Sınırları insan erdemleriyle belirlenmiş, ne sınıfsal ne de etnik nedenlere mahkum olmamış doğrularımızla özgürlük ve demokrasi mücadelesini sürdüreceğiz...

BURADAYIZ İŞTE...

OKURLARIMIN DİKKATİNE. BLOGUMDA TEKNİK BİR ARIZA YA DA BİR SALDIRI GERÇEKLEŞMİŞTİ.. ŞİMDİ HER ŞEY YOLUNDA...EMEKLERİMİZ BURADA... SAĞLICAKLA KALINIZ...

PARALEL BİR BLOG DA DEVAM EDİYOR...

Yeni blogun adresi: http://mirural.blogspot.com/

ŞU AN İZLEMEKTE OLDUĞUNUZ BLOG ADRESİ İLE YENİ BLOG ADRESİ BİRBİRİNE ÇOK YAKINDIR. İLGİNİZE TEŞEKKÜRLER.

MİHRAC URAL

...

...

...

...

TÜRK MODERNLEŞMESİ JAKOBENİZM VE BONAPARTİZM

Yener Orkunoğlu

Türkiye'de modernleşme hareketinin tarihini ve modernleşmenin toplum üzerinde yarattığı etkileri incelemek ve aynı zamanda modernleşme konusunda liberal entelektüellerin yarattığı yanılsamaları açığa çıkarmak zorundayız.
Liberal entelektüellerin çarpıttığı bir konu var. Siyasal İslam'ın yörüngesine girmiş bir çok entelektüel, Türkiye'deki Kemalistleri Jakoben olmakla suçlarlar. Yani Jakobenizm, darbeci ve anti-demokrat olmakla özdeşleştirilir. Böylesi bir değerlendirme, Jakobenizmin çarpıtılmasıdır. Kemalizm'i, Jakobenizm olarak değerlendirmek, Jakobenizme karşı bir haksızlıktır. Çünkü Jakobenizm, Fransız Devrimi döneminde küçük burjuvazinin (baldırı çıplakların) radikal bir devrimci hareketi olarak doğdu. Fransız Devrim hareketinin sol kanadını oluşturur.
((Devamı orta sol sutunda))

..

..

Mihrac Ural

Mihrac Ural

Yeniden felsefe okumak


Cumhuriyetin Doğuya sırtını dönmesinin mahkumu idik. Alfabe kırılmasının sonucu da, okuma adına nemiz var nemiz yok, arşivlerin küfüne terk edildi. Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle zaten olmayan okumalara, sıçramalardan oluşan, dengesiz ve sonuçta eksiklikten kaynaklanan bir topallamaya düştük. Bu da, ülkemiz felsefe bilincinin derinlik ve bütünlüğünü oluşturacak zincir halkalarının kopuk olmasını getirmiştir.
Yunan felsefesi akılcılığının Aristo’yla temsil edilen sunumunu, İslami bir yorum ve ilerleyişle ele alan Farabi’de ifadesini bulan akılcılığa karşı, “ Tahafüt el Felasife” diyerek, dünya ve ahiret işinde akıla yer bırakmayan Gazali’nin, bu güne kadar süren tutuculuğundan yana saf belirlemiştir. Gazalinin, “filozoflar”ın aklın hareketinden yana dünyevi olayları yorumlayan yaklaşımlarına karşı yaptığı eleştirilere, aklın bir militanı İbni Rüşt’ün ünlü cevabı olan “Tahafüt el Tahafüt” ü tanımazlıktan gelmiştir. Böylece sağ, Yunan ve batı felsefe okumaları eksiğiyle iki ayağı topal hale gelmiştir. Dayandığı felsefi okumaların karşıtlarını da bilmemekle, sığ kalmıştır.((Devamı sol ana sutunda))

****

****

24 Nisan soykırımı hepimizi katletmişti...

Mihrac Ural

Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi –soykırımı- hepimizi katletmişti. Tam 93 yıldır sürmekte olan zorunlu sürgün ile insanlık sucunda İttihat –Terakki’nin ‘SOYKIRIM’ imzası vardır.

Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır.

Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur.

“Resmi tarih” diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.**19. yy sonlarından başlayarak, Katolik ve Gregoryan (Ortodoks) diyerek birbirlerine kırdırılan, tenkil ve sürgünlerle, mal mülklerine el konularak baskı altında tutulan Ermenilere yönelik soy kırımı, I Dünya savaşının, malum bol bahaneleri altında girişilmiştir (24 Nisan 1915).

Savaş sırasında, önce Ermeni gençlerinin Askere alınarak silahsız bırakılması ve ardından toplu tasfiyelerin yapılması, geride kalan Ermeni halkının Tenkil ve sürgünlerine geçilmesi. Bu konuda talimatların dakik bir biçimde, en yetkili resmi merciler tarafından istenip, izlenmesi. O dönemin Sadrazamı (Başbakanı) Talat Paşa’nın, başından itibaren olayları, dikkatlice takibi, emirler vermesi, istatistik tutması (iskan edecekleri yerde dahi nüfusa göre oranlarının %5 geçmeyecek düzeyde tutulmaları talimatları da dahil) ve bunun en ince ayrıntısına kadar yazılı özel notlarla tescili, Ermenilere reva görülen her şeyin, planlı bir tarzda icra edildiğini göstermeye yeterlidir (Ermeni tehciriyle ilgili Talat Paşa’nın tutanakları için bkz. Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi, 24 Nisan 2006’dan itibaren yayınlanan dizi) Bu, Ermenilere ilişkin, adına ne konulursa konulsun, yapılacak olanların önceden planlanmış eylemler olduğunu gösterir.

Bundan sonra, sonuçlara bakılarak, yapılanlara verilecek ad, tanımlamaya geçilir.*Böylesine planlı ve en ince ayrıntısına kadar takip edilmiş ve bir etnik topluluğa yönelen, sonuçta en iyimser tahminlerle, el yazması tutanaklardaki rakamlarla bir milyon (1000 000) üzerinde Ermenin ölümüne yol açan, kimi şehirlerde nüfusu yüz binlerden sıfıra indiren, çoluk çocuk on binlerce canın etnik yapısını değiştirmek için farklı etnik toplumlara dağıtan, topraklara el koyan, binalarını yıkan, her türden maddi ve canlı servetine el koyup katleden girişimlere, soy kırımından başka bir ad verilemeyeceği görülür.

Bu bir soykırımdır. (..)Osmanlıdan, cumhuriyete süre gelen bu aklın, daha uzun süre yürürlükte olma tehlikesi tüm çıplaklığıyla kendini göstermektedir. Tarihimizle cesurca yüzleşmeden bu aklı toplumsal işlevlerimizden ve geleceğe ilişkin yaşam planlarımızdan söküp atmak güç gibi duruyor.
((*)Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı –Mihrac Ural)

**
Sıranın kendisine gelmeyeceğini sananların dikkatine, bu vatanın birimize değil, hepimize ait olduğunu bir kez daha, bin kez daha yeniden birbirimize kanıtlamakla yükümlü olduğunuzu artık anlamak zorundasınız.

Bilmelisiniz ki, farklılıkları içselleştirmek, onlarla barış içinde yaşamayı fiilen gösterip, haklarını anayasal ve kurumsal güvencelerle kökleştirmek ertelenmez bir görev haline gelmiştir, bu yapılmadıkça bu vatanın hepimize ait olduğuna kimseyi inandıramazsınız.

Mümkünü, imkansız hale getirmeye devam ederseniz, sizi biz farklılar, ayrı varlıklar bile kurtaramaz. Bunun vebali, Hrant Dink’in katline yol açan akıl sistematiğinin kıyımına tek tek ve topluca maruz kalmaktır bilesiniz.
((*)Hrant Dink'in Katli ve Tarihi Gerçekler –Mihrac Ural)


Murat Altunöz’ün Beklenen Kitabı Kırılgan Zamanlar Çıktı…

2002 Ocak ayında başladığımız yolculuğumuza 7 yıldır devam ediyoruz. Karalama Dergisi, ülkenin koşullarına göre bazen inişler ve çıkışlar yaşamamıza rağmen her geçen gün dergimizle daha da büyüyoruz.

Karalama Dergisi olarak;
Şair Nevruz Uğur ve Halil İbrahim Yıldız’ın kitaplarından sonra Karalama’nın Kurucusu ve halen Editörü olan Murat Altunöz’ün Kırılgan Zamanlar adlı kitabını yayımladık.
Geçmiş zamanların, kırılmış, yalnız ve hüzünlü dizelerinde bulduk kendimizi,
Her dize de bir direniş, bir sürgün, bir ayrılık ve özlem var.
((Devamı sol alt sutünda))

...

...

Yerel Çeteleşmenin Boyutu...

Murat Altunöz /Gazeteci

Çeteleşme yıllar sonra Ergenekon operasyonuyla tekrar gündeme geldi. Eskiden bildiğimiz mafya sistemi çökmüş artık daha organize ve daha profesyonel bir hal alan almıştır.Bazı yazarlar, Emekli Polisler ve Emekli askerlerinde içinde bulunduğu yeni bir yapı ortaya çıktı.Aslında bu tür çeteleşmeler yıllardır hep ülkemizde vardır. Ama bu hafta benim bahsetmek istediğim yerel çetelerdir. malesef son yıllarda ciddi anlamda yerel çeteleşme ve Organize suçlarda bir çoğalma vardır. Zaten Hatay il Emniyet Müdürü Osman Çapalı'da bu konuya dikkat çekerek " Bireysel suçlar artık organize suçlara kaymıştır" demiştir.
((Devamı sol ana sutunda))


İNTERAKSİYON

Faiz Cebiroğlu
Her gelişim, karşılıklıdır. Her ileriye yönelik değişim, bir interaksiyondur. İnteraksiyon, karşılıklı etkileşim oluyor. İnsanlar, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek sosyal yönlerini geliştiriyorlar. Sosyal yönünü geliştiren insan, aldığı öğreti ve deneyimlerle bireysel yönünü ”işleyerek” yapılandırıyor. Yapılanma, ”özbilinç” ve ”özgüven” ile nitelik bir hal alıyor.

İnteraksiyon ya da karşılıklı etki, yaşadığımız toplumda, değişik yer ve ortamlarda farklı farklı oluyor. Dille başlayan diyaloğa; insanların bulunduğu yaşam tarzları, çalışma biçimleri ve kısacası sahip oldukları sınıfsal konumları da ekleniyor. Sosyal sınıf, gelişimde ”ana halka” oluyor. Sosyal sınıf, ileriye yönelik değişimin ”can alıcı noktasını” oluşturuyor.

(Devamı orta ana sütunda )
http://mirural.blogspot.com/

...

...

Yabancılaşmanın Dinamiği


Mihrac Ural

Yabancılaşma, insanlık ailesini birbirine yakınlaştıran, farklarını hızla öteleyen özel mülkiyeti ve olumsuz sonuçlarını bile köşeye sıkıştırma işlevi gören sonuçlarıyla, olumsuz değil çok olumlu bir role sahiptir. Tarihsel süreciyle derinleşip geliştikçe gerçekleşen yabancılaşma, insana çok daha cüretkâr olma, çok daha özgürce beyin labirentlerinde kurguladığı fantezileri yaşama ve bunu yaparken de dar anlamda aile, mahalle gibi klancı darlığın etkiler altında kalmayıp, geniş anlamda da ulusal sınırları aşıp belki başlangıcı sanal âlemin nimetleriyle, bilgi çağının iletişim olanaklarıyla bu tutku ve arzularının doruklarını zorlama şansını elde etmektedir.Yabancılaşma olmasaydı, emeğin sosyal etkilerinden bahsetmemiz mümkün olamazdı. Emek ne kadar sahibinden uzaklaşır, ne kadar sahibine belirgin olmaktan çıkarsa, o kadar evrensel ölçeklerde hizmet sunmaya başlamış demektir. Ve bir o kadar kültürel farklılıklarını hesaba katmadan ( renk, ırk, ulus, coğrafya, bölge farkı tanımadan) insan türüne ait hale gelmiş demektir.
((Devamı orta ana sol sütunda: ))
http://mirural.blogspot.com/

..

..

MİLLİ MARŞLAR

Ayşe Hür
1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı ‘Tre Trallade Jantor’dur. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkar ve ‘Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr….’diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası olayı "centilmen Türk seyircisinden jest" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi…
“Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur/Katibimin setresi uzun eteği çamur… diye başlayan ünlü türkünün bestesi 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’daki Selimiye Kışlası’nda kalan ‘eteklikli’ İskoç Alayı’na moral vermek için yazılmış ‘Donsuz askerler…’ diye başlayan bir asker şarkısıdır. II. Mahmut döneminde (1808-1826) modernleşme çabaları sırasında askerlere giydirilen setre ve pantolon mutaassıp çevreler tarafından ‘sokağa donla çıkmakla’ eşdeğer görülmüş, özellikle de ‘gavur mukallitliği’ denilen bu modernleşme hareketine çabuk uyum gösteren eli yüzü katipler halkın diline düşmüştür. Bir İstanbul külhanbeyi, bu katiplerle alay etmek için, Üsküdar yolu üzerinde olan Selimiye Kışlası’nda kalan İskoç askerleri için yazılan marşın müziğine Türkçe sözler yazar ve ünlü Katibim türküsü ortaya çıkar.
1974 Kıbrıs ‘Barış Harekatı'ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkumları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.

((devamı sol büyük sütunda))

30 Mart 2008 Pazar

20. ARAP ZİRVESİ

Bedreddin Mahir

29 Mart 2008

20. Arap zirvesi, (29-30 Mart 2008) Suriye’nin başkenti Şam’da toplandı. Bölgemizin ciddi sorunlardan geçtiği bir kesitte, Arap aleminin derin bir bölünme içinde olduğu, ABD-İsrail müdahalelerinin, tehdit, baskı işgal ve dayatmalarının en dorukta olduğu bir kesitte Arap zirvesi, Arapların içler acısı siyasal hallerini yansıtan bir tabloyla toplandı.

Zirvenin Suriye’de bağlanmasına pervasız müdahalelerle karşı çıkan ABD, Arap gericiliğinin baş aktörleriyle, son ana kadar kararsızlık içindeki Arap liderlerinin katılımını engelleme çabalarını sürdürdüler; ABD başkanı ve bakanlarının kararsız Arap liderlerine zirvenin toplanma gününe Beyaz Saray’da verdikleri buluşma randevusu dahil (Bahreyn kralıyla görüşme), Dışişleri bakanı Condoleezza Rice‘ın bölgeyi aniden ihdas edilen gezisiyle zirveye katılımları engelleme çabası, akıllara ziyan bir çirkinlikle sergilenmeye devam etti; Filistin yönetimi lideri Mahmut Abbasa’nın, zirve toplantıları ortasına denk gelen görüşme randevusunun verilmesi ve buna mecbur bırakılması, bölgemizde insanı çileden çıkaran onur kırıcı süreçleri göstermesi açısından hayretle izlenmektedir. Her türlü Bizans oyununun yapıldığı bir koşulda zirveyi toplamak, bölgemizin anti-emperyalist direnme güçleri için bir başarı olarak tecelli etmiş oldu.

Zirveye katılan belli başlı liderler, Arap ulusunun bağımsız kararında direnen, haklarını korumak için ABD’ye boyun eğmeyen, Filistin direnişini destekleyen, komşuları ve özellikle İran’la iyi ilişki kurmak isteyen, Irakta halkın direnişinden yana olan, Lübnan’da ilerici güçlerden taraf olduğunu ilan edip, İsrail’e karşı tutum alan liderlerdi; Cezayir, Libya, Sudan bunlar arasında önde gelen ülkelerdi. 1970’li yılların Red cephesini hatırlatan bu güçlerin bir araya gelişi, yakın gelecekte bölgemizle ilgili stratejik kararlarda ortaya çıkacak saflaşmanın da sinyallerini verir gibidir.

Zirveye katılmayan Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün gibi ülkeler ise, ABD’nin dayatmalarına boyun eğen ve bu boy eğişten halkını zül (onursuzluk) içinde tutmaktan başka bir şey kazanmayan ülkeler olmuştur; Enver Sedat önderliğindeki Mısır’ın, İsrail’le 1977 Camp David anlaşmasından bu yana, ABD ile İsrail’le uyuşma çabasından sürekli zararla çıkan ve hiçbir sonuç elde etmeyip barışa ait tüm etkinliklerini kaybeden bu ülkelerin, bölgemiz dengesinde manda (korunma) ister konumdaki siyasal eğilimleri, tüm çirkinliğiyle zirveye karşı takındıkları uydu tutumlarla açığa çıkmıştır.





Suriye Dışişleri Bakan yardımcısı Faysal Mikdad, “ABD virüsü olmadan toplanan ilk Arap zirvesidir” diye yaptığı espri, gerçeği tam yansıtmasa da zirve öncesi çekilen zorlukları anlatması açısından önemle hatırlanacaktır.

Zirve, Arap bölünmesinin son halini yansıttığı kadar, Araplar arası başlayacak derin soğuk savaşın da habercisi olarak bağlandı. Araplar arası kirli çamaşırların alenen serileceği söylentileri, zirveye olan anlam ve önemi artırmakla kalmadığı gibi, gergin bekleyişin de işareti sayıldı. ABD ve Arap gericiliğinin istemediği hiçbir zirve bağlanamaz dayatmasına rağmen, Şam zirvesinin bağlanışını bir zafer olarak gören bölgemizin anti-emperyalist direniş güçleri için, yeni dönemin önemli bir soluğu sayılmaktadır. Zirvenin ardından beklenen soğuk savaşın, Hizbullah’ın 12 Temmuz 2006 savaşında İsrail’i hezimete uğratan askeri komutanı İmad Muğniye’nin katledilmesinde Suudi Arabistan istihbaratının ABD-İsrail’le birlikte oynadığı rolün ifşa edilmesiyle başlayacağı söylentileri, yeni süreçte ne türden handikapların belireceğini de gösterir gibidir.

Tüm zorluklarına, çekişme ve bölünmelerine karşın Arap zirvesi her zamanki temel sorunu Filistin davasına olan bağlılığını yeniden ilan etti. Bir yıllığına Suriye’nin başkanlık edeceği zirve, Suriye’nin Filistin davasına ilişkin bilinen hassasiyetleri ve desteğinin çok farklı bir boyut alacağı yönünde görüşlerin haklı olarak oluşmasını gündeme getirdi. Suriye’nin çağdaş tarihini bilenler, bu ülkenin Filistin davasıyla kopmaz bağını kader birliğini de iyi bilirler; İsrail devletinin kuruluşundan bu yana süren tüm savaşların bir tarafı olan Suriye’nin hala işgal altında duran Golan tepeleri, anavatanına katılmayı, halkıyla birlikte direnerek beklemektedir. Filistin-Suriye kader birliği, kamplarda yaşamını sürdüren yarım milyon Filistinliye ev sahipliğiyle Suriye’nin bu süreçte üstelendiği onurlu sorumluluğu gözler önüne sermektedir. Hiçbir Arap devletinin kabul etmediği Filistin direniş örgütleri ve liderlerine de ev sahipliği yapan Suriye’nin, bölgemiz direniş güçlerinin ön safında yer alan bir direniş dayanağı olarak görülmesi doğru bir durum tespiti olarak önümüzde durmaktadır. Şam zirvesi bu yüzden, dünya emperyalistlerinin saldırılarına, Arap gericiliğinin de katılımdan kaçışına sahne olan gelişmelere yol açtı.

Zirvenin açılışını Suriye devlet başkanı Dr. Beşşar el Esad yaptı. Zirvenin açılış konuşmalarının yıldızı ise Libya Devlet Başkanı Mumammer El kaddafi oldu. Arap Birliği Başkanı Amru Musa ve İslam Birliği Başkanı Ekmelleddin İhsanoğlu’nun konuşmaları dikkat çeken özellikler taşıyordu.

Zirvenin yeni dönem başkanı olarak Beşşar el Esad, konuşmasında özellikle Filistin davası, Arap dayanışması, Bölge barışı ve Lübnan konusuna ağırlık verdi.


Filistin halkının uğradığı kanlı kıyım ve yıkıma karşın Arapların gösterdikleri sessizliğe tepkisini dile getiren Suriye lideri “İsrail aradığı güvenliği bu yöntemlerle asla alamayacaktır” dedi. Filistin halkının ve Arap liderlerinin tüm barış çabalarına karşın, İsrail’in katliamlarla cevap vermesinin artık bir yere kadar olacağını, buna karşı Arapların yeni alternatiflere yönelerek, İsrail’e karşı tutumda daha etkin olmaya çağırdı. Savsaklamalarla öldürülen zaman içinde İsrail’in Arapların haklı davalarını unutturacağı üzerine kurgulanmış tutumların hiç fayda vermeyeceğine de işaret eden Esad, gelecek kuşakların çok daha katı bir tutumla topraklarına sahip çıkacağını; dün verilmeyenin yarın asla verilmeyeceğini, arkasında durulan hakların asla yok olmayacağını belirterek direnmenin hak kazanımında önemli bir unsur olduğuna göndermeler yaptı..

Konuşmasına, bölge barışının temel yolunun, İsrail’in işgal ettiği Arap topraklarından kayıtsız şartsız çekilmesiyle gerçekleşebileceğini belirterek devam eden Esad, Lübnan sorunuyla ilgili her türlü çözüm yaklaşımına destek olacağını dile getirdi. Lübnan konusunda Suriye’ye Lübnan içişlerine karışması yönünde dayatmaların yapıldığını, ayrı bir devlet olan, kendi yasaları, anayasası, siyasal kurum ve kadrolarıyla kendi sorunlarını çözebilecek durumda olan Lübnan’ın, bu zorluğu da kendi gücüyle aşabileceğini belirterek, bu güne kadar Suriye’nin, Lübnan’ın iç işlerine karışmakla suçlanmasının anlamsızlığına işaret etti.

Bu yılı Arap Kültür merkezi olarak başkent Şam’ın ilan edildiği hatırlanacak olursa, bu kadim Emevi kentinin Arap uygarlığı ve kültür derinlikleri için taşıdığı anlam zirvede de yankısını buldu. Başkan Esad, konuşmasında Arap kültürü ve dili konusunda kararlı adımların atılmasına yer vererek, “Arapçanın özendirilip etkinleştirilmesi için özverili çabaların verilmesi gerektiği”ni ısrarla vurguladı.

Beşşar El Esad’ın konuşması tüm gözlemciler tarafından oldukça yumuşak olduğu yönünde yorumlandı. Zirve sonrası beklenen soğuk savaş işaretlerinin yer almadığı açış konuşması, Suriye’nin bu sürece ne ölçüde hakim olduğu ve olayların tutumları yönetmediği, tersine olaylara yön verebileceği yönünde değerlendirildi. Fırtına öncesi sessizlik olarak da görülen açış konuşmasının, zirve sürecinde süren ikili görüşmelerin olumlu seyrini koruma amacına da dönük bir politika olarak yorumlandığı izlendi.

Açılış konuşmalarının yıldızı ise Libya lideri Kaddafi idi. Arapların bölünmesi, güçsüzlükleri, olayların arkasında sürüklenişleri, baskılara boyun eğişleriyle kişiliklerini, varlık olma etkinliklerini kaybettiklerini ve bu sürecin sonucunda da bir ulus olarak da yok olmanın eşiğine geldiklerini dile getirdi. Kaddafi devamla ve zirvede yer alan liderlere hitap ederek “birer manda ( korunma altında) ülkeler halindesiniz” dedi. Arapçada genellikle hayvan türlerini korumak için koruma altına alınan bölgeler için söylenen bir terim olan muhmiyi terimini tercih ederek “ülkelerinizin sonu emperyalistlerin nükleer artıklarının defnedileceği yer olmaktan başka bir anlamı olmayacaktır” dedi. Kaddafi, ABD ile dostluğunuzda işe yaramayacaktır, hepinizin, Saddam gibi asılma sıranız gelecektir” diyerek zirveyi şoktan şoka soktu. Bu noktada, “Saddam’da ABD dostuydu, Ramsfeld’in en samimi arkadaşıydı ve ABD icazetiyle İran’a karşı savaşıyordu, işi bitince de onu asmaktan geri kalmadılar” diyerek sürdürdüğü konuşmasını, “Siz Arap liderleri düşmandan daha çok birbirinize düşmansınız, birbirinize karşı muhbirlikle müptelasınız” diyerek tırmandırdı. İran’la, Türkiye’yle, tüm komşularıyla düşmanlık yerine dost olması gereken Arapların, çevresiyle sorunlarını barışçıl yollarla, uluslararası kurumlar yardımıyla çözmeleri gerektiğine vurgu yaparak, İran ile Haliç ülkeleri arasında kimi küçük adaların işgaliyle ilgili sorunlara gönderme yaptı. Afrika’da yer alan Arap ülkelerinin büyük Afrika birliği içinde varlıklarının etkinliğini korumaları gerektiğine de deyinen Kaddafi, zirvenin yıldızı olarak geldiği ve devam ettiği açış konuşması kürsüsünden, siyasi bir ağırlığı var sayılmasa da, Arap halkının gönlünden geçenleri söyleyen bir lider olarak ayrıldı.

Kaddafi, her zamanki tutumuyla sokakların nabzını en iyi tutan bir lider olduğunu gösterdi. Arap halkı adına konuştu, gerçekleri acımasızca liderlerin yüzüne haykırdı. Bu güne kadar bir milyon km² lik bir ülkede beş milyon nüfusla, kocaman beyinli sıska bacaklı bir dengesiz görünümü arz eden Kaddafi, sokaktaki halkın bitip tükenmeyen bu tür zirve ve toplantıların sonuç almayacak bir rutin olduğu gerçeğini göstermiş olmakla oynadığı rolle, yararlı olan liderler arasında yer aldı.

Arap zirvesi genel sekreteri Amru Musa’nın raporu, zirveyi en yakın ortamda canlı olarak izleyen bu satırların yazarı için dikkate alınacak çok önemli mesajlar taşıyordu. Evet Araplar dağınık, çatışmalı, kararsız, etkinlikleri olmayan varlıklar vb olarak tanımlansalar da, gerçekler çok farklıydı. Musa’nın raporu, Arapların dünya ölçeğinde taşıdıkları yaygınlık, bilgi birikimleri, ilgi alanları ve Arap birliğinin gerçekleştirdiği bölgesel zirvelerle, gerçekleştireceği kıtasal zirveler, ele aldığı konular ve ortaya koyduğu açılımlarla yeryüzünün yükselme yönünde kendi dinamikleriyle çabalayan bir ulus olduğuna kesin işaretler taşıyordu. Bu rapordan çıkarılması mümkün olan sonuç; dev coğrafyası, serveti, kaynakları ve insan potansiyeliyle Arapların 21 yy da küreselleşme çağının orijinal bir dişlisi olma yönünde kararlı adımlarla yürüdüğüdür.

Zirve yarın (30 Mart 2008) sonuç bildirisiyle kapanacaktır. Zirvenin kapanışıyla bölgemizde yeni süreçlerin açılacağına ilişkin yaklaşımları hayata geçirip geçirmeyeceği ise kısa süre içinde kendini göstereceği beklenen olaylarla anlaşılacaktır. Irak işgalini bölgede amaçladığı siyasal bir dönüşüme götüremeyen ABD, Irak bataklığındaki çıkışsızlığı sürdükçe, İran’a karşı amaçladığı darbe hazırlığı gerginlikleri tırmandırdıkça, bölgemizde barıştan bahsetmek, güven içinde yaşamdan söz etmek bir hayaldir. Kaddafi’nin dediği gibi, sıra herkese gelecektir. Buna karşı bir biçimde direnmek, gerçekte de bölgemizde yaşamın ve güvenliğimizin tek yoludur. Bize dayatılan budur, cevabi seçenekler ise elimizdedir.

Hiç yorum yok: