11 Şubat 2008
AYRI VARLIK
(Entitê Distincte)
Sınırları insan erdemleriyle belirlenmiş, ne sınıfsal ne de etnik nedenlere mahkum olmamış doğrularımızla özgürlük ve demokrasi mücadelesini sürdüreceğiz...
TÜRBAN SORUNU VE LAİKLİĞİN İFLASI
YENER ORKUNOĞLU
Üniversite öğrencileri için türban serbest olsun mu olmasın mı? 21. asırda bu sorunu bize tartıştıran bir düzen tarihin çöplüğüne atılmayı hak etmiştir.Ama Türban Sorunu toplumu bölmeye devam ediyor. Dolayısıyla bu konuyu tartımaktan kaçamıyoruz maalesef. Pazar günü Kanal D'de yayınlanan 32.Gün proğramında hem islamcı hem de Atatürkçü oldukları belirten üniversiteli gençler türban üzerine tartıştılar.Öğrencilerin birikimsizlikleri ve cahillikleri karşısında irkildim. Kimse türban neden karşı olduğunu açıklayamadı. Hep ajitatif laflar., beylik sözler! Dolayısıyla tek bir genç, türban sorununda ne yapılması gerektiği konusunda tutarlı bir görüş ileri süremedi. Anlaşılan YÖK görevini 'iyi' yapmış! Üniversiteleri bilim yuvası olmaktan çıkarmış; birikimsiz, kültürsüz öğrenci üreten bir makinaya çevirmiş.Gerçi bir genç 'Sahte İslamcılar', 'Sahte laikçiler' gibi sözler etti İyi gerekçeler getirebilecek gibi başladı. Ama o gencin konuşması da Mehmet Ali Brand tarafından ağzına tıkandı.Bir kısım genç, üniversite öğrencilerinin türban takmasına karşı olurken, türbanlılar da dağal olarak türbanlı olarak üniversite okuma hakkını savundular. Kimilerine göre, türban dinsel-politik bir semboldür. Bu nedenle türbana izin verilmemeli. Kimilerine göre, türban, bir bireysel giysi biçimdir. Dolayısıyla, bireysel özgürlülerimiz kısıtlanmamalı. Bu her iki yaklaşım da tek yanlıdır. Çünkü türban, günümüzde, hem dinsel-politik bir sembol, hem de giysi biçimidir. Almanya'daki durumu aktarmakta yarar görüyorum: Bundan bir kaç yıl önce de, Alman mahkemesi, haç sembolünün okul veya sınıf duvarlarında asılı olmasını yasaklamıştı. Çünkü haç sembolü, dinsel bir semboldü ve kamu hizmeti veren alanlarda dinsel sembollere yer yoktu. Şunu bilmekte yarar var: Öğrenciler Almanya'da türbanlı veya baş örtüsü ile derslere girebilmektedirler. Burada bir sorun yok. Çünkü öğrenciler, kamu hizmeti vermiyor, kamu hizmetinden yararlanıyor. Ayrıca Almanya'da da türban ve baş örtüsü dinsel sembol sayılıyor. Bu nedenle türbanlı-baş örtülü olanlar, kamu görevi sırasında baş örtüsü ve türban takamıyorlar.Şimdi gelelim asıl konuya: Türbanlı kızlar, üniversiteyi bitirdikten sonra da, devlet görevlisi olarak türbanı giymeyi savunuyorlarsa, o zaman gidişat iyi değildir. Kimileri türban sorununu, 'suni' ve toplumunun gündemini 'saptırmaya' yarayan bir sorun görüyor. Evet, bu düşünce gerçekliğin bir kısmını yansıtmaktadır. Ama bazı sorulara cevap vermekten uzaktır. Örneğin başka bir şey değilde, neden 'irtica' ve 'türban' konuları gündeme gelmektedir? Demek ki, bu sorunların toplumsal bir temeli var. Zaten toplumsal temeli olmayan bir şeyin suni olarak gündeme getirilmesi münkün değildir.Türkiye'de üniversitelerde görevli yüzlerce profesörler, akademisyen türbana destek veriyorsa, durum vahim hale gelmiş demektir. Demek ki, akademik dünyada Siyasal İslama doğru entellektüel bir kayış var. İtalyan Marksisti Gramsci, burjuvazinin geleneksel entelleküelleri ile proletaryanın organik aydınlardan bahsederdi.Öyle anlaşılıyor ki, Türkiye'de geleneksel aydınlar arasında, Siyasal İslama doğru bir kayış yaşanmaktadır. Bir başka deyişle, Siyasal İslamın hegomanyasını kabul etmeye bir TARİHİ BLOK oluşuyor. Geleneksel entellektüellerden oluşan bu TARİHİ BLOK önümüzdeki süreçte damgasını vurmaya çalışacak. Hele Türkiye sosyalistlerinin bir kısmı da 'özgürlük' adına Türbana destek veriyorsa, bu durum BLOK'un entellektüel etkisinin boyutunu göstermektedir. Siyasal İslam, Türkiyeyi, siyasal ve entellektüel olarak kuşatmıştır.Önce şunu saptayalım. Tefeci-bezirganlığın en önemli özelliklerinden biri sinsi bir politika izlemesidir. Amacına ulaşmak için, kendini koşullara uydurur ve her kılığa girer. Komünizm düşmanı olur. 'Demokrat' kesilir. 'Özgürlükçü' oduğunu ileri sürer vb.Türban sorununa, dar bir pencereden bakmak doğru olmaz. Dolayısıyla türban sorununu, yalnızca ideolojik ve politik açıdan ele almak tek taraflı ve yüzeysel bir yaklaşım olur. Türban Sorununu, ekonomik-toplumsal ve tarihsel açıdan da ele almak gerekir. Türkiye, gerçek bir burjuva demokratik devrimi yaşamamış bir ülkedirKlara Zetkin'in bir sözü vardı: 'Faşizm sosyalist devrimi başaramayan işçi sınıfının ödemek zorunda olduğu bedeldi.' Bu söz bana şunu çağrıştırıyor: 'Türkiye'de Siyasal İslamın yükselişi, din doğmatizmi ve teolojiyle hesaplaşmayan bir toplumun ödediği bedeldir.'Nasıl faşizm, burjuva demokrasinini yetmezliğinin bir ifadesi ise, Siyasal İslamın yükselmesi de, 'Doğu tipi burjuva laikliği'nin iflasının bir belirtisidir. Dine, ideolojik ve siyasal açıdan yaklaşan kemalist laiklik anlayışının çöküşüdür. Üç alanda (ulus, din, insan sorunu) burjuva ideolojisiyle hesaplaşmaya girişilmelidir. Yoksa bırakın yeni bir uygarlık kurmayı, Türkiye'nin gerçek bir demokratikleşmesi bile sağlanamaz.Türban sorunu sosyolojik açıdan ele almadan yapılacak değerlendirmeler yüzeysel olacaktır. Türbanın Sosyolojisini gelecek yazımızda ele alalım.
Bir Yorum: TÜRBAN
FADIL ÖLMEZ
”Herkese saygımız vardır; ama siyasal yapıyı, yaşadığımız düzenin gerisine çekmek isteyenlere ”hoşgörü” ile bakmayacağımızı da açıkça ilan ediyoruz.
”Türban, tartışılıyor. Türban, gündemi değiştirmek için tartışılıyor.Türban, tarihten silinmek istenen Kürtlere karşı, “karadan ve “havadan” operasyonların yapıldığı bir ortamda tartışılıyor. Amaç bellidir: Başbakan Receb Tayyip Bey ve oligarşik partisi, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Dağlıca’da uğradığı “hezimet” ve “küçüklüğü” örtbas etmek için, Orgeneral Yaşar Büyükanıt’la anlaşarak, uydurduğu bir “saptırmadır.” Bu, danışıklı bir siyasettir. Bunu kim ciddiye alır?Özünde türban; Türkiye’de, defalarca kez suç işleyen, demokrasi ve insan hakları düşmanı, Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ı kurtarma eylemidir! Birinci, noktadır.İkincisi şu: Hâlâ insanların kiyafeti ile uğraşmak, tek kelime ile “ilkelliktir!” İnsanlar, ister “sakal” isterse “turban”... herkes istediği kiyafeti ile okula, üniversiteye gidebilmelidir!Üç: Türkiye’de, şuanki, “turban” ve “laik” tartışmaları, Türkiye Cumhuriyeti’nin, hâlâ, oturmamışlığını gösteriyor. Bu, şu demektir:Türkiye Cumhuriyeti, gerçek anlamda, “laik” bir devlet olmamıştır. Türkiye, eski rejimden “radikal” anlamda bir kopuşu yaşamamıştır. Türkiye Devletin bir resmi dini vardır: Sunniliktir! Diyanetişleri Bakanlığı, bu resmi dine hizmet eder. Bunları artık öğrenme zamanı geldiğini düşünüyorum.Peki, devlet –din ; eğitim – din; Diyanet İşleri; İlahiyet Fakülteleri, İmam Hatip Okullarının, devletin eğitim sistemi içinde bütünleştiği bir sistemde, laik bir devletten bahsetmek mümkün mü?Dört: Türkiye’de yapılan askeri darbeler, yukarda yazdıklarımın kanıtıdır: Darbelerle birlikte, hem dinci partileri yasaklamak, hem de dinci partilerden daha dinci olmak, Türkiye’de dinin devletle bütünleştiğini gösteriyor. Budur.Beş: Şuanda ”dini” ve ”türbanı” tekrar göndeme taşımanın nedenleri var. Açıktır:Türkiye’de, Kemalizm tek başına ”Kürt Sorununu” önlemeğe” yetmiyor. Kürt kalkışmasını önlemenin ya da önüne geçmenin biricik yolu: laiklik ve türban kampanyaları yürütmektir.Yapılan budur.Altı: Bizler, geleceğin sosyalist aydınları olarak, ”dinciler” ve ”türbancılar” arasında temel farkımız vardır: Şuan ki, burjuva düzeninin gerisine gitmeyiz; ama bizler kapitalist düzenin sonrasını savunuruz!..Laik bir devletin yaratılmasından yanayız. Bu şu demektir:Devletin ne resmi, ne de gayri-resmi bir dini olmamalıdır. Fikret Başkaya Hocanın yazdığı gibi, ”devlet dinden eleni çekmelidir!”Sunni devletin baskısı altında yaşayan Alevilik ve diğer dinsel inanç üzerindeki yasaklar derhal kaldırılmalıdır…Herkese saygımız vardır; ama siyasal yapıyı yaşadığımız düzenin gerisine çekmek isteyenlere ”hoşgörü” ile bakmayacağımızı da açıkça ilan ediyoruz.
GELENEK, İNANÇ, SİYASET ve TESETTÜR
AYŞE HÜR: Sonuç olarak örtünme ile gelenek, inanç ve siyaset arasındaki ilişkileri analiz etmek kolay değil. Ancak toz duman arasında görülen o ki, insanlık tarihi boyunca gelenek de, inanç da, siyaset de tüm enerjisini kadını ‘görünmez’ kılmaya, en azından toplumsal hayattan dışlayarak eve hapsetmeye hasretmiş. Muhafazakarlar bu işi kadını örterek yapmış, modernleşmeciler açarak yapmış. Belki de meselenin çözümü sadece kadın ve erkek cinsleri arasındaki ilişkilerde yatıyor. Bu haftayı, Osmanlı ve Türk kadınının 700 yıllık ‘görünür olma’ mücadelesine bir göz atmaya ayırdık. Kadının kendi bedeni ve kendi hayatı konusunda bizzat kendisinin söz sahibi olacağı bir dünya özlemiyle, herkese iyi okumalar….
STRATEJİK KARARLAR ve MECLİS
Mihrac Ural
06 Şubat 2008
Bu gün 6 Şubat 2008, bir ülkenin geleceğiyle ilgili kararların alınması gereken ve de Büyük Millet Meclisi denilen yerde türban sorunuyla ilgili anayasa değişikliği amacıyla bir toplantı yapılıyor.Meclis gibi bir yerde, anayasa gibi o ülke topraklarında yaşamını ortak değerler etrafında belirleyecek olan bir hukuk metninde, insanların stratejik gelecekleriyle ilgili kararlar almak yerine, tersi amaçlarla karaların tartışılıp çözülmeye çalışıldığı gözlemleniyor.Ülkeler, meclislerinde ülkedeki tüm varlıkları ilgilendiren stratejik kararlar alırlar. Oysa bu gün bu ülke uzun zamandır yaşamakta olduğu kimliksizliğini ya da anlamak istemediği çok kimlikli yapısını daha da bölücü tarzda derinleştirmek ve kaosa sürüklemek için Büyük Milletinin Meclisini alet yapmaktadır; stratejik gerginlikler için, bölücülük ve tek boyutlu kararlar için anayasalarını değiştirecek kadar hesapsız süreçlere cehennem kapıları açılmaktadır. Sokakların kimi duyguları, ortak ülkemizin barışçıl yaşamını sağlayacak paydalardan çıkmak amacıyla kararlar vermektedir. Bu ülkede her varlığın ve inancın haklarının özgürlük içinde kullanılabilir olması uğruna kuşaklar boyu mücadele ettiğimiz siyasal doğrularımızdır.Bizim siyasal düşüncemizin özgürlüğü için kimse bir katkı yapmazken, bizler her alanda inancı için türban takmak isteyenlere özgürlük dedik ve yasaların bunun hizmetinde, yeniden şekillendirilmesi gereklidir dedik. Ancak bugün yapılan, ülkemizin ortak bir vatan olduğu gerçeği üzerinde galebenin kaba hoyratlığıyla tepinmeden ibarettir.Ayrı varlıkları yok edecek, tek boyutlu bir başka rejim inşasının adımlarıdır. Bu adım ülkenin ortak yüksek idealleriyle ilgisiz olduğu kadar, ihtimali her geçen gün gerileyen ortak yaşamına da indirilen bir darbedir. Kimliksizlik bir tür ülküsüzlüktür. Tek boyutluluktur, ülkemiz tek boyutlu bir siyasal algılayış libasına sığmayacak kadar büyük varlıklardan oluşmuş bir alandır. Bu zorlamalar kalabalığın gürültüsü altında mevzi sonuçlar alsa da bunun sonu büyük bir hüsran olmaktan kurtulamaz.Bu ülkeye demokrasinin geleceği yol bu yol değildir. Bu yol diktatörlüklerin, cehennemi iktidarların yolunu döşemekten başka bir işe yaramaz. Ülkede yaşayan mozaiği hiçe sayanların, inançlar arasındaki dengeyi pervasız ve dinsiz tarzda dumura uğratacak bu türden kararları, laikliği din haline çevirenlerin tarih içinde yürüttükleri baskı ve haksızlıkları, çok çirkince tekrar etme durumunda bırakacaktır.Bu anlam da, türban özgürlüğü talebi yönündeki anayasa değişikliği tartışması ve oylaması gerçekte bir inanç özgürlüğü çabası değildir ve hiçbir zaman olmayacaktır da. Zira bu ülkenin en kadim tarihinden bu yana, inanç özgürlüğü acımasız bir tarzda çiğnenmiş, farklılıklar sindirilip yok edilmeye çalışılmıştır. Anadolu’nun tek boyutlu bir dinsel ve mezhepsel rengin egemenliği altına girişinin başka bir izahı da yoktur. Sorunları 21. yy bilgi evreninde klasik bir “Osmanlı Aklı” yöntemiyle çözme alışkanlığının nüksetmesi, artık bu devletin egemenliği altında yaşamı bir kez daha sorgulamayı gündeme getirmekten bizi alıkoymayacak kadar derin tehlikeler boyutuna gelmiştir. Var olmanın, özgür ve adil bir yaşam düzeneği içinde yer almanın; artık kimseyi tanımlamayan ortak üst kimlikten çok alt kimliklerin hak ve özgürlüklerinin sonuç almasına bağlı olmaya başlaması, bu sürecin kaçınılmaz sonucudur. Kimse kimseyi buraya nasıl gelindi diye suçlamasın.Bu cehennemin yolları, işte bu tür kıymeti kendinden menkul meclislerde nükseden Osmanlı aklının yığdığı kaoslarda döşenmektedir.
TÜRBAN'DA ÖZGÜR OLMALI
TÜRBAN'DA ÖZGÜR OLMALI
Bu baskıcı rejim kökten değişmeli. Tüm inançlara özgürlük ve adil bir paylaşım olanağı tanınmalı. Birini savunurken diğerini ihmal etmek ise, özgürlüğü tek boyutlu bir siyasal baskı aracı haline dönüştürür. Devlet tüm varlıkların özgürlüğünü koyuyabilecek bir devlet olmadıkça, ortak yaşamının bir gereğide kalmayacaktır.Türbanına özgürlük isteyenler, düşünce özgürlüklerine, diğer inançların özgürlüklerine, kimlik haklarıyla ilgili özgürlük taleplerine, kendilerinin istediği ölçekte de giyim özgürlüklerine de sahip çıkmakla yükümlü olduklarını göstermedikçe, galebenin baskısıyla kazanacakları haklar bir zulüm aracı olmaya mahkumdur. Tam bu noktada inanç özgürlüğü, vekaleti kimden alınmış belli olmayan, kıymeti kendinden menkul siyasal baskı aracı haline dönüşür. Allah ise bu vekaleti peygamberine bile vermemiştir. Ortak özgürlük talepleri bir bütün olarak ortak bir payda etrafında ikame edilmeden gerçek özgürlük için bu kararlar yeterli olmayacaktır. tersine birer baskı aracı haline dönüşecektir.
TÜRBAN ve KURAN
Bedreddin Mahirİslam’da Türban farz değildir. Dinde farz olan, kişi ayrımına tabi olmaz; cariye-özgür ayırımı yapmaz. Farzın, yakın akraba önünde ya da yabancılar önünde uygulanmasında ikircimliği olmaz; her zaman ve mekanda kendini ifade eder. İslam’da farz, altı değil, beş’tir. Türban, Medine’nin Kozmopolit koşullarında bir simge olarak, özgür Müslüman kadını, köle ve cariye Müslüman kadından ayırt etmek ve tacizlerden korumak adına, süslerin örtülmesi için önerilmiştir. Kuranda da bu çerçeve içinde yer alan tüm ayetler kadının süsünü örtmesinden bahsetmiştir. Süs ise, Kuran’ın hiçbir yerinde kadın uzuvlarından biri olarak tanımlanmamıştır. Kuran’da süs ise, geçtiği her ayette açık ve sarih olarak, taşınan, takılan bir meta olarak belirlenmiştir. Tarihin derinliklerinde de başörtüsü ritüelik bir simge olarak başladı. Zaman zaman kadının üretimde yer alışının bir ihtiyacı, sosyal yaşamdaki süsü olarak devam etti. Tarih içinde inanç güdüleriyle başlayıp süse dönüşen binlerce olgu gibi, baş bağlamakta aynı yolu izlemiştir. Türban ise, bunu tersten izledi, Peygamber döneminde bir takı-simge olarak, farklı olanı tanımla aracı olarak başlayıp sonradan inanca dönüştürüldü. Örtünme dinin temel inanç unsuru olsaydı, Eskimolar peygambersiz Müslümanlar olarak, inanç şampiyonu olurlardı.
OSMANLI AKLININ TARİH SERÜVENİ ( II )
Fetih, her biçimiyle talandır, yıkım ve gasptır, kıyım ve ölümdür. Fetih tarihte bir mutasyon hareketi gibi işlevler de görmüştür. Bu dehşet dolu vahim eylem, birçok barbar geçmişli toplulukların tarihinde kalın bir çizgi gibi yerini alır. Öyle ki, coğrafyaları, demografileri, etnik ve inanç dengelerini bozma gibi onarılması mümkün olmaya eylemlerin, acımasız yaraların tarihsel kin ve düşmanlıkların da üreticisidir. Ancak gayri ahlaki ve gayri insani olan bu girişimleri, fetihçinin fethettiği topraklara getirdiği bir üst uygarlık, kurumlaştırdığı yeni üst yaşam süreçleri, bir çeşit telafi unsuru olmuştur. Ancak tüm fetihler bu telafiyi yapamamıştır. Kendi nesnel ve öznel verileri, girdiği tüm coğrafyalardan ödünç alma durumunda kalan fetihçiler için durum telafiyle örtülecek hiçbir yarayı, acıyı zulmü aşamamıştır. Bu türden fetihçiler, gasp ve talan ettikleri coğrafyalarda uygar yaşama bıraktıkları tek şey, yüz yıllar süren karanlık baskı ve ölüm denklemleriyle örülmüş bir yaşam olmuştur. Üstelik tarihin yenileşmelerine ayak uyduramayarak da, ne kendine rahmet ne diğerine merhamet etmiştir. Osmanlı bu türdendi. Osmanlı aklıda bu fillerin kendini tanımladığı davranışlar bütünüdür. Bu güne kadar gelen Osmanlı aklının tarih serüveninde bu gayri ahlaki ve gayri insanı durum, hala Anadolu'nun uygarlık beşiği topraklarda, kıyım ve yıkımı, gasp ve talanı dayatmaya devam etmektedir. Kimlik hakları pervasız bir cehaletle gasp edilmekte, etnik ve inanç baskıları çağdaş akıllara ziyan bir sorumsuzlukla sürdürülmektedir. Ulusalcılık, milliyetçilik gibi aldatıcı kavramlarla, ilkelikler, öz savunma aldatmacası olarak halkın bir kez daha fetihçiler arkasından serserice sürüklenişinin hizmetine sunulmaktadır. Bu gelişmelerin farkında olmayanlar, sıra kimde sorusunu sormaya fırsatları olmayacak bir tehlikenin eşiğinde yaşamayı, duyarsızca sürdürmektedirler. Tarihi gelişimin tüm nesnel ve öznel verilerinin yeterli olgunluğuna karşın, bu ilkel Osmanlı aklını aşacak gerçekçi atılmalara girişilememektedir. Oysa bilinmeli ki, bu akılla, bu topraklarda kimse özgür ve barışçıl bir gelecek kuramaz. Bunun için tek yol, eskimiş akılları terk etmektir. Özgürlük ve demokrasinin bir başka yolu da yoktur.
Mihrac URAL
3.“Osmanlı Aklı”nın,Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı
Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi, buna önemli bir örnek teşkil eder. Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır. Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur. “Resmi tarih” diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.İnkar etmek var olan gerçeğin yükümlülüğünden kaçmanın en kestirme yolu olarak “Osmanlı aklı” tarafından ikame edilmiştir. Bu aklın mihverinde dolaşan aydınlar, hatta solcu geçinen milliyetçiler, Osmanlıyı, İttihat ve Terakkiyi ve liderlerini, TC’yi ve Osmanlı artığı padişahları, Ermeni jenosidinden aklamak için, cürümü Teşkilatı Mahsusa’ nın iki silahşörü, Mülazım Halil ve Çerkez Ahmet adlı eşkıyanın sırtına yıkmaktadırlar. Cemal Paşa’nın bu iki eşkıyayı astırması sonucunda da, Ermeni jenosidinin hukuki hak arama kapıları tamamıyla kapatılabileceği düşünülmüştür. Ayrıca, katliama yol açan “Türk intikam duygularının körüklenişi, Ermenilerin tek ulusçu çıkar arayışları ve yabancı desteğine” mal edilerek, katilin değil, maktulün suçlanmasına gidilmiştir. ( Taner Akçam, bu inanılmaz denklemi “Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu” adlı kitabında kurmaya çalışmıştır. Bu kitaba karşı eleştirilerimiz, Mihrac Ural, “Ermeni Jenosidi ve Küçük Enver ( Taner Akçam )” adlı broşürde ele alındı). Böylece “Osmanlı aklı”, maktulleri katil ilan etme ayrıcalığına sahip olduğu da açığa vurulmuş oluyor. Bu akıl yöntemi bu gün tüm çirkefliğiyle, Kürtlerin her türden var oluşunun inkarı için çalışmaktadır.
Bu katliam nedir, kimin işi ne adına?
Bu Osmanlı aklından kurtulun artık Anadolu kan ağlıyor hala ...Tarihi tüm yönleriyle sahiplenebilmektir asalet; hatalarıyla sevaplarıyla. Tarihte her ulusun, milliyetin ve imparatorlukların, kanlı ve kirli işleri olabilir. Bunun, kullanılabilir sanılan cürümlerini öğünme aracı yapmak kadar olumsuzluklarının da sorumluluğunu aynı cüretle sahiplenmek gerek. Bu dengeyi kurmayı becerememiş ya da kurmakta acze düşmüş olanlar, ne kadar inkar etmeye çalışsalar da, hala çözülmemiş ciddi sorunları var demektir. Ermeni konusu gibi bir dizi konu ülkemizin temel sorunları arasında süre geliyor olmasının anlamı da budur. Tarihte en kanlı kıyımlara rağmen başarılamamış tasfiyeler ve asimilasyonların bu günün küresel ilişkileri içinde başarılması mümkün değildir. İnkarcılıkla da bu sorumluluktan sıyrılmanın olanağı yoktur. Bu bataklıktan kurtulmak gerek. Bunun yolu ise tarihle cesurca yüzleşip, gelecek için kabul edilebilir ortak toplumsal projelerin geliştirilmesi gerek. Eski akılları terk etmek ve çağdaş ölçüler içinde herkesin ortak olacağı ve sorumluluk alacağı bir barış coğrafyasının kurgulanmasına ve tecellisine, ikamesine yönelmek gerek. Bu ise bu ülkenin hepimize ait olduğunu bir birimize yeniden, bir kez daha ve bin kez daha kanıtlamaktan geçiyor. Tek tekçi siyaset bu çağa ait değildir. Bunda ısrar edenler, ebedi sandıkları tekellerini de kaybetmeyi göze alan kumarbazlardır. Hiçbir ulus gelecek kuşaklarının kaderini bu türlerin elinde rehin bırakamaz. Diğer temel sorunlar gibi, Ermeni sorunu olduğu kadar, Kürt ve Hatay sorununun da çözümü buradan geçecektir…
*************************************************************
26 KASIM 2007-AYRI VARLIK ARŞİVİNDEN....
ŞEHİT YOLDAŞ HANNA MAPTUNOĞLU BU PAZAR 26 KASIM 2007 DE ANTAKYA KİLİSESİNDE ANILACAKTIR
Şehit yoldaşımız HANNA MAPTUNOĞULU ANISINA tüm hemşerilerimizi bu pazar (26 Kasım 2007) Antakya Ortodoks Kilisesi ayinine devat ediyoruz.
HANNA YOLDAŞ SENİN İÇİN ÇALAN ÇAN SESLERİ ÖZGÜRLÜK VE DEMOKRASİ MÜCADELESİ İÇİN SİNYAL OLACAKTIR !
Yiğit yoldaşım, birikimlerinle, bilinç ve sükunetinle, örgütümüze yaptığın büyük eğitsel hamlelerle adın aramızda, taşa oyulmuş gibi bir alameti farikadır. Bir şairdin yaman yaman kelimelere ruh veren, bir ozandın sazının tellerini insana dönüştüren Ülkemizde yürüttüğümüz özgürlük ve demokrasi mücadelesinin en kadim militanı ve önderlerindensin. Sen bir enternasyonalist devrimcisin ayrıca. Avrupa’da gösterdiğin etkinlikler, 12 Eylül 1980 faşist darbesinin ilticaya zorladığı insanların toparlanması ve örgütlenmesinde oynadığın rol, derinliğiyle hala tüm görkemini korumaya devam ediyor. Hanna yoldaş, genç yaşta yükselttiğin mücadele, bölgemizin uğradığı emperyalist-siyonist saldırılara karşıda bir direnme unsuru olmuştur. Filistin halkının haklı davasında, şehit olana kadar omuz verişin bu tanımlamanın abartı olmadığına tartışmasız bir göstergedir. Mücadele mekanlarının tümünde ve tüm dallarında bir önder olarak yerini aldın. Siyasal eğitim kadar askeri eğitimlerin de sorumluluğunu üstlendin. Türkiye Halk kurtuluş Cephesi Merkez Komitesi üyeliğinin hakkını sonuna kadar en görkemli biçimde verdin. Şahadetin üzerinden, on yıllar geçti ancak zaman tamamlanmamış özgürlük ve demokrasi görevlerimizin kesiti olmaya devam ediyor. Bu kesitin parlayan yıldızlarından biri olarak her daim bize yön gösteriyorsun. Ülkemizin özgürlük ve demokrasi mücadelesinde bir Hıristiyan bir Arap yoldaş olarak, merkez komitesinde gösterdiğin başarılı performansınla, her görevde gösterdiğin üstün başarılarla ve sonuçta hepimizin, önünde saygıyla eğildiğimiz şehit olmanla bizim sönmeyen bir ışığımızsın. Antakya'nın kadim, Hıristiyan aleminin ilk kilisesi çanlarını şu an senin için çalıyor. Çan sesleri, seni bilincinde taşımak için gelecek kuşaklara verilmiş bir sinyal, bir mesaj olacaktır. Yüce rab Hz. İsa’nın oğlu Hana yoldaş, sana ahdimiz olsun ki, seni çarmıha geren bu devletin zalim siyasal sistemine karşı, genç kuşaklarıyla birlikte, şehrimin toprağı ve kıyıma uğramış anadilimizle sonuna kadar direnecektir. Seni bilincimizde taşırken göstereceğimiz direniş her kes için bir yeniden diriliş olacaktır. Kadim şehrimiz Antakya'nın mahalleleri, yolları okulları senin yükselttiğin direnme mücadelesini bir kez daha bilince çıkartacaktır. 24 kasım 2007. Mihrac Ural
7. ölüm yıl dönümü anısına Ahmet Kaya Yoldaş bizimlesin
O gerçek dostluğun adıydı, en gerekli zamanda dostunun yanında olmasını bilen bir yiğit devrimciydi. Anısını içimizde dirice, bilincimizde yoğunca taşıyoruz. Neyini anlatayım, yaşayanı daha çok yapacak işleri olanı anlatmak mı gerek? O yaşıyor ve mesajını iletmeye devam ediyor. Mihrac ural
KİMSENİN BİLMEDİĞİ BİR ANI
Derler ki, Picasso Paris'e ilk ayak bastığında tren garında piştovunu çekerek üç el ateş eder ve "Parisss Parisss Parisss duy sesimi, ben geldim işte buradayım" diye bağırmaya başlar. Kimse umurunda değildi ve kimse de o mahşeri kalabalıkta bu haykırışla ilgilenmedi. Picasso, Paris gibi sanat merkezindeki değirmenlerin öğütücü etkinliğine karşı bir meydan okuyuş olarak ortaya bir tavır sergilemişti. Koyduğu bu tavrının hep arkasında da kalmıştı. Sonra ülkesini büyük elçi olarak temsil edecek ve dünyanın önünde saygıyla eğildiği resimlerin ressamı olacaktı. Ben de, Ahmet Kaya yoldaşımın benzer bir haykırışına tanık oldum. Onu sizinle paylaşacağım.1992 Kasım ayının son günleri, Frankfurt’ta buluşuyorduk. Yıllardır kopmuş bir ilişkinin buluşmasıydı; özlemlerle dolu… Şehrin merkezinde dört yol kavşağı ve insan selinin ortasında bir araya gelecektik. Saatler gelip çattığında bir anda birbirimizi karşımızda gördük ve bizi ayıran caddenin trafiğinin korkunç akışına bakmadan, Almanya'da olması asla düşünülmeyecek tarzda yolu keserek hızla birbirimize koştuk! Sarıldık sıkıca, sıvazladık sırtlarımızı etkince… Ahmet aniden geri çekildi. Tedirgin oldum, nedir demeye kalmadan elini beline götürdü, şaşkınlığımı üstümden atamadan silahını çekti. Havaya doğru tuttu ve 14'lüsünün şarjörünü boşaltana kadar sıktı. Dehşete düşmüştük. Çevreden bize ne oluyoruz diye bakanlar az değildi. "İşte biz buradayız. Dünya alem sesimizi duysun biz buradayız direnmeye de devam edeceğiz" diye coşkuyla bağırdı. Aniden gerginliğim kayboldu. Picasso’yu hatırladım, Ahmet devrimciliğini, yoldaşlığını ve direncini haykırıyordu; tıpkı Picasso gibi. Bu anımın ayrıntılarını, “Taşralı bir militanın devrimci yaşam seremonisi” nde anlatacağım.
16 Kasım 2007.
Mihrac Ural.
****************************************************************
HER ZAMAN BİZİMLESİN
Yoldaş Bünyamin Doğan, Yoldaş Mahrac Ural, Yoldaş Ahmet Kaya, Yoldaş Kemal Bayram
*************************************************
AHMET KAYA GERÇEKLERİN SÖZCÜSÜ
Ahmet Kaya yoldaşın acı ölüm haberi üzerine yayınlanan bildirimizi ölümünün 7. yılında tekrar yayınlıyoruz.
****************************************************************
HER ZAMAN BİZİMLESİN
Yoldaş Bünyamin Doğan, Yoldaş Mahrac Ural, Yoldaş Ahmet Kaya, Yoldaş Kemal Bayram
*************************************************
AHMET KAYA GERÇEKLERİN SÖZCÜSÜ
Ahmet Kaya yoldaşın acı ölüm haberi üzerine yayınlanan bildirimizi ölümünün 7. yılında tekrar yayınlıyoruz.
GERÇEKLERİN SÖZCÜSÜ
“Kral çıplaktır” diyerek sanatı yücelten onurlu insan Ahmet Kaya yoldaşyüreklerimizde yaşamaya devam edecektir.Türkiye halkları adına, Kürt’ün, Türk’ün, Arapların kardeşliği adına, son çeyrek asrın demokrasi-özgürlük ve hukuk mücadelesinde, gerici devlet mekanizmasının insanlık dışı baskıları ve dayanılmaz ağırlığı altında yorgun düşüp ezilenlere ve ezenlere rağmen, yeniden uyanışın sesi, büyük insan, onurlu devrimci Ahmet Kaya yoldaşın ölüm haberi; halklarımızı olduğu kadar beni ve benim gibi düşünen tüm yoldaşları derinden sarstı. Anlatılması güç acı ve düşünce dolu duygular içindeyiz.Gerçek bir dost örneği olarak, tüm dostların zor günlerinde, özverinin en onurlu örnekleriyle omuz veren, yiğitçe yanında duran, gerçeklerin gür sesi Ahmet Kaya yoldaşın ölümü, Türkiye’nin tüm onurlu insanlarının bir kaybıdır. Bu kayıp, klasikleşen renkleriyle, sanatı yücelten özgür sesler camiasının onarılması güç bir kaybıdır. Bu kayıp, tüm boyutlarıyla genel ölçekte Türkiye insanının kaybıdır.Özel ölçekte ise, bir dost ve yoldaş olarak bu kayıp benim kaybımdır. Üç gün önce ağır bir süreçten çıkışımda, beni ilk arayan, benimle dayanışmasını belirterek, on yılların yoldaşlığına verdiği değeri her zaman olduğu gibi tazeleyip yücelten Ahmet Kaya yoldaş, ölümüyle şahıs olarak benim açımdan inanılmaz bir acıya kaynaklık etti. Yıllar önceki bir hadisede, kendisine söylediğim “şu gördüğün toplulukta bir sen, bir ben kalırız yolumuza devam eden” sözlerini hatırlarken, böylesi bir dostun benim için ne kadar özel olduğunu düşünüyor ve bunun acısını yaşıyorum.O, sanatı yücelten bir sanatçıydı. Sanat, “Kral çıplaktır” deme onuru ve yiğitliğiyle onun dilinde yüceldi. Bunun bedelini zindanlarda, mahkemelerde, sürgünlerde ödeme pahasına, bir kez değil, bin kez “Kral çıplaktır” diyerek, gerçeği topluma açıklayıp insanlığının gerektirdiği toplumsal sorumluluğu yerine getirdi. O, hepimizin bir kaybıdır, zulme karşı isyan seslerimizden en önemlisinin kaybıdır.Lanet olsun sana ölüm diyorum. Bize, işkenceleriyle, zindanlarıyla zorbaca baskı yapanlara, sürgünlerde ölmeye mecbur edenlere lanet olsun diyorum. Nazım Hikmet’ten Yılmaz Güney’e uzanan ve bu son halkada Ahmet Kaya’ya ulaşan sürgünde ölüm dayatmasına neden olanlara bir kez daha, bin kez daha lanet olsun diyorum.Gülten Yoldaş, Ahmet Kaya ailesi adına öncelikle sana sabır diliyor, acını paylaşıyor taziyelerimi iletiyorum. Bu kara günde, tüm yiğit devrimci sanatçı camiasına, demokrasi ve özgürlük mücadelesi uğruna dövüşenlere başımız sağ olsun, davamız sağ olsun diyorum.
16 Kasım 2000
Türkiye Halk Kurtuluş CephesiGenel Sekreteri Mihrac Ural
*********************************************************
TÜRK-KÜRT KARDEŞLİĞİ KOCAMAN BİR YALANDIR
10 ŞUBAT 1999 ÖDÜL TÖRENİNDE OLANLAR VE BİLDİRİMİZ !..
*********************************************************
TÜRK-KÜRT KARDEŞLİĞİ KOCAMAN BİR YALANDIR
10 ŞUBAT 1999 ÖDÜL TÖRENİNDE OLANLAR VE BİLDİRİMİZ !..
Mihrac Ural
Ahmet Kaya magazin dergilerinin dağıttığı ödülü alırken, “Türk-Kürt kardeşliği, ülkenin bölünmezliği ve Kürt realitesinin artık hazmedilmesi gerektiği” yönünde görüş beyan ederek, çektiği “Kürtçe klibin yürekli televizyoncular tarafından yayınlanacağını bildiğini, bu konuda korkaklık gösterenlere karşı halkın ne yapacağını da bildiğini” açıklayarak ödülünü alıp yerine oturdu. Ve ardından bir kıyamet koptu. Bir izleyici olarak bundan sonra olan gelişmeler, 25 yıllık siyasi yaşantımın en dehşet verici anlarını oluşturdu. Bu devlet altında birlikte yaşanmayacağı üzerine yazdıklarımın yaşanmaya az zaman kaldığını gördüm. İnsani onur taşıyan herkesi ürkütecek olan bu saldırganlık, sanatçı olarak toplumun en ileri kesimlerini temsil ettikleri sanılan bir dizi insanın, en çirkin türden militan ırkçı yüzleriyle ortaya çıktığı görüldü. Ahmet Kaya’yı kardeşlikten bahsetmesi nedeniyle yuhaladılar, üstüne yürüdüler. Çatal, bıçak, çanak attılar.Ahmet Kaya’yı yakından tanırım; yoldaşımdır, dostumdur. Ekstrem yanları çoktur ve bu rengiyle, güzel bir insan, içsel dokusu samimi, gerçek bir demokrattır. Kürt’tür, ancak hiçbir zaman bu ırki yanını öne çıkarttığına tanık olmadım. Kürt ulusu, tarihin en çok acı çeken çağdaş ulus olmasına karşın, bir nebze ayrılıkçı eğilimine rastlamadım. Siyasal süreçte yerini aldığı devrimci safların Kürt orijinli siyasal hareketler olmaması da, buna en büyük kanıttır. Bu yiğit insan, herkesin köşe bucak kaçtığı, kaypaklık yaptığı bir dönemde, sazıyla sözüyle, devrimci hareketin üzerine örtülen ölü topraklarını silkelemiştir. 12 Eylül karanlığı öncesi ayakta kalan bir direnme odağı kaldıysa, bunun kendini ortaya koymada bir manivela olmuştur. Buna rağmen, en keskin tutumlara, en uç söylemlere, en çok zemin olduğu bir kesitte ve bundan her türden büyük çıkarların sağlanacağı bir zaman diliminde, en mutedil demokrat olmasını bilmiş, müziğinin özgün renkleriyle, orijinalitesini oluşturmuştur. Buradan da, Türkiye müzik tarihinin hayallerini zorlayan kaset satış rakamlarıyla halkların günlünde yer edinmiştir. Ödül töreninde söyledikleri ise, Demirel’in sık sık tekrar ettiği birkaç kelimeden ibaret olan “Kürt realitesini tanıyorum” un, algılanmasından ibarettir. Miting meydanlarında, açık açık “Kürtlerle federasyon” sorunlarını tartışanlar yanında, Ahmet kaya’nın söyledikleri bir hiçtir.Ancak bu Hiç oldukça farklıdır. Evet, Ahmet Kaya’nın Hiç’i, gerçekçi bir söylem olduğundan, Demirel dahil, siyaset tacirlerinin sahtekarca, ikiyüzlüce ve aldatmaca için söyledikleri bir ton Kürtçü propagandadan daha çok fırtına koparmıştır. İşte dürüst söylemle sahtekar söylemin ağırlığı ve farkı da buradadır; Ahmet Kaya’yı, Ahmet Kaya yapan da bu orijinalitedir. Bu vesileyle, ortak değer ve kanaatlerin yoldaşlığını buradan bir kez daha selamlamayı görev sayıyorum.Ahmet Kaya’nın dile getirdikleri, kocaman bir gerçeğin özce dile getirilmesinden ibarettir. Tarihin tüm deneylerinde görülen ve herkesin gelip buluşacağı bir yol gibidir bu özlü cümleler. Bu söyleme sanatçıların, toplumun en aydın, en ileri insanların göstereceği tepki, yerine yeterince getirilmemiş görevlerin burukluğunu dışa vurma anlamında olabilir. Zira Türk ve Kürt halkı sanatçılarından kardeşlik için çok az katkı görmüştür. Ahmet Kaya’ya gösterilen tepki ve kendini oldukça fazla demokrat görenlerin içine gömüldükleri korkakça sessizlik, bizi bir kez daha Türk-Kürt kardeşliğinin ne ölçüde sahte bir söylem olduğunu, ne ölçüde tek taraflı bir inanç olduğunu gösterdi. Bu, toplumu yönlendirenlerin Türk-Kürt kardeşliğini kendi çevrelerine hangi aldatmacalarla dile getirdiklerini gösterdi. Sanatçı maskesi giymiş militan ırkçı faşistlerin tepkisi, Türkiye’de Kürtlere, kardeşliğin bile fazla görüldüğünü göstermektedir. Kürtlere karşı on yıllardır işlenen her türden vahşetle birlikte, İtalya krizinde, şaşkın militanlarını Kürt avı için sokaklara dökerek yaratılan dehşeti de eklemek gerek.Ahmet Kaya’ya gösterilen tepki, sıradan Faşist parti ve onun sokak lümpenleri ülkücü mafya güruhundan gelmiş olsaydı, bunun anlaşılır bir tarafı olacaktı. Ortaya konan tepkinin anlaşılmaz yanı, sanatçılık adına böylesi bir mekanda bu eğilimlerin olmasından kaynaklanmaktadır. Emperyalist sömürgeci ülke yönetimlerini, insan hakları, demokrasi, özgürlük çizgisine çekmenin onurlu bayrağı sanatçıların elinde yükselmiştir. Kendi uluslarının ırkçılarına karşı toplu direnmeyi ilk olarak sanatçılar yapmıştır. Devletin ezdiği, bağımsızlıklarını kanla bastırdığı ezilen ulusların özgürlük arayışında ilk destek ve katkı sanatçılardan gelmiştir. Ancak Türkiye’de sanatçılar tam ters tarafta yer alma yarışındalar. Birer faşist militana ait olması gereken davranışları, sanatçı maskesiyle ödül törenlerine taşıyanlar, gerçekte yalnız kendilerini değil, Türk düşünce sisteminde egemen olanların, Kürt-Türk kardeşliğine asla inanmadıklarını açığa vurmaktadır, üstelik de korkakça. Evet korkakça, tıpkı Türk siyaset tacirlerinin yaptığı gibi, meydanlarda Kürt realitesinden söz ederler ama, Milli Güvenlik Kurulu oturumlarında, Kürdün nasıl yok edileceği üzerine ölümcül militarist strateji geliştirirler. “Kürt realitesini tanıyorum” derler ama, bu realitenin hakkı-hukuku bir tarafa, bir kez olsun Kürtçe bir türküyü dahi yayınlamaktan dehşetle kaçınırlar. Bunlar soyut bir kardeşliğin lafını yaparlar, ama somut bir Türk ve Kürt kardeşliğini asla hazmedemezler; çünkü “Kürt diye bir şey yoktur” inancındalar. Her tutumlarında ikircimlikle, her söylemlerinde çifte standartlarla ördükleri akıl sistemine toplumu zorlayanlar, sanatçıyı da onursuz bir ırkçı militan haline dönüştürmektedirler.Ahmet kaya “ Türk ve Kürt ” kardeştir derken açıkça dile getirdiği basit ifadeye karşı, Orta-Asya’dan gelip, Anadolu’nun en kadim milletlerine ait toprakları gasp ettiklerini unutmuş olarak , bir asker kaçağının ağzından Onuncu Yıl Marşı’nı, bir demagog tarafından da “Bir başkadır benim memleketim” şarkısını cevaben söylediler; yani başkasına ait bir şey yoktur, çünkü başkası yoktur. Türkiye siyasal tablosunda, gerçek demokrat sanatçı ve sanatçı maskeli gerçek ırkçı militan işte böyle yer almış oldu. “... işte böyle burası Türkiye”. Bu gerginlik, bu kiriz politikası, bu kendine ve vatan edinilen topraklara karşı güvensizlik, Türk egemen güçlerinin handikabı olduğu kadar, toplumda yarattıkları kimlik bunalımının da dolaysız bir sonucudur.Bu satırların yazarı olarak, toprakları Türkiye devleti hükümranlığı altında kalmış 4 milyonu aşkın Arap halkı adına, ilk ve son kez milli duygularının ürküntüyle kaynadığını ve onurumun ısrarla zedelenmek istendiği hissimi yazmadan geçmeyeceğim.Sağ olasın Ahmet kaya, uzun zamandır senden uzaktım. Televizyondaki programlarda, tartışmalarda “az kitap okuyor, çok gerilemiş” kaygılarımla senden epey soğumuştum. Ama sen az ve öz konuşmayı seviyorsun, hep öyle kal. Kralın çıplak olduğunu bir kez daha, bin kez daha söyle; Türkler-Kürtler kardeştir, Araplar da, Anadolu’nun tüm insanlığı da. Bu memleket bizim, birimizin değil.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder