Sınırları insan erdemleriyle belirlenmiş, ne sınıfsal ne de etnik nedenlere mahkum olmamış doğrularımızla özgürlük ve demokrasi mücadelesini sürdüreceğiz...

BURADAYIZ İŞTE...

OKURLARIMIN DİKKATİNE. BLOGUMDA TEKNİK BİR ARIZA YA DA BİR SALDIRI GERÇEKLEŞMİŞTİ.. ŞİMDİ HER ŞEY YOLUNDA...EMEKLERİMİZ BURADA... SAĞLICAKLA KALINIZ...

PARALEL BİR BLOG DA DEVAM EDİYOR...

Yeni blogun adresi: http://mirural.blogspot.com/

ŞU AN İZLEMEKTE OLDUĞUNUZ BLOG ADRESİ İLE YENİ BLOG ADRESİ BİRBİRİNE ÇOK YAKINDIR. İLGİNİZE TEŞEKKÜRLER.

MİHRAC URAL

...

...

...

...

TÜRK MODERNLEŞMESİ JAKOBENİZM VE BONAPARTİZM

Yener Orkunoğlu

Türkiye'de modernleşme hareketinin tarihini ve modernleşmenin toplum üzerinde yarattığı etkileri incelemek ve aynı zamanda modernleşme konusunda liberal entelektüellerin yarattığı yanılsamaları açığa çıkarmak zorundayız.
Liberal entelektüellerin çarpıttığı bir konu var. Siyasal İslam'ın yörüngesine girmiş bir çok entelektüel, Türkiye'deki Kemalistleri Jakoben olmakla suçlarlar. Yani Jakobenizm, darbeci ve anti-demokrat olmakla özdeşleştirilir. Böylesi bir değerlendirme, Jakobenizmin çarpıtılmasıdır. Kemalizm'i, Jakobenizm olarak değerlendirmek, Jakobenizme karşı bir haksızlıktır. Çünkü Jakobenizm, Fransız Devrimi döneminde küçük burjuvazinin (baldırı çıplakların) radikal bir devrimci hareketi olarak doğdu. Fransız Devrim hareketinin sol kanadını oluşturur.
((Devamı orta sol sutunda))

..

..

Mihrac Ural

Mihrac Ural

Yeniden felsefe okumak


Cumhuriyetin Doğuya sırtını dönmesinin mahkumu idik. Alfabe kırılmasının sonucu da, okuma adına nemiz var nemiz yok, arşivlerin küfüne terk edildi. Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle zaten olmayan okumalara, sıçramalardan oluşan, dengesiz ve sonuçta eksiklikten kaynaklanan bir topallamaya düştük. Bu da, ülkemiz felsefe bilincinin derinlik ve bütünlüğünü oluşturacak zincir halkalarının kopuk olmasını getirmiştir.
Yunan felsefesi akılcılığının Aristo’yla temsil edilen sunumunu, İslami bir yorum ve ilerleyişle ele alan Farabi’de ifadesini bulan akılcılığa karşı, “ Tahafüt el Felasife” diyerek, dünya ve ahiret işinde akıla yer bırakmayan Gazali’nin, bu güne kadar süren tutuculuğundan yana saf belirlemiştir. Gazalinin, “filozoflar”ın aklın hareketinden yana dünyevi olayları yorumlayan yaklaşımlarına karşı yaptığı eleştirilere, aklın bir militanı İbni Rüşt’ün ünlü cevabı olan “Tahafüt el Tahafüt” ü tanımazlıktan gelmiştir. Böylece sağ, Yunan ve batı felsefe okumaları eksiğiyle iki ayağı topal hale gelmiştir. Dayandığı felsefi okumaların karşıtlarını da bilmemekle, sığ kalmıştır.((Devamı sol ana sutunda))

****

****

24 Nisan soykırımı hepimizi katletmişti...

Mihrac Ural

Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi –soykırımı- hepimizi katletmişti. Tam 93 yıldır sürmekte olan zorunlu sürgün ile insanlık sucunda İttihat –Terakki’nin ‘SOYKIRIM’ imzası vardır.

Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır.

Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur.

“Resmi tarih” diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.**19. yy sonlarından başlayarak, Katolik ve Gregoryan (Ortodoks) diyerek birbirlerine kırdırılan, tenkil ve sürgünlerle, mal mülklerine el konularak baskı altında tutulan Ermenilere yönelik soy kırımı, I Dünya savaşının, malum bol bahaneleri altında girişilmiştir (24 Nisan 1915).

Savaş sırasında, önce Ermeni gençlerinin Askere alınarak silahsız bırakılması ve ardından toplu tasfiyelerin yapılması, geride kalan Ermeni halkının Tenkil ve sürgünlerine geçilmesi. Bu konuda talimatların dakik bir biçimde, en yetkili resmi merciler tarafından istenip, izlenmesi. O dönemin Sadrazamı (Başbakanı) Talat Paşa’nın, başından itibaren olayları, dikkatlice takibi, emirler vermesi, istatistik tutması (iskan edecekleri yerde dahi nüfusa göre oranlarının %5 geçmeyecek düzeyde tutulmaları talimatları da dahil) ve bunun en ince ayrıntısına kadar yazılı özel notlarla tescili, Ermenilere reva görülen her şeyin, planlı bir tarzda icra edildiğini göstermeye yeterlidir (Ermeni tehciriyle ilgili Talat Paşa’nın tutanakları için bkz. Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi, 24 Nisan 2006’dan itibaren yayınlanan dizi) Bu, Ermenilere ilişkin, adına ne konulursa konulsun, yapılacak olanların önceden planlanmış eylemler olduğunu gösterir.

Bundan sonra, sonuçlara bakılarak, yapılanlara verilecek ad, tanımlamaya geçilir.*Böylesine planlı ve en ince ayrıntısına kadar takip edilmiş ve bir etnik topluluğa yönelen, sonuçta en iyimser tahminlerle, el yazması tutanaklardaki rakamlarla bir milyon (1000 000) üzerinde Ermenin ölümüne yol açan, kimi şehirlerde nüfusu yüz binlerden sıfıra indiren, çoluk çocuk on binlerce canın etnik yapısını değiştirmek için farklı etnik toplumlara dağıtan, topraklara el koyan, binalarını yıkan, her türden maddi ve canlı servetine el koyup katleden girişimlere, soy kırımından başka bir ad verilemeyeceği görülür.

Bu bir soykırımdır. (..)Osmanlıdan, cumhuriyete süre gelen bu aklın, daha uzun süre yürürlükte olma tehlikesi tüm çıplaklığıyla kendini göstermektedir. Tarihimizle cesurca yüzleşmeden bu aklı toplumsal işlevlerimizden ve geleceğe ilişkin yaşam planlarımızdan söküp atmak güç gibi duruyor.
((*)Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı –Mihrac Ural)

**
Sıranın kendisine gelmeyeceğini sananların dikkatine, bu vatanın birimize değil, hepimize ait olduğunu bir kez daha, bin kez daha yeniden birbirimize kanıtlamakla yükümlü olduğunuzu artık anlamak zorundasınız.

Bilmelisiniz ki, farklılıkları içselleştirmek, onlarla barış içinde yaşamayı fiilen gösterip, haklarını anayasal ve kurumsal güvencelerle kökleştirmek ertelenmez bir görev haline gelmiştir, bu yapılmadıkça bu vatanın hepimize ait olduğuna kimseyi inandıramazsınız.

Mümkünü, imkansız hale getirmeye devam ederseniz, sizi biz farklılar, ayrı varlıklar bile kurtaramaz. Bunun vebali, Hrant Dink’in katline yol açan akıl sistematiğinin kıyımına tek tek ve topluca maruz kalmaktır bilesiniz.
((*)Hrant Dink'in Katli ve Tarihi Gerçekler –Mihrac Ural)


Murat Altunöz’ün Beklenen Kitabı Kırılgan Zamanlar Çıktı…

2002 Ocak ayında başladığımız yolculuğumuza 7 yıldır devam ediyoruz. Karalama Dergisi, ülkenin koşullarına göre bazen inişler ve çıkışlar yaşamamıza rağmen her geçen gün dergimizle daha da büyüyoruz.

Karalama Dergisi olarak;
Şair Nevruz Uğur ve Halil İbrahim Yıldız’ın kitaplarından sonra Karalama’nın Kurucusu ve halen Editörü olan Murat Altunöz’ün Kırılgan Zamanlar adlı kitabını yayımladık.
Geçmiş zamanların, kırılmış, yalnız ve hüzünlü dizelerinde bulduk kendimizi,
Her dize de bir direniş, bir sürgün, bir ayrılık ve özlem var.
((Devamı sol alt sutünda))

...

...

Yerel Çeteleşmenin Boyutu...

Murat Altunöz /Gazeteci

Çeteleşme yıllar sonra Ergenekon operasyonuyla tekrar gündeme geldi. Eskiden bildiğimiz mafya sistemi çökmüş artık daha organize ve daha profesyonel bir hal alan almıştır.Bazı yazarlar, Emekli Polisler ve Emekli askerlerinde içinde bulunduğu yeni bir yapı ortaya çıktı.Aslında bu tür çeteleşmeler yıllardır hep ülkemizde vardır. Ama bu hafta benim bahsetmek istediğim yerel çetelerdir. malesef son yıllarda ciddi anlamda yerel çeteleşme ve Organize suçlarda bir çoğalma vardır. Zaten Hatay il Emniyet Müdürü Osman Çapalı'da bu konuya dikkat çekerek " Bireysel suçlar artık organize suçlara kaymıştır" demiştir.
((Devamı sol ana sutunda))


İNTERAKSİYON

Faiz Cebiroğlu
Her gelişim, karşılıklıdır. Her ileriye yönelik değişim, bir interaksiyondur. İnteraksiyon, karşılıklı etkileşim oluyor. İnsanlar, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek sosyal yönlerini geliştiriyorlar. Sosyal yönünü geliştiren insan, aldığı öğreti ve deneyimlerle bireysel yönünü ”işleyerek” yapılandırıyor. Yapılanma, ”özbilinç” ve ”özgüven” ile nitelik bir hal alıyor.

İnteraksiyon ya da karşılıklı etki, yaşadığımız toplumda, değişik yer ve ortamlarda farklı farklı oluyor. Dille başlayan diyaloğa; insanların bulunduğu yaşam tarzları, çalışma biçimleri ve kısacası sahip oldukları sınıfsal konumları da ekleniyor. Sosyal sınıf, gelişimde ”ana halka” oluyor. Sosyal sınıf, ileriye yönelik değişimin ”can alıcı noktasını” oluşturuyor.

(Devamı orta ana sütunda )
http://mirural.blogspot.com/

...

...

Yabancılaşmanın Dinamiği


Mihrac Ural

Yabancılaşma, insanlık ailesini birbirine yakınlaştıran, farklarını hızla öteleyen özel mülkiyeti ve olumsuz sonuçlarını bile köşeye sıkıştırma işlevi gören sonuçlarıyla, olumsuz değil çok olumlu bir role sahiptir. Tarihsel süreciyle derinleşip geliştikçe gerçekleşen yabancılaşma, insana çok daha cüretkâr olma, çok daha özgürce beyin labirentlerinde kurguladığı fantezileri yaşama ve bunu yaparken de dar anlamda aile, mahalle gibi klancı darlığın etkiler altında kalmayıp, geniş anlamda da ulusal sınırları aşıp belki başlangıcı sanal âlemin nimetleriyle, bilgi çağının iletişim olanaklarıyla bu tutku ve arzularının doruklarını zorlama şansını elde etmektedir.Yabancılaşma olmasaydı, emeğin sosyal etkilerinden bahsetmemiz mümkün olamazdı. Emek ne kadar sahibinden uzaklaşır, ne kadar sahibine belirgin olmaktan çıkarsa, o kadar evrensel ölçeklerde hizmet sunmaya başlamış demektir. Ve bir o kadar kültürel farklılıklarını hesaba katmadan ( renk, ırk, ulus, coğrafya, bölge farkı tanımadan) insan türüne ait hale gelmiş demektir.
((Devamı orta ana sol sütunda: ))
http://mirural.blogspot.com/

..

..

MİLLİ MARŞLAR

Ayşe Hür
1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı ‘Tre Trallade Jantor’dur. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkar ve ‘Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr….’diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası olayı "centilmen Türk seyircisinden jest" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi…
“Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur/Katibimin setresi uzun eteği çamur… diye başlayan ünlü türkünün bestesi 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’daki Selimiye Kışlası’nda kalan ‘eteklikli’ İskoç Alayı’na moral vermek için yazılmış ‘Donsuz askerler…’ diye başlayan bir asker şarkısıdır. II. Mahmut döneminde (1808-1826) modernleşme çabaları sırasında askerlere giydirilen setre ve pantolon mutaassıp çevreler tarafından ‘sokağa donla çıkmakla’ eşdeğer görülmüş, özellikle de ‘gavur mukallitliği’ denilen bu modernleşme hareketine çabuk uyum gösteren eli yüzü katipler halkın diline düşmüştür. Bir İstanbul külhanbeyi, bu katiplerle alay etmek için, Üsküdar yolu üzerinde olan Selimiye Kışlası’nda kalan İskoç askerleri için yazılan marşın müziğine Türkçe sözler yazar ve ünlü Katibim türküsü ortaya çıkar.
1974 Kıbrıs ‘Barış Harekatı'ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkumları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.

((devamı sol büyük sütunda))

9 Mart 2008 Pazar

Kadın Hakları İçin İnsan Kadar doğayı da eğitmek gerek



Mihrac Ural


8 Mart 2008


8 Mart Dünya Kadınlar Günü, gerçekleşmeyecek bir eşitlik uğruna aldatılan kadının günü olmamalıdır. Bu türden bir eşitlik iddiasında olanlar, hakları bir hukuki sorun olarak algılama hatasına düşerek kadını oyalamaktadırlar. Kadının, gerçek özgürlük, adalet ve eşitliği ya da daha doğru bir deyişle eşitsizlikte alması gereken hakların ikamesi, insan kadar, doğanın eğitilmesiyle, insanı geri dönülmesi mümkün olmayan büyük dönüşümlere tabi tutmasıyla mümkün olacaktır. Bunun için bilgi çağının yeni uygarlık açılımlarının, toplumsal ve kültürel süreçleriyle doğayı ve kadının doğasını eğitme etkinliklerine yönelmek gerek.

Eğitilmemiş, işlenmemiş doğa bu haliyle toplumsal, hukuki, kültürel hiç bir çabayla kadına adalet sağlayamaz. Erkek cinsi istemese de bu veriler içinde kadın cinsi üzerinde egemenliğini sürdürme durumunda olacaktır. Egemenlik bir iradeci tercih sanılmasın, öyle olsaydı yeryüzü adaleti çoktan sağlanmış olurdu.

Dünyanın hiç bir ülkesinde ve hiç bir sosyal sisteminde, kadının adil bir hak kazanımı içinde olmamasının derindeki nedenlerinden biri de budur. Bu yüzden, bu günün algılayışıyla sürdürülen çabaları her defasında yeniden erkek lehine sonuçlanan kazanımlara dönüşmektedir. Bu gün, hemen şimdi kadın hakları kazanımları için ise, kadının erkekle eşitliğini savunmak temel görev olmamalıdır, tersine kadın erkek eşitsizliğini savunmalıdır. Türlerin evrimi, biyolojik olarak kadına yüklediği misyon ve doğal varlık olarak konumu ile erkeğin misyon ve doğal varlık olarak konumu açısından bir adaletsizlik iddiasını kaldıracak bir sonuç değildir; kadının dokuz aylık hamile, düzenli regl olması ve bundan kaynaklanan toplumsal sorunları, doğanın onu oluştururken işlediği bir hata ya da adaletsizlik olarak görülmemelidir. Evrende bu türün bu cinsiyeti özgünlüğüyle yerini alır ve işlevini sürdürür.

Unutulmamalıdır ki doğa, insanların farklı cinsiyetlerde olmasını toplum ve kültürel oluşumlar kurmak için yaratmadı. Bu süreçler, insanın ihtiyaçlarıyla mücadelesinde ortaya çıkan, doğadan sıyrılma gibi sonuçlar getiren var olma savaşının bir ürünüdür. Buna erkek cinsi de bilinçli bir çabayla katkı yapmamıştır.

Milyon yıllık evrimlerin oluşturduğu sonuçların sorumlusu ne erkek ne de kadındır. Ancak bu toplumsal ve kültürel sonuçların kadın cinsine bir baskı unsuru olarak devam etmesini savunmak, adaletsizliğin en çirkini ve en erdemsiz olanıdır. Tarihi ne toplumsal açıdan ne de kültürel açıdan gerisin geriye çevirme imkanı olmadığına göre, kadın için yapılması gereken en gerçekçi hak kazanım projesi, sürmekte olan ve gelecekte de her ne biçimde olursa olsun var olacak olan insan toplulukları ve kültürel düzlemleri sürecinde doğayı ve kadının doğasının erkek doğasıyla eğitilmesi, evrimleşmesi için, insan kolektif aklının tüm verilerini hizmete koşmamız gerekmektedir.
Sözlerimin çok anlaşılmaz ve tutarsızlık içinde olduğu yanılgısında olanlara şu örnekle cevap verip yetineceğim: tüp bebek ve daha üst süreçleri kadının özgürleşmesinde ve doğasının eğitilmesinde, doğa eğitimiyle birlikte bir sürecin kapılarını açıyorsa, akrabalık ilişkisinin köklüce değişimine kimsenin ağlamaması gerekmektedir. Buna benzer süreçlerin yeniden yapılandırılmaları, toplumsal-kültürel oluşumlarla esarete düşen kadının doğasını özgürleştirdiği kadar, doğayı da eğitmiş olacaktır. Yeni gelecek ortamın algıları ise, gelecek kuşakların içselleştirdikleri algılar olmakla da, bu günün akılıyla yarını yargılamanın hiç bir anlamı olmayacak ve yarının insanı bu günkü kaygılarımızın etkisi altında kalmayacaktır.

Toplumu ve kültürü gerisin geriye doğadaki ilk hallerine çevirmeden, bu gün feministler dahil kadın hakları savunucusu etkinliklerini beklediği eşitliğe çevirmenin imkanı olamaz. Kadın haklarını oy kullanma, evlilikte her şeye ortak olmak olarak algılayanlar ise gerçekte kadının ağzına bir parmak bal sürerek, onu oyalamak isteyenlerdir; tersini ne kadar iddia ederlerse de. Farklı iki cinsi karşı karşıya getirmek ya da doğalarına aykırı olacak bir eşitlik anlayışıyla denge kurmak gibi saçma eğilimler sadece oyalamacadır.

Aradan geçen yüz yıla rağmen, kadın hakları bilincinin geldiği yerde nelerin yapılabildiği, bu gerçeği yeterince çıplak olarak gözler önünü sermeye yeterlidir. Kadınının eşitsiz haklarını kazanabilmesi için, doğanın kendi adaletiyle var oluşunu şekillendirirken, ortaya koyduğu misyonu bozan toplum ve kültür süreçlerinin dışında bir arayışta olmalıdır. Bunun yolu da doğayı eğitmekten geçmektedir. Kadının doğasını değiştirmek, doğayı değiştirmek gibi bir hedef bu çabanın merkezine oturtulmalıdır. Tek tutarlı kadın hakları çözümü de buradan geçmektedir.

Bilgi çağının evrensel ölçeklerde etkinlikleriyle doğanın derinlemesine eğitimi, düzenlenişi ve bununla yürüyecek kadının doğasının yeniden yapılandırılması toplum ve kültür verileriyle oluşan kadınların; adaletsizliğe düşmesinden çıkmak mümkün olacaktır. Bu süreçte hukuki eşitlikleri reddetme saçmalığı değil, bunları da kabullenmek kaydıyla savunmalıyız. Tersine kadın erkek eşitsizliğini öne çıkartarak, kadınların toplum ve kültürel süreçlerle doğadaki konumunu ona karşı bir zararlı unsur haline getiren toplumsal ve kültürel gelişmelere karşı daha çok hak alımı ve ikamesiyle güvenceye kavuşturup, bu süreci diğer temel görev tamamlanana kadar vermek durumunda olmalıyız. Ama kafaları kuma gömen deve kuşu misali durumlarına düşmeden, ana yönelimlerimizi doğanın eğitimine ve kadın doğasının bilgiyle yeniden yapılandırılmasına çabalamamız gerekir.



8 MART DÜNYA KADINLAR GÜNÜ ÜZERİNE

Y. Orkunoğlu, Lütfü Erbil, ve Nadir Nadi Çelik müdahaleleri

1. Yener Orkunoğlu'nun müdahalesi

“Sevgili Mihrac

Yazından bazı yerleri aktarıp, yorumluyorum.
Yorumum aşağıda
Selam ve sevgiler
Yener
Kadının, gerçek özgürlük, adalet ve eşitliği ya da daha doğru bir deyişle eşitsizlikte alması gereken hakların ikamesi, insan kadar, doğanın eğitilmesiyle,(DOĞANIN EĞİTİLMESİ KAVRAMINI AÇIMLAMAN GEREKİYOR) insanı geri dönülmesi mümkün olmayan büyük dönüşümlere tabi tutmasıyla mümkün olacaktır.
Bunun için bilgi çağının yeni uygarlık açılımlarının, toplumsal ve kültürel süreçleriyle doğayı ve kadının doğasını eğitme etkinliklerine yönelmek gerek.
Eğitilmemiş, işlenmemiş doğa bu haliyle toplumsal, hukuki, kültürel hiç bir çabayla kadına adalet sağlayamaz. ....kadın için yapılması gereken en gerçekçi hak kazanım projesi, sürmekte olan ve gelecekte de her ne biçimde olursa olsun var olacak olan insan toplulukları ve kültürel düzlemleri sürecinde doğayı ve kadının doğasının erkek doğasıyla eğitilmesi, evrimleşmesi için, insan kolektif aklının tüm verilerini hizmete koşmamız gerekmektedir.
YAZINDA TAM BİR AÇIKLIK YOK. DÜŞÜNCELER BULANIK GELDİ. ÖRNEĞİN ÖNCE ŞÖYLE DİYORSUN: DOĞANIN EĞİTİLMESİ GEREKİR.
DAHA SONRA İSE, KADININ DOĞASININ ERKEĞİN DOĞASIYLA EĞİTİLMESİ.
YANİ HEM DOĞA EĞİTİLECEK HEM DE KADININ DOĞASI ERKEĞİN DOĞASIYLA EĞİTİLECEK.
ŞÖYLE BİR SORU AKLA GELİR. EĞER ERKEK EGEMEN BİR TOPLUMDA İSEK NEDEN ERKEĞİN DOĞASIYLA, KADININ DOĞASI EĞİTİLSİN Kİ?
KADIN-ERKEK ARASINDAKI SOSYAL EŞİTSİZLİĞİ AŞMAK İÇİN, BU ÇEMBERİN KIRILMASI GEREKİR. DOLAYISIYLA HER İKİ CİNSİN DÖNÜŞTÜRÜLMESİ DÜŞÜNCESİNİ DAHA ANLAMLI BULUYORUM.
BENCE BU YAZI ÜZERİNE İYİCE DÜŞÜN.
EN GÜZEL SAPTAMAN ŞU: Egemenlik bir iradeci tercih sanılmasın, öyle olsaydı yeryüzü adaleti çoktan sağlanmış olurdu.”






Mir’in cevabı

9 Mart 2008


Azizim Yener,


Ellerine sağlık, yazıma yorumunu aldım.

En zayıf yanım gibi görülen noktaya işaret etmişsin ki, ben de hep bakış açımın en güçlü yanı budur diye düşünüyordum. Evet açılması gerek bu noktadır, doğru. Ama bir cümleyle en azından sana bu noktayı iyi ifade etmeye çalışayım.

Kadın ve erkek doğası, doğal olmayan toplumsal ve kültürel süreçler içinde eşitsiz hale gelmiştir. Burada eşitliği sağlamak ise, ne toplum ve kültür öncesi süreçlere dönmekle (ki bu hiç olmayacaktır) ne de siyasal sistemlerin değişmesiyle (siyasal sistem değişmesi nispeten adalet ve eşitliği rahatlatsa da köklü çözemez, bu gün yer yüzünün hiçbir ülkesinde, yönetiminde olduğu gibi, sosyalist ülke denilen yönetimlerde de bunun gerçekleşmediğini hepimiz biliyoruz artık).

Bunun için ‘doğa eğitilmelidir’ diyorum öncelikle. Bununla kastettiğim bilgi ve teknik gelişmelerle doğayı insan hizmetine artan oranda sokmaktır, öncelikle. Kadın cinsi için daha da kolaylık sağlayıcı dönüşümlerle doğayı eğitmektir. ( Doğa nasıl eğitilir? Bilindiği gibi, her uygarlık doğayı bir eğitme çabası olarak gündeme getirmiştir. Zira uygarlık girişimi, özel, planlanmış bir iradeci girişim olmasa da, ondan çıkmak ve ona yön vermek, biçim ve yeni bir içerik kazandırma girişimidir. Tarımdan, yerleşime bütün insan uygarlık girişimleri sonuçta doğanın eğitilmesiyle ilgilidir. Bu sonuç, insan ihtiyaçlarının, insanın doğadaki bekasının gereklerinin bir sonucu olsa da. Bunun gerekliliği olan toplumsal ve kültürel süreçler kadının doğadaki adil eşitliğini bozmuştur. Kadın bu süreçler olmadan, doğanın bir ürünü olarak böylesi bir sosyal, siyasal, kültürel eşitsizliğe maruz kalmazdı. İnsan türü doğadan koptukça geliştirdiği ilerlettiği çeşitlendirdiği sosyal ve kültürel süreçlerle, bilinçli olmasa da kadınlar için bir tutsaklık, adaletsizlik ve hak kaybı olarak belirmiştir. Bu sosyal ve kültürel yapılanmalar iradeci bir sonuç olmaması dolaysıyla da hiçbir iradeci müdahaleyle kadın lehine düzenlenemezler. Yapılabilecek en iyi düzenleme hukuki düzenlemelerdir ki bunun yapıldığı ama kadının özgürleşmediğini bilmek için, dünyamızın herhangi bir köşesinden çevremize bakmamız yeterli olacaktır.

İnsan türü dışında kalan her hangi bir dişi türü için doğadaki konum, adaletsiz bir konum olarak görülemez. İnsan türü sosyal ve kültürel süreçler öncesinde bu konumdaydı. Doğa onu kendi verileri içinde nasıl üretip geliştirmişse, en adil yerini o şekilde almıştır. Ama insan türündeki dişi ( kadın) için durum farklıdır. Bu fark toplum ve kültür süreçlerinden kaynaklanmaktadır. Ve madem ki toplum ve kültür süreçlerini yok edemeyeceğiz, tersine artan oranda geliştirme eğilimi içindeyiz, o zaman doğayı eğitmek kadın ve erkek doğasını da birlikte eğiterek bu uyumu sağlamamız gerekecektir. Sosyal ve kültürel süreçlerin kadın haklarına uyumlulaştırılması ise, tarihin tüm verileri ve ortaya konan örneklerin oluşturduğu tabloda bunun fiilen başarılmadığını göstermektedir. Bunun nedeni de açıktır, sosyal ve kültürel süreçler doğal olanın dışına çıkan süreçlerdir. Bu anlamda en iyi ve kalıcı hakların kazanımı doğanın daha iyi eğitilmesi kadar, kadın ve erkek doğasının da eğitilmesini gerekli kılacaktır. Kadınları aldatmak istemiyorsak bu gerçeği ilan etmeliyiz ve buradan, omuz omuza kadın için daha adil bir doğa, sosyal kültürel süreçlerimizle daha uyumlu bir erkek ve kadın doğası için çaba sarf etmeliyiz. Bu, en derin ve en kapsamlı kadın hakları ve eşitliği için gerekli siyasal, sosyal, kültürel yapılandırmaları acilen yerine getirilme çabasını da ihtiva etmelidir.

Başka hiç bir şansımız yoktur. En adil sistem en adil kültür, eğer doğalar eğitilmemişse kadın türü için bir tür baskı sistemi olarak tecelli edecektir. Bunun için, doğum sorununu büyük bilgi ve teknik ilerlemelerle nispeten aşabilen kadın, doğanın ve kendi doğasının değişimiyle gerçekçi hak kazanımında nesnel mevziler kazanabilecektir. Bunun gibi üst üste eklenebilecek binlerce unsur bu amaca hizmet ederek dengelerin adalet ve eşitlik temelinde oturmasına imkân verecektir. Nesnel verileri uygun olmayan adalet gerçekçi değildir, diye düşünüyorum. Bence bu yol tüm iradeci, toplumsal, siyasal hak ve eşitlik kurgularından, hatta feminist vb mücadele atılımlarından daha gerçekçi bir yoldur. Bu aynı zamanda kadını siyasal bir obje olarak sık sık yücelten yaklaşımlardan da çok daha gerçekçidir. Bunun için kadınları 8 Mart’ta daha az aldatalım diyorum.

Her iki cinsin doğasının eğitilmesine tamamen katılıyorum bunu da yazımda şu cümlede dile getirdim, sanırım cümle kuruluşu yanlış anlama yol açmış. Kastım kadın ve erkek doğalarının eğitilmesidir, yoksa “kadının doğasını erkeğin doğasıyla” ne diye ve nasıl eğitmekten bahsedebilirim ki ?! Kadın hakları üzerine olan bu yazımın ana düşüncesi olan paragrafta bu vurguyu yeterince açık yaptım. O cümleyi düzeltip yeniden iletiyorum:

“Milyon yıllık evrimlerin oluşturduğu sonuçların sorumlusu ne erkek ne de kadındır. Ancak bu toplumsal ve kültürel sonuçların kadın cinsine bir baskı unsuru olarak devam etmesini savunmak, adaletsizliğin en çirkini ve en erdemsiz olanıdır. Tarihi ne toplumsal açıdan ne de kültürel açıdan gerisin geriye çevirme imkânı olmadığına göre, kadın için yapılması gereken en gerçekçi hak kazanım projesi, sürmekte olan ve gelecekte de her ne biçimde olursa olsun var olacak olan insan toplulukları ve kültürel düzlemleri sürecinde doğayı olduğu kadar, kadının ve erkeğin de doğasının eğitilmesi, evrimleşmesi için, insan kolektif aklının tüm verilerini hizmete koşmamız gerekmektedir.” (Mihrac Ural. 8 Mart Kadın Hakları İçin İnsan Kadar Doğayı da Eğitmek Gerek. Makalesi. http://mihracural.blogspot.com/ )

Satırlarımı sonlarken baki selamlar ve başarılar diliyorum. Mihrac Ural.

3. Lütfü Erbil’in tartışmaya katkısı

9 Mart 2008

Sevgili Mihrac;

Yazını - aldığın eleştiriyi ve cevabını da okudum. Her zaman yapmaya çalıştığın gibi yine Ezber bozmak için uğraşmışsın. Tebrikler.

Kadın ve Erkek mutlak anlamda eşit olması mümkün olmayacağı gibi zaten kadın, kadın Erkek de Erkek olarak sosyal hayatta yerlerini insana yakışır bir biçimde almalarıdır bence sorun.
Anadolu’da yüz yıllara dayanan bir kültürel birikim olarak aile içerisinde kadın çok önemli bir konuma gelebilmiştir. Üretim ve hâkim sosyal anlayıştan kaynaklı bir konum bu. Herhangi bir konuda Erkek kadının onayını almadan evet ya da hayır diyememiştir kolay kolay. Özellikle Alevi düşüncesinin hâkim olduğu yerlerde bu daha bariz bir biçimde rastlanmaktadır.

Çağdaş gelişmiş Kapitalist toplumda zaten Kadınla Erkek arasındaki uçurum kapanmış, bazı iş kollarında henüz tam olarak eşit ise eşit ücret eksikliği dışında kadın erkek farkı kalmamış gibi. Ama daha Erkek zaafından kaynaklı birçok sektörde Kadına Meta muamelesi yapılmaktadır. Ya da öylesi izlenimler vardır. Bunlarda törpülenerek yok edilmeyi beklemektedir.

Sosyalist-Demokrasinin programında bu ve buna benzer eksikliklerin gerek yasalarla gerekse sosyal ilişkilerde yeniden düzenlenmesi önemli bir sorun olarak zikredilir.
Kadın yapısı gereği bir çiçeğe benzetilir. Özgürleştiği oranda çiçek acar, sevgiyle güzelleşir. Kadın her zaman özgür ve demokrat olduğu oranda Toplum güzelliklerle dolmaktadır. Kadın Kadın olarak var olmalı, özgür ve güzel olmalı.

Bence sorunun asil kaynağı insanların kafasındadır. Kafalar değişmeden ve gelişmeden ne erkek, ne de kadın özgür ve eşit olamayacaktır. Yani sorun her ne kadar sosyal ilişkilerden kaynaklansa da, insanlar bunu kafasından atmadığı müddetçe, insan üzerindeki baskı ve eziklik kalmaya devam edecektir. Ne erkekler kadını Erkek, nede kadınlar kadını Erkek gibi yapmak ve düşünmek için kendilerini zorlamamalıdırlar. Erkek ve Kadın Artı ve Eksi gibidir ve öyle olması da gerekmektedir. Biri olmadan diğeri bir anlam ifade etmez.
8 Mart Emekçi kadınlara kutlu olsun.


4. Yoldaş Nadir Nadi çelik’in müdahalesi

9 Mart 2008

M. Ural ve Y.Orkunoğlu yoldaşlara notlar

Mihrac yoldaşın ’’Kadın Hakları İçin İnsan Kadar Doğayı da Eğitmek Gerek’’ makalesini okuyup notlar kaleme alırken Yener Orkunoğlu’nun sözkonusu makale ile ilişkin notları elime ulaştı. Orkunoğlu’nun notlarının kaleme aldığım notlarla önemli ölçüde benzerlik taşıması üzerine devam etmek gereği böylece ortadan kalkınca bu kez de Değerli İki arkadaş; Bedrettin ve Orkunoğlu arasındaki söz konusu iletişim ile ilişkin notlar kaleme almak ihtiyacı ortaya çıktı.
Şöyle ki, Mihrac yoldaşın vermiş olduğu cevaptan Orkunoğlu’nun kaleme aldığı notların söz konusu makalenin daha da anlaşılabilir olmasına katkı sağladığı görülüyor. Bedrettin yoldaşın Orkunoğlu’nun notlarına karşılık yaptığı açıklamaları oldukça tatminkar buldum. Orkunoğlu’nun notlarına ek olarak denilebilir ki;

Mihrac yoldaş, kaleme aldığı söz konusu makalede bu konudaki geniş bilgi birikimlerini özetlemiş, hatta özetin özetini çıkartmış. Bu durum okurun, yazarın ana fikrine ulaşmasında zorluklar yaşamasına yol açabilir.. Diğer bir nokta ise makalede konunun soyutlama sürecinde yaşanan aşırı yoğunluk (soyutlamadaki yoğunluk) makalenin anlaşılmasında okuru kısmen sıkıntıya sokabilir.

İçeriğe dönecek olursak; Yine Orkunoğlu’nun notlarına ek ya da tamamlayıcı olacağını düşündüğüm bir noktayı aktarmak istiyorum: Makalede yer alan ’’... bu günün algılayışıyla sürdürülen çabalar her defasında yeniden erkek lehine sonuçlanan kazanımlara dönüşmektedir’’ tespitini önemli buluyorum. Şüphesiz ki, bu tespit başlı başına geniş bir yazının konusudur. Nitekim 1994 yılında batıda kadın hareketinin son iki yüzyıllık tarihi üzerine yaptığım araştırmada her özgürlük kalkışmasının erkeğin lehine bir sonucu ortaya çıkarması oldukça dikkatimi çekmişti.

Kadın özgürlüğü adı altında gelişen sürecin her aşaması bir önceki aşamadan daha vahşi daha sinsi daha adaletsiz bir konumlanışı yarattığı anlaşılıyor.

Ve bu adaletsiz sürecin ’’kadının özgürleşmesi’’ adı altında gelişmesi ise ayrıca dikkate değer bir noktadır. Modern batı toplumunun şiarı olan ’’kadın- erkek eşitliği’’ tarihte belki de kadınlara karşı en sinsi en zeki ve kurnazca hazırlanmış tuzaklardan bir tanesi olmasıdır. Ve yine en ilginç olanı da kadın hareketinin oluşturduğu öncü kadroların bu sinsi tuzağı fark edememiş olmalarıdır. Batıda, toplumsal üretim alanlardaki ihtiyaca göre konumlandırılma hedefine yönelik olarak evinden dışarıya çıkartılan kadın, doğa durumu dikkate alınmadan demir-döküm fabrikalarına sürülerek ’’özgürleştirildi!’’ Ve böylece kadının erkekten bir farkı olmadığı onunla eşit olduğu ve en az onun kadar güçlü olduğu ispatlanmış olundu!!
Bu hastalıklı süreci taklit eden Türkiye gibi ülkelerde ise ortaya çıkan vahim sonuçlar ayrı bir yazının konusudur.

Aziz yoldaşlar; M.Ural ve Y.Orkunoğlu, gerek makale gerekse makaleye dair alınan notlar beni de bu konuda bir çift söz söylemeye teşvik etmiş oldu. Bu konuyu ileriki zaman diliminde daha kapsamlı bir tarzda ele almak umuduyla basit notlarımı burada noktalıyor ve elinize ve beyninize sağlık diyorum.


Hiç yorum yok: