosuyla ancak tutunabileceği yönündeki olumlayıcı yaklaşımların mumu yatsıya kadardır. Bunlara sözüm, tarihten ders alınacaksa, işte ders burada durmaktadır. 130 yıl önceki durumu görün ve aynı hataya düşmeyin. Aradığınız çimento özgürlük ve demokrasi damarlarının asil kanında mevcuttur, başka yerde değil.
Satırlarımı sonlarken, burada geçen sıkıcı örneklemeler ve kanlı davranışların tek sorumlusunun egemen güçler olduğunun bilinmesini isterim. Hiçbir zaman bir egemen etnik yapının ya da ezen ulusun, toptancı yöntemle suçlanamayacağını ısrarla belirtirim. Türk ulusu bu açıdan münezzehtir. Her ulus gibi Türk ulus da, egemenlerinin açtığı yaraları saracak aydın kuşaklar yaratmaya muktedirdir. Bu gibi olumsuz örneklerin ağır töhmetinden, kendi tutum ve duruşlarıyla kurtulacağına inancım tamdır. O zaman, özgürlük ve demokrasi herkes için, bir barış coğrafyasında ikame edilmiş olacaktır.
ve
1877 Meclis-i Mebusan-ı
Bedreddin Mahir
Bedreddin.mahir@gmail.com
17 Ağustos 2007
Tarihçi İlber Ortaylı, “Osmanlı bu gün devam ediyor. Tarihte süreklilik vardır, bu unutulmamalı. Ne kadar kırsan da devam eder.” (Tarihin sınırlarına yolculuk, s:118). Bu görüşe araştırmacı yazar, Emre Kongar’da “Türkiye cumhuriyeti, altı yüz yıllık Osmanlı imparatorluğunun bir ürünü olarak düşünülebilir. Atatürk (1881-1938) tarafından eski düzene karşı bir tepki olarak kurulan Cumhuriyet, yaklaşık yüz yıl sonra bile, imparatorluğun kimi niteliklerini yapısında taşımaktadır” der (21.yüzyılda Türkiye, s;49). Bu tespitler yerinde ve doğrudur. Tarihin içinden çıkıp geldiği haliyle Osmanlı, Kurumsal olduğu kadar akıl olarak da içimizdedir.
Bu makalemde Osmanlının kurumsal, yapısal ve dil olarak aramızda ne kadar yaşadığı konusuna değinmeyeceğim. “Osmanlıca ve Alfabe” başlığını taşıyan makalemde buna nispeten değindim. Bundan sonra da değinmeye devam edeceğim. Ancak, bu makalede kısaca Osmanlı Aklı’nın içimizdeki yaşamından bir kesit vermekle yetineceğim. Bunun için geçmişten ve bu günden vereceğim iki anekdotla, 1877 Osmanlı parlamentosunda dile gelen Osmanlı aklının bu gün de nasıl kendini gösterdiğine tartışmaya açacağım.
Yıllar önce uzun uzadıya yazdığım “Osmanlı Aklı” broşürümde yaptığım aktarmalar bu günkü konum için bilgi verici niteliktedir.
Konu örnekleri;
Birincisi; Özellikle Fatih’le birlikte başlayan kardeş katli ve yüksek bürokratların fiziki tasfiyesi süreci, Osmanlının devlet içi kadro sorunlarında ve hakim ailenin imparatorluk egemenliğindeki sorunlarını çözümde temel bir yöntem olarak hakimiyetini belirteceğim. Bu aynı zamanda iç karışıklıklarda karşıt boyların, aşiretlerin tasfiyesine uzandığının hikayelerini hatırlatacağım. Bu amansız sürecin çarpıcı bir olayında, Osmanlı aklının küçük çocukların katlinde bile “tüm düşmanlarımız geçmişte çocuktu, büyüdüler ve bize düşman oldular” ilkesinin bir doğrama atölyesi olarak çalıştığı görülür. Tarih boyunca “Katli vaciptir” söylemi, Osmanlı tuğrası gibi, farklılıklar arası ilişkinin temelini oluşturmuştur.
Dönem celali isyanları dönemidir. On binlerce insanı öldürüp kuyulara doldurmasından dolayı Kuyucu lakabını kazanmış Murad Paşa, celali isyanlarını bastırmakla görevlendirilir. Kuyucu, “Haftada bir hatim indiren, Nakşibendi tarikat şeyhlerinin dizinden ayrılmayan, elinde tespihi düşmeyen, beş vakit namazını kaçırmayan, Allah korkusu olan bir adamdı” (Ragıp Şevki Yeşim, Hayat tarih mecmuası yıl 1967, sayı 4, s:19) Böylesi bir Osmanlı Paşası, esirler dahil düşman gördüğü her insanın kafasını keserek, kesik başlardan duvarlar örmekle de ünlüdür. Ancak Yeniçerileri cellatlarının dahi, esir yığınları içinde bir çocuğun kafasını kesmekte gösterdikleri çekinceye karşı tepkisini, çocuğu tutup silkeleyerek bir çukurun eşiğine getirir “Çukurun başına gelince, Paşa çocuğu kuvvetle silkeledi yere yıktı, sonra yavrunun başını şiddetle burdu, sıktı, bedbaht çocuğun kısa süren çırpınmasına dizini dayayarak mani olduktan sonra, küçük cesedini kaldırıp çukura attı.” Olayı şiddetle izleyenlere, son söz olarak, “tüm düşmanlarımız geçmişte çocuktu, büyüdüler ve bize düşman oldular” diyerek çadırına çekildiği belirtilir. (Adı geçen mecmua, s:20)
Bu aktarımın gerçekliği ve ortaçağ dönemindeki yerini uzun uzadıya tartışmak mümkün. Ancak Osmanlı aklı, tüm süreci boyunca bu tür işlevleriyle anılan bir akıl olarak var olduğu tartışma götürmez tarihi bir gerçektir. Hatırlatmak içinde, “ 1606’da sultan I.Ahmed (1603-1617), Sadrazam Derviş Paşa’yı çadır ipi ile boğdurup kımıldadığını görünce de kendi hançeriyle başını kopardıktan sonra Kuyucu Murad Paşa’ya mührü verdi(ğini)” (Agm, s:19) belirtmekle yetineceğim.
İkincisi; Burada kanlı bir şeylerden bahsetmeyeceğim. Bilimden söz edeceğim. Aktaran ünlü milliyetçi bilim adamı Taha Akyol.
Taha Akyol, Osmanlının kanlı tarihini de iyi bilenlerdendir. Bunun ötesinde sosyolog olmasının verdiği çözümlemelerle de, köşe yazıları, birçokları gibi, bu satırların yazarı tarafından da önemle izlemektedir. Taha Akyol’un, Osmanlı değerlendirmelerinin satır aralarından sızan, ama bir dönemi açıklaması açısından çok önemli bir cümlesi vardır. O da, “hiç kargaşalı göçebe ve durgun köylü toplumundan bilim çıkmamıştır” (Taha Akyol, Bilim ve yanılgı, Milliyet Yayınları 2. baskı, s: 29)
Akyol, bu aklı iyi tanımlamak için de, hiç çekinmeden, Adnan Adıvar gibi derin bir solcunun Osmanlı Türklerinde İlim, Remzi Kitapevi. İstanbul, 1991, sf: 201-202 kitabından şu aktarmayı yaparak, Osmanlı aklının ilimle ilgisine açık bir gönderme yapmıştır. “III. Mustafa(1754-1757), döneminde yapılması istenen asker ıslahatlar için Baron de Tott’dan bir mühendislik okulu açması istenmiştir. Osmanlı bilginleri kendilerinin yetersiz görülmesi ve yabancı birinin görevlendirilmesine içerlenerek itiraz etmişler. Padişahta Barondan en seçkin bilginleri imtihan etmesini istemiş. Baron; “Bu imtihandan, kısaca bir üçgenin üç açısının toplamının ne olduğunu sordum; içlerinden en cesuru bana ‘Üçgenine göre’ cevabını verince, imtihanı daha fazla uzatmaya hacet kalmadığı anlaşıldı…” (Taha Akyol, Age. s:22)
Benimde bunlara bir şey eklememe gerek kalmadı.
Amma Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Hallaçoğlu’nun, Osmanlı aklının içimizde hala yaşadığına ve yaşamaya devam edeceğine dair sunduğu tespit okuyucunun ilgisine sunulacak kadar dikkat çekicidir. Hallaçoğlu buyurur ki, “Osmanlının 600 yıllık ayakta kalabilme başarısını kardeş katline borçludur, yoksa Osmanlının mülkü kardeşler arasında pay edilerek kısa sürede parçalanırdı” (29 Ocak 1999, atv, Siyaset Meydanı programı)
Bir büyük kurumun başındaki kişinin, “bilimsel” (!) çözümlemesi ancak bu kadar olur. Bu yaklaşım 5 milyon Km kareden geriye kalan toprağın gerekçesini nasıl açıklar, anlaşılır gibi değil. Başka milletlerin topraklarının zor ve zorbalıkla ele geçirilmesi karşısında, süren kararlı direnme ve özgür olma iradesinin rolü bu kanlı söylemde nasıl yer bulur, hiç belli değildir.
Buna en iyi cevabı Atatürk’ün vereceği çoğu kimsenin aklına gelmez ama ben aktarayım. 7 Şubat 1923, Balıkesir Zağnos Paşa camiinde verdiği “İlk ve son hutbesinde”, “Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar, sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fetihlerin arkasında serserilik etmiş ve kendi anayurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir” (Aktaran, Cemal Kutay, Türkçe İbadet, Show kitap, 7. baskı, s:154)
Üçüncüsü; I.Meşrutiyet, 23 Aralık 1876 da ilan edildi. Dönem Meşrutiyet dönem.Meclis-i Meb’usan 19 martta 1877’de açıldı. Osmanlının tarumar olmaya başladığı bir dönem. Kafkas cephesi, tuna cephesi, 93 harbi, ardı ardına gelen hezimetler ve Balkanlarda coğrafyanın derinden değişimi. Ama o akıl olduğu gibi, Osmanlı Aklı olarak devam ediyordu.
Mutlakıyet ısrarı, çöküşün derin ve sarsıcı etkilerine rağmen, Osmanlı Aklı için özgürlük diye bir şeyi tanımamaya devamda tecelli ediyordu. O gün, Osmanlı mozaiği içinde Araplar dil özgürlüğü istiyorlar. Kendi ana dilleriyle Osmanlı parlamentosunda kendilerini ifade etmek istiyorlar ama o akıl, bütün yıkımlarına rağmen özgürlüğe yabancıydı ve keskin bir dille reddediyordu. Uluslar özgürlüklerini bir kırılmanın dayatmasıyla elde edebiliyorlardı. Özgürlük, bir kurtuluş savaşıyla Osmanlıya dayatıldıkça sonucu alınan bir özlem, bir ihtiyaç haline geliyordu. O akıl bunu hiç kavramaya yanaşmıyordu.
1877 meclisi açıldığında Arapların dil özgürlüğü konusunda mütevazı talepleri ilk yankılanan talepler arasındaydı. Ortak bir meclis, halkın iradesiyle seçilmiş temsilciler, devlet resmi dili egemen etnik dil, istenen ana dille konuşma hakkı, Mecliste anadil dışında bir dil dayatmasının olmaması. Ama O akıl, buna olanak tanımıyor.
Hikayeyi, tarihçimiz İlber Ortaylı’dan kısaca aktaralım, “Arap dilinin (Arapçanın, bn.) yönetimde ve siyasal hayatta kullanılması ve kabulü sorunu ilk defa 1877 Martında açılan Osmanlı parlamentosunda (Meclis-i Meb’usan, bn.) gürültülü biçimde ortaya çıktı denilebilir. Kuşkusuz parlamentonun müzakere ve yazışma dili yalnızca Türkçeydi. Ancak mebuslar ‘İntihap kanunu’nu müzakere ederken kanun tasarısında yer alan mebus adaylarının Türkçe bilme zorunluluğu maddesine ön planda ve hatta sadece Arap mebuslar itiraz ettiler. Onlara göre Türkçe bilmek zorunluluğu aranmamalıydı. Meclis reisi Ahmet Vefik Paşa bu itirazları kısaca kendine özgü üslupla cevapladı. ‘Aklınız varsa dört yıla kadar Türkçe öğrenirsiniz” (Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi’inden aktaran İlber Ortaylı, Osmanlı Barışı, Timaş yayınevi, 3. baskı, s;174)
Yorum;
130 yıl sonra, Osmanlı aramızda yaşamaya devam ediyor. Bir yandan seçim meydanlarında il il, ilçe ilçe dolaşarak elinde idam urganıyla, “asmak için ip bulamıyorlarsa işte ip” diye çığırından çıkan bir vahşetle, popülizm yapanlar, yakın dönemde, “ asmayıp ta besleyeli mi” diyenlerin ve bunların tarih içindeki genetik akıl köklerinin, Kuyucu Murat Paşalara kadar uzanan zuhuru aynı çizgide devam ettiği görülmektedir. Osmanlı aklıdır bu. İçlerinde olan, devamı oldukları akıldır bu.
Ama bilinmeli ki, artık hiçbir şey eskisi gibi değildir. Önceki yazılarımda da belirttim, bir kez Suçlukludan, Osmanlıya oradan Cumhuriyete kadar, günümüze dek, uzanan baskıcı tek boyutlu siyasal sistem kırılmıştır. Bu kırılmanın anlaşılması için daha uzun bir süre geçmesi gerekiyor gibidir. Resmi olarak belirginleşmesi için, yerine getirilmesi gereken çok işler var. Ama fiilen kırıldı ve sonuçlarını seçimlerle birlikte gördük. Seçim sonuçlarıyla ilgili yazıda da, hakların ikamesi için yapılacaklar belirlendi.
Kırılmanın ardından ortaya çıkan siyasal tablo, bu bilinçaltının tarihi ezberlerini bozmuştur. Sorunlar, zor ve zorbalıkla çözülebilir olmaktan çıkmıştır. Dün Osmanlıdan ana dili için özgürlük isteyene gösterilen zorbalık, ulusal özgürlükle sonuçlanmıştır. Kardeş katliyle gasp edilmiş toprakların korunabileceğini sananlar, Büyük Kurumların başında olabilirler ama, ne ulusların özgürlüklerini, ne de topraklarının özgürlüklerini önleyebilirler. Osmanlının kardeş katli, gerekli koşullar oluşunca hangi toprak parçasını koruyabildi ki. Kardeş katlinden kala kala Cem Sultan’ın acıklı hikayesi kaldı.
Bu akıl, özgürlükler karşısında içimizde olmaya devam ettikçe, özgürlüklerin sınırı daha da çok genişleyecektir.
Bu gün sorun, temelde Kürt sorunudur. Kürt ulusunun özgürlük sorunudur. Diğer etnik toplulukların sorunu olduğu kadar. 130 yıl sonra açılan 2007 meclisinde, talepler nitelikçe aynıdır, karşı duranların aklıda aynı. Bu karşıtlık böyle devam ederse, uyarım o ki, özgürlük dün olduğu gibi bu günde ezilen ulus ve ulusal topluluklar için dil sınırında kalmayacak kadar, geniş bir yelpazede olacaktır.
Aklı başında olanlar, dönsün 130 yıl önce, hangi siyasal konjonktürden geçilmiş onu okusun, tarih bilgilerini tazelesin ve bu günle karşılaştırsın. Görecekler ki, koşullar çok benziyor, taleplerde. Sonuçların farklı olması ise, O akıla karşı, bir kırma hareketinin yükseltilmesiyle mümkündür. Yeni meclisin ya da başkanının, “Aklınız varsa dört yıla kadar Kürtçe konuşmayı öğrenin” deme basireti gösterip gösteremeyeceği, sonucun değişip değişmeyeceğini de gösterecektir.
Son söz;
Osmanlıcılığın kendini yeniden gösterdiği bir süreçteyiz. İdeolojilerin çökmesi, biline gelen siyasi-ekonomik medreselerin iflası, var olan bir biçimde ayakta kalan eski dayanaklara yaslanmayı getirdi. Dindir bu. Dine yönelen yoğun isteğin kaynaklarından biri de, böylesi boşluklarda oluştu. Hiçbir ciddi toplumsal siyasal ekonomik kültürel hukuki çağdaş önerisi olmayan din sustukça, boşluğu dolduracak tek alternatif olarak belirdi. Gerçek bu değildir. Ancak konjonktür bun sonuca geçit verdi. Osmanlı harabelerinin sanal yükselişi de böyle başladı. Osmanlının çimentosu dindir hatırlatması yapıldı. Oysa Osmanlının tarih içinde kaç tür çimentosu vardı, saymakla bitmez.
Ulusalcı-milliyetçi sığlıklardan daha çok AKP, bu hattı temsil eder gibidir. Kürtleri diğer etnik yapıları kapsamanın aracı olarak din elinden gelini ardına koymadan kendini pazarlamaktadır.
AKP’de kendini ifade eden İslami yükselişin çağrıştırdığı, Osmanlılık gibi farklı etnik yapıların İslam dini çimentosuyla ancak tutunabileceği yönündeki olumlayıcı yaklaşımların mumu yatsıya kadardır. Bunlara sözüm, tarihten ders alınacaksa, işte ders burada durmaktadır. 130 yıl önceki durumu görün ve aynı hataya düşmeyin. Aradığınız çimento özgürlük ve demokrasi damarlarının asil kanında mevcuttur, başka yerde değil.
Satırlarımı sonlarken, burada geçen sıkıcı örneklemeler ve kanlı davranışların tek sorumlusunun egemen güçler olduğunun bilinmesini isterim. Hiçbir zaman bir egemen etnik yapının ya da ezen ulusun, toptancı yöntemle suçlanamayacağını ısrarla belirtirim. Türk ulusu bu açıdan münezzehtir. Her ulus gibi Türk ulus da, egemenlerinin açtığı yaraları saracak aydın kuşaklar yaratmaya muktedirdir. Bu gibi olumsuz örneklerin ağır töhmetinden, kendi tutum ve duruşlarıyla kurtulacağına inancım tamdır. O zaman, özgürlük ve demokrasi herkes için, bir barış coğrafyasında ikame edilmiş olacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder