Sınırları insan erdemleriyle belirlenmiş, ne sınıfsal ne de etnik nedenlere mahkum olmamış doğrularımızla özgürlük ve demokrasi mücadelesini sürdüreceğiz...

BURADAYIZ İŞTE...

OKURLARIMIN DİKKATİNE. BLOGUMDA TEKNİK BİR ARIZA YA DA BİR SALDIRI GERÇEKLEŞMİŞTİ.. ŞİMDİ HER ŞEY YOLUNDA...EMEKLERİMİZ BURADA... SAĞLICAKLA KALINIZ...

PARALEL BİR BLOG DA DEVAM EDİYOR...

Yeni blogun adresi: http://mirural.blogspot.com/

ŞU AN İZLEMEKTE OLDUĞUNUZ BLOG ADRESİ İLE YENİ BLOG ADRESİ BİRBİRİNE ÇOK YAKINDIR. İLGİNİZE TEŞEKKÜRLER.

MİHRAC URAL

...

...

...

...

TÜRK MODERNLEŞMESİ JAKOBENİZM VE BONAPARTİZM

Yener Orkunoğlu

Türkiye'de modernleşme hareketinin tarihini ve modernleşmenin toplum üzerinde yarattığı etkileri incelemek ve aynı zamanda modernleşme konusunda liberal entelektüellerin yarattığı yanılsamaları açığa çıkarmak zorundayız.
Liberal entelektüellerin çarpıttığı bir konu var. Siyasal İslam'ın yörüngesine girmiş bir çok entelektüel, Türkiye'deki Kemalistleri Jakoben olmakla suçlarlar. Yani Jakobenizm, darbeci ve anti-demokrat olmakla özdeşleştirilir. Böylesi bir değerlendirme, Jakobenizmin çarpıtılmasıdır. Kemalizm'i, Jakobenizm olarak değerlendirmek, Jakobenizme karşı bir haksızlıktır. Çünkü Jakobenizm, Fransız Devrimi döneminde küçük burjuvazinin (baldırı çıplakların) radikal bir devrimci hareketi olarak doğdu. Fransız Devrim hareketinin sol kanadını oluşturur.
((Devamı orta sol sutunda))

..

..

Mihrac Ural

Mihrac Ural

Yeniden felsefe okumak


Cumhuriyetin Doğuya sırtını dönmesinin mahkumu idik. Alfabe kırılmasının sonucu da, okuma adına nemiz var nemiz yok, arşivlerin küfüne terk edildi. Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle zaten olmayan okumalara, sıçramalardan oluşan, dengesiz ve sonuçta eksiklikten kaynaklanan bir topallamaya düştük. Bu da, ülkemiz felsefe bilincinin derinlik ve bütünlüğünü oluşturacak zincir halkalarının kopuk olmasını getirmiştir.
Yunan felsefesi akılcılığının Aristo’yla temsil edilen sunumunu, İslami bir yorum ve ilerleyişle ele alan Farabi’de ifadesini bulan akılcılığa karşı, “ Tahafüt el Felasife” diyerek, dünya ve ahiret işinde akıla yer bırakmayan Gazali’nin, bu güne kadar süren tutuculuğundan yana saf belirlemiştir. Gazalinin, “filozoflar”ın aklın hareketinden yana dünyevi olayları yorumlayan yaklaşımlarına karşı yaptığı eleştirilere, aklın bir militanı İbni Rüşt’ün ünlü cevabı olan “Tahafüt el Tahafüt” ü tanımazlıktan gelmiştir. Böylece sağ, Yunan ve batı felsefe okumaları eksiğiyle iki ayağı topal hale gelmiştir. Dayandığı felsefi okumaların karşıtlarını da bilmemekle, sığ kalmıştır.((Devamı sol ana sutunda))

****

****

24 Nisan soykırımı hepimizi katletmişti...

Mihrac Ural

Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi –soykırımı- hepimizi katletmişti. Tam 93 yıldır sürmekte olan zorunlu sürgün ile insanlık sucunda İttihat –Terakki’nin ‘SOYKIRIM’ imzası vardır.

Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır.

Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur.

“Resmi tarih” diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.**19. yy sonlarından başlayarak, Katolik ve Gregoryan (Ortodoks) diyerek birbirlerine kırdırılan, tenkil ve sürgünlerle, mal mülklerine el konularak baskı altında tutulan Ermenilere yönelik soy kırımı, I Dünya savaşının, malum bol bahaneleri altında girişilmiştir (24 Nisan 1915).

Savaş sırasında, önce Ermeni gençlerinin Askere alınarak silahsız bırakılması ve ardından toplu tasfiyelerin yapılması, geride kalan Ermeni halkının Tenkil ve sürgünlerine geçilmesi. Bu konuda talimatların dakik bir biçimde, en yetkili resmi merciler tarafından istenip, izlenmesi. O dönemin Sadrazamı (Başbakanı) Talat Paşa’nın, başından itibaren olayları, dikkatlice takibi, emirler vermesi, istatistik tutması (iskan edecekleri yerde dahi nüfusa göre oranlarının %5 geçmeyecek düzeyde tutulmaları talimatları da dahil) ve bunun en ince ayrıntısına kadar yazılı özel notlarla tescili, Ermenilere reva görülen her şeyin, planlı bir tarzda icra edildiğini göstermeye yeterlidir (Ermeni tehciriyle ilgili Talat Paşa’nın tutanakları için bkz. Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi, 24 Nisan 2006’dan itibaren yayınlanan dizi) Bu, Ermenilere ilişkin, adına ne konulursa konulsun, yapılacak olanların önceden planlanmış eylemler olduğunu gösterir.

Bundan sonra, sonuçlara bakılarak, yapılanlara verilecek ad, tanımlamaya geçilir.*Böylesine planlı ve en ince ayrıntısına kadar takip edilmiş ve bir etnik topluluğa yönelen, sonuçta en iyimser tahminlerle, el yazması tutanaklardaki rakamlarla bir milyon (1000 000) üzerinde Ermenin ölümüne yol açan, kimi şehirlerde nüfusu yüz binlerden sıfıra indiren, çoluk çocuk on binlerce canın etnik yapısını değiştirmek için farklı etnik toplumlara dağıtan, topraklara el koyan, binalarını yıkan, her türden maddi ve canlı servetine el koyup katleden girişimlere, soy kırımından başka bir ad verilemeyeceği görülür.

Bu bir soykırımdır. (..)Osmanlıdan, cumhuriyete süre gelen bu aklın, daha uzun süre yürürlükte olma tehlikesi tüm çıplaklığıyla kendini göstermektedir. Tarihimizle cesurca yüzleşmeden bu aklı toplumsal işlevlerimizden ve geleceğe ilişkin yaşam planlarımızdan söküp atmak güç gibi duruyor.
((*)Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı –Mihrac Ural)

**
Sıranın kendisine gelmeyeceğini sananların dikkatine, bu vatanın birimize değil, hepimize ait olduğunu bir kez daha, bin kez daha yeniden birbirimize kanıtlamakla yükümlü olduğunuzu artık anlamak zorundasınız.

Bilmelisiniz ki, farklılıkları içselleştirmek, onlarla barış içinde yaşamayı fiilen gösterip, haklarını anayasal ve kurumsal güvencelerle kökleştirmek ertelenmez bir görev haline gelmiştir, bu yapılmadıkça bu vatanın hepimize ait olduğuna kimseyi inandıramazsınız.

Mümkünü, imkansız hale getirmeye devam ederseniz, sizi biz farklılar, ayrı varlıklar bile kurtaramaz. Bunun vebali, Hrant Dink’in katline yol açan akıl sistematiğinin kıyımına tek tek ve topluca maruz kalmaktır bilesiniz.
((*)Hrant Dink'in Katli ve Tarihi Gerçekler –Mihrac Ural)


Murat Altunöz’ün Beklenen Kitabı Kırılgan Zamanlar Çıktı…

2002 Ocak ayında başladığımız yolculuğumuza 7 yıldır devam ediyoruz. Karalama Dergisi, ülkenin koşullarına göre bazen inişler ve çıkışlar yaşamamıza rağmen her geçen gün dergimizle daha da büyüyoruz.

Karalama Dergisi olarak;
Şair Nevruz Uğur ve Halil İbrahim Yıldız’ın kitaplarından sonra Karalama’nın Kurucusu ve halen Editörü olan Murat Altunöz’ün Kırılgan Zamanlar adlı kitabını yayımladık.
Geçmiş zamanların, kırılmış, yalnız ve hüzünlü dizelerinde bulduk kendimizi,
Her dize de bir direniş, bir sürgün, bir ayrılık ve özlem var.
((Devamı sol alt sutünda))

...

...

Yerel Çeteleşmenin Boyutu...

Murat Altunöz /Gazeteci

Çeteleşme yıllar sonra Ergenekon operasyonuyla tekrar gündeme geldi. Eskiden bildiğimiz mafya sistemi çökmüş artık daha organize ve daha profesyonel bir hal alan almıştır.Bazı yazarlar, Emekli Polisler ve Emekli askerlerinde içinde bulunduğu yeni bir yapı ortaya çıktı.Aslında bu tür çeteleşmeler yıllardır hep ülkemizde vardır. Ama bu hafta benim bahsetmek istediğim yerel çetelerdir. malesef son yıllarda ciddi anlamda yerel çeteleşme ve Organize suçlarda bir çoğalma vardır. Zaten Hatay il Emniyet Müdürü Osman Çapalı'da bu konuya dikkat çekerek " Bireysel suçlar artık organize suçlara kaymıştır" demiştir.
((Devamı sol ana sutunda))


İNTERAKSİYON

Faiz Cebiroğlu
Her gelişim, karşılıklıdır. Her ileriye yönelik değişim, bir interaksiyondur. İnteraksiyon, karşılıklı etkileşim oluyor. İnsanlar, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek sosyal yönlerini geliştiriyorlar. Sosyal yönünü geliştiren insan, aldığı öğreti ve deneyimlerle bireysel yönünü ”işleyerek” yapılandırıyor. Yapılanma, ”özbilinç” ve ”özgüven” ile nitelik bir hal alıyor.

İnteraksiyon ya da karşılıklı etki, yaşadığımız toplumda, değişik yer ve ortamlarda farklı farklı oluyor. Dille başlayan diyaloğa; insanların bulunduğu yaşam tarzları, çalışma biçimleri ve kısacası sahip oldukları sınıfsal konumları da ekleniyor. Sosyal sınıf, gelişimde ”ana halka” oluyor. Sosyal sınıf, ileriye yönelik değişimin ”can alıcı noktasını” oluşturuyor.

(Devamı orta ana sütunda )
http://mirural.blogspot.com/

...

...

Yabancılaşmanın Dinamiği


Mihrac Ural

Yabancılaşma, insanlık ailesini birbirine yakınlaştıran, farklarını hızla öteleyen özel mülkiyeti ve olumsuz sonuçlarını bile köşeye sıkıştırma işlevi gören sonuçlarıyla, olumsuz değil çok olumlu bir role sahiptir. Tarihsel süreciyle derinleşip geliştikçe gerçekleşen yabancılaşma, insana çok daha cüretkâr olma, çok daha özgürce beyin labirentlerinde kurguladığı fantezileri yaşama ve bunu yaparken de dar anlamda aile, mahalle gibi klancı darlığın etkiler altında kalmayıp, geniş anlamda da ulusal sınırları aşıp belki başlangıcı sanal âlemin nimetleriyle, bilgi çağının iletişim olanaklarıyla bu tutku ve arzularının doruklarını zorlama şansını elde etmektedir.Yabancılaşma olmasaydı, emeğin sosyal etkilerinden bahsetmemiz mümkün olamazdı. Emek ne kadar sahibinden uzaklaşır, ne kadar sahibine belirgin olmaktan çıkarsa, o kadar evrensel ölçeklerde hizmet sunmaya başlamış demektir. Ve bir o kadar kültürel farklılıklarını hesaba katmadan ( renk, ırk, ulus, coğrafya, bölge farkı tanımadan) insan türüne ait hale gelmiş demektir.
((Devamı orta ana sol sütunda: ))
http://mirural.blogspot.com/

..

..

MİLLİ MARŞLAR

Ayşe Hür
1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı ‘Tre Trallade Jantor’dur. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkar ve ‘Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr….’diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası olayı "centilmen Türk seyircisinden jest" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi…
“Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur/Katibimin setresi uzun eteği çamur… diye başlayan ünlü türkünün bestesi 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’daki Selimiye Kışlası’nda kalan ‘eteklikli’ İskoç Alayı’na moral vermek için yazılmış ‘Donsuz askerler…’ diye başlayan bir asker şarkısıdır. II. Mahmut döneminde (1808-1826) modernleşme çabaları sırasında askerlere giydirilen setre ve pantolon mutaassıp çevreler tarafından ‘sokağa donla çıkmakla’ eşdeğer görülmüş, özellikle de ‘gavur mukallitliği’ denilen bu modernleşme hareketine çabuk uyum gösteren eli yüzü katipler halkın diline düşmüştür. Bir İstanbul külhanbeyi, bu katiplerle alay etmek için, Üsküdar yolu üzerinde olan Selimiye Kışlası’nda kalan İskoç askerleri için yazılan marşın müziğine Türkçe sözler yazar ve ünlü Katibim türküsü ortaya çıkar.
1974 Kıbrıs ‘Barış Harekatı'ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkumları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.

((devamı sol büyük sütunda))

4 Ekim 2007 Perşembe

Devletçilik ve devrimcilik


Devletçilik ve devrimcilik


Bedreddin Mahir
bedreddin.mahir@gmail.com

22 kasım 2002





Milliyetçi solcuları, önceki makalem olan “solcular nasıl milliyetçi oldular” da izah etmeye çalıştım. Bu makalemde bu eğilimin temel söylemleri üzerine eleştirilerimi yönlendireceğim. Ve bu süreçte kendi anlayışımızı, daha detaylı olarak anlatma fırsatını değerlendirmiş olacağım.

Milliyetçi solcuların hayati söylemleri olan bağımsızlık sorununu önceki makalede ifade etmiştim. Bu satırların yazarının da, uğruna zindanlar yattığı, işkenceler gördüğü ve hala sürgün yaşamında bulunduğu değerlerin başında bağımsızlık uğrana mücadele gelmektedir. Ancak bu mücadelenin değişen dünya koşulları içinde kazanılabilmesi yönünde yürütülecek mücadele, artık eski kıstaslarla yürütülemeyeceği görülmektedir. Eski kıstasların, artık bağımsızlığa değil, daha çok bağımlılığa hizmet edeceğini vurgulamıştım. Bunun nedenlerini de özetle vermiş, bağımsızlığı, özgürlük olarak kavramadan ve bunu küreselleşme içinde kendi orijinalitemizle yer alarak, etkileyen ve etkilenen ve konumu eşitlerin ortaklığında belirlenmiş bir yer alış olmadıkça, bağımsızlığın gerçek olmayacağını ifade etmiştim. Ayrıca, çağdaş tarihin hiçbir kesitinde bağımsız olamayan ülkemizin, Avrupa birliğine katılışına karşı çıkmakla bağımsız olmak bir yana, içine düştüğü bağımlılık ilişkilerinin topluma çok daha acı bir süreç olarak dayatacağını anlatmıştım.

Buna eklenecek en önemli belirleme, ulusal devletler çağının fiili olarak tüm ağırlığıyla devam etmesine rağmen, tarihsel olarak bittiğini ilan etmek olacaktır. Bunun anlamı ise, ilerleyen zaman içinde özgürlük kazanımlarımızın gerçek bir çağdaşlık boyutu almasıyla, ulusal devlet içindeki sorunlarımızın ters orantılı önem gerilemesine maruz kalacağı gerçeğidir. Bu sonuçlar, elbette birden bire oluşmayacaktır, binlerce unsurun içsel ve dışsal dengelerin zaman içinde gerçekleştireceği bir gelişmedir bu. Ama bu gelişme başlamıştır ve derinleşerek devam etmekte olduğu tespit edilmelidir. Ulusal kapsamdaki sorunlar, bu süreçte kaçınılmaz olarak tali olmaya, önemsizleşip marjinal olmaya başlarlar. Dolaysıyla ulusal devlette daha çok anlam bulun klasik bağımsızlık, bu tarihsel evrimle birlikte yerini çok daha anlamlı ve kapsamlı olan özgürlük istencinin ikamesine terk eder. Ebette, biri diğerinin yerini mutlak anlamda almaz ama, özgürlük ikamesi bağımsızlık istencini içermeye başlar. Ulusal sınırlarda, tek ulusa ya da ulus sınırları içindeki etnik unsurlara ait olan özgürlük istençleri bir nitel aşama kat ederek
evrensel bir boyut alır. Ve bu noktadan itibaren bağımsızlık istemlerini de kapsamaya başlar, bireyin özgürlük istemi ulusal kurum ve kuruluşlarla çatışmaya düştükçe, bağımsızlaşma mücadelesi kendini artan oranda özgürlük talep ve mücadelesinde ifade etmeye başlar. Gerçekte de, bağımsızlığın tarih içindeki evrimini ele aldığımızda, bir feodal beyliğin merkezi krallık devletinden bağımsız olma istenci kapitalizm çağıyla birlikte bir ulusun bağımsızlık istenciyle yer değiştirmesi gibi, bireyin özgürlüğünde anlam bulan bağımsızlığı, ulus bağımsızlığının yerini almaya başlaması da bunu ifade eder.

Bu tarihsel bir gelişmedir. Siyasi bir tercih değildir. Ne bir ideolojinin siyasal programının bir ürünü ne de, özgün bir durumun konjonktürsel ifadesidir. Tarihin geri dönülmesi mümkün olmayan, yüz yılların evrimi içinde gelişip olgunlaşan, kendine özgü dinamikleriyle de, ileri doğru giden ekonomik-sosyal ilişkilerin kendini siyasal düzlemde ifade etmesi hadisesidir.

Bağımsızlık, toplumsal varlık olarak bireyin, toplumu ilerletmeye ve en etkin sosyal sonuçları kazanmaya yönelmiş özgürlüğünde ifadesini bulan bir muhteva kazanmıştır. Var oldukça hiçbir ulusal devlet klasik anlamda bir bağımsızlık kazanamaz, bireyin özgürlüğünde ifadesini bulan bağımsızlık, toplumu ileriye götürecek gerçek bağımsızlığı tanımlamaktadır. Uğruna mücadele edilmesi gereken bağımsızlık ta tastamam budur. Bunun gereği de, bağımsızlık algılayışımıza, çağın içeriğini vererek devrimci iddiamızı sürdürmek olacaktır.

Anlatımlarıma, bir örnekle açıklık kazandıracağım. Sık sık tekrar ettiğim basit bir örnektir bu. Ama, düşüncelerimi bu örnekle daha iyi anlatma olanağım olacak. Örnekte iki iletişim türünü karşılaştıracağım. Birincisi malum posta iletişimi, diğeri, bilgisayar iletişimi. Bilindiği gibi, toplum olarak posta sistemiyle ilgili onlarca sorunumuz olmuştur, olmaya da devam etmektedir; pul fiyatlarının yüksekliği, kimi vergilerin posta ihtiyaçlarımızın içine sokularak artırılması, telefon faturaları, ek vergileri, posta işçileri sorunu, adil olmayan posta idare işleri vb. Bu sorunlarla ilgili programlarımız ve müdahalelerimiz, sendikal ve siyasal faaliyetlerimiz, diğer sosyal siyasal sorunlarımız içinde önemli bir yer kapsamaktadır. Bu sorunlarımız, bilgi sayar iletişim kanallarının getirdiği yeni sistemle yavaş yavaş önemini kaybetmeye, kavramlar ve deyimler değişerek eski içeriklerinden farklılaşmaya, yerini yeni sorunlara ve söylemlere terk etmeye başladığı görülür. Böylesi bir süreçte, posta iletişimi nedeniyle karşı karşıya kaldığımız tüm sorunları, bilgi sayar sistemine doğru hızla adım atan birey ve toplumun sorunları olmaktan da uzaklaşmaya başlar., ikincil olur, marjinal kalırlar. Dolaysıyla uğruna mücadele edilecek zorunluluklar arasından, gelişmelerle doğru orantılı olarak çıkmaya başlarlar. Mücadelemiz yeni dönemde eski kavramları taşımaya devam etse de, artık içerikleri değişmiş olarak yerlerini almaya başlarlar. Bilgisayar iletişiminin rahatlığı, hızı, ucuzluğu ve kalitesi, posta iletişimini ve sorunlarını arka plana itmiş olur. İşte böyle bir şey, bağımsızlık ta bir soyut değer olarak, yeni dönem içinde yeni anlamlar kazanarak gündemde olacaktır, muhtevası genişleyecek ve daha anlamlı olacaktır. Ulus mefhumu ve sınırları içinde kalan tüm sorunlar, zaman içinde aynı akıbete uğrar. Buna sizler hukuk sisteminin ulusal olmaktan uluslar arası olmasıyla gündeme gelecek değişimleri ekleyebilirsiniz ya da, ticaret sistemi, gümrük sistemi, ulaşım sistemi hatta ulusal liglerde ifadesini bulan ulusal takımlarımızın bile, yerlerini küresel takımlar alarak, eski ulusal ölçekli sorunlar aşılarak geride bırakılmış olacaktır (şimdilik her takımın 5 yabancı futbolcu alabilmesini sağlayan kararla ulusal çerçeve aşılmış oluyor. Ardından yeni kararlarla bu süreç küresel sisteme tam uyum sağlayacak ölçeklere kadar ilerler). Bu yüzden saydığımız eskiler ve onlardan kaynaklanacak sorunlar onlarla birlikte, geri plana itilmiş olacaktır. Ulus ötesi yapılanmalar hızla çağı belirleme yönünde geliştikçe, ulusal ölçekli unsurlar ve sorunları geri planda kalırlar. Bu sürece müdahale etme ve hızlandırma yönündeki mücadele, bir devrimci mücadele olarak kendini gösterir. Bunun yolu da daha çok özgürlükten ve demokrasiden geçer.

Verdiğim örneklerden bağımsızlık sorunu için yapılacak çıkarsamalar, bağımsızlık soyut kavramının her dönemde taşıdığı farklı bir anlam ve içerik bulunduğudur. Bu anlam ve içerikleri sadece ulus kategorisine indirgemek, bu çağın gerekleri itibariyle darlık ve ilkeliktir. Bu gün bağımsızlık, insan özgürlüğü ve demokratik kazanımlarıyla daha derin bir anlam kazanmıştır. Ulus ötesi sorunlar, ulusal sorunları tali palan itecek bir boyut kazanmıştır. Dolaysıyla, özgürlük ulusal bağımsızlığın beklentilerini de içeren bir yoğunluk kazanarak kendini ifade etmektedir. Ulus ölçekli bağımsızlık artık yetersiz ve topluma kazandıracağı çok şeyi olmayan bir konumdadır. Küresel ekonomide yer alış, ulusa ait tarihi bir çok söylemi de aşmamıza olanak vermiştir. Bu sıçrama kendi içinde, çözülmemiş bir dizi sorunu da aşarak çözme şansı vermiştir. Kıbrıs sorununda tıkanmaya yol açan eğilimlerin ulusalcı eğilimler olmasına karşın, Avrupa Birliğine katılmakla Türkiye-Yunanistan-Kıbrıs arasında milliyetçiliği körükleyen, ulusal bağımsızlık adı altında çözümsüzlüğü, en iyi çözüm yapan tüm ilkel anlayışların aşılması bunu ifade eder. Bu, çağımızın bağımsızlık anlayışının, bireysel özgürlüğün kazınılması anlamına yükselmesiyle, ulusal bağımsızlık gibi sorunları içselleştirip aşması olayıdır.

Bu makaleye gelince, milliyetçi solcuların ekonomik söylemlerini değerlendireceğim ve buradan devrimcilik algılayışlarının nasıl bir boş inanca dönüştürüldüğünü anlatacağım.

Milliyetçi solcuların tek ekonomik program dayanakları devletçiliktir. Ellerinde halkın yararına ülkenin gelişmesi yararına, tek satırlık başka bir söylemleri bulunmamaktadır. Bu programın gerçekleşmesi de, devlet iktidarının bir gece ansızın yada bir biçimde “ele geçirilmesi” ardından ilan edilecek olan kamulaştırmayla gerçekleşeceği yönündedir. Kamulaştırmayla tüm temel sektörler devlet malı olarak işletilerek topluma değer aktarımı yapılacaktır. Dış borçlar ödenmeyecek yada bir siyasi kararla “ötelenecek” ve bütçe dengelerindeki fazlalık, ülke içi gereksinimlere aktarılacaktır. Ancak bu devletçi söylemler, soğuk savaş dönemini aşamamış, kısır bilinç önermeleri olarak öylesine büyük mantık ve denenmiş hatalarla, handikaplar içermektedir ki, bir ülkeyi değil kalkındırmak, emperyalistlere artan oranda kölelik ilişkisine düşürmekten başka bir sonuç üretemez.

Bunu anlamak için sondan başlayarak konuyu irdelemeye çalışalım. Öncelikle bilinmesi gereken şey, dünya üretim mekanizmalarının artık birbirine binlerce bağla bağlı bir tek organizma haline geldiğidir. Sermaye ilişkisi açısından olduğu kadar, son dönemlerde bilgi ve teknoloji açısından da, dünya bir birinden koparılması mümkün olmayan bir globalleşme aşamasına girmiştir. Geri dönüşü olmayan bu ilerleme, tüm insanlık adına yararları olan etkilerini ortaya koymuştur. Başlıklar halinde bu gelişmeleri tasnif edecek olursak, şunu görürüz; “a. Endüstri toplumundan bilgi toplumuna, b. İş gücü ağırlıklı teknolojiden, yüksek teknolojiye, c. Ulusal ekonomiden, Küresel ekonomiye, d. Merkezi yönetimden yerel yönetime, e. Temsilci demokrasiden katılımcı demokrasiye, f. Hiyerarşiden şebekeye geçiş” bu gelişmeyi anlatır. Bu unsurlara eklenebilecek bir çok unsur daha bulunabilir, ancak bu unsurlar, büyük dönüşümün geniş yaşam alını içinde ifade ettiği, dünyamızın eski sistemlerden koparak, nitelikçe yeni bir sisteme doğru gidişidir. Bu ölçüler çerçevesinde ülkelerin konumu üzerinde fikir sahibi olmak mümkündür.

Bir ülke, kendi dinamiklerini geliştirirken ve güçlenme çabası verirken, dünyada ortaya çıkan gelişmelerden kaçınmaktan çok, bu gelişmenin aktif bir dişlisi olma yönünde çaba sarf etme yükümlülüğü altında bulunmayı, toplumsal gelişimi için zorunlu görür. Bilindiği gibi, bir ülkenin ekonomik gücü, iki temel etmene bağlıdır, ya tarihsel gelişimiyle, kendi ekonomik sürecini ve dengelerini, sermaye birikimi, teknoloji ve bilim ihtiyaçlarını diğerleriyle rekabet edecek düzeyde geliştirmiştir olmasını ya da, başkalarından aldığı teknoloji ve bilimi iç dinamiklerini doğru kullanarak ikame edip, dünya ekonomileri içinde önemli bir düzey yakalamış olmalıdır. Bu tablo dışında kalan ülkeler, genellikle borçlu, üretim düzeyleri düşük, bilim ve teknoloji üretimi olmayan ve bundan nasip alacak bir yapılanması bulunmayan ülke kategorisi içindedirler. Bu gibi ülkeler, uluslar arası finans kurumlarına öylesine bağımlı hale gelirler ki, toplumları sürekli bir bunalım içinde siyasi iradesi güçsüz, yönlendirilmiş ve ülke kaynaklarını hiçbir zaman rasyonel kullanma şansı olmamış durumda olurlar. Anti demokratik yönetimlerin kaynağını bu zeminde bulduğu ülkeler, kuşaklar boyu sürecek çıkışsızlık içinde kıvranarak takatlerini tüketirler.

Zaman zaman bu tür ülkelerde gelişen milliyetçi eğilimler, ister soldan gelsin ister sağdan gelsin bağımsızlık adına devletçi, içe kapanmış bir ekonomik süreç başlatma girişiminde olurlar. Bu girişimlerin dünyadaki tüm örnekleri, rasyonel kullanılmayan iç dinamikler ve çarpık yapılanmalar nedeniyle, yeniden uluslar arası finans kurumlarına bağımlılık ağına düşmüştür. Oysa, ülke ekonomisini yeniden yapılandıracak ölçekte bir sermaye birikimlerinin olmaması, bilgi ve teknoloji üretiminin gerçekleşmesinin önündeki tek seçenek, devletçilik değildir. Bu açmazın çağımızdaki tek çıkış kanalı küreselleşme içinde yer almaktır. Bunun pratik ekonomik anlamı ise, güçlü bir siyasi iradenin ülke kaynaklarını doğru ve akılcı tarzda değerlendiren, yeniden yapılanması için ihtiyaç duyduğu mali, bilgi ve teknoloji ithalini iktisadi bir hamle için değerlendirerek ülkesini küresel ekonominin orijinal bir dişlisini haline getirip, etkilenen ve etkileyen gerçekçi konumunun bağımsızlığını yarattığı etkiyle fiili hale getirmektir.

Küresel ilişkide, eşitler arasında bir unsur olarak yer almak, mali, bilgi ve teknik borçlanmayla çelişmez. Tersine, bu verileri rasyonel kullanarak borcunu reddetmeyen, ötelemeyen geri verebilecek bir atılımı sağlayan yönetimler gerçek anlamda ülkelerini kalkındırır ve bağımsızlıklarını sağlarlar. Zira her ne nedenle olursa olsun ödenmeyen borç, sonuçta köleliği, tıkanıklığı, anti demokratik siyasal süreçleri getirir. Bilinmeli ki, çağımızda borç klasik anlamda ele alınamayacak bir işlev kazanmıştır. Küreselleşme süreci, borcun dünya üretim mekanizmalarını bir birine bağlayan, önemli denge unsurlarından biri olduğunu gösteriyor. Bunu mali borçlar açısından olduğu kadar, diğer üretim girdilerinin borçlanılması açısından söylemek yanlış değildir. Ulus kimliğini tarihe ayak uydurarak, kendiliğinden yada yeni bir oluşum olarak alınan bir kararla aşan kurumlar (her türden iktisadi faaliyet unsuru olan kurumlar) ülke sorunların, ulusal sınırlar içinde çözme ilkelliğinde takılı kalmadan, çözülebileceğini göstermektedirler. Ülke kaynakları, insan unsurunun da içinde olduğu bir bütün olarak değerlendirildiği bir koşulda, uluslar arası ekonomik alanda etkin olabilecek bir yeniden yapılanmayı yaratan ciddi siyasi irade bunu sağlamakta güçlük çekmez. Zira dünya ekonomisi içinde her şeyi olan ve her şeyi üreten ve her kese satan ve hiç kimsenin, hiçbir olanağına ihtiyacı olmayan bir ülke yoktur ve olmayacaktır. Dünyanın en güçlü ekonomileri, borç, dış sermaye, dıştan gelen yatırımlarla güçlüdür. Önemli olan, borcu ödemek dahil daha çok üretimi yaparak IMF dahil, çağını doldurmuş hiçbir emperyalist kuruma mahkum olmamaktır.

Dünya ve kaynakları bir bütündür ve bütünün parçaları olarak hangi gelişme düzeyinde olursa olsun tüm ülkeler diğerlerine göre ihtiyaç duyulan bir konumdadır, diğerleriyle organik bağlarla bağlıdır. Dünya nüfusu hızla artmakta, çevre kirliliği yoğunlaşmakta olması bile, kayda değer bir ekonomisi olmayan ülke ve kaynaklarının, insanlığın ortak çıkarları içinde üstlenecekleri görevler vardır. Bu, tüm ülkelerin artan oranda birbirlerine bağlanmaları anlamına gelir ki, çağımızın ana eğilimi bu yöndedir. Bu açıdan ülke kaynaklarını doğru değerlendiren bir yönetim, çağımızın küreselleşme açılımından yararlanarak, eşitler arasında bir unsur olma fırsatını kendi orijinalitesiyle yakalaması mümkündür. Emperyalistlerin varlığı ve kar hırslarının vahşeti, “yeni dünya düzeni” adı altında yürütmeye çalıştıkları emperyalist politikaları, Savaş mekanizmaları ve merhametsiz saldırganlıkları, insanlığı ortak bir değerler manzumesinde yeniden örgütleyen tarihi sürecin küreselleşmede ifadesini bulan etkinliği karşısında gittikçe gerileyen, güçsüzleşen bir etkiden öteye geçmeyecektir. Zaten emperyalist sistemin gelip dayandığı tek kutuplu süreç, tarihin tüm verilerince doğrulanabilen, sonun başlangıcı olarak beliriyor. Bu yüzden zaman zaman, tanık olduğumuz ciddi dünya sosyal-siyasal krizleri gündeme gelmektedir. Ancak çağın ana gelişim yönü, emperyalist sistemin aşılması yününde yeni ilişkilerde tanımlanmaktadır. Bu sistemde, dünyanın tüm ülkelerine ve insanlığına eşitler arasında yer alma fırsatı tanımaktadır. Sorun, açılımı başarıp başaramamada, ülke kaynaklarını, bilgi ve teknolojiyle kaynaştırıp, kaynaştıramamaktadır, yeniden yapılanarak etkileyen ve etkilenen bir dünya dişlisi olup olamamaktadır.

Devletçilik örneği bu gün için geri gelmeyecek şekilde çökmüş bir deneydir. Bu günün dünyasında içe kapanmış, kendi kendine yeten bir ekonomi olmayacağı gibi, böylesi bir girişimin bir adımlık takati de olmaz. Bu yolu deneyen tüm örnekler, ağır borçlar altında ülkelerinin birkaç kuşağını rehin altında bırakmış ve bağımsızlıklarını yitirmiş bulunmaktadırlar Ülkemiz bunlar arsındadır. Böyle olunca hiçbir siyasi irade kendini dünya dışına itecek bir kapalı programla halkını temsil etme gibi sonu hüsranla bitecek bir maceraya girişmekle vatansever olmaz. Bizim gibi ülkeler için durum çok daha kritik yanlar taşıyor, mali kaynakları zayıf, teknoloji ve bilgi üretemeyen bir ülke olarak bütün bunlara bağımlı olmanın sakilerini göz önüne almadan, söylenecek her hangi bir ekonomik söylem yalnızca aldatıcı bir yalan yada bilgisizlik olur. Bilgisizlikte ısrar edilerek, böylesi bir adımı atmak ise, ülkeyi, dünya ekonomik kıskaçları altında bir daha çıkılması mümkün olmayan bir kapana sürüklemek demektir. Bu, ülkeyi piyon gibi, Batılıların sık sık tekrar ettikleri “tek ihraç ürününüz askerleriniz” olan bir ülke onursuzluğuna düşürür, emperyalistlere bağımlı köle bir ülke statüsü kazandırır. Bu yüzden devletçilik söylemi sanal alemde bile kurgulansa, dünya ekonomisinin kendi düzeneklerinin kayalarına başını çarpmak durumunda olacaktır. “teknolojisiz, mali kaynaksız bir ekonomi kuracağım” diyenlere üretimsiz, bilgi ve teknolojisiz, pazarsız ve rekabetsiz bir gezeğen bulmaları gerektiğini bildirmek isteriz.

Bu tespitin ardından ülkemizde kurulu bir ekonomik sistem olduğu hatırlanmalı. Bu sistem tüm temel girdileri ve kimi ham maddeleri de dışardan gelmektedir. Bilgi ve teknoloji ve mali kaynak almamak, yada alınanın karşılığını vermemek ya da “ötelemek” bu sitemin tüm girdilerine Çin setti çekmek demektir. Hiçbir dünya ülkesi karşılığını belli bir düzen içinde almadığı değerlerini, bir başka ülkeye hibe etmez. Borçlu ülke, borcunu ödemeyeceğini ilan etmesi ise ya bir iflas ilanıdır ya da bir karşı koyuştur. İflas ilanı, ülkenin kaynaklarını ve gelirlerini uluslar arası finans kurumlarının yönetimine bırakmaya kadar uzanan, bir tür sömürgeciliğe düşmek demektir. Borç ödememe şeklindeki karşı koyuş ise, alternatif kaynağı ve dayanağı bulamayacağı için çok daha vahim şeyler yaratır. Soğuk savaş döneminin iki kutup çatışmasında, nispeten anlamı olduğu sanılan böylesi siyasi tutumların, bu günün dünyasında esamisi dahi olamaz. Dünya ekonomi mekanizmalarının bir bütün olduğu globalleşmede, hiçbir ülke dayanağı ne olursa olsun her hangi bir ekonomik sistemi yürütemez. Kaldı ki, verili dünya konjonktüründe henüz farklı ve egemen bir üretim ilişkisi de mevcut değildir. Başlayan ve gelişen yeni tür tarihi bir örgütlenme olarak küreselleşme, kapitalizmin bağrında doğmuş ve kapitalizmi zamana yayılmış evrimci bir tarzda tasfiye etmektedir. Tıpkı feodalizmin bağrından doğan kapitalizmin feodalizmi tasfiye ettiği süreç gibi, köklü ve kendi yapılanmasını, kurum ve kuruluşlarını geri dönülmeyecek ölçekte yerleştirerek ilerlemektedir. Ulus sınırlarını aşan ama, aynı zamanda insanlığın ortak değerlerini ve dayanışmasını içinde barındıran her oluşum bunu yansıtmaktadır. Bu yüzden uluslar arası ilişkide eski keskinliklerin arka yüzünde bir o kadar keskin bir teslimiyetçilik yattığı bilinmelidir. Devletçi ekonominin de açmazı buradadır.

Ayrıca bilinmelidir ki, devletçi ekonomide zarar etme kaygısı ve dolaysıyla maliyet ve kalite sorunu da yoktur. Bu günkü devletçi ekonomi, insanı ve değerlerini, değişen ve gelişen arzularını hiç dikkate almayan bir üretim süreci takip eder. Devlet halktan aldığı vergilerle, yer altı ve üstü kaynaklarından elde edilen gelirlerle zarar etme kaygısı taşımadan sürdüreceği ekonomik girişimler, kısa bir dönem sonra inanılmaz maliyetleri, kalitesizliği, yönetim aksaklıklarını, gereksiz idari şişmeleri beraberinde getirecektir. Özellikle çoğulcu demokrasinin amaçlandığı bir ülkede bu, daha da vahim sonuçlarla karşı karşıya kalır. Her yönetim değişimi ardından gelen kadro değişimi ve hiçbir ekonomik kaygı göstermeyen popülist yaklaşımlarla şişirilecek olan çalışan sayısı hızla sürekli bir bunalımın habercisi olur. İşsizlik sorunu çözüldüğü sanılan bu atılımlarda, gizli işsizlik kabarmaya, üreten kesimlerden alınan değerler ise üretmeyenlere haksızca aktarılarak adaletsizliği de körükler. Maliyeti yüksek devlet söyleminin ifade ettiği gerçekte budur. Oysa bilişim çağı her türden üretimin maliyetini inanılmaz ölçeklerde düşüren sonuçlar yaratmış bulunmaktadır. Bu sonuçların yaşama geçmesi önünde ise tekelci ilkel kapitalizmin engelleyici konumu ve böylesine çağ dışı devletçi ekonomik dayatmalar bulunmaktadır. Emperyalist çağın kapitalizmi tekelcilik, bilgiyi ve teknolojiyi kendi hantal sisteminin yeniden yapılanmasında takatsiz olması nedeniyle toplum hizmetine sunmaktan kaçınarak ya da başka kanallardan ulaşmasını engelleyerek ilkelleşmektedir. Bu onunun tarih içinde, bilişim çağıyla belirlenmekte olan yeni yerine bir işarettir. Bu noktanın anlaşılması çok önemlidir ve devletçi ekonomi alternatifinin, yalnızca kapitalizm olduğu sanısına kapılanların yanıldıkları ve tarihsel gelişmeleri görmediklerine de önemli bir göstergedir. Yeniden bir örneklemeye baş vurarak anlatmak istediğim düşünceyi açmaya çalışacağım.

Örneğime geçmeden önce feodalizmin bağrında kapitalizmin doğuşunu hatırlayalım. Dev toprak parçaları üzerinde feodal beylerin hükümranlığı ile gelişen kapitalist tarım işletmeciliğinin üretkenliği, arasındaki çelişkiyi hatırlayalım. Küçük bir sera alanı, birkaç dönüm toprak üzerinde kurulur, teknoloji ve makineleşme sayesinde yüzlerce dönüm toprağın veriminden daha fazla ürün ve daha az maliyetle sürdürülebilir. Ancak feodal mülkiyet sistemi bu gelişmeye karşı, toprakların üzerindeki hakimiyeti dolaysıyla engelleyici olmaya çalışır ve bunun için siyasi nüfusunu da kullanmaktan çekinmez. Bu ise, vergilerden tutun, yüzlerce kanun ve yönetmeliğe kadar uzanan engeller listesini oluşturur. Avrupa bu süreci tüm detayları ve acılarıyla yaşamıştır, orta çağ tarihi bu anlamda bir sınıf mücadeleleri tarihidir. Topraklar üzerindeki feodal mülkiyet, yeni ve çok daha üretken ve toplumsal sonuçları olan gelişmeye karşı engelleyici rol oynar. Küçücük bir toprak parçası makine ve teknikle birleşerek, artık feodallerin dev toprak mülkiyetini, onların başına geçirilmiş bir boyun bağına çevirmiştir. Feodaller ilerleyen zaman içinde altında hiç kalkamayacakları ağır toprak yükü ve ona bağlı binlerce sorunla boğuşurken, kapitalizm daha hafif, teknik ve makine kullanımıyla, daha üretken ve daha az maliyetli ve daha çok toplumsal faydası olan sürece girmiştir. Feodalizm, kapitalizm tarafından içiten içe tasfiye edilmektedir; bunun verileri belirmiştir, geriye bir zaman sorunu kalmış, yerleşme ve kökleşme, kurum ve kuruluşlarıyla egemen olma gündeme gelmiştir. İşte aynen öyle bir şey, bilgi çağında kapitalizmin bağrında gelişmektedir ve kapitalizmin tekelciliğinden kaynaklanan hantallığını ona bir boyun bağı olarak giydirmektedir. Kapitalist bir yönelim olan ve çağını dolduran devletçi ekonomi, ülke için bir boyun bağıdır

Bu gün, endüstri toplumu olarak uygarlığının son dönemine gelen kapitalizm, bilgi toplumuyla aşılmakta olduğu bir sürece girilmiştir. Bilgi üretimi bunun en önemli belirtisidir. Bilgi üretimi tekelci kapitalizm bağrında oluşmaktadır ama onunun tüm sistemlerini inkar eden ve hızla kendi sistemini alttan alta yerleştiren bir gelişme süreci izlemektedir. Verili üretim ilişkileri sistemi olan kapitalizmden nitelikçe farklı bir üretim sistemi olarak adımlarını atmaktadır. Bilgi fabrikada, makineler tarafından üretilen bir kapitalist emtia değildir. Bilgi arz talep dengesine bağlı olarak üretilen bir kapitalist Pazar metası da değildir. Bilgi alınıp satılmaktadır, rekabet içindedir, gelişimi de bir ölçüde bu dinamikten kaynaklanıyor, ama üretim tarzı kapitalist değildir. Tüm toplumlarda kölecilikte, feodalizmde ve kapitalizmde alınıp satılan, rekabet içinde olan üretilmiş değerler vardır ama, her bir toplumda farklı üretim tarzının ürünü olarak gündeme gelirler. Bilgi ilk insanla birlikte üretilmeye başlamıştır. Her toplumsal sistemde bilgi üretimi vardı ve gelişmenin ana kaynağıdır. Ancak bilişim çağında bilgi, farklı bir konumda üretilmektedir. Bilgi üretimi ulusal sınırlar dışına taşmış, yüksek teknolojiyle iç içe insan aklının kollektif ürünü olarak insanlığın mübadelesine sunulmaktadır. Bilgi her evde, her mekanda ve zamanda mübadele edilen, kendi çağının üretim araçları olan bilgisayarlarla tarihin hiçbir üretim ilişkisinde olmayan bir hız ve nitelikte insanlığın hizmetine sunulmaktadır. George Gilder’in cümleleri bu gelişmeyi yeterince iyi şekilde özetler, “Teknoloji, doğası gereği, bütün kontrolü diktatörlerin eline vermemiş, aksine, insanlara yeniden güç kazandırmıştır. Emperyalizm, merkantilizm ve devletçiliğin gücünü yitirişi tüm insanlığa yarar sağlayacaktır. Günümüz bireyi, geçmişte kralların sahip olmadığı bir yaratım ve iletişim gücünü elinde bulunduruyor”. Bu gelişmeler bireyin rolüne olağan üstü bir dinamikte katmaktadır. Daha çok özgürleşen birey daha çok verimli bir toplumsal varlık oluyor. Değişik tür kollektivitelerin, devletçilik vb, yönelimlerin içinde kendini rahatça saklayabilen sorumsuz ve kısır birey artık mihenk taşında kendini gizleyemez hale gelmektedir. Burada güçlenen bireysellik, hiçbir şekilde kendi dar çıkarları için her şeyi tepeleyen, bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler türünden kapitalist liberalizmin bireyciliği değildir, olamaz da. Burada bireysellik, özgürlüğü ve bilgiyi daha çok üretime ve toplum yararına dönüştüren evrensel ölçekte kendini değerlendirebilmenin kollektif çabasıdır. Bu süreçte, imece örtüsü altında kaytarmaca yoktur. İşte ahlakta böyle bir evrim sürecinde kendini bilişim çağında yeniden tanımlama durumunda olmaktadır.

Bunu, hızla yeni bir adım daha takip etmektedir ki, o da, AI ( Artifical Intelligence) yapay zekanın üretilmesidir. Bu bir yanıyla bilgisayarların bilinçlendirilmesi, düşünebilmesi olayıdır. Bu gelişmeler tüm çağlardan farklı bir eğilimi, yeni bir uygarlık adımını temsil etmektedir. Çağımız, Darwin’in natural seleksiyonla (doğal ayıklanma) açtığı yolu, nitelikçe aşacak olan yapay ayıklanma dönemine girmiştir. Bilgi çağının, biyolojik bir devrim çağı olma esprisidir bu. “Fizik, mekanik endüstri çağının metafor ve modellerini geliştirmiştir. Fizik, bir metafor olarak, enerji ağırlıklı, çizgisel, makro, mekanik, kesin kuralları olan ve dışarıdan yönlendirilen bir olgu çağrıştırır.
Günümüzde yaratma sürecinde bulunduğumuz toplumu da biyolojik organizmanın temel yapısını oluşturan kusursuz bir bilgi akışı sistemleri bütünü olarak değerlendiriyoruz. Dahası biyoteknolojide büyük ilerlemelere gebe bir döneme yavaş yavaş yaklaşıyoruz.” (J. Nasibitt-P. Aburdene, Megatrends 2000 s:219 ) Devrimcilik tam bu noktada kendini ifade ediyor. Devrimcilik eskinin bağrında gelişen, onu aşan, yeni bir nitelik olarak kendini ortaya koyan, geri dönülmesi mümkün olmayan, ancak bir başka yeniyle ve ilerlemeyle aşılabilen bütünsel değişimi savunmaktır. Bilgi çağında devrimcilik, global ve kökten değişim için ulusal sınırları aşan, genel kapsayıcı bir program etrafında mücadele etmektir.

Sanal alem hızla kendine yer açarak bilişim çağına özgü eski toplumsal sistemden farklı bir sisteme geçişin işaretlerini vermektedir. Sanal ortamda üretilip gözlemlenmeyen hiçbir şey, çağdaş üretim kapsamına girmemektedir. Sanal ortamın kullanılması öyle bir boyut almış bulunmaktadır ki, gerçekleşmesi ışık yıllarıyla ifade edilebilecek evrensel büyük hadiseler, yıldız patlamaları (Süper Nova) ve ya sıfır hacimli sonsuz madde yoğunluklu kara deliklerin oluşması, bilgisayar ortamında denenebilir ve yaşama ilişkin veriler, ışık yılları öncesi tespit edilebilir olmuştur. Ülkemizin ünlü fizik profesörlerinden Tekin Dereli’nin dediği gibi “Artık bir fizik modelini sınamak için doğada gözlem yapmak ve ya laboratuarda deney yapmak kadar bilgisayar da benzetişim (simulasyon) yapmak da geçerli kabul edilir bir yöntem olmuştur.” (Roger Penrose, Bilgi sayar ve zeka, kitabına ön söz). Bunlar, artık temel kıstasların değiştiğini, üretim ilişkilerinde yeni, nitelikli bir uygarlığın ilk belirtilerinin oluştuğunu göstermesi açısından önem taşımaktadır. Bu aşama, bir ülkenin iktisadi kalkınmasında hangi yeni unsurların dikkate alınacağına da bir işarettir. Bu da, sık sık örneğini tekrar ettiğim iletişim sisteminin değişimini, kapitalist sistem çerçevesinden sıyrılarak, kendine özgü bir düzenleniş içinde ifade eden kurul ve kuruluşunun oluşumuna yol açıyor. Her alanda bu türden nitelik farklılaşmaları gözlenmekte, ilişki ve iletişim, üretim ve tüketim, kural ve kurumlar değişmekte yeniden yapılanma eğilimleri görülmektedir. Doğal olarak bu sürece tekelci kapitalist elbise dar gelmekte, gelişimini ve toplumsal etkisini zayıflatmaktadır. Çatışma bu anlamda eski toplum ile yeni toplum arasında tüm hızıyla ama içten içe ve alttan alta sürmektedir. Tıpkı feodalizmin bağrında kapitalizmin gelişmesiyle oluşan çatışma gibi.

Ayrıca tekelci kapitalist şirketlerin kapsamında değerlendirilebilecek ulus ötesi şirketlerin de, hızla kendi ilkel kabuklarını parçalama yönünde içten gelen dinamikleriyle, yeniden yapılanma çabası vermekle çağa uymaya çalıştığından bahsetmek yanlış olmayacaktır. Endüstri çağından bilgi çağına geçiştir bu. Bu şirketler, bilim ve teknolojinin yarattığı yeni düzenlenişe göre kendini yeniden yapılandırırken tıkandığı, eski sistemin oluşturduğu engellerin olduğu ve bundan kaynaklanın yetmezliklerin dev iflas dalgalarına yol açtığı son ayların güncel iktisadi konularını oluşturmuştu. Bu yeni ile eskinin çatışmasında kendini dışa vuran belirtiler olarak alınması gereken yanları olduğu bilinmelidir. Sadece mali bir sorundan dolayı iflas etme eşiğine gelmiş oldukları, olayı açıklamaya yetmez. Artık üretim sisteminin değişim talepleri, verili kapitalist sisteminin hantallığını, kendini yenilemede acze düşüşünü ve ciddi ahlaki çöküntüleri birlikte üreten, eskimişliğini de yansıtmaktadır. Daha çok bilim, daha çok yüksek teknoloji, daha az emekle daha çok üretim ve bunun topluma sunacağı daha ucuz ve daha kaliteli mal sunumu, kar kaygısıyla düşmanlıkları ve savaşları üreten sisteme karşı insanlığı toparlayan ortak değerler ve barışın ikame edildiği bir çağ başlamaktadır. Ekonomik düzenlemeler bu doğrultuda projeler üretmekle yükümlüdür.

Üretilişinden tüketilişine kadar, yarattığı toplumsal etkilerden, kurum ve kuruluşlara kadar bilene gelen eski tüm ilişkiler dışında, yepyeni bir sistemi beraberinde getiren bilgi üretimi, tekelci kapitalist mülkiyet tarafından dizginlemesi ya da ona verili yapısıyla ayak uydurması mümkün olmayan bir süreç başlamış bulunmaktadır. Bilgi üretimi ulus ölçeklerini aşmıştır, kapitalizmin fabrika sistemiyle değil, bilgi birikim düzlemleri ve ona ait ortamlarda üretilmektedir. Şimdi hala egemen tekelci mülkiyet sisteminin kıskacı altında, sistemlerinin bir hizmet aracı olarak kısırlaştırılan bilgi ve üretimi hızla bu zincirleri parçalamaya yönelmektedir. Kapitalizmin içinde bulunduğu aşama bu tür üretimin gelişmesini sonuna kadar taşıyamaz niteliktedir. Farklı bir niteliktir ve tekelci kapitalist bünyeyle sürtüşme ve çatışma halindedir.

Devletçi ekonomi taraftarları bu gerçeklerden habersizdir. Çağın içinde yaşayıp, soyut bilgi olarak bilseler de bunun pratik anlam ve faaliyeti konusunda hiçbir önermeleri yoktur. Evet bilişim çağı henüz tüm yönleriyle yeni bir ekonomik sistem ortaya koymamıştır, bunun verileri belirmeye başlamış, kendine özgü sisteminin ilk adımlarını atmış, ancak tüm özellikleriyle ortaya konabilecek bir sistem olgunluğuna henüz varmamıştır. Buna rağmen ana eğilimler ortaya çıkmıştır, bilişim çağı kendini küreselleşmede ve ona ait ilişkilerde ifade etmiştir. Bu noktada çağı yakalamak ve onun eğilimleri doğrultusunda siyasi-ekonomik-toplumsal-kültürel programlar üretmek, projeler oluşturmak gibi toplumsal görev ve yükümlülükler gündeme gelmiştir. İşte somut alternatifimiz de buradadır. Bunun için ısrarla kararlı bir siyasi iradeden, çağı yakalamış bilgi ve teknolojiyi toplumsal bir eğitim perspektifi yönünde işlevlendirmiş, daha çok üretim ve daha az tüketimi hedeflemiş ve bunların olmasa olmaz koşulu demokrasi ve özgürlüğü tüm kurum ve kuruluşlarıyla ikame etmeyi görev olarak belirlemiştir. Devletçilik bu noktada sığıdır. Kendini tarihi bir kategori olan ulus sınırlarına hapseder. Ülkenin dünyadaki konumunu temel alan değil, dünyayı ülkesinin dar sınırlarına sığdırmaya çalışan boş bir çabaya yönelir, takatleri tüketir, kuşaklar boyu altından kalkılması mümkün olmayan yükümlülüklerin altına geçirir. Bu eğilimlerin toplumsal bilinç altlarında büyük korku psikozu bulunmaktadır. Dış dünyaya açılmayı başaramama kaygısıyla dizginleyen, ulusal sınırları aşmayı kopma ve dağılma olarak algılayan, ülke insanına geleneksel üsten bakmanın yarattığı yalnızlık ve ülke kaynaklarına ve dinamiklerine güvensizlikle ifade edilebilecek bu korku içine kapanmayı daha da derenleştiren bir etkidir. Oysa bilgi çağında ekonomiler birilerinin kazanması karşısında diğerlerinin kaybetmesi tarzındaki emperyalist sistemden hızla sıyrılmakta, her kesin kazandığı global bir dünya ekonomisine doğru gidilmektedir. Dünyanın ekonomik verileri, bu yönde önemli göstergeler sunmaktadır. Her kesin kazandığı, açılımların ve aktif katılımlarla tüm ülkelerin önemli roller oynamaya başladığı bir dünya ekonomi çarkları içinde yer alan, kendi orijinalitesini korumuş bir ülke ekonomisi yaratmak, kazanmak için önemli bir adımdır. Bu konuda solcular milliyetçi olup sağcılaşırken, tarihsel yapıları itibariyle muhafazakar, sağcı olanlar ise, değişeme yetişebilmek için hızla dönüşüme ayak uydurma çabasında oldukları gözlemlenmektedir. Sağın bu yeni siyasal manevrası, kitleler nezdinde sol güçleri sıfırlamaktadır. Sağ güçler değişimi yakalayarak onu durdurmaya çalışmaktadırlar. Bu yüzden değişimle bağlantıları yüzeyseldir, derinliği olmadığı içinde halkın çıkarlarını uzun vadede temsil etmekten uzaktırlar. Yüzeysel de olsa, her defasında tekrar eden gerçek, halkın ağır ekonomik bunalım altında denize düşenin yılana sarılması gibi, sağ güçlere sarılması gerçeği bulunmaktadır. Solun gerçek anlamda çağı yakalayan devrimci bir çizgide olmaması, milliyetçi eğilimlere saplanması halkın desteğini artan oranda kaybetmesine neden olmuştur. 3. Kasım. 2002 seçimlerin gösterdiği sonuçlarda, bu tablonun oynadığı inkar edilmez bir rol vardır. Devletçiliği aşmayan milliyetçi solcuların ekonomik sistemleri, ülkeyi artan oranda sağ güçlere teslim etmekte olduğu gerçeği, ülkeyi iktisadi bunalım yangınları içine sürükleyecek, denenmiş ve eskimiş devletçilik eğilimleriyle de halkın çıkarlarını temsil etmekten de uzaktır.

Bu aklın yaptırımları yalnızca ülkeyi yangın yerine çevirmekle kalmaz. Kalkındıracağı ülkede önce üretime darbe vurur, yokluk başlar, ulus sınırlarına hapsoldukça iç kaynakları süratle tüketir ve temel yaşam emtialarında başlayan yokluk hızla diğer alanlara ve sektörlere yansımaya başlar. Bu ise, kaçakçılığın, mafyavari pazarlama yöntemlerinin yeşerdiği bataklık anlamına gelir; insanlar diktatörlükler altında belki de tüm direnme ve ayaklanma yetilerini kaybedebilirler ama, yaşamlarını idame etmek için gereksinim duyduklarını elde etmek üzere ölüm dahil, her şeyi göze alırlar, kaçakçılık bunu anlatır. Bu satırlardan tek tek yüz kalem malın nasıl ortadan kalkıp, hangi mafyavari kanallarla ülkeye gireceğini dünya ve geçmiş ülke deneylerinden vermek zor değildir. Ancak sorun analojiden çıkarsama değil, bu yöntemle,sistem dengelerinin nasıl sarsıldığını kavramaktır. Devletçilik, Batıda merkantilist dönemle başlayıp, 19.yy kadar süren, çağımızda 1929 bunalımıyla ve daha çok geri ülkelere ve ulusal kurutuluş savaşlarını yeni kazanmış, sosyalist sitem destekli ekonomilerde 20. Yy’ın son çeyreğine kadar değişik biçimlerde gündeme gelmiş bir siyasal tercih olarak var olmuştur. 21. Yy küreselleşme çağında bu önermeler kendine güvenmeyen, ülke kaynaklarına güvenmeyen, egemen tekelci talan sistemiyle baş edemeyeceği kanısında olanların soyut söylemlerini aşmamaktadır; bu, çağı alamamanın sonucu, çağa uygun proje üretememektir.

Devletçi ekonominin pratik tarihine baktığımızda ise, tablo çok daha çirkin ve sancılıdır. Tüm deneyler, devlet denetiminde olan sektörlerin bir talan sektörü, hortumlanmaya uyarlanmış ve halkın birikimlerini karşılıksız tüketme anlamana geldiğini göstermektedir. Bu olumsuzluğun kaynağını hiçbir ahlaki eğilime mal etmek mümkün değildir. Sorun ahlaksal boyuttun çok ilerisinde nesnel bir yerdedir. Verili ekonomik ve siyasal sistem, bağrında doğası gereği bu türden olumsuzlukları taşıyacaktır. Toplumcu hiçbir ahlak tutarlılığı bu sistemin dişlileri içinde, kollektif bir tutum ortaklığında kendini göstermez. Bu tür ahlaki tutumlar bireysel bazda bulunsa da, toplumu sayısal değerlerle yönetmek mümkün değildir. Ahlakı üreten ekonomik durumdur, ekonominin ürettiği olumsuzlukla ekonomi düzeltilemez. En iyi birey, kollektif davranış içinde işlev görür, kolektif işlevin olumsuzluğu ise doğrudan doğruya üretim ilişkileriyle ilgilidir. Yarın sandalyesini başkasına devredecek olma psikozuyla işleyen, idari devletçi iktisadın ahlakı da, “dün dündür, bu gün bu gündür” tarzında çalışır. Bu yüzden üretimin tarihsel süreklilik çizgisi böylesi bir sistemde baştan yitirilmiş olur, bir sonraki döneme hiçbir birikim bırakma durumunda olmaz; geride bırakılacak birikim olsa olsa, çürük bir siyasal ahlak manzumesinden başka bir şey olmaz. Böylesi bir görevde olan kişi istediği kadar yüksek toplumsal ahlak içinde olursa olsun, birey olarak tek başına hiçbir şey yapamayacağı gibi, sistemin işlerliğinde binlerce kişinin yer aldığı çarklarda toplumsal ahlakın kollektif bir ortak değer ile yönlendirici olmasını sağlayamaz.

Hırsızlık, üretim düşüklüğü, amortisman sorumsuzluğu, göstermelik başarılar ve sonrasında hiçbir sorumluluk taşınmayan, yerinde saymalar, devletçi ekonominin kaderi olarak kendini göstermeye başlar. Bu, maliyetlerin artışına, siyasi nedenlerle personel şişkinliklerine, ayrımcılığa, mafya tipi “beni kolla, seni kollayım” mantığı idari dönengece gider. Ekonomide başlayan açmazlar, dünyanın ekonomik entegrasyonu koşullarında, zayıf ülkenin güçlü ülkeye yamanmasını zorunlu kılar, borçlar borçları takip eder, geride kalmışsa, siyasi bağımsızlıktan ne varsa alıp götürmeye başlar. Bu çöküşte olan bir ülkede, teknoloji ve bilgi pazarlamacılığının egemen olduğu dünyamızda, sermaye yanı sıra teknoloji ve bilgi borçlanmasını da eklediğimizde sonuç, anti-demokratik, baskıcı, diktatör yönetimlere kadar uzanır. Halkın artan tepkilerine karşı bilinen diktatörlükler, kıymeti kendinden menkul haliyle kendini göstermeye başlar, üstelik halk adına halka karşı.

Devletçi iktisat, belki tarihinin en geniş ve en derin uygulamasını Sovyetler Birliğinde gerçekleştirdi. Devletçi ekonomi, üstelik Marksizm’in en sert evlatları tarafından sosyalizm olarak inşa edilmeye çalışıldı. Feodal bir topulum, ağır bedeller pahasına bir sanayi topulumu haline de getirildi. Ama sonuçta, ideolojik propagandanın tarihte eşine ender rastlanan türüne rağmen, kapitalizmin sistem çerçevesini aşamadı. Siyasi kararlarla ikame edilmeye çalışılan toplumsal mülkiyet, üretici güçleri, bilimi ve teknolojiyi “gürbüzce” ve nitelik sıçramalarla geliştiremedi. Marksın beklediği özel mülkiyet yerine toplumsal mülkiyetin konmasıyla gerçekleşecek nitelik değişim gerçekleşmedi. Devrim, olgunlaşmamış verilerde, babanın ve annenin ortak genlerini taşıyan bir çocuğun doğumuna ebelik etmekten başka bir şey yapamadı. Zor bir doğum yaptırdı ancak, bu doğum siyasal bir adımdan öteye geçemedi, geçemezdi de. Zira Üretici güçleri ve dolaysıyla üretim ilişkilerini, farklı bir boyuta götürebilecek tarihi bir olgunluğa sahip değildi. Olan zorlamaydı ve bu zorlama çok önemli sonuçlar üretmesine karşın, tarihi aşamaya yetmedi. Tersine, ulusal süreçlerini bu arada tamamlayamamış ülkelerde, aşırı milliyetçi hareketlerin doğması dahi engellenemedi. Kafkaslarda patlak veren milliyetçi hareketler bunu anlatır. Ulusal ölçeklerin aşılması bir yana henüz tamamlanmamış olduğu açığa çıktı. Evet bu güne gelirken geçmişin üzerinden kazandığımız deneylerle geliyoruz. Geçmişe sahip çıkmak hatalarını anladığımız ölçüde hakkımızdır. Hatalarını anlayamadığımız ve aşamadığımız geçmiş, bizi ilerletmeyeceği gerçeğinden hareketle reddedilmesi gereken bir geçmiş olur. Milliyetçi solcular bu konudaki sancılarını, bu çerçevede anlamak güç değildir. Anlaşılmayan hata tekrar edilir, ilki trajedi ise ikincisi komedi olur.

Bu kısmı akıllara takılabilecek bir soruyla bitirebilirim. Anlattığım ve eleştirilerimde, ilkel diye ilan ettiğim, halkın çıkarlarını temsil etmez diye belirlediğim tekelci kapitalist ve devletçi ekonomi sistemlerine karşı pratik, anlaşılabilir, somut olarak ne önermekte olduğum sorula bilir. Bunu izah etmeye çalıştım, ama çok beylik bir cümleyle alternatifimin ne olduğu soruluyorsa onu da şöyle cevaplayabilirim, toplumun gelişimini engelleyen, yeni algılayıp ikame etmekten alı koyan sisteme karşı, özgürlüğü, daha çok özgürlüğü ve demokrasiyi ikame etmeliyiz diyorum. Eleştirilerimin ifade ettiği şey, kendi kendine yeterli bir iktisadi sitem önerisi olmaktan çok, verili sistemin yetmezliğini gösterip bundan çıkış kanallarının ne olduğuna işaret etmek olarak özetlenebilir. Bu da sunulabilecek en önemli alternatiftir; demokrasi ve özgürlük. Bu günün verilerinde bilişim çağını yakalamanın dayanacağı en önemli temel, özgürlük ve demokrasinin kalıcı ve genişleyici şekilde yerleştirilmesidir. Yeni çağın olanaklarından, yerleşme eğilimindeki sisteminden, kurum ve kuruluşlarından yararlanabilmek ve bu gelişmeleri ülkemizde ikame etmek içi tek alternatifimiz özgür kuşakları yaratacak özgürlüklerdir ve demokratik insan ve toplum ihtiyaçları için demokrasi ortamına ihtiyacımız vardır. Özgürlük olmadan çağdaş uygarlık içinde yer alınamaz diyorum.

Hiç yorum yok: