Sınırları insan erdemleriyle belirlenmiş, ne sınıfsal ne de etnik nedenlere mahkum olmamış doğrularımızla özgürlük ve demokrasi mücadelesini sürdüreceğiz...

BURADAYIZ İŞTE...

OKURLARIMIN DİKKATİNE. BLOGUMDA TEKNİK BİR ARIZA YA DA BİR SALDIRI GERÇEKLEŞMİŞTİ.. ŞİMDİ HER ŞEY YOLUNDA...EMEKLERİMİZ BURADA... SAĞLICAKLA KALINIZ...

PARALEL BİR BLOG DA DEVAM EDİYOR...

Yeni blogun adresi: http://mirural.blogspot.com/

ŞU AN İZLEMEKTE OLDUĞUNUZ BLOG ADRESİ İLE YENİ BLOG ADRESİ BİRBİRİNE ÇOK YAKINDIR. İLGİNİZE TEŞEKKÜRLER.

MİHRAC URAL

...

...

...

...

TÜRK MODERNLEŞMESİ JAKOBENİZM VE BONAPARTİZM

Yener Orkunoğlu

Türkiye'de modernleşme hareketinin tarihini ve modernleşmenin toplum üzerinde yarattığı etkileri incelemek ve aynı zamanda modernleşme konusunda liberal entelektüellerin yarattığı yanılsamaları açığa çıkarmak zorundayız.
Liberal entelektüellerin çarpıttığı bir konu var. Siyasal İslam'ın yörüngesine girmiş bir çok entelektüel, Türkiye'deki Kemalistleri Jakoben olmakla suçlarlar. Yani Jakobenizm, darbeci ve anti-demokrat olmakla özdeşleştirilir. Böylesi bir değerlendirme, Jakobenizmin çarpıtılmasıdır. Kemalizm'i, Jakobenizm olarak değerlendirmek, Jakobenizme karşı bir haksızlıktır. Çünkü Jakobenizm, Fransız Devrimi döneminde küçük burjuvazinin (baldırı çıplakların) radikal bir devrimci hareketi olarak doğdu. Fransız Devrim hareketinin sol kanadını oluşturur.
((Devamı orta sol sutunda))

..

..

Mihrac Ural

Mihrac Ural

Yeniden felsefe okumak


Cumhuriyetin Doğuya sırtını dönmesinin mahkumu idik. Alfabe kırılmasının sonucu da, okuma adına nemiz var nemiz yok, arşivlerin küfüne terk edildi. Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle zaten olmayan okumalara, sıçramalardan oluşan, dengesiz ve sonuçta eksiklikten kaynaklanan bir topallamaya düştük. Bu da, ülkemiz felsefe bilincinin derinlik ve bütünlüğünü oluşturacak zincir halkalarının kopuk olmasını getirmiştir.
Yunan felsefesi akılcılığının Aristo’yla temsil edilen sunumunu, İslami bir yorum ve ilerleyişle ele alan Farabi’de ifadesini bulan akılcılığa karşı, “ Tahafüt el Felasife” diyerek, dünya ve ahiret işinde akıla yer bırakmayan Gazali’nin, bu güne kadar süren tutuculuğundan yana saf belirlemiştir. Gazalinin, “filozoflar”ın aklın hareketinden yana dünyevi olayları yorumlayan yaklaşımlarına karşı yaptığı eleştirilere, aklın bir militanı İbni Rüşt’ün ünlü cevabı olan “Tahafüt el Tahafüt” ü tanımazlıktan gelmiştir. Böylece sağ, Yunan ve batı felsefe okumaları eksiğiyle iki ayağı topal hale gelmiştir. Dayandığı felsefi okumaların karşıtlarını da bilmemekle, sığ kalmıştır.((Devamı sol ana sutunda))

****

****

24 Nisan soykırımı hepimizi katletmişti...

Mihrac Ural

Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi –soykırımı- hepimizi katletmişti. Tam 93 yıldır sürmekte olan zorunlu sürgün ile insanlık sucunda İttihat –Terakki’nin ‘SOYKIRIM’ imzası vardır.

Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır.

Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur.

“Resmi tarih” diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.**19. yy sonlarından başlayarak, Katolik ve Gregoryan (Ortodoks) diyerek birbirlerine kırdırılan, tenkil ve sürgünlerle, mal mülklerine el konularak baskı altında tutulan Ermenilere yönelik soy kırımı, I Dünya savaşının, malum bol bahaneleri altında girişilmiştir (24 Nisan 1915).

Savaş sırasında, önce Ermeni gençlerinin Askere alınarak silahsız bırakılması ve ardından toplu tasfiyelerin yapılması, geride kalan Ermeni halkının Tenkil ve sürgünlerine geçilmesi. Bu konuda talimatların dakik bir biçimde, en yetkili resmi merciler tarafından istenip, izlenmesi. O dönemin Sadrazamı (Başbakanı) Talat Paşa’nın, başından itibaren olayları, dikkatlice takibi, emirler vermesi, istatistik tutması (iskan edecekleri yerde dahi nüfusa göre oranlarının %5 geçmeyecek düzeyde tutulmaları talimatları da dahil) ve bunun en ince ayrıntısına kadar yazılı özel notlarla tescili, Ermenilere reva görülen her şeyin, planlı bir tarzda icra edildiğini göstermeye yeterlidir (Ermeni tehciriyle ilgili Talat Paşa’nın tutanakları için bkz. Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi, 24 Nisan 2006’dan itibaren yayınlanan dizi) Bu, Ermenilere ilişkin, adına ne konulursa konulsun, yapılacak olanların önceden planlanmış eylemler olduğunu gösterir.

Bundan sonra, sonuçlara bakılarak, yapılanlara verilecek ad, tanımlamaya geçilir.*Böylesine planlı ve en ince ayrıntısına kadar takip edilmiş ve bir etnik topluluğa yönelen, sonuçta en iyimser tahminlerle, el yazması tutanaklardaki rakamlarla bir milyon (1000 000) üzerinde Ermenin ölümüne yol açan, kimi şehirlerde nüfusu yüz binlerden sıfıra indiren, çoluk çocuk on binlerce canın etnik yapısını değiştirmek için farklı etnik toplumlara dağıtan, topraklara el koyan, binalarını yıkan, her türden maddi ve canlı servetine el koyup katleden girişimlere, soy kırımından başka bir ad verilemeyeceği görülür.

Bu bir soykırımdır. (..)Osmanlıdan, cumhuriyete süre gelen bu aklın, daha uzun süre yürürlükte olma tehlikesi tüm çıplaklığıyla kendini göstermektedir. Tarihimizle cesurca yüzleşmeden bu aklı toplumsal işlevlerimizden ve geleceğe ilişkin yaşam planlarımızdan söküp atmak güç gibi duruyor.
((*)Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı –Mihrac Ural)

**
Sıranın kendisine gelmeyeceğini sananların dikkatine, bu vatanın birimize değil, hepimize ait olduğunu bir kez daha, bin kez daha yeniden birbirimize kanıtlamakla yükümlü olduğunuzu artık anlamak zorundasınız.

Bilmelisiniz ki, farklılıkları içselleştirmek, onlarla barış içinde yaşamayı fiilen gösterip, haklarını anayasal ve kurumsal güvencelerle kökleştirmek ertelenmez bir görev haline gelmiştir, bu yapılmadıkça bu vatanın hepimize ait olduğuna kimseyi inandıramazsınız.

Mümkünü, imkansız hale getirmeye devam ederseniz, sizi biz farklılar, ayrı varlıklar bile kurtaramaz. Bunun vebali, Hrant Dink’in katline yol açan akıl sistematiğinin kıyımına tek tek ve topluca maruz kalmaktır bilesiniz.
((*)Hrant Dink'in Katli ve Tarihi Gerçekler –Mihrac Ural)


Murat Altunöz’ün Beklenen Kitabı Kırılgan Zamanlar Çıktı…

2002 Ocak ayında başladığımız yolculuğumuza 7 yıldır devam ediyoruz. Karalama Dergisi, ülkenin koşullarına göre bazen inişler ve çıkışlar yaşamamıza rağmen her geçen gün dergimizle daha da büyüyoruz.

Karalama Dergisi olarak;
Şair Nevruz Uğur ve Halil İbrahim Yıldız’ın kitaplarından sonra Karalama’nın Kurucusu ve halen Editörü olan Murat Altunöz’ün Kırılgan Zamanlar adlı kitabını yayımladık.
Geçmiş zamanların, kırılmış, yalnız ve hüzünlü dizelerinde bulduk kendimizi,
Her dize de bir direniş, bir sürgün, bir ayrılık ve özlem var.
((Devamı sol alt sutünda))

...

...

Yerel Çeteleşmenin Boyutu...

Murat Altunöz /Gazeteci

Çeteleşme yıllar sonra Ergenekon operasyonuyla tekrar gündeme geldi. Eskiden bildiğimiz mafya sistemi çökmüş artık daha organize ve daha profesyonel bir hal alan almıştır.Bazı yazarlar, Emekli Polisler ve Emekli askerlerinde içinde bulunduğu yeni bir yapı ortaya çıktı.Aslında bu tür çeteleşmeler yıllardır hep ülkemizde vardır. Ama bu hafta benim bahsetmek istediğim yerel çetelerdir. malesef son yıllarda ciddi anlamda yerel çeteleşme ve Organize suçlarda bir çoğalma vardır. Zaten Hatay il Emniyet Müdürü Osman Çapalı'da bu konuya dikkat çekerek " Bireysel suçlar artık organize suçlara kaymıştır" demiştir.
((Devamı sol ana sutunda))


İNTERAKSİYON

Faiz Cebiroğlu
Her gelişim, karşılıklıdır. Her ileriye yönelik değişim, bir interaksiyondur. İnteraksiyon, karşılıklı etkileşim oluyor. İnsanlar, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek sosyal yönlerini geliştiriyorlar. Sosyal yönünü geliştiren insan, aldığı öğreti ve deneyimlerle bireysel yönünü ”işleyerek” yapılandırıyor. Yapılanma, ”özbilinç” ve ”özgüven” ile nitelik bir hal alıyor.

İnteraksiyon ya da karşılıklı etki, yaşadığımız toplumda, değişik yer ve ortamlarda farklı farklı oluyor. Dille başlayan diyaloğa; insanların bulunduğu yaşam tarzları, çalışma biçimleri ve kısacası sahip oldukları sınıfsal konumları da ekleniyor. Sosyal sınıf, gelişimde ”ana halka” oluyor. Sosyal sınıf, ileriye yönelik değişimin ”can alıcı noktasını” oluşturuyor.

(Devamı orta ana sütunda )
http://mirural.blogspot.com/

...

...

Yabancılaşmanın Dinamiği


Mihrac Ural

Yabancılaşma, insanlık ailesini birbirine yakınlaştıran, farklarını hızla öteleyen özel mülkiyeti ve olumsuz sonuçlarını bile köşeye sıkıştırma işlevi gören sonuçlarıyla, olumsuz değil çok olumlu bir role sahiptir. Tarihsel süreciyle derinleşip geliştikçe gerçekleşen yabancılaşma, insana çok daha cüretkâr olma, çok daha özgürce beyin labirentlerinde kurguladığı fantezileri yaşama ve bunu yaparken de dar anlamda aile, mahalle gibi klancı darlığın etkiler altında kalmayıp, geniş anlamda da ulusal sınırları aşıp belki başlangıcı sanal âlemin nimetleriyle, bilgi çağının iletişim olanaklarıyla bu tutku ve arzularının doruklarını zorlama şansını elde etmektedir.Yabancılaşma olmasaydı, emeğin sosyal etkilerinden bahsetmemiz mümkün olamazdı. Emek ne kadar sahibinden uzaklaşır, ne kadar sahibine belirgin olmaktan çıkarsa, o kadar evrensel ölçeklerde hizmet sunmaya başlamış demektir. Ve bir o kadar kültürel farklılıklarını hesaba katmadan ( renk, ırk, ulus, coğrafya, bölge farkı tanımadan) insan türüne ait hale gelmiş demektir.
((Devamı orta ana sol sütunda: ))
http://mirural.blogspot.com/

..

..

MİLLİ MARŞLAR

Ayşe Hür
1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı ‘Tre Trallade Jantor’dur. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkar ve ‘Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr….’diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası olayı "centilmen Türk seyircisinden jest" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi…
“Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur/Katibimin setresi uzun eteği çamur… diye başlayan ünlü türkünün bestesi 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’daki Selimiye Kışlası’nda kalan ‘eteklikli’ İskoç Alayı’na moral vermek için yazılmış ‘Donsuz askerler…’ diye başlayan bir asker şarkısıdır. II. Mahmut döneminde (1808-1826) modernleşme çabaları sırasında askerlere giydirilen setre ve pantolon mutaassıp çevreler tarafından ‘sokağa donla çıkmakla’ eşdeğer görülmüş, özellikle de ‘gavur mukallitliği’ denilen bu modernleşme hareketine çabuk uyum gösteren eli yüzü katipler halkın diline düşmüştür. Bir İstanbul külhanbeyi, bu katiplerle alay etmek için, Üsküdar yolu üzerinde olan Selimiye Kışlası’nda kalan İskoç askerleri için yazılan marşın müziğine Türkçe sözler yazar ve ünlü Katibim türküsü ortaya çıkar.
1974 Kıbrıs ‘Barış Harekatı'ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkumları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.

((devamı sol büyük sütunda))

27 Şubat 2008 Çarşamba

KİRLİ OYUN ve IRAK


Mihrac Ural

Clinton ve Saddam'ın Bizans oyunları iki vahşet rejimini ve çıkarlarını,
koruma amacına yöneliktir.
Bu oyun, Irak halkının ölümü pahasına sahneleniyor.

Ülkemiz, bölgemizi yıkıma sürükleyen
kirli oyunun bir piyonu yapılmak istenmektedir.
Bunun için basiretsiz yöneticiler
“bir koyup üç alma”
hayaline kapılarak maceralara sürüklenmektedir.


Dün gece yarısından itibaren bomba yağmuru Irak’ı, yeniden yakıp yıkmaya başladı. Uzun bir aradan sonra, Birleşmiş Milletlerin ambargosuyla, Irak halkına reva görülen yavaş ölüm, ABD-İngiliz bomba yağmuru altında hız kazandı. Bölgemizi ateş çemberine sürükleyen bu gelişmeler, bir kez daha bölge halklarının başına zorla musallat olan maceracı yönetimlerin ne ölçüde vahşet dolu olduklarını gösterdi.



Saddam yönetimi, bu vahşeti halkına en kaba şekilde dayatan bir türü temsil ediyor. İran’a karşı yürüttüğü ve şu ana kadar hiçbir gerekçesi bulunmayan savaşla, Kürtlere yönelik kimyasal imha girişimleriyle, tarihte eşine az rastlanır bir maceracılıkla Kuveyt’i işgal etmesiyle başlattığı süreç, sonuçta bölgemizi ve kendi halkını, on yıllar sürecek bir yıkıma götürmüştür. ABD dahil onlarca değişik yabancı güç, bölge servetlerini talan etmek üzere, askeri güç yığma fırsatı buldu. Bu aynı zamanda bölgemizin tarihinin en ağır silahlanma sürecini de beraberinde getirdi. Halkın servetleri ölüm çarklarına yatırıldı. Bunun karları yine bu dış güçlerin kasalarına yığıldı. Bölge Ortaçağlarda dahi eşi görülmeyen bir bağımlılık ağına düştü, sömürgeleşti. Nitekim Irak’ı bombalanma kararı, artık ne Birleşmiş Milletlerin nede kendini bir güç sanan, Rusya, Çin, Fransa ve diğer devletlerin ortak davranışlarına endeksli değildir. Karar ve uygulaması ABD’nindir.




ABD, dünyada ve bölgemizde ele geçirdiği bu üstünlüğü iliklerine kadar sömürme planları geliştirmektedir. Bunun için Saddam rejimi, gerekli bir araçtır. Saddam gibi bir düşman, ABD’nin stratejik çıkarları açısından hayati öneme sahip bir araçtır. Böylesi bir düşmanın korunması, bölgeyi korku ortamına sürükleyerek bağımlılığı artırmak, olası tepkilere gözdağı vermek ve çıkar planlarının uygulanabilmesini sağlamak, pazarlanacak silahları canlı olarak deneyebilmek, petrol kaynakları üzerinde kalıcı bir tahakküm oluşturmak için önem taşıyor. Sorunun esası da budur. Bu tabloda Clinton’un içine düştüğü çıkmazları aşma çabası ile Irak’ın bombalanmasının zaman açısından kesişmesi ise, ayrıca sonuç olarak bu günkü ABD yönetiminin hanesine yazılan bir kardır. Böylece insanlığa zarar veren iki yönetim de bu sonuçlardan tek karlı taraf olarak belirmektedirler; Irak halkının ölümü ve servetlerinin yıkımına endeksli olan ABD’nin stratejik çıkarları, korunmuş oluyor. Bunun bir sonucu olarak ta, Saddam diktatörlüğü, halkının cesetleri üzerine basarak ayakta kalıyor.





Dün gece başlayan bombalamaların, Saddam rejimini devirmeye yönelik olmadığını açık bir dille basına açıklayan ABD başkanı Clinton, Savunma Bakanı, Genel Kurmay Başkanı ve Dışişleri Bakanının ortak söylemi, “Bu askeri harekattan amacımız, Irak’ın askeri gücünü kısırlaştırmaktır”. Bu söylem, açıkça Saddam rejimi ile ABD’nin ortak bir oyun içinde olduklarını göstermektedir. Irak halkı bombalar altında malını ve canını yitirecek, ancak Saddam rejimi yalnızca askeri olarak zayıflatılacak. Bu komedi kimseyi aldatamaz. Bu aldatmacalarla, kirli oyunlar örtülemez. Ve bilinmeli ki, ABD; Saddam’sız bölgede uzun süre varlığını koruyamaz. ABD, Saddam’ın yerine, ancak yeni bir Saddam konması şartıyla razı olur; yani satın alınmış bir işbirlikçinin iktidarına razı olabilir, o da, Saddam’ın işlevini yerine getirmekten başka bir işe yaramayacaktır. Hedef açıktır ve bunu Clinton açıkça, bu gün sabaha karşı yaptığı açıklamada, bombalar “ABD’nin stratejik çıkarlarının korunması için” Irak’ı vurmaktadır diyerek, dünyaya bir kez daha ilan etmiştir. Buna, İsrail’in korunması da eklenmelidir.



Ölen Irak halkıdır, kadınları, çocukları, ihtiyarları ve bu olaylarla hiçbir ilgi ve çıkarı olmayan milyonlarca suçsuz insandır. Yakılıp yıkılan servetler, Irak halkının yüz yıllar içinde yapılaştırdığı kamu mülkiyetidir, Saddam rejiminin özel servetleri ve ona güç veren kaynaklar değil. Bu kirli oyun, sözde iki düşman arasında cereyan etmektedir. Tersine bu oyun, düşmanlıkları, dostluklarının temeli olan iki vahşet kasırgası yönetimin arasında süren bir Bizans oyunudur.



Bu kirli oyun tüm bölgeyi yaşamsal bir tehlikeye sürüklemiştir. Ayrıca, ülkemiz bu vahşetin ağır baskısı altındadır. Ülkemiz, bu gün hala, “ bir koyup üç alma”yı hayal edenlerin sürüklediği maceraların kefaretini ödemektedir. ABD, stratejik çıkarı için, siyaset cahili Türkiye yöneticilerini, bir maşa olarak kullanmaktadır. Bunun ağır bedelini yalnızca Türkiye halkları ödetmektedir. Sonuçta hiçbir şey değişmemekte, Saddam rejimi de ayakta kalmakta, ABD’de bölgemizi istediği gibi talan edip şekillendirmektedir.


Türkiye halklarının bu kirli oyunda hiçbir çıkarı yoktur. Örgütümüz, hedefi yalnızca Irak halkını katletmek olan askeri saldırıyı şiddetle kınıyor, ve bu kirli oyuna karşı tüm vatandaşlarımızı duyarlı olmaya, demokratik tepkilerini göstermeye çağırıyor.


17 Aralık 1998





25 Şubat 2008 Pazartesi

BU SAVAŞ KÜRT ULUSUNUN HER TÜRDEN SİYASAL VARLIĞINA KARŞI ZALİM BİR SAVAŞTIR


Mihrac Ural Bir ülkenin silahlı kuvvetleri, kendi vatandaşlarına karşı sınır ötesi operasyon yapacak kadar çılgınlaşmışsa, bu siyasal egemenlik altında ortak bir yaşam imkânı kalmamış demektir. Orduların ülküleriyle ilişkisinde kırılmaların olduğu yer de burasıdır. Bir ülkenin, bir devletin ordusu vatandaşlarını kapsayan ortak bir idealin ülküsünü taşımaktan uzaklaşmış ve tek boyutlu hale gelerek farklılıkları, ayrı varlıkları dışlar konuma düşmüş ise orada ortak bir yaşam için yeterli bir ortak payda kalmamış demektir. Bu anlamda savaşla kazanılacak hiç bir şey olmayacaktır. Sadece tarihsel düşmanlıklar inşa edilecektir. Bu yüzden, bu savaşı, bu ordu kaybetmeye mahkûmdur. Kürt ulusu ise kendi topraklarında, anavatanında bu savaşı er ya da geç kazanacaktır.

Yeryüzünün tüm kuvvetlerini toplasalar da, anavatanına bağlı, toprağında kökleşmiş ve ulusal kültürel dokusunun dinamiklerine yaslanarak hak talebinde bulunan bir ulusun siyasal tercihini yok etmek mümkün olmayacaktır. Türk Ordusunun çabası beyhude bir çabadır. Bu kaçıncı saldırı, bu kaçıncı "bitirdik" yalanı; tekrar eden bu yalan dizisine yeni bir halka daha ekleniyor. Bu beyhude çabalar geçlerimizin ölümü, halklarımızın kıyım ve yıkımı üzerine inşa ediliyor.. Bunun hesabını bu çılgınlar ağır bir fatura olarak ödemekten kaçamayacaklardır. Tarihte bu maceracılığın bilânçosu, Osmanlının sonunda ayan beyan olmuştur. Tarihinden ders alamayanlar gelecek için hiç bir önermeye sahip olamazlar.






Bu savaş bu coğrafyada yaşayan hiç bir halkın yararına değildir. Türk halkının ise hiç bir şekilde yararına değildir. Bu savaş, ABD'den icazetle yapılan, kendi vatandaşlarımızın hak arayışına yönelmiş ahlaksız bir savaştır. Bu savaşta görülmüştür ki, milliyetçi eğilimlerle din istismarcısı eğilimler emperyalist çıkarlarla ortaktır, gerçek bölücüler, soy kırımcıları, işgalciler de bunlardır.Bu güçlerin ne inanç, ne milli çıkar ne de insanlık erdemlerinden nasipleri yoktur. Tek amaçları, çıkarları için siyasal baskı sistemini korumak ve sürdürmektir



ORTAK ÜLKEMİZİN VATANDAŞLARINA KARŞI SÜRDÜRÜLEN BU ZALİM ve AHLAKSIZ SAVAŞA KARŞI DURALIM BARIŞI SAVUNALIM


Mihrac Ural
24 Şubat 2008


Bir ülkenin silahlı kuvvetleri, kendi vatandaşlarına karşı sınır ötesi operasyon yapacak kadar çılgınlaşmışsa, bu siyasal egemenlik altında ortak bir yaşam imkanı kalmamış demektir. Orduların ülküleriyle ilişkisinde kırılmaların olduğu yer de burasıdır. Bir ülkenin, bir devletin ordusu vatandaşlarını kapsayan ortak bir idealin ülküsünü taşımaktan uzaklaşmış ve tek boyutlu hale gelerek, farklılıkları, ayrı varlıkları dışlar konuma düşmüş ise, orada ortak bir yaşam için yeterli bir ortak payda kalmamış demektir. Ortak yaşama dair ciddi sorunlar var demektir.
Bu anlamda savaşla kazanılacak hiç bir şey olmayacaktır. Sadece tarihsel düşmanlıklar inşa edilecektir. Bu yüzden, bu savaşı, bu ordu kaybetmeye mahkumdur. Kürt ulusu ise kendi topraklarında, anavatanında bu savaşı er ya da geç kazanacaktır. Yeryüzünün tüm kuvvetlerini toplasalar da, anavatanına bağlı, toprağında kökleşmiş ve ulusal kültürel dokusunun dinamiklerine yaslanarak hak talebinde bulunan bir ulusun siyasal tercihini yok etmek mümkün olmayacaktır.


Türk Ordusunun çabası beyhude bir çabadır. Bu kaçıncı saldırı, bu kaçıncı "bitirdik" yalanı; tekrar eden bu yalan dizisine yeni bir halka daha ekleniyor. Bu beyhude çabalar geçlerimizin ölümü, halklarımızın kıyım ve yıkımı üzerine inşa ediliyor. Bunun hesabını bu çılgınlar ağır bir fatura olarak ödemekten kaçamayacaklardır. Tarihte bu maceracılığın bilançosu, Osmanlının sonunda ayan beyan olmuştur. Tarihinden ders alamayanlar gelecek için hiç bir önermeye sahip olamazlar. Önermeleri olmayanların başvurdukları askeri zorla ise varacakları tek bir yer vardır, o da kaostur.


Sürdürülmek istenen bu haksız savaşın, havadan ve karadan bir toplu imha savaşına dönüşmüş olmasının başka bir anlamı kalmamıştır. Bu savaş haklı bir savaş değildir. Demokratik haklarını isteyen Kürt ulusunun kendini siyasal olarak ifade etmesinin her türüne karşı yöneltilmiş bir savaştır. Bu savaş sadece Kuzey Kürdistan Kürtlerine karşı da değil, Irak Kürdistan’ın da gelişmekte olan siyasal var oluşun her türden ifadesine de bir düşmanlık mesajı olarak gündemdedir.


Böylesine çok yönlü bir saldırının ABD’den bağımsız olması düşünülemez. Türk ordusunun kendi vatandaşına karşı bu ölçekte dış güçten, bir sabıkalı insanlık katili emperyalist çıkar gücünden icazet alarak yürümesi, öncelikle ne ölçüde güçsüz ve zaaflar içinde olduğuna bir işarettir. Ayrıca bu savaş, hükmü altında yaşayan halklara karşı duyduğu güvensizliğin de bir ölçüsüdür; onları yok etmek istemesi gibi canice bir duygu, kaygının ve korkunun ifadesidir. Bu ortamda savaştan bir sonuç beklemesi de boşunadır.


Ekonomik olarak da bu savaşın altından kalkamazlar. Yüz milyarları çoktan aşmış, faizleriyle bir o kadar yükler altında olan bir ekonominin kaynaklarını halkına rağmen ve halka karşı bir macerada tüketmenin ağır bilançosu güçlü ekonomileri bile çökertir. Ancak kendi vatandaşına beslenen ahlaksız nefretin yoluna bu harcamaları yapma kararında olanlar, ellerinde kalan son kozları da kaybetmeye mahkum olacaklardır. On yıllardır kazanamayanların son şansları da, önceki kumarın sonucundan başka bir şey olmayacaktır. Abesle iştigal tas tamam buna denir.
Bu savaş bir tür sonun başlangıcıdır. Bu savaş haklı demokratik taleplere, ayrı varlık olarak kendi siyasal tecelli arayışında olan Kürtlere, bölge çapında bir saldırıdır. Saldırının hedefi başarısızlığa mahkumiyetin de ifadesidir. Çünkü bu savaş topraklarında kökleşmiş yaşamıyla, tarihin zulmüne direnmiş kültürleriyle dik durmaya devam eden bir halkı yok etme gibi beyhude bir amaç taşımaktadır. Bu amaçla yürüyen savaşın, ne kadar güçlü olursa olsun, silahla, kurşunla, top, tüfek, bombayla kazanacağı bir şey olamaz. Bu savaşın mantığı, hedefi, çabası ve elde etmek istediği sonuçlarıyla birlikte, ayrıca bölücü bir savaştır. Ayrımcı olduğu kadar da soykırımcı eğilimler taşıyan bir savaştır. Bu yüzden geride kalmış tüm değerlerin de sonuna bir başlangıç teşkil edecek bir savaştır.


Bu tür vahim kanlı savaşlarla, tek boyutlu bir milliyetçiliğin karanlık sultası altındaki devletle bu mozaik yurdu yönetmenin mümkün olabileceğini sanmak yanılgıdan ibarettir. Kürtlerin ulusal hak taleplerine, kimlik hakları arayışına bu ölçüde bir askeri saldırıyla karşılık vermek, belki kimilerini kimi zaman için korkutabilir ama onlarca Kürt isyanının da dile getirdiği gibi, bir sonraki isyanın tetiklenmesinden başka bir işe yaramaz. Bu demektir ki, Kürt ulusu uygun siyasal haklarını elde edene kadar direnmesini sürdürecek ve gerekli oldukça yeni kuşaklarını hak arayışı için ileri sürecektir. Kürt halkı, hak arayışında bunu dosta da, düşmana da yeterince göstermiştir.


Kürt halkı tüm halklar gibi bir gerçektir. Ne bir aydın fantezisi ne de bir dış kışkırtma yaratısıdır. Yaşadığı coğrafyanın gerçek yerlisi olan bir ulusun halkıdır. Bu toprakları yaşama ilk kez açan ve böylece bu toprakları anavatana çevirendir. Anadiliyle bu toprakları işleyen ve anavatan haline getirirken uluslaşma etkinliklerini ve dinamiklerini geliştirerek, tarihin her türden cefasına direnerek bu güne gelmiş bir ulustur. Bu ulusun kendi toprağında, kendi anavatanında onu yenilgiye uğratıp tarihten silme gibi bir girişimin başarı şansı asla olamayacaktır. Kürt ulusu, kendi anavatanı olan topraklarda var oldukça da kendi kaderini tayin etme hakkını kullanma gibi çok doğal olan demokratik tercihini er ya da geç yapacaktır. Bunu yeryüzünün tüm silahlı kuvvetlerini toplasalar da engellemenin imkanı yoktur.


Tarihinin son 300 yılını, ardı ardına gelen stratejik yenilgilerle kapatan Osmanlı ordusu ve onun devamı olan Türk ordusunun Kıbrıs gibi bir milis gücün karşısında tökezleyen, iki kez çıkartma yapmaya mahkum olan, son on yıllarda Kürt halkının ayağa kalkışı karşısında acze düşen haliyle, salt askeri anlamda da bir başarı kazama durumunda değildir. Tarihte savaşların sonucunu belirleyen, soyut aritmetiksel hesaplar olmadığı açıktır. Savaşın sonucunu temelde belirleyen, kimin ne kadar silahı olup olmadığı, kaç kişiyle savaşıp savaşmadığı değil, tarih bilinciyle, coğrafyadaki konumu ve kültürel dokusunun ülküleriyle, bir amaç ve hedef için birleşmiş olup olmamanın yoğunluklarıyla ölçülecek değerler sonucu, uzun erimde savaşların kaderi belirlenir. Bunun için dünyanın en güçlü silahlı kuvvetleri, galip gelmiş gibi görünse de mağlup olmaktan kurtulamaz. Vietnam ve şimdi Irak bunun için iyi bir örnektir. Hele savaş, bir ulusu kendi toprağında bir başka ulusun ordusuyla yok etmek istiyorsa, bunun için yeryüzünün tüm silahları yeterli olamaz.

Bu kıstaslar ışığı altında, Türk ordusunun medyatik yaygaralarla yürüttüğü savaşı kazanabilmesinin olanağı yoktur. Üstelik bu ordunun tepkisi anavatanı savunma refleksi bile değildir tersine, Kürdün anavatanını işgale dönüktür. Ve gerçekte bu savaş, süre giden bir siyasal baskı sistemini koruma amacı taşımaktadır.


Bu savaşı yürütenler, egemenliklerini sürdürdükleri topraklarda yaşayan tüm renklerin, etnik dokuların, farklı kültürlerin ve halkların ortak temsilcisi olmaktan uzaktır. Tersine bu topraklarda yaşayan ve vergileriyle var oldukları halklara karşı acımasız bir savaş içindedirler. Bu savaşın ortak bir ülkü etrafında sürmediği de açıktır. Öne sürülen hiçbir gerekçede bu topraklarda yaşayan çoğunluğu temsil etmemektedir. Ordu bu yanıyla ülküsüz bir ordudur. Vehim üzerine kurulu bir ordu ülküsüyle hiçbir savaşın haklı nedeni olamaz. Bu savaş halkların çıkarlarına ve iradelerine rağmen tırmandırılarak bölücülüğü ikame etmektedir. Çirkin bir milliyetçi tek boyutlu savaştır.


Bu savaşı sürdürme maceracılığına girişen siyasal iktidar dini araç kullanarak geldiği bu yerde, laikliği din diye dayatanlarla ciddi çelişkileri olduğu yanılgısı hakimdi. Oysa ırkçı-ilkel milliyetçi-ulusalcı reflekslerle dış güçlerden icazet ve destekle ortak ülkemizin vatandaşlarına sınır ötesi operasyon düzenleyecek kadar birlik içinde oldukları görülmektedir. Halkı aldatmaya yönelik çekişmeleri, tek boyutlu çıkarları için ayrı varlıkları boğazlamaktan, kanlı kıyımlarla katletmekten bir an olsun çekinmemekte, omuz omuza oldukları görülmektedir. AKP- Ordu ve ABD şeytan üçgeninde yalnızca kan ve gözyaşı ikame edilmektedir. Bu serüvende Türk halkının hiçbir çıkarı yoktur. Ülkemizin ortak yüksek çıkarlarının da hiçbir çıkarı bulunmamaktadır.

Türk halkını tutsak alan, krizlerini yönetme yerine krizlerince yönetilen şaşkın ve kimliksiz bir ulus olmasına yol açan bu savaşta tarihsel düşmanlıklar, komşu gazapları ve laneti dışında bir şey kazanılamayacaktır. Bu açıdan bu tür kirli savaşlara bulaşmamak için, Türk halkının önemle yapması gereken tarihsel görevler vardır. Bu ilkel akılların sultasından kurtulmak ve gelecek kuşaklarına barış içinde güvenle yaşayacakları bir siyasal toplumsal sistemi miras bırakmak için, ülkemizin ve bölgemizin halklarıyla barış projelerine destek verilmesi gereklidir. Savaşa son vermek için tarihsel Osmanlı aklı siyasetine karşı radikal önlemler almalıdır. Buna tüm Anadolu halkları, aydınları, insanlık adına etkin şekilde direnerek omuz vermesi gerekmektedir. Dış güçlerin icazeti ve desteğiyle kirli bir savaşa girişen bu ülküsüz ordunun karşısında, canları pahasına direnen Kürt gerillası, hepimiz adına direndiği, gelecek kuşaklarımızın barışı için bir hak mücadelesi verdiği de unutulmamalıdır.


Bu satırlardan çağrım;


Savaşa emirlerle sürülen genç askerler, katil olmamak için, bir biçimde adam öldürmeme tutumu içinde olmalıdırlar. Cepheye sürülmüş olsalar da, aynı toprakların gençleriyle yüz yüze geldiklerinde de birbirlerini katletmemelidir. Bunda kararlı davranmayı bilmelidirler. Emir komutaya direnmenin cezası, hiçbir zaman kardeş ve katil olmanın vicdani sorumluluğundan büyük olmadığını bilmeliler


Anadolu’nun tüm halklarına çağrımız, bu kirli ve haksız savaşta evlatlarımızın katledilmesini durdurmak için, barışı ikame etmek için iktidarlara ve ordularına yeter artık demeliyiz. Durdurun bu kirli savaşı demeli, onlara bir biçimde verilmiş onayların çekildiğini ifade edecek eylemlere girişilmelidir.

24 Şubat 2008 Pazar

TERÖRİST İSRAİL DEVLETİ

Mihrac Ural

Terörist İsrail devleti


ABD onayıyla Filistin Arap halkına yönelik Nazi katliamlarını,İnsanlığa karşı meydan okuyarak sürdürüyor



29 Nisan 2002 günü, Filistin Arap halkı tarihinde, Yahudi Nazileri Siyonistlerin terörist İsrail devleti eliyle soykırımı olarak giriştikleri Der Yasin (1948), Sabra-Şatila (1982) katliamlarının başladığı bir gün olarak başladı. Haftalar önceden ABD onayıyla organize edilen katliam ve işgal senaryosu, terörist İsrail devletinin askeri güçleriyle tatbik edilmeye başlandı. Filistin özerk toprakları bir kez daha işgal edildi, Filistin lideri Arafat bürosuna hapsedilip, açlığa ve susuzluğa mahkum edilerek onursuzlaştırılmak istendi, şehirler, kiliseler, camiler ve bilaistisna Filistin özerk yönetiminin tüm kamu ve siyasal kurumları, tüm şehirlerin alt ve üst yapıları, örneğine ancak II. dünya savaşında rastlanabilen Nazi vahşetiyle yakılıp yıkılmaya başlandı. Silahsız insanların üzerine füzelerle, ağır silahlarla ölüm kusuldu. Dünya barış güçlerine, yardım kuruluşlarına, Kızıl Ay ve Kızıl Haç yetkililerine ve etkinliklerine silahlarla saldırıldı, basın mensupları hapsedilip ölüm tehditleri altında bırakıldı, bir çoğu yaralandı ve öldürüldü. İnsanlar sokaklarda, evlerde, cami ve kiliselerde sığınmış olmalarına rağmen katledilmekte, ele geçirilenler ise anında yargısız infaz edilmektedir. Bu kıyım sürecinde yalnız insanlar değil, on binlerce evcil hayvan, büyük ve küçük baş besi hayvanı, binlerce kuş açlık, susuzluk ve silahların kustuğu ateş altında öldürülmüştür. Bunu on binlerce dönüm ekili toprağın, yakılıp yıkılması, on binlerce verimli ağacın buldozerlerle topraktan sökülmesi ile bölgemizin tarihi boyunca tanık olmadığı bir çevre katliamı başlatıldı. Bu kıyım kendi özgünlüğü içinde, Nazilerin “yanık topraklar” siyasetinden çok daha feci bir vahşet olarak belirdi. Terörist İsrail devleti insanlığa meydan okuyarak, ABD’den aldığı onayla ortaçağ vahşetini aratmayan Nazi katliamlarını böylesine bir ilkellikle sürdürüyor.



Bu satırların yazılmakta olduğu an, Hz. İsa’nın doğduğu yer olduğuna inanılan MEHD kilisesine sığınmış olan yaralı, hasta ve silahsız halkın üzerine füze atışı, ağır silahlarla bombardıman girişimleri tüm şiddetiyle devam etmekteydi. Hıristiyan din adamlarının, kiliselerine silahsız-savunmasız insanların ölümden kurtarmak üzere sığınmalarına yardımcı olmakla, gösterdikleri insan erdemleriyle yoğrulmuş duyarlılık Yahudi Nazileri Siyonistlerin bombalarıyla, kurşun ve füzeleriyle karşılık görüyor. Bütün insanlığa meydan okuyarak kutsal yerlere reva görülen bu vahşet, ne zaman duracağı belli olmayan bir hızla sürmektedir. Aynı sıralarda, teslim olmayı reddeden Filistinlilerin büyük bir direniş gösterdikleri Cenin kampında insanlar tanklarla çevrilerek, yerden binlerce askerin ağır ateşi altında, göklerden uçak ve helikopterlerle yağdırılan füze ve bombalarla soy kırımına maruz kalmaktadır. Çatışmalar ve direnmenin tüm şiddetiyle sürdüğü bu sıralarda, terörist İsrail devleti planladığı katliamı örtmek için Cenin Kampı’nı basına kapılı bir askeri bölge ilan etmiştir. Sonuçları henüz yeterince belirlenmemiş olan bu kıyım girişimi, 1982 Beyrut kuşatmasında yapılan Sabra-Şatila Kampları katliamının bir tekrarının, çok daha vahşi yöntemlerle sürdürüleceği işaretleri vermektedir. Filistin’in tüm büyük kentleri askeri kuşatma altında binlerce masum insanını katli ve göç mecbur edilişine sahne olmaktadır. Dünyanın gözü önünde cereyan eden bu soy kırım, “süper güç” olarak ABD’nin onayı ve desteğiyle organize edilmesi, 21.yy’ın insanlık için ne türden bir kanlı yüz yıl olacağını gösterir gibidir. Süper güç olduğunu ilan eden ABD’nin, çıkarları için onayladığı bu vahşet oyunuyla, dün Afganistan’da bu gün Filistin’de insanlık, 21. Yüz yılı, orta çağları aratmayacak bir vahşetle karşılamış oldu. Bu vahşet tarihin tanıklık ettiği tüm vahşetler gibi politik yetmezliğe düşmüş olanların, çözümsüzlüklerine aradıkları bir çıkış yolu olarak üretilmiş ve mazlum halklara dayatılmıştır. Uygarlığın insanlık erdemleri açısından taşıdığı değerler yerine, uygarlığın kuvvetini, kuvvet uygarlığına dönüştürenlerin bu yetmezlikleri ve çıkışsızlıklarının yarattığı yıkım, gerçekte insanlığın global ölçekte karşı karşıya kaldığı büyük bir tehdit olarak belirmektedir.


ABD, dünyamızın son yıllarda tanık olduğu gelişmeleri oldukça yanlış algılayan strateji uzmanları ve Siyonist lobilerin çok yönlü etkisi altında, politik perspektiflerini şekillendirmeye çalışıyor. ABD bu yanlış algılarla kendine vehim ettiği rol, insan erdemlerinin ikamesi yönünde gelişen bir uygar ilişki dünyasını değil, kuvvet ilişkisi dünyasının kısır ve kazananı olmayan düellolarını üretiyor. ABD’nin, tek kutuplu dünyada sersemce ve bencilce çıkartmakta olduğu sonuçlar, Siyonist lobilerin arkasından sürüklenişiyle insanlığa her alanda ciddi zararlar vermeye başlamıştır. Batı Avrupa halkları dahil, dünyanın tüm halkları nezdinde ciddi güven erozyonuna uğrayan ABD’nin, değişik bölgelerde kışkırttığı ve onayladığı vahşetler arttıkça da, kendisine yönelince rahatsız olduğu “terör”e karşı daha yoğun maruz kalışı da artmaktadır. Bu düşüş bir ölçüye kadar ABD emperyalist çıkarlarıyla kesişse de, uzun vadede ABD halkına hiçbir şey kazandırmaz. Son bir haftadır, dünyanın tüm baş kentlerinde ABD ye karşı, Filistin halkının maruz kaldığı vahşetten dolayı yükselen tepkiler, 11 Eylül saldırılarını bahane ederek, “Teröre karşı mücadele” adı altında sürdürmeye çalıştığı stratejiye önemli darbeler indirmiş ve bu politika inandırıcılığını yitirmeye başlamıştır. Bu tepkiler, ezilen halkların, duyarlı tüm insanlığın, kendisine dayatılmak istenen haksız politikalara geçit vermeyeceklerinin de ilanıdır.



ABD, terörist İsrail devletine verdiği haksız ve vahşet dolu destek sonucu, uzun zamandır hazırladığı Irak’a saldırı planlarına, önceden kazandığı tüm destekleri de kaybetmiş olması, ABD’nin bu politikaları sonucu daha çok şey kaybedeceğini gösteriyor. ABD, başardığını sandığı Afganistan savaşı da dahil olmak üzere, bölgemiz Ortadoğu’da tıkanan politikalarının çıkışsızlıklarına örtü olacağını sandığı İsrail destekçiliği bataklığa daha da fazla batışına neden olmaktadır. Bunun sonucu, ABD’nin bölgemizdeki en önemli uzantısı terörist İsrail devletinin de aynı çıkışsızlığa müptela olması, normal bir sonuç olarak belirmektedir.

Terörist İsrail devleti politik acze düşmüştür. Bundan dolayı, bölge ve dünya barışına katkı yapacak barış politikaları üretme yerine, füzelerle, ağır silahlarla süren savaşları üretmektedir. Kuruluşundan itibaren süren bu politikalar, Siyonistlerin yaşam stratejisi olmuştur. Siyonistler tarihte uluslarına iki büyük göç yaşatmaya yol açan siyasetlerinden ders almamış olmanın yetmezlikleriyle bir kez daha, Yahudileri yıkıma götüren siyasetlerde ısrar etmektedirler. Dün insanlığı acı tarihsel mağduriyetlere uğradıklarına inandıran Yahudilerin, bu gün mazlum olup olmadıkları konusunda tüm insanlık kuşkuludur. II. dünya savaşında Nazilerden çektikleri acılarla bu güne dek insanlığı duygulandıran ve bunun sonucu Filistin Arap halkının toprakları gasp edilerek devlet kurdurulan Siyonistlerin, Nazi vahşetini aratmayan kıyımlarla Arap halkını katletmeleri, insanlığı bir kez daha II. dünya savaşında Yahudi soy kırımının ardında Siyonist Yahudi politikalarının olup olmadığını araştırmaya, Nazileri aklamadan, Siyonistlerin ne türden entrikalar sonucu kendi halkını bu vahşete maruz bıraktıklarını sorgulamaya yöneltmiştir. Bu sorgulamalarla belki de, tarihi Yahudi acılarının bir aldatmaca olduğunu açığa çıkacaktır, belki de Yahudilerin peşinden sürüklendiği Siyonist yönetici ve politikaların tek gerçek suçlu olduğu görülecektir.




Kaldı ki, bunun verileri hiçte az değildir. Son çeyrek asrın bölge olaylarının bire bir tanığı olan bu satırların yazarı, Siyonist politikaların ne türden provakatif ve haksız politikalar olduğuna tanıktır, Siyonist yöneticilerin, Yahudi halkını top yekûn suçlu konuma düşürmek için ne entrikalar çevirdiğine, medya ve sermaye güçleri aracılığıyla insanlığı nasıl aldattıklarına ve ne karanlık planlarla dünya üzerinde oyunlar yaptıklarına tanıktır. Bu tanıklığın son halkası, toprakları işgal edilen Filistin Arap halkına reva görülün vahşettir; bu vahşetin Arapları dev ve çelikten bir birliğe götürmesi kaçınılmazdır, bu kaçınılmazlığın Yahudiler için ne türden felaket olduğunu anlatmaya hiç gerek yoktur. Bu satırların yazarı tüm halkların kardeşliğinden ve barışından yanadır. Arap’tır ancak ırkçılık düşmanıdır, satırlarında dile getirdiği kaygı, Siyonist yöneticilerin Yahudi halkını sürükledikleri karanlık sona ilişkindir. Bu kaygı tamamıyla tarih bilincinden ve birikiminin verilerinden kaynaklanmaktadır. O da, tarihte yöneticilerinin zalim ve haksız politikalarına destek verme ısrarında olan hakların ne acılar çektiklerini, ne yaptırımlara maruz kaldıklarını ve kimisinin tarihten dahi silindiği gerçeğine dayanmaktadır.


Terörist İsrail devletinin, Arap halkına reva gördüğü acımasızlığa göstereceği hiçbir gerekçe haklı değildir. Arap topraklarını ilk işgal eden, ilk toplu katliamları sürdüren köyleri boşaltan insanların mal ve mülkünü gasp edip katledenler, bölgede suni olarak kurdurulan terörist İsrail devleti ve yöneticileridir. Medya etkinliği ve sermaye güçleriyle insanlığı on yıllardır kendi politikalarına duyarlı kılarak aldatanların, bu gün haksızlıklarını bir kez daha aynı ölçekte gizlemeleri çok zordur.



Orta-doğuyu kana bulayan, savaş tamtamlarının çalmasına yol açan son gelişmeler, terörist İsrail devletinin, Arapların barış stratejisi karşısındaki çıkışsızlığının ve politika üretememenin verdiği aczin bir ürünü olarak gündeme gelmiştir. Beyrut kasabı olarak bilinen Sharon, yirmi yıl önce Lübnan’da Arap halkına karşı denediği top yekün imha savaşı stratejisini bu gün yeniden, Arap liderleri zirvesinden çıkan barış planına karşı bir cevap olarak vermiştir. Tüm Arap ülkelerine olduğu kadar tüm saygın dünya devletlerine ve ilişki türlerine karşı bir tehdit ve meydan okuma olarak ileri sürülen bu politika, arkasındaki ABD desteğiyle pervasızlaşmış, kan dökme kararlılığı içinde olduğunu ilan etmiş ve bunu yürürlüğe koymuştur. Böylece tüm olumsuzluklarına rağmen, bölge barışı için bir küçük adım sayılan Oslo anlaşması da tümüyle ortadan kaldırılmış olup, olası barış girişimlerine de set çekilmiştir.



Son elli yılın tüm verileri, başka halkların toprakları gasp edilerek kurulan devletlerin ayakta kalması için, normal süreçlerin yetmediğini göstermektedir. Tarihte eşine ender rastlanan bir oldu bitti ile Filistin Arap halkının toprakları gasp edilerek kurulan İsrail devletinin, bu gün bir Terörist devlet haline gelişini bu tarihsel veriler ışığında daha net görmek mümkündür; Terörist İsrail devleti hırsız kompleksi içindedir, gasplarını kaybetmemek için sürekli saldırgan olmak zorundadır. Normal koşullarda yaşayabilecek bir devlet konumunda değildir. Üstelik, saldırganlığında da sürekli üstün çıkma zorunluluğu içindedir. Zira bu tür anormal devletler, bin kez kazansa da bir kez kaybedince, kendilerine ait olmayan her şeyi sahiplerine teslim etmek zorunda kalacaklardır; bu da yok olmaları demektir. Bu verilerin ışığında İsrail, bin kez kazansa da bir kez kaybedince hep ve her şeyi kaybetmeye mahkumdur. Anormal koşullarda kurdurulan ve bu gün insanlık dışı bir terör devletine dönüşen ve kendi ulusal yaşamını Nazi yöntemlere endeksli kılan İsrail devletinin tarih karşısındaki konumu ve karşı karşıya kaldığı tehlike burada belirmektedir. Bu yöntemlerle meşruluğunu dünya kamu oyu nezdinde kaybetmiş yönetimlerin sonuçta uluslarını da tarih karşısında suçlu konuma sürüklediği görülmektedir. Böylesi bir devletin bölgemizde daha uzun yıllar yaşayacağını sanmak abesle iştigaldir.

Barış, daha çok Yahudi halkı için bir yaşamsal sorun ve gereklilik olduğu bilinmelidir. Ne ABD desteği ne de Askeri üstünlüğü ebedi değildir. Örneklerini tarihte fazlasıyla gördüğümüz kalıcı olmayan, bir döneme ait olan geçici üstünlükten ibarettir. Bu göreli üstünlük, halkların ölümsüzlüğü karşısında, barış içinde yaşama arzusu önünde yaşama şansı olmayan bir üstünlüktür. Bu geçici üstünlüğe karşı, Arap halkı dev coğrafyası ve nicel üstünlükleriyle er yada geç nitel üstünlüğe ulaşır. Bu dengelerin dokusu gereği varılacak temel sonuç, Araplar yüz kez kaybetmiş olsa de, bir kez kazanınca sürekli kazanan taraf olacaktır. Bu süreçte Arap liderlerin halkları adına uzattığı barış elini, geri çeviren Siyonistlerin, ilerde bir kez daha, barış için uzanan bir el göremeyecektir. Böylesi bir devletin, büyük öz verilerle karara bağlanmış, tüm Arap liderlerinin onaylayarak Beyrut zirvesinde (28. Mart. 2002) ilan edilen Arap barış planına karşı, füze ve ağır silahlarla, işgal ve katliamlarla cevap vermesi, bu devletin genetik yapısında yer alan vahşet dizginlenmeden, daha doğrusu kırılmadan bölgeye, halkların arzuladığı adil bir barışın gelmesi zor olacaktır. ABD’nin bu olumsuzlukta oynadığı rol sonuçta, yine ABD’nin bölgedeki çıkarlarına ciddi bir darbe vuracağı bilinmelidir. Bu darbe, bu sorunlara neden olan ve destek veren tüm taraflar için kaçınılmazdır.


Elli yıldır Filistin Arap halkı tarihin en haklı davalarından biri uğruna mücadele etmektedir. Bu mücadele bu gün, en kasvetli dönemini yaşıyor. Etkin hiçbir silaha sahip olmadan, kuşatılmış, yaralı ve aç olarak yalnızca evlatlarını şehit vererek, füzeleri, dev tankları taşlarla durdurmaya çalışarak, savunulan Filistin davası, liderlerinin tutsaklığı ve insani tüm imdat yolarının kesildiği bir koşulda sürdürülmeye çalışılmaktadır. Bölgemizin kanayan yarası Filistin davasında, haksız taraf, toprak işgalleri üzerine suni olarak kurulan ve bu gün tüm vahşetiyle terör estiren İsrail devletidir. II. Dünya savaşında Yahudilere karşı Nazilerin işlediği vahşetin kefaretini omuzlarından atmak isteyen Batılı uygarların, Arap topraklarını gasp ederek kurulan terörist İsrail devleti, bir işgalci güç olarak, sonraki tüm savaşların ve kanlı olayların başlatıcısı, tek nedeni ve sorumlusudur.

Bilinen odur ki, tarihin tüm kesitlerinde, toprakları işgal edilen onurlu halkların önünde tek bir kurtuluş yolu olmuştur o da, direniştir. Amerika’nın İngiliz’lere, Fransızların Almanlara, Çinlilerin Japonlara, Cezayirlilerin Fransızlara, Türklerin I. Dünya savaşı galipleri Müttefiklere karşı yaptıkları bağımsızlık savaşı tamamıyla Filistinlilerin Terörist İsrail’e karşı yürüttükleri savaş türündendir ve haklıdır. İşte Filistin halkının, topraklarını gasp edip halkını katledenlere karşı en ehveni şer olarak aldığı tutum da budur. İntifada bunun ifade ettiği en basit tepkidir, belki de tarihin tanık olduğu en barışçıl bağımsızlık mücadelesidir, zira yalnızca gençlerin taşlarla yükselttiği bir direniş olarak gelişmektedir. Toprakları işgal edilmiş, evleri gasp edilmiş, yönetimi tahrip edilmiş, mukaddes varlıkları tecavüze uğramış bir halkın, maruz kaldığı bu yıkım karşısında onurlu olabilmenin tek yolu, ölüme meydan okuyarak, can pahasına bağımsızlık için, direnmeyi tercih etmesinden başka bir yol yoktur. Dün ve bu gün Filistin Arap halkının yerine getirdiği masum ve haklı tepki bundan ibarettir. Buna Arap ulusunun, son olarak Beyrut’ta toplanan Arap liderleri zirvesinde açıkça onayladıkları ve dünyaya ilan ettikleri barış stratejisiyle, savaşı reddettiklerini, İsrail’le normal devlet ilişkisini ve güvencesiyle ilişki kurma kararı eklenmiştir. Araplar en mütevazı yollarla direnmesine rağmen, en açık ve güvenceli barış önerileriyle bölge halkların güven ve barış içinde yaşamaları için çaba vermektedirler. Bununla uygarlığın gücüne inanan Arap halkı ve liderleri, kuvvet uygarlığıyla zulüm yağdıranları uygar olmaya davet ediyor. Terör devleti İsrail ise, buna füzelerle, ağır silahlarla işgalle ve katliamla cevap veriyor. Bu dengelerde bir kez daha haksız taraf olarak Terörist İsrail devleti insanlığa karşı çirkin yüzüyle ortaya çıkmaktadır.

II

Bölgemizdeki sorunlar dar anlamda bölgesel sorunlar değildir. Bu sorunlar Kaynakları ve tarihi süreç içinde aldıkları boyut itibariyle küreseldir. Bu yüzden de dünyanın tüm siyasal, sosyal, kültürel ve iktisadi etkinliklerin ilgi odağıdır. Bölgemiz sorunlarında dünyanın farklı eğilimlerinin karşı karşıya gelmesi de bununla ilgilidir. Son bir haftada gelişen Siyonist vahşete karşı, yer yüzünün en büyük ve en küresel sorunlarında olduğu gibi, tüm devletler ve diplomatik çevrelerin hareketlilik kazanmasının altındaki gerçek neden de budur. Bölgemiz dünya iktisadının temel taşı olar enerji kaynağının merkezidir, jeostratejik açıdan üç kıtayla olan bağlantısı, Pazar ve ham madde kaynaklarına yakınlığı, insan potansiyeli bölgemizi globalleşen dünyanın önemli odakları arasında ayrıcalıklı bir yer edinmesine yeterlilik oluşturuyor. ABD’nin açık İsrail yanlısı tutuma rağmen Siyonist saldırıların durdurulması için yaptığı çağrı tüm ikircimliğine karşı bu gerçeği dile getirmektedir. ABD Başkanının 4. Nisan. 2002 tarihinde, bu satırlar kaleme alınırken, kerhen yapmak zorunda kaldığı basın açıklaması buna önemli bir işarettir; bu açıklamada her ne kadar, bölge halklarının “uygar insanlara”(!) ayak uyduramadığı saçmalığı, Filistin halkının teröre göz yumduğu suçlaması, Suriye’nin intifadayı kışkırttığı yönünde bilinen Siyonist İsrail taraflığını bir kez daha dile gelmiş olsa da, desteklediği ve kısa sürede çok şey beklediği Kasap Sharon’un giriştiği çılgınlığı, yumuşak bir ifadeyle, durdurma çağrısını kerhen ilan etmek zorunda kalmıştır. Bu adım, haklı davalar etrafında kenetlenen insanlığın, kendini tek süper güç ilan edenleri dahi geri adıma zorlayacağına önemli bir göstergedir. Ama bu her şey değildir. İnsanlığın daha da yoğun direnme yükümlülüğü göstererek ABD ve bölgesel uşaklarının dünyamızda insanlığa ve çevreye verdikleri inanılmaz ve onarılmaz zarara dur demeleri gerekmektedir. Özellikle, ABD’nin artan pervasızlığının tüm insanlık için artan oranda bir tehlike olmaktan çıkartılması için zorunlu bir görevdir.


Bölgemiz sorunlarının küresel boyutu, bir yanıyla Enerji kaynaklarının en önemli coğrafi kuşaklarından birini oluşturmasından ileri gelmektedir. Bu ABD’nin bölgedeki çıkarlarına ve müdahalelerine de temel gerekçe oluşturmaktadır. ABD, Ak deniz, Ortadoğu ve Kafkaslardan oluşan paralelde yakın ve uzak geleceğin iktisadi faaliyetlerine temel unsur olan enerji kaynakları için büyük önem vermektedir. Körfez savaşıyla başlayan bölge üzerinde açık fiili askeri istila, Afganistan savaşıyla ikinci adımı atmıştır. Ancak bu adımlar tatmin edici olmaktan uzaktı. Söz konusu paralelde kopuk halkaları en azından elli yıllık bir kıskaç altına almak için atılması gereken çok önemli adımlar vardı. Bunların başında Irak rejimini değiştirme adına tüm Araplara ve özellikle ABD çıkarlarını değişik yollarla zedeleme konumunda olan ülkelere ve bu arada İran’a sert bir ders vermek gerektiği inancı bulunmaktadır. Bu adım kesin karara bağlanmış, uygun zaman için bekletilmekteydi. ABD’nin son bir aydır sürdürdüğü mekik diplomasisi, Başkan yardımcısı dahil en üst yetkililerin yaptığı turlar bu amaca hizmet ediyordu. Ancak istenilen sonuç alınamamaktaydı.


Diğer adım Filistin sorunundaki keskinliği makul bir ölçeğe çekmekti. ABD, Filistin devletini tanıyacağını açıklaması dahil, bir dizi yumuşak açıklamaya rağmen bu konuda ilerleme kaydedilemedi. İnsanlığa global terörü dayatan ve pazarlayan bir ülke olarak ABD’nin, terörle vurulması ardından gösterdiği anlaşılmaz tepki, dünya üzerinde artan bir egemenlik kurma girişimleriyle anlaşıldıkça, Filistin davasının da payına düşeni alacağı belirginleşiyordu. Irak’a saldırı hazırlıkları sürdükçe, “terörün kaynağı” görülen Filistin davasına artan oranda el atıldı. Ancak girişimler ters tepti, Filistin halkının sert direnişiyle yükseldikçe yükseldi. Bunun üzerine Beyrut kasabı Sharon’a insanlığın dehşetle gözlemlediği vahşet girişimi için yeşil ışık yakıldı. Filistin halkına ortaçağ vahşetiyle saldırıldı, bu saldırılar şu an da devam etmektedir. Amaç “terörist” ilan ettiklerini yerinde, yargısız infaz etmekti. Ancak gelişmeler tüm insanlığı ayağa kaldırdı ve ABD’nin onayıyla işlemekte olan bu barbarlıkta tıkandı. Bu tıkanış Irak planlarını da kökten sarstı; Irak’ı vurma planı için gerekli destek artık hayallere karışmış oldu, Arap halkı bilinen geleneksel kahramanlığıyla ayağa kalktı, tepkisini inanılmaz bir şekilde dile getirdi. Böylece Siyonist lobilerin arkasından sürüklenen ABD politikası, Ak deniz, Ortadoğu, Kafkaslar paralelinde oluşturulmak istenen askeri kıskacın ciddi yaralar almasıyla, kotarılması güç süreçlere sürüklenmesiyle karşı karşıya kalmıştır. Sharon’un vahşeti halen sürmesine rağmen, Filistin davasının kahraman evlatları direnişleriyle, ABD’nin insanlığa karşı suç teşkil eden planlarını bozabilecek bir insanlık duyarlılığı yaratmış oldu.


Bu sürecin sonunda enerji kaynakları için geliştirilen ABD planı ağır darbe almış olacaktır. Terörist İsrail devletinin çıkarlarıyla kendi çıkarlarını birleştiren ABD, karşısında Vietnam’dan bu yana tarihinin en büyük insan tepkisi ve nefretini almıştır. Onurlu uluslar ve devletler, ardı ardına ABD’ye karşı tepkilerini açığa vurmaktadırlar. İnsanlık uzun kesitler boyunca gösteremediği bir tepkiyi ABD karşısına dikebilme cesareti göstermiştir. Bu noktada Filistin davasının dünyamız için oynadığı önemli rolden bahsetmek yanlış olmayacaktır. Arap halkının genç evlatları, ellerindeki küçücük taşlarla, dünyanın en acımasız silah teknolojilerine meydan okuyarak, insanlığın haksızlığa karşı direnme çabalarını birleştirerek zalimlere sert bir ders vermiştir. Bu bir zaferdir ve arkası gelecektir. Orduların yerine getiremediği bu zaferi, Filistin Arap halkının evlatları, tüm dünya halklarına armağan etmiştir. Kasap Sharon‘u eli kolu bağlı hale getiren, köşeye sıkıştıran, ABD yönetimini dünya halkları nezdinde ağır bir güven bunalımına düşürerek zalim çehresini açığa çıkartan bu kahramanlardır. Bu noktada Filistin Arap halkının İntifadası, inanç ve kararlılığın en kötü koşullarda dahi haklı olanlara zafer kazandıracağının bir anıtıdır. Böylece, bölgemize savaşları ve yıkımları dayatan ABD’nin emperyalist emellerine sert darbe vurmuş olundu. Bölgemizi küresel bir kapışmanın merkezi haline getiren nedenler de burada saklıdır. İnsanlığa uygarlığın ilk ışıklarını ileten bölgemiz, kuvvet uygarlığına, uygarlığın kuvvetiyle cevap vererek direnmesi de buradan kaynaklanmaktadır. Bu süreç, aynı zamanda Arap halklarının direniş birliği için de büyük bir fırsat olarak belirmiştir.


Tarihin en dirençli halkalarından bir olan Arapların, geçen yüz yılda Suriye Arap halkının Fransız sömürgecilerine karşı 150.000 şehitle yürüttükleri bağımsızlık mücadelesi, Cezayir’de yine Fransızlara karşı 1 500 000 şehitle verdiği kahramanlık direnişi, Libya’nın Ömer El Muhtar önderliğinde binlerce şehitle İtalyan sömürgecilerine karşı yürüttüğü direniş, Mısır Arap halkının Nasır önderliğinde binlerce şehitle İngiliz, Fransız, İsrail saldırganlarına karşı sürdürdüğü savaş, Lübnan Arap halkının İsrail işgaline binlerce şehitle verdiği mücadele zaferle sonuçlanmıştır. Bu gün aynı zafer, Irak halkını da beklemektedir; yönetiminin bölgemizde ve dünya kamuoyu nezdinde kazandığı kötü şöhretin baskısına rağmen, Irak halkının yaşam mücadelesinde vermeye zorlandığı binlerce şehidin kanı kazanılması mutlak olan zaferlerin de mimarı olacaktır. Elli yıldır, insanlık tarihinin tanık olduğu en vahşi katliamlara Yahudi Nazileri Siyonistlerin ve buna destek olan Batılı emperyalist savaş mekanizmalarıyla maruz kalan, Filistin halkının İntifada destanı ise, Arap halkının bağımsızlık ve özgürlük onuruna ne kadar düşkün bir halk olduğunu göstermeye yeterlidir. Bu gün Yahudi Nazileri Siyonistlerin Dünyaya meydan okuyarak, ABD destekli sürdürmekte oldukları katliamlara rağmen zafer tüm çıplaklığıyla Filistin Arap halkının bağımsız devletinin kuruluşuyla taçlanarak elde edilecektir. Bu gerçekler, dünyamızı bencil çıkarları uğruna böl-yönet zulmüyle karıştıran ve halkları birbirine kırdırtanların beyhude çabalarına verilmiş ağır bir derstir. Haçlıların bölgemizi üç yüz yıl kana boyarken, topraklarımızda ebede kadar kalacaklarını sanıyorlardı. Oysa bu gün esamileri bile anılmaz oldu, silinip gittikler. Bu işgalci emperyalist güçlere ve bölgedeki uşaklarına hatırlatmak gerekir ki, sonuçsuz maceralarla kendi çıkarlarını dahi koruyamaz, kendi halklarına hiçbir şey kazandıramaz ve sonuçta bu topraklar sahiplerinin özgür yönetimleri altında onurluca yaşamayı kazanır.



III


Bölgemiz sorunlarının küreselliği, ülkemizin bölgemiz sorunlarında daha bir öncelikle ilgili olmasını gerektiriyor. Bölgenin bir devleti olduğu kadar, sorunlarıyla bölgemiz ve dünyayla ilgili olan ülkemizin bu gelişmeler karşısında almakla yükümlü olduğu tutum hayati öneme sahiptir. Bölgemiz sorunlarının ülkemizi dolaysızca etkilemekte olduğu gerçeği, ülkemizin bu sorunlara karşı komşularıyla ve bölgemizin tarihiyle uyumlu kararlar almasını zorunlu kılmaktadır. Bu kararlar, Filistin davasında gösterilecek açık, ikircimsiz destek tutumlardan oluşmak durumundadır. Oysa görülen o ki, ülkemiz yöneticileri tarihlerinin en onursuz ve en ikircimli politikalarında ısrar etmektedirler.


Terörist İsrail devletiyle yapılan gizli-açık askeri anlaşmalar, verilen yüz milyonlarca dolarlık askeri ihaleler (bu ihalelerin hukuki açıdan yapılış tarzının kanuni olmadığı yönünde ayrıca, ciddi suçlamalar olduğunu hatırlatmakta yarar vardır.), planlanan yeni ihaleler ve askeri tatbikatlar, İsrail devlet terörüne ikircimli tavırlarla açık ve yalın bir gönderme yapılmazken, sık sık “Filistin terörü” söylemini resmi açıklamalarında dile getiren tutumlar, Irak’a askeri saldırı yapılmasına hayır hah tutumla karşı olunduğu söylenmesine rağmen, “Irak‘ın vurulması kesin ise, bundan en iyi karı sağlamalıyız” diyerek komşu olan bir ülke halkının katli üzerinde ticaret yapma ahlaksızlığına düşülmektedir. Yakın döneme kadar bölgenin tüm savaşlarında Arap halkının karşısında yer alıp, topraklarındaki ABD üslerini bu halkın katledilmesi için açan ve hala açık bırakan Türkiye, bu bölgenin halklarına komşu ve dost değil, yabancı ve düşman olarak yer alıyor demektir. Gerçekte bölge devletleri ve halklarının Türkiye’ye karşı onarılması güç bir güvensizlik içinde olmaları ve bu gerçeğin halktan gizlenerek kerameti kendinden menkul bölgesel rollere soyunma aptallığının ardında, bu türden kirli siyasetler yatmaktadır. Zaman zaman komediye varan, kendini tanımamış olmanın yanılgılarıyla, yok “bölgesel güç” yok, “dünya gücü” ya da “dünyada etkin rol oynamaya aday ülke” olarak görme maskaralıkları, sonuçta ülkemizin onurunu trajikomik hale düşürüyor. Ülkemizi bu duruma düşürenler açıkça bilmeliler ki, Batılılar ülkemizi “satın alınacak kadar düşmüş, fiilen bulaşılmaması gereken sorunlarda maşa olarak kullanılması gereken bir ülke” olarak görmektedirler, komşularımız ise, “bölgemize yönelik Batı emperyalistlerden gelen tüm tehlikelerde, uşak rolü oynayan, ABD üslerini halklarımızın katledilmesi için açan, ne İslam olmasına nede komşu olmasına asla güvenilmeyen, topraklarımızda ve servetlerimizde gözü olan bir ülke” olarak gördüklerini itiraf etmek gerekmektedir. Kimliğini yitirmiş ülkelerin içine düştükleri oportünist siyasal çizgiler, sonuçta böylesine kirli bir konama düşüşü kaçınılmaz kılıyor. Türkiye bu konuma bilinçsiz yöneticilerinin merhametsiz maceraları sonucu gelmiştir.


Bu kirli siyaset hiçbir zaman ülkemize kar getirmedi. “Bir koyup üç alınacak” ümitleri beş, on koymaya ve komşularımızla silinmesi güç düşmanlıklar yaratmaktan başka bir işe yaramamıştır. Bu gün Avrupa topluluğuna girme kavgası verdiği iddiasında olan Türkiye’nin, Avrupa Topluluğunun Filistin davasında ve özelikle bu kasveti günlerinde, Yahudi Nazileri Siyonistlerin katliama girişimlerine karşı aldığı açık ve sert tutumu göz ardı ederek hayır hah bir tutum göstermesi, tutarsızlığını olduğu kadar, bölgede komşu ülke olma esprisi ve tarihsel yükümlülüğünü de ayaklar altına almak demektir.

Bu satırların yazarı, Ülkemizin Avrupa Topluluğunda yer almasını gerekli görüyor. Bunu da, Türkiye halklarının demokratik hakları için ve kendini dünyadan tecrit etmiş bir ülkede, halklara istedikleri gibi yasaklar dayatma özgürlüğünü kullanan anti-demokratik yönetimlerin elinin kolunun bağlanması içinde çok önemli bulmaktadır. Ülkemizin egemen sınıflarına ve anti-demokratik sistemine karşı mücadelede, geniş ufukların ve dayanışmanın açılacağı, insanlığın tarihsel ilerlemesinde farklı yolarla gerçekleşmesi mümkün olan enternasyonal dayanışmanın daha somutlaşabilecek gücüyle birlikte olunabilmesinin bir kanalı olarak, Avrupa topluluğu içinde yer almanın gerekliliğine inanır. Ancak bu çok karmaşık ve engellerle dolu bir yoldur. Bu engellerin başında, her iki tarafın egemen güçleri ve bunların bin bir demagojiyle bilincini bulandırdığı kesimlerin engellemeleri yer almaktadır.


Bilinen o ki, Avrupa egemen sınıfları en rezil cinsten sömürgeci hükümlerini kendi halkları ve dünya halklarına karşı sürdürmektedirler. Bu güçler aynı zamanda ülkemiz anti-demokratik yönetimleriyle en sıkı işbirliği içinde olup, ülkemizin Toplulukta haklı bir yer edinmemesi için, kapıda sürünerek tükenmesi için bin bir oportünist politikayla oyalamalar yapmaktadır. Bu oyalamalar içinde halkların siyasal ve sosyal birliğinden güç ve atılım kazanacak olan kendi halkının güçsüz kalması için, zaman zaman Topluluğu bir Hıristiyan kulübü olarak ilan ediyor, zaman zaman ırkçılık ve milliyetçilik yaparak böylesi bir kaynaşmanın önüne kamuoyunun bulanıklaşmış bilincini dikmeye çalışıyor. Gerçekte bu engellemeler, ülkemiz yönetimlerinin ilkel milliyetçi politikalarıyla, kendine güvenmemenin zaaflarıyla üretilen bahanelerin tutuculuğuyla destek görmekte, birleşme, sözde tedavül edilen ancak özde reddedilen bir söyleme düşürülmektedir.


Halklarımızın Avrupa halklarıyla tarihsel açıdan ilerici ve haklı olan birleşme taleplerine, her iki tarafın sömürücü güçleri el ele vererek engeller çıkarıp, halkların güç birliğinden doğacak dev değişimlere set çekmeye çalışmaktadır. İki egemen güç tarafından ortaklaşa geliştirilen bu tabloda, halkların ilkel milliyetçi güdüleri kışkırtılarak birbirine güvensizlikleri artırılmakta, iki egemen güç arasında geçen tarih içindeki yaralar da, iki halkın ürünü gibi pazarlayarak her taraf, kendi halkını diğerine karşı bir potansiyel güç edinerek, çok yönlü olumsuz politikalarını örtme çabasına girmektedir. Bu oyunun ardından, sol güçlerinde sürüklenişi, toplum olarak ne ölçüde politik perspektif yetersizliği içinde olduğumuza da önemli bir işaret olarak belirmektedir. Bu da engellere yenilerini eklemektedir.


Oysa, halkların her türden birliği tarihsel bir olgudur. İnsanlık, eski statükolarda tutulmayacak kadar bilinç olgunluğuna ve bunun ürünü olan gerçek bir globalleşme düzeyine yükselmiştir. Düşünen insanın ürettiği ve dünyamızı sıkı bir iletişim düzlemine yükselten bilgi birikimleri ve teknik gelişmeler, emperyalist politikaların yönlendirme çabalarına karşın önüne geçilmez bir tarihsel olgu olarak, insanlığın global değerler ve bunun ürünü sosyal, siyasal, kültürel iktisadi yapılanmaları içinde yar almasını gündeme getirmiştir. Tarihin ilerleyişi bu yönde zuhur etmiş ve bu, insanlığın ilerleme hedefi olmuştur. Bu gelişmeler içinde etkin bir dişli olarak yer almak bir amaç haline gelmiştir. Bu amaç aynı zamanda, emperyalist politikaların kösteklerine, yönlendirme ve dar çıkarlara alet etme çabalarına karşı da bir mücadeleyi gerektirmektedir. Bu gereklilik ise, dünya halklarının daha çok yakınlaşmasını ve ortak kurumlar içinde güçlerini birleştirmesini gerekli kılmaktadır. Birleşmeler, doğal olarak, öncelikle coğrafi ve kültürel ortak bölenlerin yakın olduğu alanlarda gerçekleşecektir. Buradan başlayarak, objektif verilerin gücü oranında tüm insanlığa yayılacaktır; iktisadi öğeler temelde yükselen çok yönlü birleşme, öncelikle bir amaçtır ve siyasal bir programın temel taşıdır. Birleşme bir amaç olarak algılanmadıkça, ilkelik kendine binlerce direnme bahanesi yaratabilir. Ülkemizin karşı karşıya kaldığı sorunda budur. Birleşmenin bir amaç olması hadisesi de görelidir. Bu amaç daha büyük amaçların bir aracıdır. Tüm araçlar ve amaçlar halklarımızın demokrasi ve özgürlük hedefleri içindir. Bu yüzden, Toplulukta yer alma amacı, Bir egemen gücün altından çıkıp diğerinin altına girme anlamına gelmez. Tersine, şu anda iki ayrı egemen gücün (ülkemiz ve Avrupa) birleşik ve çok boyutlu basıncı altında dolaysızca yer alan ve takatsiz düşürülen halklarımızın gücüne, Avrupa halklarının çok yönlü ve etkin gücünü katacaktır. Bu, Avrupa’nın demokratik kamu oyu ve gücünün tarih içinde kurumlaştırdığı ve hiçbir baskı altında sarsılmayan, yıkılamayan etkinliklerinin sahibi olmaktır. Bir sıçrama, tarihi yakalama atılımıdır. Avrupa ve ülkemiz egemen güçlerinin kaygıları da buradan gelmektedir. Oysa onlar güçlerini, iktisadi, sosyal, kültürel vb. her açıdan iç içe geçirmiş ve gerektiği zaman halklara karşı silahlarla birbirini destekler duruma gelmiş bulunmaktadırlar. Günümüz dünyasında sömürüye, baskıya, zulme karşı mücadele gerçek anlamda bir enternasyonal dayanışmayı ve kurumlaşmayı gerektiriyor. Ülkemizin Avrupa Topluluğunda yer alması, bu olanağı öncelikle halkımızın kazanımları arasına koymuş olacaktır.


Halklarımız bu birlikten kazanacağı tek bir olanak bu gücün etkinliği de olsa, mücadelesinde başarı kazanımı için, kendi topraklarında onurlu bir halk olarak yaşayabilmesi için önemli ufuklar açacak potansiyellere sahiptir; bunu daha iyi anlamak için ülkemizde son otuz yıldır kazanıldığı sanılan demokratik hakların kurumlaşamamasını ve her askeri darbe ardından yıkılıp gidişini hatırlamak yeterli olacaktır. Topluluğa katılım, aynı zamanda halklarımızın, Avrupa’nın uygar halklarıyla aynı sosyal, siyasal çatı altında demokratik haklarını daha güçlüce koruyabileceği gerçeği dolayısıyla da bir gerekliliktir. Ancak, ülkemiz yönetimlerinin bu atılımda samimi olmadıklarını, globalleşen dünyaya ayak uyduracak kadar kendilerini ilkel milliyetçilikten kurtaramadıklarını ve bu yüzden, kendini aldatmaktan başka bir işe yaramayan oportünist siyasi kararlarla, Avrupa Topluluğuyla birlik sürecini tıkama eğiliminde olduklarını bir kez daha belirtmeliyiz; ayrıca ülkemiz sol güçlerinin, bu noktada içine düştükleri milliyetçiliğe dikkat çekmeyi de tekrar vurgulamalıyız.



Filistin Arap halkının direnişine, uğradığı katliamlara karşı etkin bir dayanışma gösteremeyen sol güçlerin içine düştüğü handikabın altında, ülkemiz egemen güçleriyle aynı ilkel milliyetçi paralelde bulunmanın yattığını görmekteyiz. Ülkemiz solu bu çıkışsızlığını ve ilkel milliyetçi darlığını aşmadan, on yıllardır verilen ve ülkemiz sol güçleri önderliğinde ağır bedeller ödeyerek sürdürdüğümüz, halklarımızın demokrasi ve özgürlük mücadelesi artan oranda tıkanmaya mahkum olacaktır. Avrupa topluluğuna katılma çabası, devrimci güçlerin öncelikli görevi olmalıdır derken, anti-demokratik yönetimlerle halklarımız arasında süren demokrasi ve özgürlük mücadelesini bir üst düzleme taşıyarak, uygar ulus halklarının desteğini engelsiz alıp sonuçlandırmak demektir. Daha geniş anlamda bunun manası, İnsanlığın yarattığı çok boyutlu değerlerin kaçınılmaz tarihi bir sonucu olan, emperyalist politik yönlendirmelere rağmen en kapsayıcı insanlık değeri olan globalleşmede, kendi orijinalliğimizle, hak ettiğimiz yeri, insanlık hareketinin mekanizmaları içinde etkilenen ve etkin olan bir dişli olarak, bu hareketin olmasa olmaz bir unsuru olarak yer almanın, verili koşullardaki yolu olduğu anlamına gelmektedir.


Konu dışı yaptığımız bu belirlemeler, aynı zamanda bölgemizdeki gelişmelere karşı hangi temel perspektiflerimiz nedeniyle sol güçler olarak duyarsızlık içinde olduğumuzu da açıklamaktadır. İnsanlık bu gün, dünyanın tüm baş kentlerinde ve önemli yerleşim merkezlerinde Filistin Arap halkının karşı karşıya kaldığı soy kırım girişimine dur demek için tepkilerini ilan ediyor. Avrupa ülkeleri başta olmak üzere, tüm dünyada diplomasi mekikleri Filistin halkının kurtuluşu için çalışıyor. Bir araya gelmesi düşünülmez eğilimler bu onurlu ve haklı dava için bir araya gelip Yahudi Nazileri Siyonistlere dur diyor; Tutsak lider Arafat’a destek olmak için karargahında onunla birlikte tehlikelere karşı direnişe girişiyor, siyasi heyetler bu eğilimlerini gerçekleştirmek için Siyonist engelleri aşma mücadelesi veriyor. Ülkemiz siyasal arenası sağından, soluna kadar dinamizmi olmayan, sıradan tutumlar sergilemeye devam ediyor. Buradan diyebiliriz ki, Komşu Arap halkının haklı mücadelesine destekte gösterilen takatsizlik, kendi halklarımızın haklı davasındaki tıkanmalarında göstergesi gibidir. Oysa, ister yönetimlerden ister her boy ve türden muhalefetten ortaya koyulan bu politikalar ve tutumlar, Türkiye halklarına layık olan ve çıkarlarına uygun bulunan politikalar değildir.


Türkiye halkları yöneticilerinden onurlu bir dış politika istemektedir. Ülkenin tüm iktisadi zorluklarına rağmen ve bunun sorumlusu olan siyasal-iktisadi sistemine rağmen, halklarının talep ettiği onurlu politika, öncelikle bölgemiz halklarıyla kardeşlik ve dayanışma politikası olarak geliştirilmelidir. ABD ve diğer emperyalistler er yada geç eriyip gideceklerdir. Geriye bölge halklarının komşuluğu, kardeşliği ve tarihten alınmış dersleri kalacaktır. Bu yüzden bölge halklarının çetin ve zorlu günlerinde yanlarında açık ve net tutumlarla yer almak gerekmektedir. Geçmiş zamanın olumsuz ilişkilerle örülü tarihini bu günden yükselen olumlu ilişkilerle gelecek kuşaklara yeni bir tarih yaratarak yükseltmek, bölgemizde bir arada barış ve kardeşlik içinde yaşamının tüm taraflar için en karlı ve en erdemli yoludur. Bunun ilk adımı, dış güçlerin ısrarla yaptıkları böl yönet, birbirine kırdırt politikalarına alet olmamaktır. Bu talep Türkiye halklarının talebidir. Bu amaçla,Türkiye halklarının duygu ve düşüncelerine, yönetimlerin cevap veren politikalar geliştirmesi zorunludur. Aksi durumda bu yönetimler şimdi olduğu gibi gerçek anlamda meşruiyetlerini kaybetmiş olacaklardır.


Bu gelişmeler ışığında Türkiye halklarının aydın, ilerici, devrimci ve demokrat evlatlarının üstlenmekle yükümlü oldukları görevler bulunmaktadır. Bunların başında bölgemize musallat olan ABD emperyalizmi ve Onun maşası terörist İsrail devletinin zulmüne karşı, halkımızı bilinçlendirmek, sesimizi yükseltmek, en barışçıl ve en sert eylemlerle bunu dünya ve bölge kamu oyuna göstermek olmalıdır. Türkiye solu bu konuda sınıfta kalmıştır. Saha milliyetçi ve şeriatçı gericilerin gösterilerine mahkum olmuştur. Bunu aşmak kendiyle tutarlı olmak isteyen solun görevidir. Kendi halkının sorunları uğruna başarılı bir mücadele vermek isteyenler, komşu halkların sorunlarına karşı sorumlu davranmayı bilmek zorundadırlar.



Son söz olarak, bu satırların yazarı Türkiye’de yaşayan Arap halkının onurlu evlatlarına seslenmektedir. Genç kuşaklar, TC’nin yaptığı ve tarihte eşine ender rastlanan kültür katliamı sonucu yakın geçmişlerindeki hadiseleri hatırlama şansına sahip değillerdir. Buna resmi hiçbir kanaldan ulaşabilme şansıda yoktur. Oysa tarih bilinci ulusal var oluşun, geleceğe ilişkin kurulması hedeflenen toplumsal ve bireysel tüm girişimlerin temel taşıdır. Hatay Arap halkı, ilhaktan bu yana (1939) uğradığı ağır kültür katliamı sonucu, kolu kanadı kırılmış gibi, geleceğini kurma mücadelesinde tarihinden yararlanma olanaklarını el yordamıyla aramak durumunda bırakılmıştır. Bu tarihsel gerçeklerden biri, bu günün sorunlarıyla ilgili hatırlanması gerekli olanı, Hatay Arap halkının Filistin sorununda, göstermiş olduğu örnek duyarlılıktır. O günlerin önderlerinden ve hala yaşamakta olan onurlu ve erdemli insanların bizlere aktardıkları tarihi derslerden biri de, 1930’lu yıllarda İngiliz ve Siyonist işgalcilerin Filistin Arap halkının topraklarını ve servetlerini gasp ederek göçe zorlamalarına karşı aldıkları tutumdu.


Bilindiği gibi, I. dünya savaşı ardından, İngiliz emperyalizmi dünyayı diğer emperyalistlerle fiili olarak yeniden paylaşmıştı. Denizlerin bittiği yerde, Ortadoğu ve doğu Asya’ya açılan önemli bir kara parçası olan Filistin toprakları da askeri güçlerle işgal edilmiştir. Ortadoğu’nun enerji kaynaklarına, Asya’nın ticaret kervanı yollarına, Hindistan’daki egemenliğin lojistik ihtiyaçlarına stratejik bir üs olarak Filistin işgali, aynı zamanda Siyonistlerin istilasıyla at başı gitmişti. Bu iki işgalci güç biri birini tamamlayan ortak amaçlar etrafında katliam ve gasplarla işe koyulmuştu. Bu süreç, tarihlerinin hiçbir döneminde bu toprakları bilmemiş, bu toprakların tarihsel kültürüyle hiçbir ortak yanı olamamış Yahudi dini mensubu insanlar binlerce yıldır yaşamakta oldukları vatanlarından, kimisi Rusya’dan kimisi, Amerika’dan kimsi, orta Avrupa’dan sökülerek, hayali ve hurafe dini çağrılar peşine, “tanrının vaddettiği topraklar” adı altında, sürüler halinde getirilip, Filistin Arap halkının binlerce yıldır yaşadığı, medeniyete açtığı topraklara bir işgalci güç olarak yerleştirildiler.


Dünyayı sarsan ve hala meşgul eden Ortadoğu surunu böylesine haksız bir girişimle başlatılmış oldu. Bu adım İngiliz emperyalizminin bölgemize ilişki geliştirdiği böl-yönet siyasetinin bir ürünü olarak gündeme gelen ve I. Dünya savaşı ardından 1916 Mayısında imzalanan Sykes-Picot Anlaşması ve 1917 Kasımında ilan edilen Balfour Bildirisi’ ile atıldı. 1919 Versay Anlaşmasıyla Filistin Mandası’nın İngilizlerin eline geçmesi, Siyonist emellerin bölgemizde cirit atması için yeterli zemini oluşturdu. Bilindiği gibi, tarih boyunca sömürgeciler bu fırsatları yerli halkların aleyhine, yüz yıllar boyu sürecek yıkımları yönünde istismar edeceklerdi. Nitekim olan da, bu güne kadar süren de Filistin topraklarının yerli halkı olan Arapların toprakları, dıştan getirilen Siyonistlerce gasp edilişi oldu. Filistin’de, I. Dünya savaşı bitiminde 40.000 civarında olan Yahudi nüfusunun, 1931’de 175.000’e, 1935’lerde 200.000’e ve 1939’da 430.000 kişiye yükselişi, sömürgeci politikaların, Siyonist işgalcilerle el ele planlıca yürütüldüğünü göstermeye yeterlidir. Binlerce yıldır üstünde yaşadıkları toprakları adım adım kaybeden Filistin Arap halkı, çok doğal ve çok haklı olarak bu gidişe dur diyecek direncini ortaya koyarak, dev bir coğrafyaya yayılmış Arap kardeşlerinden, Arap devlet ve etkinliklerinden yardım isteyecekti. Nitekim bu gelişmelere duyarlı olan Araplar, 1931 Aralığında, 22 Müslüman ülke delegelerinin katıldığı Kudüs konferansını bağladılar. Bölgeyi sarmakta olan tehlikeye dikkat çekip tepkilerini ve uyarılarını yaptılar. Bu dönem Arap halkları ve yönetimlerinin barış yanlısı eğilimleri, Siyonist gaspçıların örgütledikleri Stern, Argon gibi terör örgütleri tarafından silahlarla karşılık buluyordu. İsrail devletinin kuruluşundan bu yana yer alan tüm yetkililer bu terör örgütlerinin eli kanlı katilleriydiler. Arap halkı 400 yılı aşkın süren Osmanlı egemenliğinden kurtularak bağımsızlığa doğru el yordamıyla yürürken, özgürlüğü için kendini toparlarken, İngiliz sömürgecileri ve Siyonist askeri gaspların karşısında tüm barışçıl yolları deneyerek hak arayışını sürdürüyordu. Buna karşılık olarak o günden bu güne sürekli Siyonist katliamlarla, yeni işgal ve gasplarla cevap verildi. Bu gün, Filistin Arap halkı evlatlarının taşlarla direnişten, İntihar eylemlerine kadar uzanan haklı mücadelesi, işte o günlerden itibaren başlayan ve bu gün tüm acımasızlığıyla süren Siyonist terörün dayanılmaz ağırlığıyla dayatılmış oldu. Bu günü irdelerken kaçırılmaması gerek temel halka budur; ilk zulüm, ilk işgaller, ilk gasplar ve bunu sürekli kılanlar ve bölgemizin bu güne kadar kana bulanmasına yol açanlar yalnızca Yahudi Nazileri Siyonistler olmuştur.

Arap halkları ve yönetimleri, Kudüs Konferansı (1931) ardından, değişmeyen İngiliz-Siyonist teröre ve işgale karşı yine barışçıl direnişle cevap vermeyi, uygar olmanın bir göstergesi sayarak, Tüm Arap ve İslam alemini İngiliz-Siyonist malları almamaya, boykota çağırdı (1933). Bu boykot İngiliz sömürgecilerinin artan baskısıyla karşılaştı. Filistin Arap halkı 1929 ağustos ayaklanmasından yeni çıkmıştı. Ağustos ayaklanmasında Sömürge valisinin Yahudilere gösterdiği toleransın dini ve toprak işgalinde yarattığı sonuçlardan patlak vermesi, 1933 ayaklanmasının daha yoğun ve kapsamlı olacağını gösteriyordu. Nitekim Filistin Arap halkı bu kez, Siyonist yayılmacılığın temelinde İngiliz sömürgeciliğinin açıkça yer almasına karşı tüm Filistin’e yayılan ayaklanmaya başladı. “Sami temsilcisi Wagop sömürgeler bakanına Ekim 1933 ayaklanması, hükümete ve İngilizlere karşı bir damga taşıdığını bildirdi. Ki, Yahudilere karşı saldırılar olmadı. Sami temsilcisi ayaklanmanın doğrudan olan nedenlerini Yahudi göçüne karşı olan protesto arzusuna bağladı.” ( Filistin İşçi Hareketi. Esat Sakar s:151 ) Bu gelişmeler artarak devam etti ve 1936 ayaklanmasına kadar sürdü.


Eski ve yeni kuşak Uraba

1936-1939 yılları boyunca süren Filistin halk ayaklanması, çetin ancak kararlı bir tutum olarak tarihe geçti. Filistin halkı sömürgecilere ve Siyonistlere karşı, bu güne kadar sürmekte olan kararlı mücadelesine başlamış oldu. Bu mücadele, adı bu güne kadar destan olan ve Terörist İsrail devletine karşı en büyük direnişleri yürüten örgütlerin ilham kaynağı olan Şeyh İzzedin El Kassam’ın İngilizlere karşı açtığı özgürlük mücadelesiyle başladı. Şeyh İzzedin El Kassam Suriye’nin Ceble kasabasından olup, Fransızlara karşı mücadele saflarından gelmiş, büyük bir vatansever olarak Filistin halkının davasına önderlik etmiştir. Şeyh 12-19. Kasım. 1935’inda İngiliz askeri birlikleri tarafından 25 arkadaşıyla ağır bir çatışmanın ardından şehit edilmiştir. Ancak Şeyh’in Ölümü Filistin’in dağınık güçlerini ve liderlerini toplamak ve 36 devrimini ayağa kıldırmak için bir kıvılcım görevi görmüştü. İşte 30’lu yıların ardı arkası kesilmeyen mücadelesi aynı zamanda, Filistin halkının Arap halklarına çağrısıydı. Bu çağrıya adım adım her taraftan destekler yağmaya başlamıştı. Filistin çağrısı O günün birbirinden kopuk, iletişim ilkelliğinin yaşandığı dünyada Hatay Arap halkı nezdinde de önemle algılandı. Hatay’ın Arap halkı Filistinli kardeşlerinin çağrısına büyük bir heyecanla cevap vermekte gecikmedi. Hatay Arap halkı, o günler yaşamakta olduğu kendi acılarını, uğramakta olduğu ilhak pençesinin tahribatlarına karışı direniş zorluklarını, üstüne çullanan kültür katliamına rağmen Filistin Arap kardeşleriyle dayanışma erdemini göstermeye, tepkisini gündeme getirerek yardım elini uzatmaya çalıştı.


60 yıl arayla Uraba hareketi kadroları

1930’lu yıllarda Hatay Arap halkının Filistin davası için önemli etkinliklerde bulunuldu. O günlerin kasvetinde gösteriler ve yardım kampanyalarını organize edildi. Kendi ulusal değerlerine daha duyarlı olunup tepkiler kitlesel olarak ortaya konuldu. İngiliz emperyalistlerine ve Siyonist işgalcilere karşı sesini yükselten Hatay Arap halkı, tüm onurlu halklar gibi uygar değerlerine sahip çıkarak, Filistinli kardeşleriyle dayanışma gösterdi. Bildiriler dağıtıldı, günlük gazetelere sürekli makaleler yazılarak halk aydınlatıldı, militan gençlerden gönüllüler oluşturulup Filistin direnişine katılmak üzere gönderildi. Affan mahallesinde kitlesel gösteriler yapılarak tepkiler dile getirildi.


Bu tarihi gerçekleri yeni kuşakların bilmemiş olması normaldir. Ulusal topraklarından koparılıp, ilhak edilmiş olmanın sonucu olarak, on yıllardır, tarihin bildiği en büyük uygarlıkları kuran bir ulusa mensup olmanın onurunu dahi taşıyabilme fırsatı verilmemiş, yasaklar ve baskılar altında ulusal kimliği sindirilmiş olan Hatay Arap halkının tarih bilinci eksiklikleri mazur görülebilir. Ancak dünyamız iletişim teknolojisiyle küçüldükçe, bu hafıza boşlukları da dolmaya başlayacaktır. Bunun aşılması, tarihi gerçekleri bilenlerin, bilmeyenlere aktarmasıyla daha kolay olacaktır. Bu fırsatla, tarihimizin onurlu bir sayfasını belirtmeyi görev saydık. Bu gün, bu görev Türkiye’nin tüm halklarıyla omuz omuza,Türkü, Kürdü hep birlikte Filistin Arap halkının yardımına koşmayı gerektiriyor. Dün, Zeki El Arsuzi, İbrahim Fevzi, M. Ali Zerka, Zeki El Kasım (yazarın babası) gibi önderlerin etkin çabalarıyla yerine getirilen bu görev, genç kuşaklarca yeniden, onur ve erdemle taşınıp, yükseltilmesi gerekmektedir. Bizden bir kuşak önce, inanılmaz yokluklar içinde gösterilen bu anlamlı dayanışmayı bu gün bizlerin göstermesi, Türkiye’de yaşayan Arap ulusal topluluğun haklarını kazanma mücadelesi açısından da önemli bir görevdir. Kardeşlerimiz olan Türk ve Kürt halkından istediğimiz dayanışma, aynı zamanda Türkiye’nin demokratikleşmesi için önemli bir gelenek ve birikim yaratacaktır.


1936'da Zeki El Kasım, Zeki El Arsuzi ve Üstad M.Aliz

4 Nisan 2002


Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi


Genel Sekreteri

Mihrac Ural