Sınırları insan erdemleriyle belirlenmiş, ne sınıfsal ne de etnik nedenlere mahkum olmamış doğrularımızla özgürlük ve demokrasi mücadelesini sürdüreceğiz...

BURADAYIZ İŞTE...

OKURLARIMIN DİKKATİNE. BLOGUMDA TEKNİK BİR ARIZA YA DA BİR SALDIRI GERÇEKLEŞMİŞTİ.. ŞİMDİ HER ŞEY YOLUNDA...EMEKLERİMİZ BURADA... SAĞLICAKLA KALINIZ...

PARALEL BİR BLOG DA DEVAM EDİYOR...

Yeni blogun adresi: http://mirural.blogspot.com/

ŞU AN İZLEMEKTE OLDUĞUNUZ BLOG ADRESİ İLE YENİ BLOG ADRESİ BİRBİRİNE ÇOK YAKINDIR. İLGİNİZE TEŞEKKÜRLER.

MİHRAC URAL

...

...

...

...

TÜRK MODERNLEŞMESİ JAKOBENİZM VE BONAPARTİZM

Yener Orkunoğlu

Türkiye'de modernleşme hareketinin tarihini ve modernleşmenin toplum üzerinde yarattığı etkileri incelemek ve aynı zamanda modernleşme konusunda liberal entelektüellerin yarattığı yanılsamaları açığa çıkarmak zorundayız.
Liberal entelektüellerin çarpıttığı bir konu var. Siyasal İslam'ın yörüngesine girmiş bir çok entelektüel, Türkiye'deki Kemalistleri Jakoben olmakla suçlarlar. Yani Jakobenizm, darbeci ve anti-demokrat olmakla özdeşleştirilir. Böylesi bir değerlendirme, Jakobenizmin çarpıtılmasıdır. Kemalizm'i, Jakobenizm olarak değerlendirmek, Jakobenizme karşı bir haksızlıktır. Çünkü Jakobenizm, Fransız Devrimi döneminde küçük burjuvazinin (baldırı çıplakların) radikal bir devrimci hareketi olarak doğdu. Fransız Devrim hareketinin sol kanadını oluşturur.
((Devamı orta sol sutunda))

..

..

Mihrac Ural

Mihrac Ural

Yeniden felsefe okumak


Cumhuriyetin Doğuya sırtını dönmesinin mahkumu idik. Alfabe kırılmasının sonucu da, okuma adına nemiz var nemiz yok, arşivlerin küfüne terk edildi. Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle zaten olmayan okumalara, sıçramalardan oluşan, dengesiz ve sonuçta eksiklikten kaynaklanan bir topallamaya düştük. Bu da, ülkemiz felsefe bilincinin derinlik ve bütünlüğünü oluşturacak zincir halkalarının kopuk olmasını getirmiştir.
Yunan felsefesi akılcılığının Aristo’yla temsil edilen sunumunu, İslami bir yorum ve ilerleyişle ele alan Farabi’de ifadesini bulan akılcılığa karşı, “ Tahafüt el Felasife” diyerek, dünya ve ahiret işinde akıla yer bırakmayan Gazali’nin, bu güne kadar süren tutuculuğundan yana saf belirlemiştir. Gazalinin, “filozoflar”ın aklın hareketinden yana dünyevi olayları yorumlayan yaklaşımlarına karşı yaptığı eleştirilere, aklın bir militanı İbni Rüşt’ün ünlü cevabı olan “Tahafüt el Tahafüt” ü tanımazlıktan gelmiştir. Böylece sağ, Yunan ve batı felsefe okumaları eksiğiyle iki ayağı topal hale gelmiştir. Dayandığı felsefi okumaların karşıtlarını da bilmemekle, sığ kalmıştır.((Devamı sol ana sutunda))

****

****

24 Nisan soykırımı hepimizi katletmişti...

Mihrac Ural

Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi –soykırımı- hepimizi katletmişti. Tam 93 yıldır sürmekte olan zorunlu sürgün ile insanlık sucunda İttihat –Terakki’nin ‘SOYKIRIM’ imzası vardır.

Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır.

Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur.

“Resmi tarih” diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.**19. yy sonlarından başlayarak, Katolik ve Gregoryan (Ortodoks) diyerek birbirlerine kırdırılan, tenkil ve sürgünlerle, mal mülklerine el konularak baskı altında tutulan Ermenilere yönelik soy kırımı, I Dünya savaşının, malum bol bahaneleri altında girişilmiştir (24 Nisan 1915).

Savaş sırasında, önce Ermeni gençlerinin Askere alınarak silahsız bırakılması ve ardından toplu tasfiyelerin yapılması, geride kalan Ermeni halkının Tenkil ve sürgünlerine geçilmesi. Bu konuda talimatların dakik bir biçimde, en yetkili resmi merciler tarafından istenip, izlenmesi. O dönemin Sadrazamı (Başbakanı) Talat Paşa’nın, başından itibaren olayları, dikkatlice takibi, emirler vermesi, istatistik tutması (iskan edecekleri yerde dahi nüfusa göre oranlarının %5 geçmeyecek düzeyde tutulmaları talimatları da dahil) ve bunun en ince ayrıntısına kadar yazılı özel notlarla tescili, Ermenilere reva görülen her şeyin, planlı bir tarzda icra edildiğini göstermeye yeterlidir (Ermeni tehciriyle ilgili Talat Paşa’nın tutanakları için bkz. Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi, 24 Nisan 2006’dan itibaren yayınlanan dizi) Bu, Ermenilere ilişkin, adına ne konulursa konulsun, yapılacak olanların önceden planlanmış eylemler olduğunu gösterir.

Bundan sonra, sonuçlara bakılarak, yapılanlara verilecek ad, tanımlamaya geçilir.*Böylesine planlı ve en ince ayrıntısına kadar takip edilmiş ve bir etnik topluluğa yönelen, sonuçta en iyimser tahminlerle, el yazması tutanaklardaki rakamlarla bir milyon (1000 000) üzerinde Ermenin ölümüne yol açan, kimi şehirlerde nüfusu yüz binlerden sıfıra indiren, çoluk çocuk on binlerce canın etnik yapısını değiştirmek için farklı etnik toplumlara dağıtan, topraklara el koyan, binalarını yıkan, her türden maddi ve canlı servetine el koyup katleden girişimlere, soy kırımından başka bir ad verilemeyeceği görülür.

Bu bir soykırımdır. (..)Osmanlıdan, cumhuriyete süre gelen bu aklın, daha uzun süre yürürlükte olma tehlikesi tüm çıplaklığıyla kendini göstermektedir. Tarihimizle cesurca yüzleşmeden bu aklı toplumsal işlevlerimizden ve geleceğe ilişkin yaşam planlarımızdan söküp atmak güç gibi duruyor.
((*)Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı –Mihrac Ural)

**
Sıranın kendisine gelmeyeceğini sananların dikkatine, bu vatanın birimize değil, hepimize ait olduğunu bir kez daha, bin kez daha yeniden birbirimize kanıtlamakla yükümlü olduğunuzu artık anlamak zorundasınız.

Bilmelisiniz ki, farklılıkları içselleştirmek, onlarla barış içinde yaşamayı fiilen gösterip, haklarını anayasal ve kurumsal güvencelerle kökleştirmek ertelenmez bir görev haline gelmiştir, bu yapılmadıkça bu vatanın hepimize ait olduğuna kimseyi inandıramazsınız.

Mümkünü, imkansız hale getirmeye devam ederseniz, sizi biz farklılar, ayrı varlıklar bile kurtaramaz. Bunun vebali, Hrant Dink’in katline yol açan akıl sistematiğinin kıyımına tek tek ve topluca maruz kalmaktır bilesiniz.
((*)Hrant Dink'in Katli ve Tarihi Gerçekler –Mihrac Ural)


Murat Altunöz’ün Beklenen Kitabı Kırılgan Zamanlar Çıktı…

2002 Ocak ayında başladığımız yolculuğumuza 7 yıldır devam ediyoruz. Karalama Dergisi, ülkenin koşullarına göre bazen inişler ve çıkışlar yaşamamıza rağmen her geçen gün dergimizle daha da büyüyoruz.

Karalama Dergisi olarak;
Şair Nevruz Uğur ve Halil İbrahim Yıldız’ın kitaplarından sonra Karalama’nın Kurucusu ve halen Editörü olan Murat Altunöz’ün Kırılgan Zamanlar adlı kitabını yayımladık.
Geçmiş zamanların, kırılmış, yalnız ve hüzünlü dizelerinde bulduk kendimizi,
Her dize de bir direniş, bir sürgün, bir ayrılık ve özlem var.
((Devamı sol alt sutünda))

...

...

Yerel Çeteleşmenin Boyutu...

Murat Altunöz /Gazeteci

Çeteleşme yıllar sonra Ergenekon operasyonuyla tekrar gündeme geldi. Eskiden bildiğimiz mafya sistemi çökmüş artık daha organize ve daha profesyonel bir hal alan almıştır.Bazı yazarlar, Emekli Polisler ve Emekli askerlerinde içinde bulunduğu yeni bir yapı ortaya çıktı.Aslında bu tür çeteleşmeler yıllardır hep ülkemizde vardır. Ama bu hafta benim bahsetmek istediğim yerel çetelerdir. malesef son yıllarda ciddi anlamda yerel çeteleşme ve Organize suçlarda bir çoğalma vardır. Zaten Hatay il Emniyet Müdürü Osman Çapalı'da bu konuya dikkat çekerek " Bireysel suçlar artık organize suçlara kaymıştır" demiştir.
((Devamı sol ana sutunda))


İNTERAKSİYON

Faiz Cebiroğlu
Her gelişim, karşılıklıdır. Her ileriye yönelik değişim, bir interaksiyondur. İnteraksiyon, karşılıklı etkileşim oluyor. İnsanlar, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek sosyal yönlerini geliştiriyorlar. Sosyal yönünü geliştiren insan, aldığı öğreti ve deneyimlerle bireysel yönünü ”işleyerek” yapılandırıyor. Yapılanma, ”özbilinç” ve ”özgüven” ile nitelik bir hal alıyor.

İnteraksiyon ya da karşılıklı etki, yaşadığımız toplumda, değişik yer ve ortamlarda farklı farklı oluyor. Dille başlayan diyaloğa; insanların bulunduğu yaşam tarzları, çalışma biçimleri ve kısacası sahip oldukları sınıfsal konumları da ekleniyor. Sosyal sınıf, gelişimde ”ana halka” oluyor. Sosyal sınıf, ileriye yönelik değişimin ”can alıcı noktasını” oluşturuyor.

(Devamı orta ana sütunda )
http://mirural.blogspot.com/

...

...

Yabancılaşmanın Dinamiği


Mihrac Ural

Yabancılaşma, insanlık ailesini birbirine yakınlaştıran, farklarını hızla öteleyen özel mülkiyeti ve olumsuz sonuçlarını bile köşeye sıkıştırma işlevi gören sonuçlarıyla, olumsuz değil çok olumlu bir role sahiptir. Tarihsel süreciyle derinleşip geliştikçe gerçekleşen yabancılaşma, insana çok daha cüretkâr olma, çok daha özgürce beyin labirentlerinde kurguladığı fantezileri yaşama ve bunu yaparken de dar anlamda aile, mahalle gibi klancı darlığın etkiler altında kalmayıp, geniş anlamda da ulusal sınırları aşıp belki başlangıcı sanal âlemin nimetleriyle, bilgi çağının iletişim olanaklarıyla bu tutku ve arzularının doruklarını zorlama şansını elde etmektedir.Yabancılaşma olmasaydı, emeğin sosyal etkilerinden bahsetmemiz mümkün olamazdı. Emek ne kadar sahibinden uzaklaşır, ne kadar sahibine belirgin olmaktan çıkarsa, o kadar evrensel ölçeklerde hizmet sunmaya başlamış demektir. Ve bir o kadar kültürel farklılıklarını hesaba katmadan ( renk, ırk, ulus, coğrafya, bölge farkı tanımadan) insan türüne ait hale gelmiş demektir.
((Devamı orta ana sol sütunda: ))
http://mirural.blogspot.com/

..

..

MİLLİ MARŞLAR

Ayşe Hür
1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı ‘Tre Trallade Jantor’dur. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkar ve ‘Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr….’diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası olayı "centilmen Türk seyircisinden jest" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi…
“Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur/Katibimin setresi uzun eteği çamur… diye başlayan ünlü türkünün bestesi 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’daki Selimiye Kışlası’nda kalan ‘eteklikli’ İskoç Alayı’na moral vermek için yazılmış ‘Donsuz askerler…’ diye başlayan bir asker şarkısıdır. II. Mahmut döneminde (1808-1826) modernleşme çabaları sırasında askerlere giydirilen setre ve pantolon mutaassıp çevreler tarafından ‘sokağa donla çıkmakla’ eşdeğer görülmüş, özellikle de ‘gavur mukallitliği’ denilen bu modernleşme hareketine çabuk uyum gösteren eli yüzü katipler halkın diline düşmüştür. Bir İstanbul külhanbeyi, bu katiplerle alay etmek için, Üsküdar yolu üzerinde olan Selimiye Kışlası’nda kalan İskoç askerleri için yazılan marşın müziğine Türkçe sözler yazar ve ünlü Katibim türküsü ortaya çıkar.
1974 Kıbrıs ‘Barış Harekatı'ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkumları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.

((devamı sol büyük sütunda))

22 Aralık 2007 Cumartesi

Tarih yoktur, Tarihçi vardır-Ayşe HÜR



Ayşe HÜR

20.yüzyılda, her alanda olduğu gibi tarih yazımı alanında da çok büyük değişiklikler yaşandı. Yaklaşımını çok beğendiğim Britanya'lı diplomat-felsefeci Edward Hallet Carr’a (1892-1982) göre tarihsel gerçekler (olgular) içine mızrak konmadan dik durmayan boş bir çuvala benzer. "Boş çuvalı dik tutan mızrak", tarihçilerin onlara yüklediği anlam ve önemdir. Yani, olguların nasıl bir sırada ve nasıl bir bağlamda ele alınacağına karar veren tarihçinin bizzat kendisidir.
Ben bu buluşmadan çok mutluyum. Yazılarımın, cümlelerimin uzun ve yoğun olmasından şikayet edenler var. Hak veriyorum, bu benim kusurlarımdan biri. Elimden geldiğince kendimi düzeltmeye çalışacağım. Ama daha büyük kusurum, ‘tarih nedir, tarihçi kimdir, objektif tarihçi var mıdır’ gibi tarih yazımı (historiografi) meselelerine ilişkin düşüncelerimi bu güne dek okuyucularımla paylaşmamış olmam. Geç yazmak, hiç yazmamış olmaktan iyidir diyerek şimdi yazıyorum.

Batı dillerinde, “tarih” için kullanılan sözcüklerin kökeni olan EskiYunanca’daki historein fiili "öğrenmeye çalışmak, araştırmak, incelemek, keşfe çıkmak, gezerek tanımak, sormak, soruşturmak, sorarak bilgi edinmek, sözle ya da yazıyla bildiğini aktarmak" gibi onlarca anlama gelirdi. Nitekim, Mısır'dan Karadeniz'in kuzeybatı kıyılarında uzandığı tahayyül edilen İskit ülkesine; İtalya'dan Anadolu'ya kadar uzanan dev bir coğrafyaya dair yazdığı 9 ciltlik ünlü eseri, kendisinden yaklaşık 7 yüzyıl sonra, Historiai (Tarihler) adıyla anılacak olan ‘Tarihin Babası’ Herodotos (MÖ. 484-425), ille de gördüklerini anlatmak zorunda hissetmemişti kendini. Bazen söze "ben gördüm" diye başlamış, bazen "söylediler ki" demiş, bazen "dendiğine göre" diye devam etmişti. Üstelik bunları yaparken, tarih vermeyi de pek şart görmemişti. Kendisine ‘Tarihin Babası’ diyenler olduğu kadar ‘Yalanın Babası’ diyenlerin de olması bu yüzdendi. Gerçeklikle efsane, tarih ile destan arasındaki farklara kafa yoran ise başka bir Yunanlı, Thukydides (M.Ö. 460 - 404) oldu. Thukydides, anlatısı boyunca birinci şahsa, yani tarihçiye dair tüm izleri silmeyi hedefledi. Ona göre tarih bir çeşit vakayiname idi, tarihçi ise sadece olayları izleyen bir göz ve yazan bir eldi.

Roma'da, historia iki damar halinde gelişti. Bunların birincisi olayların Annales denen yıllıklara kaydedilmesi geleneği, ikincisi ise tarihin nasıl yazılabileceğini konu alan Historiographia (tarih yazımı) meselesi idi. Bu dönemde, aynı zamanda, geçmişi hatırlamayı dinsel bir görev olarak gören Yahudiler ve onlardan devraldıkları gelenekle Eski Ahit'e (Tevrat'a) kendi tarihlerini ekleyen ilk Hıristiyanlar, tarih yazımına dinsel bir içerik kattılar.

16.yüzyıldan itibaren, Reform ve Aydınlanma akımlarının da etkisiyle, tarih tekrar dünyevileşirken, 19.yüzyılda tarihi katı kurallara bağlı objektif bir bilim olarak tanımlayan Leopold von Ranke (1795-1886) tarihte gerçekten neler olduğunu göstermenin aslında tanrının düzenini ortaya koymak olduğunu ileri sürerek, dünyevi olanla dinsel olanı birbirine karıştırdı. Ama asıl, “belge fetişizmi” dediğimiz bir tür tarihçi hastalığının temelini attı. Sonuç olarak, Herodotos'tan Ranke'ye kadar uzanan tarih yazımının temel iddiaları şöyle idi: 1) Tarih, gerçekten var olan kişiler ve gerçekten icra edilmiş eylemleri ortaya koyar, 2) İnsani eylemler, aktörlerin niyetlerine ayna tutar, dolayısıyla tutarlı bir anlatı kurmak isteyen tarihçinin görevi bu niyetleri kavramaktır, 3) Olaylar tutarlı bir silsile içinde öncekileri izler, dolayısıyla tarih, tek boyutlu bir zaman içinde ilerler. Yani ortada "tarihsel gerçeklik" diye bir şey vardır ve tarihçi bunu ortaya çıkarabilir!

Tarih ve İdeoloji

20.yüzyılda, her alanda olduğu gibi tarih yazımı alanında da çok büyük değişiklikler yaşandı. Yaklaşımını çok beğendiğim Britanya'lı diplomat-felsefeci Edward Hallet Carr’a (1892-1982) göre tarihsel gerçekler (olgular) içine mızrak konmadan dik durmayan boş bir çuvala benzer. "Boş çuvalı dik tutan mızrak", tarihçilerin onlara yüklediği anlam ve önemdir. Yani, olguların nasıl bir sırada ve nasıl bir bağlamda ele alınacağına karar veren tarihçinin bizzat kendisidir. Dolayısıyla, tarihçinin kendini objektif (nesnel) görmesi ya da tüm olgulara yani tarihsel gerçekliğe vakıf olduğunu düşünmesi bir yanılsamadır. Yani ‘tarih yoktur, tarihçi vardır’ diyenler haklıdır.
Peki, ‘objektif tarihçi’ diye bir kavram anlamsız mıdır? Elbette hayır, ama Carr'a göre ‘objektif tarihçi’, kendini objektif sayan ya da böyle görmeyi tercih eden ve kendini tüm ideolojilerden ve dönemin bağlamından bağımsız gören kişi değildir. ‘Objektif tarihçi’ ortaya koyduğu tarih yazımını, kusursuz bir gerçeklik olarak sunmaya kalkan değil; tarihsel gerçeklerin ve teorilerin sınırlarını kabul eden, değerlerin ve gerçeklerin bir arada olduğunu ve bunların kendi üzerindeki etkisini fark eden, nihayet vardığı sonuçlara, hangi gerçeklerden ve hangi değerlerden yola çıkarak vardığını söyleyen kişidir. Lafı uzattığımın farkındayım. Ama, bu sayfalarda, AGOS’ta, TARAF’ta, RADİKAL’de ya da bir başka yerde ‘tarihsel gerçeklik’ olarak ortaya koyduğum şeylerin tümünde, değer yargılarımın ve ideolojik biçimlenmemin izlerinin olduğunu hatırlatmayı borç biliyorum. Okuyucuların da, okudukları metinleri değerlendirirken, kaçınılmaz olarak, kendi değer yargıları ve ideolojik biçimlenmeleri ile yorumlar yapacağını tahmin ediyorum. Ancak, bunun aslında olumlu bir şey olduğunu düşünüyorum, çünkü iki taraf arasında farklı yaklaşımlardan doğabilecek düşünsel çatışmaların, tarihsel gerçekliğe biraz daha yaklaşmamızı sağlayacak bir yaşam pınarı işlevi görmesi pek ala mümkün. Yeter ki ortada iyi niyet olsun, yeter ki önyargılarımızın esiri olmayalım.
Peki ‘tarihsel gerçeklik’ ne işimize yarar? Bir tarihçi Balkan halkları için "o kadar çok tarihleri var ki, geleceği inşa etmeye ihtiyaç duymuyorlar" demişti. Gerçekten de, tarihe aşırı önem atfetmek, deyim yerindeyse 'tarihe saplanmak' toplumlara ayak bağı olabilir. Ama, 'fazla tarih' kadar 'az tarih' de iyi değildir. Çünkü ancak tarihe bakarak bugünü anlayabilir, içinde yaşadığımız sorunların nasıl ortaya çıktığını, nasıl şiddetlendiğini, nasıl kemikleştiğini kavrayabiliriz. Böylece geleceği inşa ederken daha az yanlış yaparız.
Tarihle şiirin eşsiz bileşiminin mucidi Ece Ayhan dediği gibi “Atlasları getirin! Tarih atlaslarını!En geniş zamanlı bir şiir yazacağız” demek haddime değil ama, yakın ve uzak geçmişten konuları ele alırken amacım okura bir yol haritası sunmak değil, bize doğru diye belletilenlerin arkasında yeni, farklı bir şey var mı diye bakmaya heves uyandırmak, kasıtlı olarak çarpıtılan, atlanan, abartılanlara dikkat çekmekten ibaret. Bu yazıların, hem yazarı, hem de okuyanları, ıÜüE. H. Carr'ın deyişiyle "yalnız geçmiş zamanların uygunsuz etkisinden değil, kendi zamanımızın uygunsuz etkisinden, gelecek zamanların ve çevrenin tiranlığından, soluduğumuz havanın basıncından da kurtarması" ve tarihe karşı daha önyargısız, daha hoşgörülü, daha kavrayıcı bir bakışla tanıştırması umuduyla herkesin bayramını kutluyor, sevgi ve selamlarımı gönderiyorum.

Hiç yorum yok: