Mihrac ural- Yener orkunoğlu dostça sohbet iletileri
1. ileti
Mihrac Ural’dan
Değerli Yener,
İletini aldım. Sağ ol.
Evet çok uzun zaman oldu hiçbir iletişim kurmayalı. Olsun bu gün bu satırları yazma dinamiğini gösterebiliyorsak, bu içimizdeki yaklaşımı ifade ediyor. Bunun önemi, uzun zamana yayılmış olsa da küçümsenmeyecek çaptadır.
Özgür Politika’daki yazıları bir ara izlemiştim. Umarım şimdi daha sık izleme olanağım olacak. Bunu da ilginin bir ifadesi olarak algılaman dileğiyle. Zira, Metro-sol yarı aydınların oluşturduğu hengame içinde, taşralı ilan ettikleri tutarlı aydınları halelerine yaklaştırmama çabası beni çok özüyor ve bu yüzden tüm samimi aydınlanmacı çabalara destek olmayı kendime bir görev olarak görüyorum.
Bu iletim biraz uzun olabilir. İlgimin bir başka ifadesi olarak, yararlı olacağına inandığım bazı izlenimlerimi, gönderdiğin iletide açılmayan dosyalarda yer alan, ancak özgürhaber sitesinden çıkarttığım “Klasik Ulusçuluk ve Demokratik Ulus” makalene yönelik olarak yapacağım. Sanırım sende, bu önerinle ilgili epey kafa yormuş ve geliştirme çabası içindesin.
Mihrac Ural
13 Şubat 2007
mir@postmaster.co.uk
Öncelikle yazıda ciddi bir kavram oturmamışlığı olduğunu söyleyeceğim. Sanırım sende farkındasın, çünkü cümlelerini kurarken bu sıkıntı satırlara yansımış gibi duruyor. Bunları yer yer göstermeye çalışacağım.
Bunların en önemlisi ve makalenin ana mihverini oluşturan önermenin tanımlanmasında kendini gösteriyor. “Demokratik ulusçuluk” kavramı, kurulması yerinde olmayan bir kavramdır. Zira yazının tümünde anlatılanlar demokratik bir devlet tanımı içinde mütalaa edilecek şeylerdir. Zaten klasik ulusçuluk derken bir ileri aşamada modern ulusçuluk kavramını kullanman gerekirdi. Ancak amacın, farklı bir ulus tanımlamasına varmak için ısrarla “Demokratik ulus” tan bahsediyorsun. Ancak yazının tümünde bu yeni önerme için hemen hemen hiçbir veri yok. Sadece adı var. Makalenin son iki küçük paragrafından isim önermesi ve ulusa ait olmayan işlevlerle ilgili bahisten öteye gitmeyen “Devletin ulustan ayrılmasını savunur....tarafsız olmasını savunur” cümleleri yer alıyor. Yani önerme tüm yönleriyle okuyucuya bilgi verecek bir önerme olmamış. Bu tıkanmanın nedeni bence, böylesi bir önermenin ne teorik olarak ne de pratik olarak “demokratik devlet” önermesi dışında bir şey olmamasındandır. Bu durumda konu çok farklı olur. Demokratik devlet hadisesi demokrasi güçlerinin ittifak halinde oldukları bir önermedir ve siyasal programı nüans farklılıklarıyla her tarafın kabul sınırları içindedir.
Demokratik devlet ve modern ulus bir biriyle ilgili fenomenlerdir. Kapitalist üretim ilişkilerinin doğal gelişme seyrinin bir sonucu olarak, gelişen emek hareketinin ortaya çıkarttığı bir sonuçtur. Kaldı ki, demokratik devlet, demokratik ulus ta yaratmaz. Ulus, üretim ilişkilerinin belli bir aşamasının tarihsel bir olgusu olarak doğmuştur (kapitalizmin şafağında doğma esprisi). Bu açıdan, kavramların oturmamışlığına bir örnek olarak “ Burjuvazi, dinin yerine milliyetçiliği geçirdi” demeni de aynı yaklaşımın bir sonucu olarak gördüm. Sanki bu tür olgular bir kararla, sonuç olanların (Üretim ilişkilerinin bir ürünü olan burjuvazinin), isteklerinin sonucu oluşturulurlar gibi anlam çıkmaktadır. Sanırım bu noktada “demokratik ulus” oluşturmayı da bir siyasi kararla bir istekle bir uyumlaşmayla vb. olabilir gibi belirtmişsin diyeceğim (bu noktaya yeniden döneceğim).
Demokratik devleti siyasal sınırların genişletebileceği kadar genişletmek mümkün. Bu genişleme çok uluslu ülkelerde nereye kadar olur, nereden sonra bu şişme patlar, ayrı bir tartışmadır. Var olan uluslar, devletin demokratik karakterini genişlettikleri bir süreçte ayrılma haklarını kullanıp-kullanmamaları gibi sorunlarla birlikte bunu algılamak gerek. Ancak bu de demokratik ulusa değil modern ulusa yol açabilir. Yani, dünya ve çevresiyle her türlü, siyasal-sosyal-kültürel ilişkiye geçebilen etkileyen ve etkilenen, kendi özgünlüğüyle ulus olduğu için de, kendi orijinalitesini kaybetmeden bu küreselleşme saati içinde, kendine ait bir çark olan ve dolayısıyla onsuz bu saat çalışmaz ve tek başına bir saat olmaz konumuna yükselir (tabi bunlara daha da çok şey eklenebilir ben kısaca belirtiyorum). Bunu da, anti-demokratik devletler tarafından uluslarına, yasaklarla önlemeye çalışsalar da, bilişim dünyasında, dijital ortamlarda bu çabaların ömrü çok kısa olacaktır. Ancak demokratik devlet önermesiyle, alt yapıda bunun için yeterli birikimlerin olması koşulunda, modern ulusun olgunlaşması mutlaka tutacak bir sonuç olur.
Bu noktada demokratik ulus diye bir kavram oluşturmak oldukça güçtür, kastedilen modern ulus ise, bunun için özel bir kavram oluşturmak gerekli değil gibi geliyor, bana. Ancak makalenden anladığım modern ulus ile “demokratik ulus”un aynı olmadığını anlatma çabası bulunuyor (çok açık olmasa da). Bu ikincisi bana demokratik devletten başka bir şey gibi gelmiyor. Sanırım kavram oturmamışlığını gösteren “ din ve devlet arasındaki özdeşlik”, “ulus ve devlet özdeşliği” gibi belirlemeler (((sanırım devletin dini kullandığı koşulları tanımlamak ya da ulusal devleti tanımlamak üzere bu tarz bir tanımlama yapmışsın. Ki, bence bu özdeşlik kastettiğin süreci ve olguları tanımlamakta yetersizdir. Çünkü, ulus tüzel bir kişilik, kurum falan değildir, bir ulusun devleti olur ama onunla özdeşleşmez, aşırı faşist devletlerde bu görüntü yansır ama öyle değildir. Böyle tanımlamaların tehlikesi vardır bilesin; Faşizm, Nazizm bir siyasal eğilim olmaktan çıkar bir millet şekillenmesi biçimine getirir ki, bu ilgili milletleri katil, cani, soy kırımcısı konumuna getirir. Oysa milletler bundan münezzehtir. Bu konuyla ilgili olarak, Ermeni soykırımı, Hrant Dink’in katli üzerine genişletilmiş makalemde epey yer verdim))) siyasal bir örgütleniş, ilişki, kurumsal yapı özelliği vb. olan demokrasiyle ulusu özdeşleştirme algısına götürmüş gibi geliyor bana.
Bunlara rağmen bir demokratik ulustan bahsedecek olursak, bu söz konusu olan ulusun kendi iç mekanizmalarıyla ilgili olabilir, yani söz konusu ulusu tarih içinde şekillenirken şu ya da bu nedenle, dış etkilere açık olmada yeterliliklere sahip olup olmadığını, açılım gösterip gösteremeyeceğini, şu kültürlere ya da bu kültürlere yatkınlıklarının olup olmadığı, bunu geliştirmek için iç dinamiklere sahip olup olmadığı ya da ilgili ulusa mensup bireylerin bu yöndeki çabalarına kapalı olup olmadığı, olması gerektiği yada, yapısal unsurların bunu engelleyip engellemediği hallerini anlatır. Pratik açıdan şöyle söyleyebiliriz; Türk ulusu, bilişim çağında küreselleşmenin içinde bir orijinal unsur olarak etkileyen ve etkilenen bir ulus olma özelliğine sahiptir ya da değildir. Değilse bunun için siyasal bir demokrasinin ikamesi gerekmektedir, falan. Ancak Demokratik ulus derken, Türkü, Kürdü, Arabı, Rumu, Ermenisi içinde olan ve geniş anlamda (kültürel, dilsel, sosyal vb. özgürlükler ortamında) bir birleriyle barış içinde özgürce yaşayan “bir ulus”tan söz ediyorsak, bu çok tehlikeli bir yaklaşımdır ki, Taner Akçam’la girdiğim bir polemikte bu yaklaşımın Modern bir Osmanlılık olduğunu belirtmiştim. Bu olayın anısında; FKBD Cephesi oluşum çalışmaları sırasında, T. Akçam bu yönlü önermelerini yaparken, değerli yoldaş Öcalan kulağıma eğilerek; “ikinci bir Enver vakasıyla karşı karşıyayız” demişti, 5 Haziran1982.
Yok, önerme bildiğimiz Amerika türü bir önerme ise ki, “devletin ulustan ayrılması” tanımlaman, tam olmasa da bunu çağrıştırır gibi geldi bana, bu sanırım çok güç bir olaydır. Amerikalıların bir ulus teşkil edip etmedikleri konusundaki kaygılarımı bir kenara bıraktığımda, böylesi bir yapının bir kez daha tarih sahnesine çıkmasının çok zor olduğu düşüncesini taşıyorum. Amerika tarihi irdelendiğinde bunu anlamak güç değildir. Ciddi bir iç savaşla ancak küçük devletleri bir araya getiren ABD, 19. yy ve 20. yy başlarından itibaren geçmişin ilginç sermaye ve servet birikimleri ardından gösterdiği atakla ayakta kalabilmiş ve bununla yani günü birlik dünyayı talan eden politikalarla iç birliğini koruma durumunda olmuştur. İlgili bilim çevreleri ciddi bir ekonomik krizin ABD’yi küçük devletçiklere ayırabileceği konusunda kaygılarının ciddi olduğu görülmektedir (Aynı olmasa da, Sovyetlerin başına gelen gibi). Kaldı ki, oralarda Protestan, Beyaz-Zenci baskısı, Kızılderililerin başına gelenler ve hala kendini etnik açıdan farklı tanımlayıp örgütlenenlerin çelişkisi vb. (buna eklenecek binlerce şey daha var) toplumsal ilişki açısından da ABD demokrasisinin ciddi sorunları olduğu bilinmektedir. Bu da, bu ülkenin insanlık tarihine önemli demokratik katkılar yapmış siyasal önermelerine karşın kullanmaya çalıştığın “demokratik ulus” tanımıyla algılanmayacağını sanıyorum (Bunu kastetmediğini ayrıca belirteyim).
Makalenin son cümlesi yukarıdaki kaygımı ifade ediyor, yani demokratik devletle demokratik ulusu aynı anlamda aldığın kaygımı ifade ediyor. “Devlet, tek bir ulusun, tek bir kültürün, tek bir dilin ve dinin yanında yer almamalı, yansız olmalıdır. Devlet, kültür ve dil sorunlarına karışmamalı. Demokratik ulusçuluk, devletin bir etnik kimliğe, bir kültüre ve bir dile bağımlılığını sorgular.
Demokratik ulusçuluk, devletin, ulus, kültür ve dil üzerindeki tekeline son vermeyi amaçlayan bir özgürlükçü anlayışı içerir.”
İlk cümlede yerinde, demokratik devletin işlevlerinden bahsediyorsun ve bu doğru olan yaklaşımdır. Aynı şeyleri, son cümlede demokratik ulusun payına veriyorsun. Ayrıca, bu son alıntıda da oldukça karmaşık tanımlama sıralamaları bulunuyor, “demokratik ulusçuluk... sorgular” diyorsun, bu ne demek ! En sonunda “ Demokratik ulusçuluk... özgürlükçü anlayışı içerir” diyorsun.
Bana, sanki, bu “demokratik ulusçuluk” bir tüzel kişilik gibi, yani dernek, kurum sendika, parlamento vb. ve işlevleri arasında “sorgulama”, “içerme” vb. demokratik özellikler olacak diyorsun gibi geliyor. Bunun nedeni de, yine söylüyorum, demokratik devlet ile önermek istediğin “demokratik ulus"u bir birbirinden ayırmada çekilen güçlük yol açıyor diyorum.
İşin daha derin kavranışı üzerinde söylenebilecek bir şey ise, ulus gibi tarihsel kategorilerin oluşumları, bir siyasi program önermesi ve oluşumu gibi irdelenmemelidir derim. Bu bir evrim ve birikim işidir ve tarihi kesitlerle ilgili yanları bulunmaktadır. Yani, burjuvazi dinin yerine milliyetçiliği geçiremez. Milliyetçilik belirli bir tarihi kesitte üretim ilişkilerinin sonucu gelişmesiyle kendini oluşturur ve burjuvazi de bunu kullanabilir, şekil verir, destekler, devlet aracını bu yönde kullanır vb. Aynı şekilde, modern çağın ulusu ve bilincine demokrasi mücadelesiyle bir işlev kazandırılabilir, kurumlarla, yönlendirmelerle siyasal programlarla daha işlevsel hale getirilebilir, ilkellikleri törpülenebilir vb. Ancak bir tarihsel kategori olarak ulus tan farklı bir demokratik ulus oluşturma, benim açımdan böyle bir tarihsel kategori bulunmamaktadır. Ulus sonrası dönem sanırım küreselleşmenin, bilişim çağının, teknolojik ilerleme ve bilimsel devrimlerin bir sonucu şekillenecek yeni toplumsal bir örgütlenme olacaktır ki, bu henüz tüm verileriyle belirgin değildir ve bunun mücadelesini vermek gerek diyorum. Aksi taktirde;
Tüm makyajlamalara rağmen, ulus denilen belli bir tarihsel kategorinin içinde kalınmış olacaktır. Pratikte bunun adı, egemen ulusun bir biçimde etkisinin ömrünü uzatmaktır. Demokratik devlette, belli bir etnik yapının dili resmi dil, belli etnik yapının tarihsel bayrağı bir resmi bayrak, belli bir etnik tanımlamanın üst kimlik tanımlaması olarak korunacağı ve istediği kadar sonsuz demokratik işlerlik ve kurumlaşma içinde olursa olsun o devlet bildiğimiz belli bir tarihi kesitte doğan etnik ulus kimliğini taşımış olmaktan kurtulamayacaktır. Buna ise “demokratik ulus” denmeyeceği açıktır. Buna demokratik devlet altında farklı ulusların uyumlu, demokratik bir birlikteliği denebilir. Yani uluslar, azınlıklar, dinler, mezhepler arasındaki ilişkileri tanımlama anlamında demokratik bir birliktelikten bahsedilebilir. Belli bir etnik toplumun dilini, bayrağını, dinini, mezhebini, adını vb almayan bir devletten bahsediliyor ise, (ki buna demokratik ya da değil, ulus denemez, bir ilişki türünü ifade ettiği için ya toplum, ya devlet, ya kurum vb. demek gerek) buna ya federasyon, ya da konfederasyon vb. denilebilir, ayrıca ve öyleyse, buna “demokratik” eki de yapılabilir.
Makalen üzerine eleştiri yaparken kanaatlerimi doğrudan açıklama fırsatı bulamıyorum. Ancak hemen belirteyim ben bu tarihi kesitte, senin makalende de yer alan, demokratik devletten yanayım. Aynen “ devletin, ulus, kültür ve dil üzerindeki tekeline son verilmelidir” belirlemenin altına imzamı atıyorum.
Satırlarıma son verirken dikkatini çekmek istediğim tanımlama ve bazı cümleler var.
İlk paragrafta “ çıkmaza giren milliyetçiliğe karşı çözüm arama” cümlesi, amacını aşmış bir cümle gibi duruyor. Kısa makalelerde bazen yazar böyle bir pozisyona düşebilir. Anlamı önceki cümlelerde belirli olsa da, makalenin konusu demokratikleşme, ulus “demokratik ulus” olunca, sanki tıkanmış milliyetçiliğe bir çözüm önerisi gibi algılanabilir.
“Din ve devlet arasında özdeşlik” bu cümle de, devletin dini kullanmasından doğan pozisyonu tanımlamak istemektedir. Ancak özdeşleşme daha farklı anlamlara da gelir. Yani devletin kilise olması ki bu doğru değildir. Devlet işlerine dinin karıştırılması, kilise ya da siyasi yöneticiler tarafından olabilir ve bu Engizisyon mahkemelerinde olduğu gibi, afarozlarda olduğu gibi etkin de olabilir. Ancak bu durum devletin belli bir tarihi kategori olması ve din gibi ordu, vb. kurumları da bir araç olarak kullanıp toplum üzerinde gördüğü tarihi işlevi yerine getirmesinden başka bir şey değildir. Hatta din devletleri denilen devletlerde bile durumun bu ölçüde, özdeş olarak tanımlanması ihtiyatlı olmayı gerektirir. Zira, din devletlerinde bile, dinsel kurum ve işlerlik, devleti tarihsel özgünlüğüyle tanımlayacak ağırlıktadır, daha fazla değil, yani din yoğun olarak bir araçtır her şey değildir. Bire bir devlet değildir. Bu ince eleme bu günün sorunlarını irdelerken de önemlidir. Yukarıda da bahsettim, Nazizm ve Faşizmin geniş kitleli taban edinmesi sonucu şekli bir “özdeşleşme” imajı vermesi olayı.
“Burjuvazi, dinin yerine, milliyetçiliği geçirdi. Böylece, din-devlet özdeşliği yerini ulus-devlet özdeşliğine bıraktı. Bu durum, yeni baskı biçiminin (ulusal baskı) ortaya çıkmasına neden oldu.” cümlesinde, bir aceleye gelmişlik var gibi. Şöyle söyleyeyim; merkantilist dönemin özgün ekonomik, tarihsel gelişmelerinin bir sonucu olarak ulus şekillenmesi, ulusal sınır şekillenmesi ve meta-pazar ilişkisi için ortak tek dilin olgunlaşması ve devlet eliyle dayatılması ( bu konu detaylı kavranması gereken bir konudur, Ulusal devlet ve Kürtler adlı makalemde bunu irdelemeye çalıştım) doğal bir süreçtir. Bu süreçte farklı etnik yapılar (Fransa da, İngiltere’de, Almanya’da olduğu gibi farklı ve bir çok etnik topluluk da olsa) belli bir etnik topluluk tarafından özümsenir (bu süreçte rol oynayan diğer etmenler üzerinde durmuyorum). Böylece verili bir coğrafyada belli bir ulusun şekillenmesi gündeme gelir. Bu noktadan itibaren artık her kes ya Fransız’dır ya Almandır. Üst kimlik tamamlanmıştır. Geride ne kalmışsa alt kimlikten onun, her türden hakları zaten bu gelişme içinde çok yönlü (mücadelelerle, sivil toplum kurumlarıyla, diğer kurumlarla, anayasalarla vb.) korunma altına alınır. Artık buralarda ulusal baskılardan söz edilmez. Bu açıdan “ulus devlet”lerde ulusal baskıdan değil kültürel vb. baskılardan söz etmek kavramları dikkatli kullanacak bilimsel çalışmalarda olduğu kadar, siyasal çalışmalar açısından da önemlidir. Bu yüzden bu cümle yerinde değildir diyorum. Amacı ulusal baskıların olduğu ülkeleri ya da devletleri dile getirmekse bunu farklı bir açıklıkta dile getirmek gerek. Türkiye’deki gibi. Tabi ki, seninde bildiğin gibi bunun tarihi nedenleri bulunuyor (buna ilişkin okuduğun son makalemde de yer verdim; tarihsel süreç içinde doğal özümseme yani evrimsel içselleştirmenin yaşanmadığı ülkelerde egemen ulus diğer ulusları sadece kültürel açıdan, dil açısından değil, bir bütün olarak ulusu oluşturan özgünlükleri açısından özümsemediği alanlarda, devlet hükümranlığıyla tek ulusçuluğu dayatma durumunda olduğu ülkelerde ulusal baskıdan bahsetmek daha yerinde olur.)
Bundan dolayı da, ulusal baskıcı “klasik ulusçuluk”tan bahsetmek bir kavram oturmamışlığı gibi geliyor bana. Bu yüzden de Türkiye’deki durumu, Avrupa’daki klasik ulusçuluğa benzeten ve aynı kavramla tanımlayan yaklaşımın yeteri kadar açık olmaz diyorum.
Sonuç olarak,
Makaleni, son iki kenarı bir türlü bir araya gelmeyen bir geometrik şekle benzettim. Demokratik bir toplumsal örgütleniş için, daha çok öneri ve tartışma yapmamız gerekecek sanırım.
Buna rağmen, makalen önemli ve güzel bir derinliği olan duygudan kaynaklanıyor. Bu duygu hepimizin ihtiyacı olan demokrasi arzusuyla örtüşüyor. Değerli dostum, pedagoji uzmanı, aynı sitede de yazarlık yapan, Faiz Cebiroğlu’nun yayında bulunan son makalesi “Duyguların Gelişimi”nde müthiş bir cümleyle dile getirdiği “Duygu, duygularımız, varoluşumuzun kalitesidir.” Belirlemesini senin makalen için de yapmak yanlış olmayacaktır. Ülkemizin sorunlarını içimizde hisseden insanlar olarak, önermelerimizi ve bunlara ilişkin eleştirilerimizi yaptıkça daha demokratik daha şeffaf ve daha güçlü olarak sonuç almamız hiçte zor olmayacaktır derim.
Ellerine sağlık, emeklerin işte gördüğün gibi, en azından beni ve benim gibileri meşgul edecek kadar önemseniyorsa, doğru yoldasın demektir.
Tüm arkadaşları yazılarını izleme ve iyice içselleştirme yönünde bilgilendirdiğimi iletirken, seni tanıyan ya da bir biçimde adını duyan arkadaşlardan da bol bol selamlar...
Değerli Yener,
Makalenle ilgili yazı biraz uzun oldu, belki amacını da aştı. Bunu pozitif bir ilgi olarak kabul etmen dileğiyle yaptığımı bilesin.
Bu iletiyle birlikte sana iki yazımı da, konumuzla ilgili olması nedeniyle gönderiyorum. (Ulusal Devlet ve Kürtler, Baykal ve üst kimlik)
Sağlıcakla kal. Baki selamlar. Mihrac Ural
2. ileti
Yener Orkunoğulu’ndan
Merhaba Mihraç,
Uzun eleştiri yazını okudum. Emek verip görüş ve eleştirilerini bildirdigin icin cok sag ol. Inan bu durum beni sevindirdi Keşke gönderdiğim 17 sayfalık "KLASIK ULUSCULUK ve DEMOKRATIK ULUSCULUK" yazısını açıp, okuyabilseydin.O zaman bazı eleştirilerini yapmak zorunda kalmayacaktın. ‘Demokratik Ulusçuluk Nedir ’ adlı 1 sayfalık yazıya, 17 sayfada ifade ettiğim düşünceleri sığdırmaya çalışınca, sorunlu oluyor tabii.
Evet kavramları doğru kullanmak gerektiğine ben de inanıyorum. Bu nedenle, o uzun yazıda ‘demokratik ulusçuluk’ kavramı konusunda şunları yazmıştım: ‘Din ve devletin birbirinden ayrılması laiklik kavramı ile ifade edildi. Ulus ve devletin birbirinden ayrılması de yeni bir kavramı gerektirir. Daha açıklayıcı bir kavram keşfedilinceye kadar, ‘demokratik ulusçuluk’ kavramını kullanacağız’
17 sayfalık yazıda son dönemlerde ulus ve ulusçuluk konusunda ileri sürülen bazı teorileri özetledikten sonra, ulusu ortaya çıkarak toplumsal koşulları açıklamaya çalıştım. Bu yazıyı okuduktan sonra görüşlerini yazsaydın çok daha iyi olurdu.
‘Demokratik Ulusçuluk’ kavramı ile anlatmak istediğimi daha önceki bir yazımdan aktarıyorum:
Kapitalist uygarlık 15. ve 18. yüzyıllar arasındaki dönemde önemli bir aydınlanma yaşadı. Bunu birinci aydınlanma olarak değerlendiriyorum.
Birinci aydınlanmanın özü şuydu: Aklın özgürleşmesine engel olan dine karşı özgürlükçü bir düşünce akımı olan laikliğin ortaya çıkmasıydı. Laiklik, Avrupa’daki Aydınlama düşüncesinin özünü oluşturur. Batı’da laiklik bir düşünce hareketi, bir felsefi akım olarak doğdu. Aklın özgürleşmesine engel olan dine karşı özgürlükçü bir düşünce akımı olarak gelişti. Laik felsefi akımın amacı, ‘Aklın Özgürleşmesi’ idi. Laik düşünce, dinsel egemenliğe ve kiliseye karşı mücadele etti. Dinin sultasından kurtulmuş yeni bir toplum kurmayı hedefledi. Doğal olarak laiklik, devletin dinden ayrılmasına götürdü.
Buraya kadar anlatılanlar birinci Aydınlanma ile ilgili.
Peki ikinci aydınlanma nedir? Aslında bu ikinci aydınlanma henüz yaşanmamıştır. Ama ikinci aydınlanmanın yaşanması, insanlık için bir kazanım olacak.
Önce birinci aydınlanmanın kazanımlarına bir göz atalım.
Birinci aydınlanma, dinsel laiklik düşüncesini doğurdu. Birinci aydınlanmanın üç büyük sonucu oldu: Birincisi, akıl dinsel doğmatizmden kurtuldu, özgürleşti; İkincisi, din ve devlet birbirinden ayrıldı. Öyle ki, devletin dini olmadı ve her devlet, tüm dinlere eşit mesafede durmak zorunda kaldı; böylece devlet kaynaklı dinsel baskılar genel olarak sona erdi; Üçüncüsü, dinsel inanç özel alan olarak görülmeye başlandı.
İkinci aydınlanmadan kastettiğim nedir? Birincisi aydınlanmanın temel düşüncesini devlet-ulus düşüncesine uygulamaktır. Yani ’ulusal laiklik’ düşüncesini gündeme getirmektir. Ne demek bu? Ulus ve devleti birbirinden ayırmak. Ulus ve devletin birbirinden ayrılmasının sonucu üç büyük gelişme olur: Birincisi, akıl milliyetçi fanatizmden kurtulur; ikincisi, ulus ve devlet birbirinden ayrılır. Öyle ki, devletin ulusu olmaz ve her devlet tüm ulusal kimliklere eşit mesafede durmak zorunda kalır; böylece devlet kaynaklı, kültürel, dilsel, etniksel vb baskılar sona erer veya azalır; Üçüncüsü, ulusal kimlik, bireysel ve özel bir alan olur.
Burjuva toplumu, dini, siyasal toplumun (devletin) dışına atarak, dini özel alana sıkıştırdı. ‘Demokratik ulusçuluk’, kültürel ve dilsel tekelciliğe son vermeyi amaçlar. Ulusal kimliği, devletin dışına atar.
İkinci aydınlanmanın hedefi nedir? Örneğin, ’bir Türk dünyaya bedeldir’ ninnileriyle büyüyen insanları milliyetçi fanatizmden kurtarmaktır. Milliyetçiliğin sultasından kurtulmuş yeni bir toplumun temellerini yaratmaktır. Ortadoğu, hem birinci ve ikinci aydınlanmasını aynı anda yaşayarak çıkmazdan kurtulabilir.
Bazıları, bunun bir hayal olduğunu söyleyebilir. Ama boş düşler peşinde koşmaktansa, insanlığa yararlı hayaller için çaba göstermek daha anlamlıdır. Bu bir vizyondur. Geleceğe teleskopla bakmaktır. Ellerindeki mikroskopla ayrıntılar içinde boğulan vizyonsuz insanların boş düşlerinden daha gerçekçi, daha özgürlükçü ve daha hümanisttir.
Umarım, ‘Demokratik Ulusçuluk’ta ne demek istediğimi anlatabildim.
‘Demokratik Ulusçuluk’ kavramı yerine bazen. İkinci laiklik veya ikinci Aydınlanma
kavramlarını da kullanıyorum. Şu anda beni ilgilendiren, düşüncemin gerçek içeriğini anlatabilmek. Uygun kavramlar daha sonra keşfedilir. Demokratik Ulusçuluk’tan kastettiğim ‘demokratik devlet’ veya ‘modern ulus’ değil. Çünkü benim sorguladığı şey, ddevlet-ulus ilişkisi. Demokratik ulustan şunu anlıyorum: ‘devletin, ulus, kültür ve dil üzerindeki tekeline son verilmeli”
Bir şey daha söylemek istiyorum: Burjuvazi öz olarak, tek bir dünya ekonomisi yarattı. O yazımda şunları yazmıştım:
‘Tek bir dünya ekonomisinde çeşitli ulusal devletler sistemi var. Bu son derece önemli bir saptamadır ve şu soruyu gündeme getirir: Neden tek bir dünya kapitalist ekonomisi içerisinde çok devletli bir siyasal sistem ortaya çıkmıştır? Çok devletli bir siyasal parçalanmışlığın ortaya çıkması tasadüfü değilse bunun bir nedeni olmalı?’Kapitalizm mutlaka her yerde ‘ulus devlet’ biçimine birinmek zorunda mıydı?
Marx’ın siyasal analizlerinin çıkış noktası, özü itibariyle küresel, biçim olarak ulusaldır. Ama ben II. Enternayonalin ve kısmende III. Enternasyoalin (özellikle Lenin’in ölümünden sonra) öz olarak ulusal alanı, biçim olarak enternasyonalizmi temel aldığını ileri sürüyorum. Bu yanlışlığın temelinde de ulus teorisinin yattığını düşünüyorum..
Sende ‘SOLCULAR NASIL MİLLİYETÇİ OLDU’ yazında, güzel olguya parmak basıyorsun: II. Enternasyonalin öncü kitle partileri ulus çerçevesini aşacak bir yönelime giremiyordu. Sosyal-demokrat partiler ulusçu kapsamı aşamamış, gerçek anlamda enternasyonalist olamamıştı.
II. enternasyonal, şovenizm yüzünden yıkıldıysa, bunun çok eşitli ve derin nedenleri var. İşte bunradan biri de, ulus anlayışıdır. Ulus çerçevesini aşamamak, var olan ulus teorisinden nasıl ayrı düşünEbiliriz ki? Yani beni yaklaşımımda II. Ve III. Enternasyalin Ulus teorilerini sorgulama var.
Bu nedenle, ‘Ulus, üretim ilişkilerinin belli bir aşamasının tarihsel bir olgusu olarak doğmuştur (kapitalizmin şafağında doğma esprisi), şeklindeki (senin de savunduğun) görüşün tartışılmasını savunuyorum.
Bu tanımı burjuva ideologları da kabul etmektedir. Ulus konusunda burjuva ideologları ile marksistler arasındaki fark nedir? Bir çok solcu, inan bu farkı açık ve net koyacak bir durumda değildir.
SOLCULAR NASIL MİLLİYETÇİ OLDU adlı yazında, genel olarak milliyetçiliğin SONUÇLARINI tartışıyorsun, ama milliyetçiliğe götüren ULUS TEORİSİNİ hiç SORGULAMIYORSUN. Felsefi olarak ifade edersem, ÖNCÜLLERİ sorgulamadan, milliyetçiliğin yarattığı SONUÇLARI YARGILIYORSUN.
Marx’ta bir ULUS TEORİSİ yoktur. Bunun üzerinde düşünmek gerekir. Ulus teorisi esas olarak RUS marksistleri tarafından geliştirildi. (bu ayrı bir tartışma konusu)
Şöyle yazmışsın:
‘Milliyetçilik belirli bir tarihi kesitte üretim ilişkilerinin sonucu gelişmesiyle kendini oluşturur ve burjuvazi de bunu kullanabilir, şekil verir, destekler, devlet aracını bu yönde kullanır vb. Aynı şekilde, modern çağın ulusu ve bilincine demokrasi mücadelesiyle bir işlev kazandırılabilir, kurumlarla, yönlendirmelerle siyasal programlarla daha işlevsel hale getirilebilir, ilkellikleri törpülenebilir vb. Ancak bir tarihsel kategori olarak ulus tan farklı bir demokratik ulus oluşturma, benim açımdan böyle bir tarihsel kategori bulunmamaktadır.’
Senden farklı düşündüğüm yerleri italik olarak belirttim. Amacım, ‘ulus’ sorununu ve eski ‘ulus teorilerini’ yeniden tartışma konusu yapmak. Demokratık ulus tartışmasını gündeme getirmektir. ‘Demokratik Ulusçuluk’ önermemi bir yerde doğru algılamışssın. Çünkü şöyle yazıyorsun:
‘Yok, önerme bildiğimiz Amerika türü bir önerme ise ki, “devletin ulustan ayrılması” tanımlaman, tam olmasa da bunu çağrıştırır gibi geldi bana, bu sanırım çok güç bir olaydır.’
Sevgili Mihraç, evet demokratik ulus yaratmak, çok güç bir olaydır. Ama ama ulusal olmayan bir sosyalizm kurmak daha da güç bir olaydır. Eğer demokratik ulus kurmak çok güç bir olaysa, nasyonal olmayan bir sosyalizm kurmak daha çok zordur, hatta demokratik ulusa nazaran daha ütopiktir. Oysa demokratik ulus, bence, sosyalizm için gerekli olan demokrasiyi ve enternasyonalizmi yaratır. (Ki bu enternasyonalizm kavramı da sorunludur. Çünkü çıkış noktası, ulustur. Adı üzerinde, uluslar arası. Yani ulus merkeze konularak, bu söz üretilmiştir. Oysa, küresel veya evrensel kavramı daha doğru gibi geliyor)
Bir ricam olacak. O uzun yazıyı okuduktan sonra görüşlerini öğrenmek isterdim. Ama şu aşamada kavramlara takılma lütfen, şu ana önemli olan yazının içeriği.
Bazı eleştirlerin çok yerinde. Örneğin, ‘“ulus devlet”lerde ulusal baskıdan değil kültürel vb. baskılardan söz etmek kavramları dikkatli kullanacak bilimsel çalışmalarda olduğu kadar, siyasal çalışmalar açısından da önemlidir.’
Gerçi başka yazılarımda, ulusal baskı biçimi olarak, kültürel baskı, dil üzerinde baskı vb bahsetmiştim. Ama her yazıda dikkat etmek gerekir. Dikkat çektiğin için teşekkür ediyorum. Eline sağlık.
17 sayfalık yazıyı ve Nietsche konusundaki yazıyı yeniden gönderiyorum. (ha bu arada dah bir kaç gün önce ‘NIETSCHE ve POSTMODERNIZMIN GERCEK YÜZÜ’ adlı araştırma kitabım çıktı. Ben bile daha kitabı görmedim. Okursan sevinirim. Görüşlerin ve eleştirileri bilmel isterim.)
Beni tanıyan ve bilen arkadaşlara selamlar.
Sevgi ve selamlar
Yener
3. ileti
Mihrac Ural’dan
Değerli Yener,
Değerli iletini aldım ellerine sağlık.
Önce, “Solcular Nasıl Milliyetçi Oldular” Başlıklı makalem üzerine belirttiklerini ele alayım,
Solcular nasıl milliyetçi oldular başlıklı makalemin, “sonuçlarla ilgili” olduğu tespitin, doğrudur. Zaten siyasi mücadelede, daha çok bu tür yaklaşımlar ağırlıktadır. Ancak olayın derininde felsefi boyutlarda tartışılması, ne milliyetçilikle ilgili nede bunun bin bir türlü sonuçlarıyla ilgili olur. Eğer kast ettiğin tarihi derinlik ise buna felsefe değil, bilimsel maddeci tarih irdelemesi diyebiliriz ki, her siyasi yazar olayları, mensup olduğu felsefi medresenin etkisi ve araçlarıyla yorumlayacağı açıktır, “ben bu makaleyi şu felsefeye dayanarak yaptım” gibi belirlemelere gitmeden.
Felsefi boyutta bu olayları irdeleme, sanırım hadiseyi kavrayış ilkesi açısından önem taşır. Yani olaylara tarihsel maddeci yaklaşımdan mı, yoksa bir başka açıdan mı yaklaşıldığı alanına girer. Bunun belirtileri kendini, tarihsel veriler kullanılırken ortaya çıkar. Ben bu açıdan, olayın bir ölçüde geride kalmış, aşılmış olduğu var sayımına daha yatkınım. Yani herhangi bir konudaki tartışmayı, açıklamayı, makale yazmayı, felsefi dayanaklarından başlayarak dile getirmenin yerinde olmadığı kanısındayım. Satır aralarında ve verileri nasıl kullandığında zaten bu unsur kendini ele verir. Zaten ulus tarihsel bir kategoridir ve kapitalist ilişkilerin gelişimiyle ilgilidir dediğimiz zaman, bu ele alış belli bir felsefi aidiyeti yansıtır. Ya da ulus öznel olarak bilinçte yaratılmış ve yine bilinçte değiştirilebilir bir var sayımdır denildiğinde, bir başka felsefi yaklaşımı yansıtması gibi.
Ayrıca Marks’ta bir ulus teorisi olmaması (((sanırım ulus merkezli bir sosyal dönüşüm olmaması anlamında, bir önermesinin olmadığını kast ediyorsun))) noktasına dikkat çekiyorsun, haklısın, zaten solcuların milliyetçileşmesi, nasyonal sosyalizm gibi bir şeyler savunduklarından dolayı eleştirmiyorum, onların sol jargonlarına rağmen tipik milliyetçi olmalarından dolayı eleştiriyorum. Hatta orijinali dururken (MHP) sahtesine yer olmayacağını bu açıdan ısrarla belirtiyorum.
II ve III. Enternasyonalin ulus yaklaşımında sorgulanmasına ilişkin önermen yerindedir. Bunu ele aldığım konunun sınırları içinde belirtmeye çalıştım. Ancak ben böylesi bir sorgudan yana değilim. Zira yaşamış olan sosyalizmin, bir başka şey üreteceğine olan kanaatim çok zayıftır. Vehimle uğraşmak istemiyorum. Tüm veriler, okuduklarım ve okumaya devam ettiklerim, gözlemlerim, felsefi kavrayışlarım, Sosyalizmin yeni bir uygarlık yaratamadığı ya da yaratamayacağı yönünde odaklanmaktadır. Bir tarihi ara tecrübe yaşanmıştır bunu irdelemek, bilince çıkartmak çok yerindedir. Ancak gelecek toplumsal örgütlenişin, küreselleşmenin bir ürünü olacağını ve tarihsel anlamda gerçekleşecek ilerlemenin tüm verileri açığa çıktıkça şekilleneceğini düşüncesindeyim. Sosyalizm tecrübesinin bu güne bıraktığı olumlu izler vardır ve çoktur ama bir yaşam düzeneği, sistemi, uygarlığı farklı olarak (((Batı Uygarlığından farklı olarak))) üretmesinin yeterli dinamiklerinin o gün için olmadığı, bu gün içinse çok farklı bir yönde tarihin geliştiği kanaatindeyim ((bu çok uzun uzadıya konuşulması gereken bir konudur)).
Diğer yandan, ben makalemde, bu gelişmeyi tarih süreci içindeki seremoni olarak yansıtmaya çalıştım. Ve bu gelişmeleri, solcuların milliyetçileşmesini belli bir mantık tutarlılığı içinde olası ve olması beklenebilen bir olgu olarak belirtmeye çalıştım. Çünkü solcuların milliyetçileşmesi, bir siyasi tutum olarak tamamıyla, solun tarihsel gelişme ve olayları algılarına, öznel açıdan içinde bulundukları algı mekanizmalarına bağlı olduğunu göstermeye çalıştım. Ve bu algının tarihi doğru değerlendirmemekten kaynaklandığını göstermeye çalıştım. Evet sonuçlar üzerinde bir yorumdur. Makalenin amacı da budur.
Eleştiri ve belirlemelerin için teşekkür ederim.
Gönderdiğin makalelere gelince,
Yazılarını okudum. “Klasik usçuluk demokratik ulusçuluk” başlıklı yazının geniş basımını iyice incelemeye çalıştım. Ve demek istediğini daha iyi anlamaya çalıştım. Bence ifade etmek istediğin düşünce için demokratik ulusçuluk gibi yine ulusu merkezine alan bir kavramda ısrar etmemen yerinde olurdu diyeceğim. Zira bu tanımlama da ulus merkezli bir anlayış olmanın dışına çıkmayacaktır (ulus merkezli oluşumlara yönelik eleştirilerine dayanarak bunu belirtiyorum). Ve tüm anlatımlar geniş açılımda dile getirdiklerinde dahil, demokratik devlet ile demokratik ulusçuluk arasındaki farkı okuyucuya anlatma durumunda olmuyor. Çünkü, insan ilişki ve çelişkilerini barındıran bir toplumsal şekilleniş, örgütleniş kendi arasındaki her türden ilişkiyi hukuki olarak tanımlamak zorundadır (kanunlarla yasalarla kurumlarla vb.) Marks’ında dediği toplumsal ilişkilerin kendilerini hukuki olarak ifade teme esprisi.
Böyle olunca, kaçınılmaz olarak bu ilişkiler içinde devletinde olduğu bir üst yapıda kendilerini ifade edecektir. Bu noktada bu ilişkiler belli bir tüzel kişilik kazanmış olacaktır. Bunun nedeni ulusun (“demokratik ulus” dediğin olgununda dışında düşünülemeyeceği) tüzel bir kişilik olmaması tarihi-sosyal bir örgütleniş biçimi, bir olgu olmasıdır. Dolaysıyla makalende sunduğun tüm veriler ve yaptığın tarihi araştırmanın sonuçları, bir toplumsal ilişki ve işlerliği tanımlamak üzere olduğundan, yeni bir tarihi kategoriyi belirlemekten çok, hala yürürlükte olan ulus algılayışının yarattığı sıkıntılara bir çözüm olarak belirmektedir ki, bu da demokratik devleti tanımlamanın ötesine geçmiyor. ((( aynı tarihi kesit ve olgular içinde kalındığından, zira henüz yeni bir tarihi kesit ve olguları yaratacak, yeni türden bir üretim ilişkisini, bir sistem haline getirecek tüm veriler olgunlaşmamıştır. Bu aynı zamanda benim için, sosyalizmin bile yapısal olarak kapitalizm madalyonunun, bir diğer yüzü olmaktan öteye geçmediğinin de ifadesidir. Yani sosyalizm ne teoride ne pratikte yeni bir uygarlık -üretim ilişkisi– yaratamamıştır. Bir gece ansızın siyasi bir kararla ilan edilen toplumsal mülkiyetin,yeni bir uygarlık ve tarihsel toplumsal düzen yaratamadığı gibi, bir gece ansızın bir siyasi kararla bildiğimiz rezil bir kapitalizme dönüşmüştür.)))
Bu noktada belirtiğin,
“II. Enternayonalin ve kısmende III. Enternasyoalin (özellikle Lenin’in ölümünden sonra) öz olarak ulusal alanı, biçim olarak enternasyonalizmi temel aldığını ileri sürüyorum.”
yaklaşım yerindedir, aynıyla katılıyor ve yıllardır bunu, başkaları gibi ben de söylüyorum. Ancak bunun temelinde “ulus teorisi yatıyor” demen,”temel” kelimesinin taşıdığı genişliğe biraz haksızlık oluyor diyeceğim. Ulus merkezli teoriler (tek ülkede sosyalizm gibi) bu süreçte sonradan ortaya çıkan,bir ölçüye kadar kaçınılmazca ortaya çıkan bir gelişmedir kaldı ki, Sovyetler çok uluslu bir yapıdaydı.
Demokratik ulusçuluk olgusunun bir ölçüde, Amerika tipi bir toplumsal örgütlenişe öykünen yaklaşımı, ayrı bir tartışma konusudur. Ben cevabi iletimde, böyle bir adımın ikamesinin zor olup olmadığını belirtmedim. Belirttiğim, tarihi kesit itibariyle bu yaklaşımın yine ulus merkezli olduğudur, yapılanın sadece demokratik bir siyasal yeniden yapılanmadan öteye geçemeyeceğidir. Amerikanın özgün tarihi sürecinin de yaşayamayacağı anlamda bu önerme zordur dedim. Kaldı ki, aynı toprak parçası üzerinde (Türkiye gibi), tüm zor girişimleri de dahil, tek devlet, tek bayrak, tek millet, tek dil ve eğitim, tek din vb teklemelere rağmen birbirini özümseyememiş ulusların, her ne türden bir yeniden örgütleniş içinde olursa olsun, ulusal baskıyı aşacak bir yeniden örgütlenme yaratmaları gerçekçi olmayacaktır diyorum. Tersine, yeni baskı türlerinden birinin dışına taşmayacağı, istediği kadar özgün kavramlarla tanımlansa da sonucun değişmeyeceğidir. Bu bir umutsuzluk değil, bu yaklaşımların sonuçsuzluğuna bir göndermedir ve milliyetçilik kokuları taşıyabileceği kaygısına işarettir.
Tekrar edeyim, en insaflı yaklaşımla, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı güvencesi ve demokratik bir federasyon devleti altında bile olunsa (((söz ettiğin toplumsal örgütlenişe istersen demokratik ulusta diyebilirsin))) ben bunun da ayakları havada bir durum ve tanımlama olacağı kanaati taşıyorum. Ulusları hangi isim altında olursa olsun tekleştirmek ciddi bir hatadır ve tarihsel bir ilerleme değildir. Daha löse, daha şeffaf, daha özgür ve demokratik bir ilişki içinde ortak yönetilen demokratik bir devlet altında ulus farklılıklarının olması, bilinmesi ve görülmesi, uzun ortak yaşam içinde bir şanstır. Detaylara girince bu konu daha geniş açıdan görülebilir diyorum. Zaten demokratik ulusçulukta hangi dil resmi dil olacak, yada hangi... resmi olacak sorusuna verdiğin cevapta, hepsi dediğine göre, burada bir ulusu ifade eden demokratik ulustan değil, ilgili ulusların devlet nezdindeki konumlarından işlevlerinden hak ve ödevlerinden bahsetmiş oluyorsun. Dolaysıyla demokratik olması gereken uluslar arasındaki ilişkidir, bu da kendini hukuki olarak ancak bir devlet düzenlenişi içinde tanımlar. Yoksa çok dilli çok kültürlü çok bayraklı çok ekonomili çok coğrafyalı bir ulusa demokratikte olsa, “ulus” denemeyeceği açıktır. Anadolu ulusu, demokratik Anadolu ulusu vb tanımlaması yerine, demokratik Anadolu federasyonu ya da konfederasyonu demek daha yerinde bir önermedir derim.
Sen de, makalende oldukça farkında olduğunu yansıttığın, dünyadaki bilişim çağının tüm özellikleriyle yeni bir tarihi kesit yaratma sürecinde olduğu yaklaşımı, doğrudur. Bu sürecin, bir biçimde yeni bir tür toplumsal örgütleniş yaratacağı da kesindir. Bunun ulus merkezli olacağını hiç sanmıyorum. Ernest Gallner’e diğer bir dizi yaklaşımı kadar, bu açıdan da hiç katılmıyorum. Dünyamız yeni bir tarihsel kesite uzanırken kendi özgün toplumsal örgütlenişini yaratması da tarihsel bir kaçınılmazlıktır ve bu gün bu olumlu ve yandaşı olduğum küreselleşmenin önünü kesmek isteyen emperyalizmden başkası değildir. (burada dikkatini, Gallner’in “Politik olanla ulusal olanın çakışması” tanımlaması -çevri dikkatli ve doğru ise- ile yazında yer, alan “ulusla devletin özdeşleşmesi” aynı olmadığına çekeceğim. ‘Çakışma’ demek daha uygundur. ‘Özdeşlik’, ilgili olduğu bilimlerin bir kavramı olarak, çok farklıdır;cebir ve matematikte, x+y=1000 özdeştir 500+500 özdeştir 250+750 özdeştir 925+75 ya da a+500 özdeştir 1000, b+750 özdeştir 1000 vb . Felsefede ise değişen durumlarda aynı kalma hali. Her türlü nitelik bakımından eşit olan anlamındadır. Çakışma ise, işlevsel, göreli bir yakınlaşmadır, “tutumları çakıştı ama aynı yerde durmuyorlar” gibi, aynı olmayı ifade etmez.)
Makalenin en önemli ve tartışma götürür cümlesi;
“İkinci aydınlanmadan kastettiğim nedir? Birincisi aydınlanmanın temel düşüncesini devlet-ulus düşüncesine uygulamaktır. Yani ’ulusal laiklik’ düşüncesini gündeme getirmektir. Ne demek bu? Ulus ve devleti birbirinden ayırmak. Ulus ve devletin birbirinden ayrılmasının sonucu üç büyük gelişme olur: Birincisi, akıl milliyetçi fanatizmden kurtulur; ikincisi, ulus ve devlet birbirinden ayrılır. Öyle ki, devletin ulusu olmaz ve her devlet tüm ulusal kimliklere eşit mesafede durmak zorunda kalır; böylece devlet kaynaklı, kültürel, dilsel, etniksel vb baskılar sona erer veya azalır; Üçüncüsü, ulusal kimlik, bireysel ve özel bir alan olur.” cümlesidir
Bu cümlede ben, ciddi bir mekaniklik olduğunu düşünüyorum. Ulus ve devleti birbirinden ayırmak böylesi bir belirlemeyi, herhangi bir felsefi bakışa oturtamadığımı belirtmeliyim. Böylesi olguları, bir birinden ayırmak ya da özdeşleştirmek vb. yaklaşımlar yerinde olmasa gerek. Çünkü, detay ve özgünlükleri bir kenara bırakacak olursak, toplumsal bir örgütlenmeye uygun düşün devlet, belli bir tarihi evrim kuralıdır. Yani feodal devleti bu gün getirip bir kapitalist topluma ve onun ulus denilen örgütlenmesine uygulayamayız. Aynı şey, tarih içinde, zamanın evrimi ve binlerce olgunun, dişliler gibi bir birini yiyerek, mutasyonlara uğrayarak şekillenmiş ve belli bir denge yükselerek oluşan ulus-devlet ilişkisini, birbirinden ayırmak olsa olsa sonucu anarşi olacak bir geçici toplumsal karmaşadan ibarettir. Ne dün ne de bu gün, ulusu devletten bir taleple, siyasi bir kararla, teorik olarak daha uygundur diye ayırmak olacak şey değil, evrimin doğal uyumlaşma ve olgunlaşma ilkelerine toptan aykırı bir öznelliktir. Böyle mekanik ayrımlar, toplumsal olduğu kadar siyasi açıdan anarşi, boşluk, karışıklık gibi, kalıcı olmayan, geçici durumlar yaratmaktan öteye geçemezler. Kararlı ve istikrarlı toplumsal örgütlenişler ise devleti de toplumu da birbiriyle uyumlu, tarihsel açıdan belli bir çakışma durumunda olmalıdırlar.
Diğer yandan bir birlerini özümseyip hazmedememiş, ortak yaşamı ancak zor araçlarıyla ayakta tutma durumunda olan ve belli bir devlet hükümranlığı altında yaşamaya mecbur kalan ulusları, bir arada tutacak yeni bir önermeye ikna etmek olmayacak duaya amin demek gibi bir şeydir. Bu, tarih süreci içinde oluşturulamamış olanı, bir kez daha yaşamaya zorlamak demektir. Bunun için, bence yeni bir ulus (demokratikte olsa) modelinden çok, tarihin gerisinde kalan gelişmelere cevap vermeyen ve sorunların önemli oranda sorumlusu olarak görülen devleti yeniden organize etmek daha gerçekçidir. Bu durumda uluslar bir demokratik ulus altında ya da içinde yaşamaya zorlanmadan, aralarındaki ilişkileri demokratik bir devlet altında düzenleyebilirler. Bu da senin devletin, uluslarla ilgili bir çok alandan el çektirilmesi gerekir demenle uyumludur ve doğru olan da budur.
Buradan kapitalizmin uluslar arası bir ekonomi yaratmasına karşın, ulus merkezli olması olayını, kapitalizmin eşitsiz ve dengesiz gelişimiyle de ilgili ve bir dizi başka etmenle birlikte zorunlu bir sonuç olarak görmeliyiz. Bu tarihsel verilerin içinde kaldıkça da, ulus merkezli kalınmanın kaçınılmaz olacağını belirteceğim. Senin ve benim olmasını istediğimiz yeni toplumsal örgütleniş, eğer bir siyasi karar olayı değil de bir tarihi evrenin doğal ve kaçınılmaz ve geri dönülmez bir sosyal yapısı ise, daha çok zamana (nesnel açıdan) ve daha çok çabaya (öznel açıdan) ihtiyacımız var diyeceğim. Ancak, bu gün için yapılması gerekenleri yapmamak, yada zor diye pasif düşmekte, yanlışların en büyüğü olur. Bu gün yapılabilir ve yapılması gereken şey, bir yandan tarihi, yeni kesitin önünü daha da açacak olan ve diğer yandan toplumun ciddi sıkıntılarına gerçekçi bir nefes olacak olan demokrasiyi, her ne biçimde uygun olursa, o biçimde savunmak gerek diyorum.
Bu yüzden ulus tanımlamasında çok basit gibi genelen ama felsefi açıdan tarihsel maddeciliğin tüm verilerini kapsamasıyla önemli olan “ ulus, belli bir toprak bütünlüğü içinde ortak tarihi, kültürel, ruhi şekillenme, ortak dil ve ortak ekonomik ilişkiler içinde biçimlenmiş bir tarihsel kategori olarak oluşan toplumsal örgütleniştir” tanımının çok yerinde olduğu kanaatini taşıyorum. Cevabi yazında dile getirdiğin;
“Bu tanımı burjuva ideologları da kabul etmektedir. Ulus konusunda burjuva ideologları ile marksistler arasındaki fark nedir? Bir çok solcu, inan bu farkı açık ve net koyacak bir durumda değildir.”
Yaklaşım, bu tanımı burjuva ideologlarında kabul etmesi hiçte kötü bir şey değildir. Bu tanımın güçlülüğünü gösterir o kadar. Ancak farkı bilmemek, dediğin gibi, işte kötü olan budur. Bu farkı bilmemek, Enternasyonallerin içine düştüğü ulusalcılığa ve solcuların neden milliyetçi olduklarına önemli bir işarettir. Önceki yazımda ve bu yazımda sürekli üzerinde durduğum da budur. Ernest Gallner’in de, Enternasyonalis’tlerin de, bizim milliyetçileşmiş solcularında bilmediği fark, ulusun bir tarihsel kategori olduğu ve bunun doğduğu gibi öleceğini bilince çıkartamamalarıdır. Her zaman için var olan ve var olmaya devam edecek bir toplumsal örgütleniş olduğu kanılarıdır. Marksın itirazı da bu noktadadır. ((( Marksist sosyalizmin toplumsal örgütlenişinde ulus merkezli hiçbir şeyin olmaması, kıtasal devrimlere verilen rol, üretim ilişkileri ile üreteci güçler arasındaki çatışmanın vardığı olgunluk üzerine olan yaklaşımları ise, benim açımdan üzerinde çok tartışılması gereken ve de sorgulanması gereken yanlar taşıyor, bu ayrı bir konu)))
Ulusun bu tarzdaki tanımlanışına, bire bir benzemeyen binlerce örneği dünyamızda bulmak zor değildir. Bu bir yandan kapitalizmin dengesiz gelişimi diğer yandan tanımların ruhunda olan, bir tarihi kesitin özetlenmesi en uç, en belirgin unsurları içinde, kapsayıcı biçimde taşıması esprisindendir. Klasik müziğe Arapların darbukayı ve udu sokması gibi, bisiklete entariyle (Gillabi, Arap geleneğindeki erkek giysisi) binme gibi. Dolaysıyla mutlaka bire bir her örneğe uyması gerekmiyor.
Belirtmekte olduğun, ulus teorisini sorgulama ise bana göre, bu soyut tanımın çevresinde bir tartışmayı gerektirir. Ben hala, kapitalizm için en uygun toplumsal örgütleniş şeklinin ulus örgütlenmesi olduğunu ve bunun da kapitalizm gibi, geçici bir tarihsel olgu olduğunu düşünüyorum; bu kesitte yapılabilecek tüm iyileştirmeler, ulus merkezli olmayı aşmasının nesnel olarak mümkün olmadığı kanaatindeyim (karşısında değil).Ve bu iyileştirmelerin bu tarihi kesitte farklı bir toplumsal örgütleniş olduğu iddiasının,belli bir amaç için üretilmiş olduğu kaygısı taşırım.
Afrika’da ya da Latin Amerika’da, verdiğim ulus tanımına tıpa tıp uyumlu bir görüntünün olmaması, bu tür örgütlenmenin belli bir tarihsel kesiti temsil etmemesini değil, ilgili olanın özgünlüğünü ifade eder. Ve bu gün kapitalizmin sıkıntılarından birinin kendini açığa vurduğu yer (bilişim çağı, olumlu küreselleşme nedeniyle) tas tamam bu noktadadır. Bu da çok olumlu bir değişim işareti olarak algılanmalıdır.
Kavramlara, bende senin dediğin gibi çok takılmamak gerek diyorum (zira sosyalizm diye bize yeni bir uygarlık gibi gösterilen şeye, adından dolayı bir kez daha kapılma tehlikesine düşebiliriz). Bunun için öncelikle ezilen tüm ulusların, azınlıkların, ayrı varlıkların, kültürlerin (bu konuda dikkatini bir noktaya çekmek isterim, bu alının ilgilileri, 80’li yıllarda Liechtenstein’da yapılan bilimsel bir toplantıda, artık ulusların kaderlerini tayin hakkıyla kalınmaması gerektiği bunun kültürel toplulukların kendi kaderlerini tayin hakkına sahip olmalarına kadar genişletmek gerektiğini belirtmektedirler) demokratik bir ortam içinde özgürce kendi kaderlerini belirleyebilecekleri siyasal yapılanmalar ve bunun ürünü olacak toplumsal ilişki ve örgütlenişler üzerinde uğraşılmalıdır derim.
Bu bakışımın, felsefi demeyeceğim, derinliğini anlatmak için, tarihi maddeci bir diyalektik ele alışın ürünü olmasını, şu tarihsel yaklaşımdan da kaynaklandığını belirteceğim. O da, bana göre, mülkiyetin tarihi en geniş ve en büyükten, en dara ve en küçüğe, özele doğru daraldığını gösteren bir yol izlemektedir. Feodal mülk tarihin belli bir aşamasında nasıl ki feodalizmin boyun bağı haline geldiyse ve küçücük bir toprak mülkiyetinde burjuvazi dev üretimlerle feodal sis temi çökertecek bir ilerleme kat ettiyse aynı sürec ona ve sistemine karşı işlemektedir. Daha az bir mülkiyetle, daha çok parçalanarak bireyselliği belirginleşmiş mülkiyetle, daha çok üretilecek ve burjuvazinin üretim ilişkilerinde anlamını bulan mülk ilişkisini ve buna denk düşen kendi yapılarını kura kura, kendi ilişkilerini ikame ede ede hakim hale gelecektir ve tarih bir biçimde böyle ilerleyecektir. (((belli bir uygarlık ürünü olan, belli bir üretim ilişkisini temsil eden, ham madde>üretim araçları+emek>meta sistemi (bu sistem aynıyla sosyalizm denilen ortamda da geçerli olduğu için, yukarıda sosyalizm kapitalizm madalyonunu diğer yüzüdür dedim) bir boyun bağı haline getirecektir. Bu ilerleme geç kalınsa da sonuçta egemen olacaktır(kapitalizm 18-19.yy gelene kadar yüz yıllar içinde mayalanarak gelişti, ilerledi))) Bu açıdan tekrar ediyorum, belli bir felsefi bakışın sonucu tarihi okuduğumda bu gelişimi görmekteyim. Bunun sonuçları üzerinde, tabi ki, çok tartışılabilir.
Postmodernizmin babası Nietsche başlığını taşıyan kitabının sanırım VI. Bölümünü bana göndermişsin. Okudum. Bu konudaki görüşlerimi istersen, kitabına ulaşabilirsem, kitabı okuduktan sonra yapayım. Konu çok önemlidir. Zira yaşadığımız dönem 19.yy sonlarıyla bir biçimde çakışır özellikler gösterdiği için postmoderncilerin Nietsche’yi yeniden keşfetme eğilimlerini kışkırttı diyebiliriz ((( 1848 sanayi devrimi ardından gelen büyük değişim ve ilerlemeler ve II. Dünya Savaşı ardından gelen bilimsel teknik devrim, bilgi çağının ortaya koyduğu büyük değişim ve gelişmeler))) Buna rağmen, etkileyici ve üzerinde ciddi düşünülmesi gereken bir filozoftur derim. Dar okumama karşın, beni etkileyen belirlemeleri olduğunu itiraf etmeliyim.
Bana gönderdiğin bölümde sadece Nietzsche’nin görüşlerinin özeti bulunmaktadır. Postmodernist yaklaşımların detaylı bir eleştirisi ve Nietzsche’ye felsefi yakınlaşmalarının nerede başlayıp bittiği ve nedenleri üzerinde durmak, okuyucuya ve yazarın kendini geliştirmesine önemli bir katkı olabilir. Bazen bundan da kaçınmamamız gerekiyor. Umarım kitabını okuma imkanım olursa, ki elime geçerse mutlaka okurum, görüşlerimi iletmekten geri durmam. Buna rağmen elimdeki makaleden yola çıkarak bir iki şeyi bildirmek istiyorum.
Sürü bilincinin galebeciliği (baskınlığı), popülizm, din ahlakı (bir yanıyla), kitlelerin iç güdüleri, tarihte bireyin küçümsenmez rolü vb. olayı dikkate değerdir derim. Tabi bu Nietsche’nin eklektik yapısını kavrayan, ama boş olmadığını da bilenler için geçerlidir. Her felsefi yaklaşım gibi zaman alan ve eleştirel akıl yordamını harekete geçiren bir yazar olması başlı başına okunmayı hak eder derim.
Nietzsche üzerine söyleyeceklerimin özetinin özetini, alelacele iki noktada toplayıp, post modernizmin bu konudaki ilişikliğine değineceğim.
a. Nietzsche, üstün insan, üstünlerin gücü ve yüceltilmesi, iktidar istenci ve geride kalanların bu istencin hizmetinden öteye gitmemesi gerek konumları üzerine söylediği binlerce iddianın en sakat yanı, doğada ve toplumsal olaylarda nitelik ile nicelik ilişkisinin diyalektik maddeci tarzda kavramamasından ileri gelmektedir. Bir bütünün, olmazsa olmaz parçalarını, mekanik biçimde birbirinde ayırıp, tek başına birisiyle bir sonuç yaratabileceği kanısının felsefesini yapmasıdır.
Hayır, tarih doğa ve toplumsal tüm veriler her türden niteliğin yalnızca bir nicelik eseri olduğunu göstermektedir. Tarihte ve doğanın tarihinde nicelik olmadan hiçbir nitelik, üstün insan vb. şey var olamaz ve gerçekleşemez. Nicelik her zaman, nitelik ya da filozofumuzun üstün insanını yaratma potansiyeli ve kudreti taşımasına karşın nitelik her zaman bir nicelik ve bir dönüşüm yaratmayabilir. Bu bir doğa kanunudur ve tarihin evresel yasasıdır.
Bu açıdan güçlü olan ancak güçsüzün ortamında vardır, soyut bir güçlü ve üstün insan ya da insanlık yoktur. Maya niceliktir, o kuruduğu zaman geride bir şeyden bahsedilemez. Bu niceliği bir basamak olarak görmek ise bu güne kadar yapılmış tüm doğa ve toplumsal girişimlerde sonu felaketle, yıkımla sonuçlanmış bir yalan iddia olarak belirmiştir. Nitelik işlevleri için kendinden kaynaklanan bir dinamiğe değil tamamıyla niceliğin içindeki potansiyele dayanır. Bu açıdan tarih boyunca gelişen din ahlakı dahil, tüm ahlak türlerinin, tarihsel kesitler içinde anlaşılabilir özelikleri itibariyle insanlık tarihinin ilerlemesinde nitele katkı yapan değerler manzumesidir. Bunun sonucu, nicelikler ((( kitleler))) sosyal adalet ve buna bağlı binlerce talebin, hak ve hukukun sahibi olarak ortaya çıkmaları gündeme gelmiştir. Bu amaçla bu gün bilinen siyasal örgütler, sendikalar, sivil toplum kurumları, yasalar anayasalar gelişmiştir. Üstün insanı üstün insan yapanlar onun bu hakka tek başına el koymasını da engellemiştir. Denge de zaten böyle kurularak tarih ilerlemiştir. Bu denge bozulduğu an toplumsal anarşinin nasılda her şeyi yakıp yıktığı görülmüştür; olay doğa içinde tamamıyla geçerlidir, kaos, doğal alt üst oluşlar doğanın istisnai güçlerinin bir anda patlaması sonucu pervasızlaşmalarından kaynaklanır. Ama denge görelide olsa doğanın ana eğilimi olduğu açıktır.
Bunları inkar ve yadsımak, tiksintiyle ele almak, düşüncenin pervasız davranışlarının handikabıdır diyeceğim. Nietzche buna düşmüştür. Bunda 19.yy ortalarından itibaren gelişen keşiflerin, buluşların, fiili olarak insan yaşamına yansımasıyla niteliklerin belirginleşen, parlayan yıldızları, düşün adamlarına, felsefi eğilimlere, bu yünde bir ayrıcalıklı çevrenin, her şeyin temeli olduğu sanısına götürmüştür.
Post modernistlerin benzer bir tarihi kesitte Nitezche’yi yeniden keşfetmeleri, yaşamın ana dinamiği olan ve yaşamın her şeyini üreten niceliklerin hak ve hukuklarından kaynaklanan ve sonuçta bir biçim paylaşım ve dayanışmacılık anlamına gelen eğilimlerinin baskınsından kurtulmak, kaçış olarak kendini göstermiştir. Modern çağ sonrası gelişmeler (( bu Post tanımı çok tartışma götürür bir tanımdır)) yeni toplumsal ve tarihsel evrelere gebelik yaptığını gösteren verilere sahiptir. Küreselleşen dünyamızın her kesin kazandığı bir dünya olması yönündeki kolay ilerleyişini kesme çabalarıdır. ((( ki bu emperyalistlerin, küreselleşmeyi kendi siyasi tekellerinin dayatması olarak işlevlendirme çabalarından da kaynaklanmaktadır, tabi ki, iradevi bu davranışa neden olan, nesnel gelişmelerin kendisi olduğunu unutmadan, bunu bilince çıkartmalıyız))) Herkesin gelişip güçleneceği, her kesin yararlanabileceği bilimsel ve teknik devrimler, bilgi çağı olanakları gerçekte tüm insanlığın ortak ürünüdür. Zira onlar tek başına üstünlerin değil, üstünleri de var eden toplumsal kolektif aklın, on binlerce yılının birikimlerinin dolaysızca tüm insanlık mirasının bir ürünüdür. Bu gerçeği birilerine mal etmek, ve buradan üstünler ve alçaklar yaratarak elde edilen nimetlerin paylaşımından kaçınmak, post modernistlerin Nietzche’yi neden yeniden keşfetmek istediklerini anlatmaya yeterlidir.
Bunun için, üstün ve tek kutuplu güçlerine dayanarak dünyayı özgürce talan etmek ve insanlığın diğer kısmını tüm niceliklerini kendi üstünlüğünün hizmetine sokmak isteyenlere, sihrin sihirbazı çarpması gibi, Nietzche’nin üstün insan için söylediği bir sözü tüm insanlık için, kitleleri tanımlamak için söylersek, her kes haddini daha iyi bilecektir. “gücünüzün üstünde bir şey isteyemezsiniz. Gücünün üstünde şeyler isteyen kimselerde kötü bir yapmacıklık vardır... güçlü sözlere, göstermelik erdemlere, parlak, düzmece eylemlere bürünmüş bu şaşılar, bu ağarmış kurt yenikleri sonunda kendilerine karşı da yapmacıklaşırlar.” ( Nietzche, Böyle Buyurdu Zerdüşt s: 274)
b. “Tanrı öldü: artık üstün insan yaşasın” Diyor ( Nietzche, Böyle Buyurdu Zerdüşt s:271)
Tanrıyı katletmek bir tür özgürleşmedir Nietzche için. Zira o karşısında tanrının koyduğu varsayılan yasaları engel olarak görmekte ve bu yanıyla o yasaları muhkem addetmektedir, değişmez, kalıcı, kapsayıcı temel engel gibi görmektedir. Bu çelişki, filozofumuzun tüm düşün sisteminde kendini gösterir. O, tarihi nesnel bir açıdan ele almadığı için, ahlak kurallarını vahinin mutlaklığıyla ilgili sanıyor. Tanrının katledilmesi bunun için zorunlu oluyor. Oysa tanrı da koyduğu ahlak önermeleri de bir tarihi sürecin evrimiyle ilgilidir. Tanrı anlayışının evrim bu noktada önem arz eder ((( özet bilgi için Cemil Sena’nın Tanrı Anlayışı okunabilir))). Bu açıdan, bana göre, tanrının ölümü yerine, tanrı evrimleşmeseydi ölürdü demek daha ciddi ve derin bir kavrayıştır. Tanrı tarih boyunca, önemli evrimler geçirerek bu güne gelirken, gerçekte kitleler ve aralarında onlardan hak ve hukuk açısından olduğu kadar, biyolojik ve sosyolojik açıdan hiç farklı olmayan “üstünler” de dahil, bu evrimin üreticileri ve ondan yararlananlar olmuştur. Belirli kesitlerde bu ahlak kurallarına açılan savaş ne tanrıyı katledebilmiş ne de bu ahlakı yok etmiştir. Ama kesin bir şekilde değiştirmiş, ilerletmiş katkılar yaparak yeni tarihi kesitte uygun ve daha çok yararlanılabilir hale sokmuştur. Bundan zaman zaman güçlüler, zaman zaman yoksunlarda yararlanmıştır. Patlama noktasındaki dengesizlik bir yana, ahlak, tarihi seremonideki göreliliğini koruyarak evrimleşip tanrıyı işi bitene kadar, yeniden yaratacaktır. Bu anlamda Nietzche’nin “kurtarıcı dedikleri onları zincire vurmuştur” (Age. s:89) söylemi, mutlak bir doğru değildir. “Onlar” dediği, gerçekte tanrıyı yaratan ve onu gerekli oldukça da evrimleştirenlerdir. Görelilik kuralınca belli bir dönemin dengesi içinde zincire vurulmuş gibi görünmeleri, kendilerinin ürünü olması dolaysıyla ihtiyaçlarına cevap verdiği kesitleri gösterir. Daha gerçekçi olmak için, Onlar, yani kitleler, üstünlükleriyle tanrıyı zincire vurduklarından söz etmek, belki felsefenin temel ilgi alanlarında biri olarak karşımızda duracaktır; zira ölmemesi için evrimleştirdikleri bir ürünün (tanrı) köleleri olduğunu iddia etmek yerinde değildir. Filozofumuz bu oyunu biliyor, keşfetmiştir ama, bunu kitlenin üstünlüğüne bir kanıt olarak alması yerine, onu tiksinilen bir köle olarak görme ısrarındadır. Tanrının katlini de bu amaçla istemektedir. Bunun için önce gerçeği katletmek gerek, bunun içinde ne gerekiyorsa yalan dahil her şey mubahtır felsefesi ikame edilmelidir. Sen de aktarmışsın;
‘Sadece bir dünya vardır ve o da sahte, gaddar, çelişik, ayartıcı, anlamsızdır...Böyle yaratılmış olna olan bir dünya gerçek dünyadır;bu realitenin ‘gerçeğin’ üzerine zafer kazanmamız için yalana ihtiyacımız vardır, yani yaşamak için.”
Bunu postmodernistel ve siyasal temsilcileri sık sık yapmaktan beis görmemektedirler. ABD’nin bölgemiz ve dünyadaki tüm girişimleri buna tanıklık yapıyor.
Bu açıdan postmodernistlerin yeniden, ahlak konusuyla ilgili inkarcı yaklaşımlarını kavramak zor olmayacaktır. İlerlemiş ve evrimleşmiş haliyle tanrının bu günkü ifadesi olarak her türden ahlak anlayışı, post modernistler için katlanılmaz bir yükümlük demektir. İnsanlığın ortak değerlerini yine insanlık için sunmada bir devrim olacak gelişmeler, dar bir gurubun yararına , az sayıda ülkenin çıkarına ve o ülkelerdeki yine az sayıda insan için bir kaynak olarak ikamesine yönelik, dünya yükümlüklerinden kurtulmak, postmodernizmin verili ahlaka karşı köktenci gibi görülen bir savaş açma dürtüsünü kışkırtması, anlaşılır bir şey olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bunun gibi bir dizi söylemde, insanlık ailesinin bütünselliğine karşı ayrımcı tutumlara meşruiyet sağlama umuduyla eski yeni felsefi uydurmalara sarılmalar, sonuçları itibariyle akıl erdemlerine karşı, yaşamın bütünselliğine ve bölünmezliğine karış bir saldırı geliştirilmektedir. Farklı tarihi kesitlerde farklı söylemlerde gündeme gelen aynı algılayış, insanlığın aşmak zorunda olduğu sorunlar olarak bu günde karşımıza dikilebilmektedir. Bu algılayışlarla mücadele etme haklı olarak aydınların ve tüm insanlığın yükümlenmesi gereken sorumlulukların çerçevesini oluşturuyor. Küreselleşme çağında bu yükümlülük daha bir önem kazanmıştır.
Bilimsel ve teknik devrim, bilgi çağı her bireyi üstün insan yapma yönünde bir olanak sunduğu inancındayım. Mülkiyetin daha küçük parçalara ayrılması sonucu artan bir üretim bolluğunu ve bilgi değişim ve akımını güçlendiriyor. Coğrafi sınırlar yok oluyor insanlık bir köy gibi iç içe yaşama ve yaşamı ilgilendiren her şeyi mübadele etme şansı yakalıyor. Böylesi bir tarihsel gelişmenin doğal ve mantıki sonuçları, tüm insanlık ailesinin yükselişini sağlamaktadır. Bu gelişme birincil derecede, “üstün insanı kıskanan kitlelerin gazabını” çekmiyor. Tersine tüm insanlığı bir üst seviyeye yükseltiyor. Kitleler, eski yeni ahlak anlayışlarına yenilikler getirerek, bu tarihi kesite uygun bir eşitlik ve adalet sistemi ikameye çalışıyor. Yasalarını, kurumların, devletlerini ve kendilerini evrimleştiriyor; inançlarını da yeni yeni yorumlarla daha akılcı, toplumsal ve dayanışmacı özelikler taşır hale getiriyor. Tanrıyı da, bu anlamda katletmeden, evrimleştiriyor. Böylece sistem küresel ölçekte kendini, tüm insanlık için daha yararlı kurallara kavuşturmaya ilerletiyor. Nesnel imkanlar el verdikçe de öznel çabalar ardından artan bir dinamikle işe koşuluyor. Birbirinden bağımsız da olsa insanlığın kolektif akıl ürünü kazanımlar yine tüm insanlığın hizmetine giriyor. Kitleler kendilerine neyin ait olduğunu daha iyi kavradıkça, insanlık arasına sokulmak istenen ayrımcılığı geriletmede vakit kaybetmiyor. Postmodernistlerin, bölücülüğüne karşı zamana yayılmış olsa da, engellenemez direnişini yükseltiyor, diyeceğim.
Bu yüzden ölüm ilanı, tanrıya ya da kitlelere değil, bu tezleri felsefe adı altında yaşam kuralı haline getirme çabalarına ait oluyor.
Kitabını okuyana kadar söyleyeceklerim bu kadardır. Bir yolunu bulup bütün çalışmalarını göndermeni isteyeceğim.
Şimdilik bu kadar. Sevgiler, başarılar. Mihrac Ural
4. ileti
Yener Orkunoğulu’ndan
‘Kürtler ve Ulusal Devlet’ yazın hakkında şunları söylemek istiyorum.
Yazının içerdiğe mantığa, katılıyorum. Tabi böylesi yazılarda hepimizin başına gelen bir şey var: Marksist bakış açısı ile burjuvazinin bakış açısı arasındaki farklar biraz silikleşiyor. Ama bu durumu dayatan da bir ölçüde mevcut koşulların kendisidir.
Dikkatimi çeken bir iki şey hakkında söylemek istediklerim var.
Söyle yazmışsın:
‘merkezi ulusal devleti siyasi tanımlanması ve ilkelerini en yalın olarak dile getiren, İtalyan Makyeveldir. Epikuros tarafından önerilen toplumsal sözleşme teorisi’ne yeniden saygınlık kazandıran, merkezi devlet ihtiyacına uyarlayarak’
Ulus devlet konusunda Makyevel’den neredeyse 1800 yıl çnce yaşamış Epikuros’a dayanman iyi bir durum değil. Üstelik Epikuros (toplumsal sözleşme konusunda bazı şeyler söylemiş olsa da) genellikle ‘hazcılık’ ve’mutluluk’ konularında tanınan biri. Bence millattan önce yaşayan Epikurus yerine, Jean Jacques Rousseau (1712-1778)’nun ‘Toplumsal sözleşme’ teorisine vurgu yapsaydın daha iyi olurdu.
Küreselleşme çağından bahsediyorsun. Güzel. Ama ben küreselleşmenin yeni doğmaıdğını, kapitalizmin bir dünya sistemi olarak ortaya çıktığından beri küresel bir sistem olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle küreselleşmenin EVRELERİNDEN bahsetmek gerekir.
Bana göre KÜRESELLEŞME 3. evresini yaşıyor. Yani küreselleşmeyi 3 veya 4 evreye ayırmayı öneriyorum.
1. Küreselleşme, merkantilist dönem
2. Küreselleşme, sanayleşme ve meta ihracını içeren dönem
3. Küreselleşme, sermaye ihracı sonrası dönem
4. Küreselleşme, iletişim teknolojisi sonucu ortaya çıkan dönem
Bu söylediklerim sadece bir öneri. Amacım küreselleşmeyi hem tarihsel hem de çeşit bakış açılarından ele alan bir tartışmayı yaratmaktır. Faydalı olursa iyi.
Bir de şunları diyorsun: ‘Arap İslam medeniyetinin açtığı yenileşme çağını sekteye uğratarak başlamış. Fetihçiler, bölgemize ne kültür açısından bir yeniliği, ne dil açısından ne de ekonomik atılım açısından bir perspektif geliştirememiş, bölge halklarını ortak bir değer etrafında toplayabilme kabiliyeti olabilecek bir yönelim sunamamıştır. Bunu anlamak için, bölgemizde 500 yıl hüküm süren Osmanlının dili dahil, her hangi bir etnik öğesi yada ekonomik sunusunun egemenlik altındaki hiçbir millet tarafından ortak bir değer olarak kabullenilmemesine bakmak yeterli olacaktır.’
‘Klasik Ulusçuluk ve Demokratik ulusçuluk’ yazımda, yeni ulus teorilerine dayanarak Osmanlı hakkında yeni bir şey söyledim. Yazı kültürü yaygınlaşmadığından ve ticaret-ve sanayinin gelişim düzeyi ortak bir kültürü ve dili dayatmadığından, Osmanlı, ortak bir dil ve kültür yaratmazdı. Osmanlının, hümanist olduğu ve diğer dillere ve kültürlere KARIŞMADIĞI görüşü, çöpe atılmıştır. Umarım yazımı okurken, bunu keşfetmişşsindir.
Şimdilik bu kadar
Selam ve sevgiler
Yener
5. ileti
Mihrac Ural’dan
Değerli Yener,
İletini aldım. Ellerine sağlık.
Bu iletinde yer alan tespitler benim için önemli. Konuya ciddi yaklaşmış olman ve kendini bu süreçlerle ilgili hissetmekte olduğun mesajını verdi. Diyalogumuzdan kendi adıma bilgi edinmekte olduğumu söylemeliyim. Bu dönem yazıları ciddi şekilde okuyan, onu eleştirel bir gözle, sorumlulukla ele alan insan sayısı çok azaldı, biliyorsun.
İletindeki genel yaklaşımın, uzun yılların çalışma ve araştırmalarım sonucu oluşan çizgimle yakın bir paralellik içinde olduğu kanısını edindim. Ben, aklın yolu bin birdir, diye düşünürüm ve bunun korunması gerektiğine inanırım. Demokratlığımın kaynağı bu algılayıştandır, devrimciliğimin de, ilerlemenin de kaynağında bunu görürüm. Bunun için karşısında olduğum görüşlerin yaşaması, saygıyla karşılanması için her türlü fedakârlığı sunarım. Şu ana kadar yazışmalarımızdan kavramsal, kesitsel kimi belirlemeler dışında fazla bir nitelik farklılığımız olmadığı izlenimi edindim. Bu iletinde bu kanaatim daha da güçlendi. Belirlemelerine bu açıdan, kısa bazı hatırlatmalar yapmakla yetineceğim.
Epikuros’le ilgili
Öncelikle, “Ulusal devlet ve Kürtler” başlıklı makalemde, ulusal merkezi devlet konusunda düşüncemi şekillendirirken, Epikuros’e kadar uzanmam, ulus devletle ilgili değildir, hatta merkezi devletle de ilgili değildir. Epikuros’un toplumun, bireylerin korunma amacıyla gerçekleştirdikleri “sözleşme”nin, ki bu belirleme “Jean Jacques Rousseau (1712-1778)’nun ‘Toplumsal sözleşme’ teorisin” den 2000 yıl daha eskidir, bir ifadesi olarak devlet anlayışının, merkezi devlet eğilimlerine yaptığı etkilerle ilgilidir. Yani merkezi devletlerin doğuşuna bir tarihi göndermeden ibarettir. Üstelik bu belirlemeyi, makalenin dokusu içinde, Avrupa kökenli bir söylem sınırlarını aşmamak için yaptım. Yoksa devletle ilgili şark yazınından çok daha eskilere dayalı belirlemeleri koymak güç değildir. Hamurabi’yi, Nabuhaznassar’ı, Sümerleri, Akadları, Firavunları bu konuyla ilgili irdelemek mümkündür. Ancak merkezi devlet ayrı, ulusal devlet olayı daha ayrıdır.
Bu arada Epikuros’a, “Epikuros (toplumsal sözleşme konusunda bazı şeyler söylemiş olsa da) genellikle ‘hazcılık’ ve ’mutluluk’ konularında tanınan biri.” demekle haksızlık ettiğini söyleyeceğim.
Epikuros’un, ilk maddeci felsefecilerden olduğunu es geçmişsin gibi geliyor bana. Varlığın maddi bir gerçek olduğu, atomlardan oluştuğu (Demokritos’un yaklaşımını benimsemesi), Dünyanın ve yaşamın maddi varlığında “Tanrıların hiçbir etkileri yok” belirlemesini, “sağlam bir bilgi olmadan doğru bir eylemin olamayacağını”, şüpheciliğin ki, bu bilimsel bakışın ilk adımıdır, belirten bir büyük. Marks’ın doktora tezinin “Differanz der demokritischen und epikureischen Naturphilosophie” (Demokritos ve Epikuros’un doğa felsefesi arasındaki fark. 15 Nisan 1841) olduğunu hatırlatmaya gerek yok. Bu tezde Marks, “Epikuros’un atom düşüncesini nasıl zenginleştirdiğini ve onu eylem merkezi yaptığını, gerekircilik anlayışını nasıl yumuşatarak rastlantıya ve insan iradesinin müdahalesine yer verdiğini, felsefeyi dinden ve tanrı düşüncesinden nasıl kurtardığını anlatır ve onu birinci derecede önemli bir düşünür olarak” (Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, 7. baskı, Epikurosçuluk maddesi s:87 ) nitelendirmesini biliyoruz.
“Epikuros’un MÖ II. yüzyılda Roma’da olduğu gibi Antakyalı Hemşehrilerimin geleneksel özelliklerine uygun olarak, Epikürcülükle yakından ilgileri ve okul açmaları kadar, 15-16-17-18. yüz yılda da önemle yeniden öne çıkmasını hatırlatırım. Bu süreç çok az Yunanlı maddeci felsefeciye nasıp olmuştur. Marksın konuyla ilgilenmesini ayrıca belirtmeye gerek yok.
Epikuros’un “haz” üzerine söylediklerini esas almak çok talihsiz bir yaklaşımıdır. Menoikeos’a gönderdiği mektupta (ki, 300 kitabından, bu güne elde kalan nadir yazılarındandır) Haz konusunda kendisine yöneltilen suçlamalara sert cevap vererek bu kapıyı sonsuza kadar kapatır. Mektupta; “Haz en üstün iyidir dediğimiz zaman ne sefihlerin duydukları hazzı, ne de hayvanca hazzı ileri sürdük. Bizim sözünü ettiğimiz haz, sadece ruh rahatsızlığıyla beden acısının yokluğundaki hazdır. Bedenimiz acısız ve ruhumuz rahatsa mutluyuz. İnsanı mutlu kılan ne çatlayasıya içme ne de cinsel sapıklıklardır. İnsanı mutlu kılan; usa uygun ve sade alışkanlıklar, arınacağımız ve sakınacağımız şeyleri iyice ölçe bilen ve ruha rahatsızlık veren yanlış ve boş inançları söküp atabilen bir ustur. O halde bütün bu söylediklerimizin ilkesi, iyiliklerin en üstünü olan bilgeliktir. Onu felsefeden de üstün tutmak gerek. O, bütün erdemlerin kaynağıdır.” Diyerek, haz üzerine yaptığı, bu gün için bile geçerli ve tutarlı yanları olan, gerçekçi yaklaşımları dile getirir. Epikuros maddeci yaklaşımların göz ardı etmek isteyenlerin yakıştırdığı söylenceler, amaçlıdır derim.
Kapitalizmin küreselliği
Kapitalizmin küresel bir sistem olarak belirlemene bazı ihtiyatlarla yakalaşacağım. Küreselleşmenin bir tarihsel evre olarak bu gün için ifade ettiği anlam ile, yüz yıllar gerisinden gelip Sanayi devrimi ile kendini pekiştiren ve dünya ölçeğinde yaygın olan kapitalist üretim arasındaki ayrımı doğru algılamak için, bir ayraç konması gerekir derim. Bir sistemin dünyanın her yerinde var olması, bu gün kullandığımız anlamda bir küreselleşme değildir. Bu yaygınlığın dünya ölçüsünde kendini göstermesi ile küreselleşme çok farklı şeylerdir. Zira köleciliği de, tüm dünyayı saran ve yakın zamana kadar etkinliği hissedilen bir sistem olması itibariyle, “küresel bir sistem” olarak tanımlamak mümkündür. Aynı şey, feodalizm içinde geçerlidir. Hem köleci çağda hem de feodal çağda, her tür ürün ve üretim bilenen sınırlarıyla o günkü dünyanın dört bir köşesinde pazarlanabiliyordu; Finike şarabı ve kil kapları tüm ak deniz havzasında satılıyordu, uzak doğu malları ipek yoluyla dünyanın her yerinde pazarlanıyordu. Buna bakınca, eski çağdan beri bu tür ve düzlemde bir evrensellik ve de uygarlık yaygınlığı bulunuyordu. İlk posta teşkilatını ve üniversiteyi kuran Endülüs Arapları, dünyanın her tarafına öğrenci prens ve krallar ihraç ediyordu. Ancak bu gibi evrensel olması kaçınılmaz olan ilişkiler, konumuz olan yeni bir uygarlık ve mülkiyet-üretim ilişkisi anlamındaki küreselleşmeyi tanımlamaz
Kapitalizmin, belirlediğin ilk iki evresinde, hatta üçüncü evresinde de “Küreselleşme, sermaye ihracı sonrası dönem” diye tanımladığın kesitte de, ulus merkezlilik tüm ağırlığıyla olması yanı sıra dünya ölçeğinde yaygınlığı nispiydi; bu dönemde emperyalist sermaye ihracı aracılığıyla dünyanın her alanına bir ahtapot gibi uzanması ayrı, dünyanın büyük bir çoğunluğun hala feodal üretim ilişkilerinde yaşıyor olması, klasik sömürgeciliğin bile ayakta tutuna bilmesi, dünya ekonomisinin birbirine bu günüden çok daha geri bir şekilde ilintili olması vb. durumlar daha ayrıdır. Bu evrenin ne sermaye ihracı ne de teknoloji ihracı, küreselleşmeden kastedilen, dünya ekonomisinin birbiriyle organik bağlanışını göstermez, tanımlamaz. Özellikle II. dünya savaşı sonrası, dünyanın siyasi ve askeri kamplara bölünüşü ve farklı sosyal sistemlere ayrılışı dolaysıyla da, böyle bir şeyden bahsedilemez. Benim algılayışımda, kolektif insan akıl ürünü bilimsel, teknik devrim ve bilgi çağının verileriyle oluşacak ve dünyayı tek bir ekonomiye bağlı hala getirerek yeni bir sosyal sistem ve bu anlamda yeni bir uygarlığı yaratacak olan küreselleşme, kapitalizmin her türünden nitelikçe farklıdır. Tarihin gelişmeleri ve bu güne kadar belirmekte olan ilerlemeler böylesi bir yeni uygarlığın ilk adımlarına işaret etmektedir. Bu da Kapitalizmin hiçbir evresine tekabül etmez. I ve II. Dünya savaşlarının dile getirdiği gerçekler de bunu anlatır.
Bu noktada, dördüncü evre diye tanımladığın “iletişim teknolojisi sonucu ortaya çıkan dönem”in her verisini, bence kapitalizme mal etmemek gerek. Bu evrede yeni doğan ama henüz güçlü olmayan, yeni mülkiyet ve üretim ilişki nüvesini, yeni bir uygarlığın belirtilerinin kapitalizm içindeki hali olarak algılanmalıdır derim. Eskiyen kapitalizmin hala egemen olduğu ancak onun içinden doğan ve daha uzun bir süre at başı yürüyecek olan ve sonunda hakim olacak yeni ilişkilerin ilk nüveleri, ip uçları olarak görmek gerek. Bu açıdan Dördüncü Evreyi de kapitalizmin küreselleştiğine bir veri olarak göstermek imkansız gibi geliyor bana. Bu doğal iktisadi evrimin iç içi gösterdiği gelişmede, iki tür küresellikten bahsetmek bence daha mantıklıdır;biri, bilişim çağının açtığı yolda ikame olmaya çalışan ve tüm insanlığın ortak yeni değerlerini tarihsel bir gelişme olarak tespit eden küreselleşme ki, egemenliği kaçınılmaz olan olumlu küreselleşme budur ve bunun taraftarı ve mücadelecisi olmak gerek, diğeri ise bu gelişmeyi kesintiye uğratmak için siyasi baskı ve dayatmalarını küreselleştiren tutumların insanlığa dünya ölçeğinde yaptığı olumsuzluklarla temsil edilen ve sonuçta mahkum olacak olandır.
Kapitalizme, bir mülkiyet ve üretim ilişkisi olarak ait olan hiçbir şey nitelikçe küreselleşmenin ifade ettiği niteliği tanımlamaz derim. Akademik ölçekte bir belirleme yapılacaksa durum budur. Yok günlük siyasal yazım ve söylemlerde bir tür yaygın olma halini, dünyanın her yerinde etkisini gösterme halini (evrensel siyasi baskılar, savaş dayatmaları , işgaller vb) anlatmak üzere bir olumsuz küreselleşmeyi ifade etmek ise, bizimde yaptığımız bir şeydir. Ancak bunlar, küreselleşmeyi tanımaz.
Bilindiği gibi, Batı uygarlığı her yönüyle (ekonomi, sosyal, siyasal, sanat, kültür vb.) dünyamızın her köşesinde etkin olarak yaşamaktadır. Bir uygarlık olarak diğer tüm uygarlıklar gibi evrenseldir (((Sümerlerin ekim biçim çizelgelerini, 60’lı zaman bölümlemelerini vb..., Firavunların sulama sistemlerini vb... bu gün hala kullananlar ve düne kadar dünyanın her alanında insanlığın kullandığı uygarlık unsurları olarak işlev görmüştür))). Etkin, en önde, en tercih edilen ve bu anlamda “küresel” olan bir uygarlıktır. Ancak bu uygarlığın üretim ilişkileri, her yerde birbiriyle rekabet içinde kendi yeterlilikleriyle kendini sürdürebilir konumda korumaktadır. Henüz üretim sistemi gerçek bir küreselliğe ulaşamamıştır.
Şöyle bir örnekle izah etmeye çalışayım, bir ülke ya da ulus ölçeğindeki kapitalist üretimi düşünelim. Ulus ekonomisi ülkenin tüm köşelerine, Pazar açısından egemen olması bir yana, ulusal üretim birbirinin devamı, zincir halkaları gibi birbirine bağlanmış durumdadır, bir köşeden elektir enerjisi gelir, bir başka köşeden hammadde gelir, bir başka uçtan işçilerin gücü, bir başka yerden, ulaşım etkinlikleri, bir başka taraftan üretimin bir kısmı ve diğer taraftan üretimin ana gövdesi oturur. Yani üretim ulus çapından birbirinden koparılamaz bir ağla bağlanmış olarak kendini ikame etmiş olur. İşte kapitalizm kendi özelliği dolaysıyla, üretimi bu tarzda, bir ülkede gerçekleştiği gibi dünya ölçeğinde, egemen bir biçimde henüz küreselleştirememiştir diyorum. Üretim ilişkileri ve üretimin dünya çapında küreselleştiği zaman ise o ilişki kapitalize ilişki olmayacaktır. Kapitalizm bu yanıyla (üretim sistematiğiyle) ülkesel, ulusal kaynaklı olmaktan henüz nitelikçe kurtulamamıştır. Doğası gereği de kurtulamayacağı kanaatindeyim, kurtulabileceğini iddia etmek, kapitalizmin insanlığın son uygarlığı, kendi kendini yeniden üretebilen ilk ve son uygarlığı, ölümsüz ve sonsuz uygarlığı olduğunu söylemektir ki, bu tarihin uygarlıklar kanununa ve doğasına aykırıdır. Bu yüzden, Kapitalizmin bağrında doğup büyümekte olan yeni mülkiyet ve üretim ilişkilerini kapitalizmin doğasından ayırarak algılamak çok önemlidir. Bu yeni ilişkilerin özgürleşmesine öznel katkının tek yolu da budur.
Tekrarla, küresel mülkiyet-üretim ilişkisi nüveleri olarak değerlendirilebilecek oluşumlar, kapitalizmin bütün sistemiyle çatışma halinde özgürleşmek, kendine ait kurum, kuruluş, yasa, kültür, sosyal ve siyasal ilişki ikama etme mücadelesini artan oranda verecektir. Feodal dönemin krallıkları altında burjuvazinin durumunu göz önüne getirdiğinde, küresel ilişkilerin kapitalizm egemenliği altındaki konumlarını daha iyi anlamak mümkün olacaktır. Bu çerçeveden kurtulmaya başlayan eğilimlerin hızla kapitalizmi dönüştürmekte, yeni bir uygarlığın nüveleri olarak kendilerini ikame etme durumunda oldukları gözlemlenmektedir. Ve kapitalizmin, bu gelişmeye, gerici bir siyasal küreselleşmeyle karşı durma, bastırma çabalarının yükseldiğine de tanık oluyoruz. Bir ince çizgiden bahsediyoruz, detayları dile getiriyoruz, yoksa normal bir yazıda “kapitalizmin evrenselliğinden”, “dünya çapındaki işlevlerinden” vb bahsettiğimiz hiçte az değildir. Ancak gerçek bir nitel küresel üretim ilişkisi, kapitalizmin değil onu aşacak olan ve bilimsel teknik devrimin tüm verilerini, bir üretici güç, üretim ve mülkiyet ilişkisi kapsamında ikame edecek olan sistem tarafından gerçekleşecektir. Sanırım böylesi, gelecek bir evrede sınırlar ve onlarla ilgili devlet türleri, yasalar ve kurumlar eski bir tarihin kayıtları olacaktır. Avrupa birliği (tutarlıca devem etmesi için, yeterli nesnel dinamikler bulunuyorsa), böylesi bir adımın (küreselleşmenin), yerel adımı olarak ilk nüveleri için bir başlangıç sayılabilme ihtimali vardır. Bu bile küresel bir üretim ilişkisi ve mülkiyet ilişkisi anlamına gelmez. Bunun dünya ölçeğinde bir adım olması gereklidir. ((( Unutulmamalı kapitalizm feodalizmin bağrında gelişmesini, 800 yıl gibi bir uzun süre sürdürdü, küresel ilişkilerin de bir süre daha koltuk altında olması kaçınılmaz gibidir )))
Küreselleşmenin ayrıcı özelliği, üretim niteliğinin evrenselleşmesidir. Yani üretimin tek bir coğrafyada kendi kendine yeterli olarak çalışamaz hale gelmesi, tüm dünya ekonomik işlerliğinin birbirini tamamlaması ve bunun dışında kalanların var olma şansını kaybetmesidir (yaşarlar ancak dünya üretim ve tüketim mekanizmaları içinde niteliği belirleyecek konumda olamazlar; mesela bu günde organik tarım denilen şey yapılmaktadır. Sende bilirsin ki organik tarım, tarihin en ilkel tarımsal üretimidir, modern aletlerle yapılsa da, köleler, serfler yada tarım işçileriyle yapılsa da küresel üretimin belirleyici biçimi değildir.) Bu günkü verilerle Kapitalizm bu aşamaya gelmemiştir. Üretimin niteliğini belirleyen mülkiyet ve üretim ilişkileridir, (hammaddeler nereden gelirse gelsin, tüketim hangi ölçüde evrensel olursa olsun ki, bunlar, üretimin niteliğiyle ilgili veriler değildir.) Üretimin niteliğiyle ilgili veriler ki , bu bir “fabrika üretimi”dir, kapitalizm için, hammadde+iş gücü+üretim araçları> meta süreciyle temsil edilir. Bu gün bu süreç hala dünyanın dört bir köşesinde, her ülkede bir birinden bağımsız (göreli) gerçekleşebilir ve tüketim metasını üretip tüm dünyaya pazarlayabilir. Elbette ki, bilim ve teknoloji devrimleri, bilgi çağı ve bilginin üretim özellikleri bu sistemi zorlamaktadır ve gerçek anlamdaki küreselleşmeyi, üretimin niteliğini küresel yapmaya, geri dönülmez bir tarzda küreselleştirmeye doğru itmektedir. Zaten tarihin tüm ileri uygarlıkları ya da yeni üretim ilişkileri, eskinin bağrında böyle doğar, onunla uzun bir yolu birlikte yürür, ama sonunda egemen olur.
Bu sürecin başlangıcında olduğumuzu gözlemlediğimi ifade edeceğim. Bu gün için, belirtmeye çalıştığım küreselleşmenin karşısındaki en büyük düşman kapitalizmdir. Çünkü bilgi çağının verileri üretimin niteliğini değiştiriyor. Mülkiyet daha da küçük parçalara bölünüyor, ileri teknoloji devreye girerek bu küçük mülkiyete inanılmaz bir üretim dinamiği kazandırıyor, bilgi üretimi diye bir olgu gelişti ve bunun üretimi artık bir fabrikada, kapitalist meta gibi üretilemiyor. Alınıp satılıyor ama, kapitalist meta üretim tarzıyla üretilmiyor. Bilgi kapitalistlerin gölgesi ve kararları altında üretilse de onların üretim sistemine ait bir meta olarak üretilmiyor, kendine özgü ilişkileriyle kendini ayırıyor. Bilgi üretiminin niteliği tamamen değişik. Kolektif insan akıl birikimlerinin evrensel dönüşümünü, iletişimini gerekli kılıyor. Bunun sonucu sanal bilgi ve sanal üretim denilen ve hızla evrensel üretimin omurgası haline gelmeye başlayan hiç bilmediğimiz yepyeni bir nitelik gelip kendini dayatmaya başladı. Bu gelişmeler (daha binlerce şey eklenebilir) kapitalizmi daha huysuz, siyasi tekelciliğe daha da eğilimli, küresel ölçekte daha sert ve acımasız bir tarzda eskimiş üretim tarzını koruma güdüsüyle davranır olmaya götürmüştür. Bilişim çağının verilerini olduğu gibi üretim sürecine sokması halinde, sisteminin tamamen dağılacağını sezinledikçe daha da tutucu davranıyor. Tıpkı, feodallerin verimsiz dev arazileri karşısında, nispeten küçük özel toprak mülkiyeti üzerinde yapılan, aletli ve kimyasal kapitalist tarımsal üretimin inanılmaz başarısı, bir başka düzlemde kapitalist üretime karşı küresel üretim tarafından icra edilmektedir. Bu da kapitalist üretimi boğmakta, siyasal müdahalelerle bu sürecin egemen olması engellenmektedir. İnsanlık için inanılmaz bir ilerleme sağlayacak, maliyetleri düşürecek, üretimi artırıp sosyal karakterini derinleştirecek küresel üretim kapitalizmin engelleriyle boğuşmak mecburiyetinde kalmaktadır. Bu gerici girişimler zaman zaman, tüm insanlığa yıkıcı sonuçlar dayatıyor. II. dünya savaşında bu yana inanılmaz sayıda bölgesel savaşların körüklenmesi ve Afganistan, Irak gibi büyük operasyonlar, bunun yakından ilgili yanlar taşıyor.
Bana göre kapitalizm, feodalizmin bağrında gelişirken feodal büyük toprak mülkiyetin ve üretim tarzını nasıl ki, daha küçük ama daha üretken mülkiyet ilişkisiyle, feodallerin boyun bağı haline getirdiyse, bu yeni tarihsel gelişme, gerçek küreselleşme de, kapitalist mülkiyet ilişkilerini, üretim ilişkilerini kapitalistlerin boyun bağı haline getirmektedir (işin başında olduğumuzu unutmadan). Şu an tüm verileri ortaya çıkmış değil, tıpkı 14-15. Yüz yılda kapitalizmin feodal sistemdeki hali gibi bir aşamadayız denilebilir (zamanın akış tarzının bu çağda çok hızlı olduğunu aklımızdan çıkarmadan, geçmişin yüz yılları bu kesitte on yıllar gibi değerlendirilebilir).
Yeni süreci tanımlayacak formüller önermek ve formüllerle çok karmaşık bir süreci basitleştirmek benim algılayış sınırlarım içinde olmasa da, kendimi bir falcı edasına koyup, anlatımlarımın daha basit algılanışı için, şöyle bir formül önerilebilir; Dev ve hantal “fabrika üretimi”nin aşılarak, ulus özelliği olmayan ve ulusal bir devlete bağlı bulunmayan (!) daha dar bir mülkiyet ve üretim ilişkileri ortamında, bilgi emeği (!) (bilgi+iş gücü)+Sanal madde+sanal bilgi>sanal üretim >>>> hammadde+iş gücünü tamamen tali palana itmiş, ileri yüksek teknoloji> kullanım değeri ağırlıkta ürün diye, formül önerisine bir giriş sunulabilir ((( samimi olarak belirteyim, gelecek üretim ilişkisi için bir formül önermek çok erken ve bunu erken yapmak ta ciddi bir çaba olmasa gerek derim, ben bu formülle, kapitalizmle farklı olacağı vurgusunu pekiştirmek amacını taşıdım. Formülde yer alan “sanal” tanımlamaları, sürecin tanımlanması açısındandır, bu formülün son halkasında bir üretim olacaktır ve insanlar, gerçek anlamda, yiyip, içip, giyinip, binip vb. tüketeceklerdir. Ancak dünya ekonomisinde, ulus ya da ülke sınırlarında yapılan, tamamlanabilen bir üretimin dünya çapında yaşama şansı imkansız olacaktır, el işçiliğinin fabrika üretimi karşısında uğradığı hezimet gibi, fabrika üretimi de küresel üretim karşısında hezimete uğrayacaktır))). Dikkat et bu formül bile kavramsal açıdan kendini kapitalist düzlemden kurtaramamıştır, nedeni de, henüz bu verilerin tüm yönleriyle açığa çıkmamasıdır. Gelecek kuşaklar, bunu tanımlamakta güçlük çekmeyecektir umarım. Bununla ilgili olarak, “devrimcilik ve devletçilik” başlıklı makalede ve diğer her makalelerimde vurgularla bunun üzerinde durdum.
Ayrıca, yukarıda belirttiğim gibi, bana göre kapitalizm (ya da emperyalizm), küreselleşmeye karşı amansız bir savaş içindedir. Bunun en tipik ifadesi, bilim ve teknoloji devriminin doğal sonuçlarına götürmemesi, iktisadi açıdan dizginlemesi ve tekel, tröst, holding gibi ulusal sınırları da aşan, dev ekonomik etkinliklerin artan karları için siyasal küreselleşmeyi, yani siyasal kararları tüm dünyaya rağmen ve ona karşı kullanma çabası içindedir. Yeni bir uygarlığın, eski uygarlık içinde gelişirken, bir dönem iki zıt ilişki sisteminin birlikte yürümesi görüntüsü içinde bir geçiş süreci yaşanmasına karşın, Sistemini dönüştürme kapasitesine sahip olamayan kapitalizmin gösterdiği siyasal ve askeri direniş, dünyamızın tüm dengelerini de alt-üst ettiği gözlenmektedir. Ekonomik gelişmelerin dayattığı, yeni evrensel kurum ve kuruluşlar, mantar gibi türeyip yerleşirken emperyalistlerin, çıkarlarıyla çeliştiği noktada bu tür kurumları nasıl işlevsiz kıldığı ve bunların yaptırımlarından kaçınmak için türlü yöntemlere başvurduğu gözlemlenmektedir. Ancak binlerce unsuruyla sıralanabilecek bu türden veriler, nesnel, ekonomik, bilimsel ve teknolojik ilerlemelerin üretim ilişkilerinde gerekli dönüşümü sağlayana kadar geçecek olgunlaşma ve egemen olama sürecinde, kapitalizmin gerici bir siyasal küresel dayatmalara, tek kutuplu adaletsiz bir dünyada ısrara devam edeceği açıktır. (bu sürecin süresi kolektif insan aklının etkin ve yoğun bilimsel üretimlerine, bu üretimlerin üretim tarzında yapacağı etkin ve geri dönülmez dönüşümlere ve bunların yaşamda ikamesi için gerekli öznel, ilerici mücadelenin etkinliğine bağlı olacaktır)
Satırlarımı sonlarken,
Bu konudaki belirlemelere ısrarlı yaklaşımımın, belki bu günden yarına hiçbir faydası olmayacaktır. Doğmamış bebeğe don biçmek gibi bir şey. Ama aydınlanmanın başka yolu yok, düşünmek, yazmak, tartışmak, eleştirmek, değiştirmek, etkin ve edilgen olmak hepsi bir arada. Bu konulara öncelikle özgürlükçü, ilerici, demokrat, devrimci kesimlerin çok kafa patlatmaları gerek diyorum. Aksi durumlarda, bir bunalım ve çöküş sürecinde kafaların nerelere kadar dağılacağını kestirmek kolay olmayacaktır.
Taleplerimiz haklı ise, o taleplere uygun önermelere de sahip olmalıyız. Bunun için bu tartışmaları kesilmeden yapmakla yükümlü olduğumuzu hissediyorum. Gerçi bizim iletilerimiz birer hatırlatma sınırında duruyor. Bu bile, okuyucuya ulaşırsa, bir gün, bir yerde, satır aralarında da olsa, hakkettiği yeri bulmakta geç kalmaz.
İletinin son paragraflarında dile getirdiğin belirlemeye tamamen katılıyorum. Farklı bir tarzda belirtmişiz, ancak aynı kapıya çıkan bir Osmanlı algılayış paydasında olduğumuzu bende gözlemledim.
“Bir de şunları diyorsun: ‘Arap İslam medeniyetinin açtığı yenileşme çağını sekteye uğratarak başlamış. Fetihçiler, bölgemize ne kültür açısından bir yeniliği, ne dil açısından ne de ekonomik atılım açısından bir perspektif geliştirememiş, bölge halklarını ortak bir değer etrafında toplayabilme kabiliyeti olabilecek bir yönelim sunamamıştır. Bunu anlamak için, bölgemizde 500 yıl hüküm süren Osmanlının dili dâhil, her hangi bir etnik öğesi ya da ekonomik sunusunun egemenlik altındaki hiçbir millet tarafından ortak bir değer olarak kabullenilmemesine bakmak yeterli olacaktır.’ (Mihrac Ural, ulusal devlet ve Kürtler)
‘Klasik Ulusçuluk ve Demokratik ulusçuluk’ yazımda, yeni ulus teorilerine dayanarak Osmanlı hakkında yeni bir şey söyledim. Yazı kültürü yaygınlaşmadığından ve ticaret-ve sanayinin gelişim düzeyi ortak bir kültürü ve dili dayatmadığından, Osmanlı, ortak bir dil ve kültür yaratmazdı. Osmanlının, hümanist olduğu ve diğer dillere ve kültürlere KARIŞMADIĞI görüşü, çöpe atılmıştır. Umarım yazımı okurken, bunu keşfetmişsindir.”
Buna ekleyecek bir şeyim yok.
Azizim,
İletimin sonunda güzel çalışmaların için bir kez daha ellerine sağlık diyorum.
Baki selamlar. Mihrac Ural
Not: varsa tüm makalelerini bir CD içinde bir biçimde, bana iletirsen yerinde olur. Ben aynı şekilde son 5 yılın çalışmalarını, sığarsa bir CD olarak sana iletmeye çalışacağım.
6. ileti
Yener Orkunoğlu’ndan
Merhaba Mihraç
Sana uzun ileti yazacağımı söylemiştim, ama intihar teşebbüsüne girişen, bu nedenle manevi desteğe ihtiyacı olduğunu düşündüğüm bir dostumu ziyaret etmem gerekiyordu.
Bu ziyaret sırasıbda bir şey daha öğrendim: İntiihar girişiminde bulunanlara genel olarak NEDEN diye sormamak gerekiyor. Onların ÇIKLIKLARINI anlamak gerekiyor.
Bunları niçin yazdığım sorusu aklına gelirse, şunları belirtmek istiyorum: Türkiye devrimcilerinin çoğu, İNSAN SEVGİSİNDEN yoksundur. TÜM İNSANLIĞI seviyoruz, ama yanı başımızdaki INSANLARA gerekli SOMUT sevgiyi gösteremiyoruz. . Onun acılarına ortak olamıyoruz. Bir başka deyişle, SOYUT INSAN SEVGISI var, ama SOMUT insan sevgisi yok. Devrimcilerdeki somut insan SEVGİSİ yetersizliğini, iki elimi kaybettiğimde daha yakından öğrenme firsatım oldu. Bir çoğumuz, bırak demokrat olmayı, ADAM bile olamadan sosyalist oldu. (Bu konu üzerinde iyi düsünmek gerekir)
DÖNÜŞÜM dergisine uzun bir yazı ve ve sana ileti yazmam gerekiyordu. Dostumu, ziyaret etmeyi tercih ettim. YAZI YAZMAYI ertelemek zorunda kaldım.
‘DEVRIMCİLİK ve DEVLETCİLİK’ yazını da okudum. İki yazı konusunda görüşlerimi ve eleştirilerimi daha sonra uzun bir biçimde bildirmeyi umuyorum. Şimdilik 3 noktaya dikkat çekmekle yetineceğim.
1. İlkin, birey konusunda çok önemli bir noktaya dikkat çekmişsin. Bu önemi şu şekilde dile getiriyorsun:
‘Ancak bilişim çağında bilgi, farklı bir konumda üretilmektedir. Bilgi üretimi ulusal sınırlar dışına taşmış, yüksek teknolojiyle iç içe insan aklının kollektif ürünü olarak insanlığın mübadelesine sunulmaktadır. Bilgi her evde, her mekanda ve zamanda mübadele edilen, kendi çağının üretim araçları olan bilgisayarlarla tarihin hiçbir üretim ilişkisinde olmayan bir hız ve nitelikte insanlığın hizmetine sunulmaktadır. George Gilder’in cümleleri bu gelişmeyi yeterince iyi şekilde özetler, “Teknoloji, doğası gereği, bütün kontrolü diktatörlerin eline vermemiş, aksine, insanlara yeniden güç kazandırmıştır. Emperyalizm, merkantilizm ve devletçiliğin gücünü yitirişi tüm insanlığa yarar sağlayacaktır. Günümüz bireyi, geçmişte kralların sahip olmadığı bir yaratım ve iletişim gücünü elinde bulunduruyor”. Bu gelişmeler bireyin rolüne olağan üstü bir dinamikte katmaktadır. Daha çok özgürleşen birey daha çok verimli bir toplumsal varlık oluyor. Değişik tür kollektivitelerin, devletçilik vb, yönelimlerin içinde kendini rahatça saklayabilen sorumsuz ve kısır birey artık mihenk taşında kendini gizleyemez hale gelmektedir.’
Birey ve ‘bilgi’ konusunda konusunda çok önemli şeyleri saptamış olmana çok seviniyorum. ‘Aklın yolu tektir’ sözünü sevmediğim halde, bazen insanların birbirlerinden bağımsız bazı sonuçlara ulaşmasına hayret ediyorum.
Evet bugün bireyin YARATIM gücü müthiş gelişmiştir. Bu çok doğru. Bireyin böylesi yaratım gücüne ulaşmasının nedenlerini kavramak çok önemli. Ama böylesi bireysel yaratım gücünün bazı sonuçları var. Bu sonuçlar üzerinde düşündün mü bilmiyorum? Yani bireyin YARATIM GÜCÜ ile Marx’ın artı-değer toerisi arasındaki ilişkiyi fark edebiliyor musun? (Biliyorsun, bu aralar MARX’I ANLAMAK kitabım üzerinde çalışıyorum. Klasik Ekonomi Politık ve Marx’ın EMEK kavramları arasındaki farkı açıklıyorum. Bu nedenle dikkatimi çekti. Şöyle ki, Marx’a göre zenginliğin kaynağı emek ve doğadır.
Marx’a (Adam Smith ve Ricardo’ya ) göre bir metanın değerini belirleyen şey o metada cisimleşmiş olan toplumsal bakımdan gerekli emek-miktarıdır. )
Bugün değer yasasında bazı değişimler olmuştur. Çünkü üretimin ve üretim gücünün niteliği değişmiştir. Marx, daha GRUNDRISSSE adlı eserinde, değer yasasının belli koşullar altında değişime uğrayacağını belirtiyordu. (GRUNDRİSSE’nin Türkçesi elimde olmadığından Almanca’sından çeviriyorum).
Marx şunları yazıyor: ‘Büyük sanayinin gelişmesi ölçüsünde, gerçek zenginliğin yaratılması, emek süresine ve kullanılan emek miktarına daha az bağımlı olur. Emek süresince harete geçirilen etkinliklerin gücü, zenginliğin yaratılmasında daha çok önem kazanır, ki bu etkinliklerin kendisi doğrudan emek süreci ilke bağlantılı değildir. Bu etkinlikler, daha ziyade bilimin genel düzeyine, teknolojinin ilerlemesine ve bilimlerin üretime uygulanmasına bağlıdır.’(Marx, Grundrisse, s. 592)
Marx, şunu dile getirir, bilimin üretimde kullanılması şu sonucu doğurur: Artık zenginlik, emek süresine ve kullanılan emek miktarına bağımlı olmaktan kurtulur. ‘Toplumsal bireyin gelişmesi, üretimin ve zenginliğin büyük temel direği olarak ortaya çıkar.’ (s. 593)
Değerli Mihraç. Konunun ne kadar önemli olduğuna dikkat çekmek istedim. Bu nedenle 19. yüzyıldaki Marx’ın değer teorisinin günümüzde değişeceğine bizzat dikkat çeken Marx’n kendisi olmuştur.
Bu konuda şimdiye kadar ciddi bir araştırmaya rastlamadım veya dikkatimden kaçtı. Ama bu kon son derece önemli ve üzerinde durmamız gerekir.
2. Dikkat çekmek istediğim ikinci nokta ise şudur: Bireyi tek boyutlu almaktan kaçınmak ve diğer diğer boyutunu da görmek gerekir. Evet ekonomik-teknolojik alanda toplumsal bakımdan gelişmiş bir birey ortaya çıkmaktadır. Hegel’e göre, teknik praksis, toplumsal praksisi hazırlamak için önemlidir. Ama tek başına alındığında teknik praksis, toplumsal yeterli değildir. Hegel’in sözcüğünü kullanacak olursam, bu birey kendi ÖZBİLİNCİ’nin farkında değildir. Ama siyasi-toplumsal açıdan dönüşüm için, kendi eyleminin ÖZBİLİNCİNE varması gerekir. Yani teknik praksisin, toplumsal praksise ve toplumu değiştirme eylemine dönüşmesi kendiliğinden olmaz. Bireyin, toplumu daha başka evrelerden geçmesi gerekir.
3. Üçüncü noktaya gelince: Çok SIK kullandığın kavram olan (BİLGİ ÇAĞI) konusunda bir iki şey söylemek istiyorum. Almanca’da İNFORMASYON ÇAĞI denilir. Çünkü Almanca’ad informasyon ve bilgi arasında fark vardır. Bilgi, informayonların bileşiminden oluşur. Yani bilgi, informasyonlar arasında ilişki kurar, informasyonları organize eder. BİLGI, informasyonları içerir. Kısaca, BİLGİ, İNFORMASYON’dan daha geniş bir kavramdır. Bu nedenle informasyon, bilgi değildir. Bilgi, bir çok informasyon arasında kurulan ilişki sonucunda doğar. Türkçe’de informasyon ve bilgi arasında ayrım yapılamadığından, INFORMATIONSGESELLSCHAFT (Informasyon Toplumu) nedense BİLGİ TOPLUM’u olarak tercüme edilmiş.
Bu anlattıklarım işe yarar mı bilmiyorum. Ama informasyon ve bilgi arasındaki farka dikkat çekmek istedim.
Ama 21. yüzyılda BİREY konusunu sürekli tartışmak gerekir diye düşünüyorum. Şimdilik bu kadar
Selamlar
Yener
7.ileti
Mihrac Ural’dan
Değerli Yener,
İletini aldım sağ ol.
Daha öncede belirtmiştim, aklın yolu bir değildir diye. Aklın, doğruya ulaşmakta birçok yolu var ve bu yolların özgürlüğüne inanmadan, demokrasinin savunulamayacağına işaret etmiştim. Doğruya varmak için, tek yol yoktur. Akıl özgürlüğünden yola çıkarak, çok farklı yollardan aynı doğrulara varmak normaldir. Hatta, doğrular bile tek değildir derim. Bu açıdan çağımızın değerlendirilmesine, farklı yollarla da olsa, belli bir ortak paydada yaklaşıyor olmamız, normaldir. Bu ayrıca bizim kuşağın önemli bir kemsinin farklı yollarla aynı doğrulara yöneldiğini gösteren bir veri olarak kabul edilmelidir.
Bilirsin ki, bizim kuşak bir geçiş dönemi kuşağı olarak, kimlik bunalımlarının en yamanına çarpmıştır, yerden yere savrulmuş, kılıktan kılığa geçmiş, biline gelen tüm kıstaslarını kaybetmiştir. Tüm kuşağımız adına olmasa da, her birimiz kendi adına değişimi yakalama konusunda bir adım atabilme imkânı oluşturmuş ise, bu da dikkate değer bir gelişme olsa gerek. Zira geçmişin tüm mirasını üstünde taşımadan, bu gün için sağlıklı önermeleri yapmak pek köklü (asil) bir gelişim olmasa gerektir. Geçmişinin hata ve sevaplarını, onurluca savunmadan, kişinin bugün için iddiasında bulunacağı hiçbir şey kaale alınamaz.
Sohbetini yaptığımız konuların önemi açık. Okyanusta bir noktadır henüz bizim tartışmalarımız. Ancak kendi adıma ısrarlıyım. Değişimi görüyorum ve bunu dile getirme yükümlülüğü duyuyorum. Bu mayanda, ben doğrularımı söylüyor ve onların arkasında durmaya çalışıyorum. Bilmediğim hatalarım mutlaka vardır ama sahte değilim, şeffafım ve değişmeye açık olarak görüşlerimi iletiyorum. Sende de bu ışığı aldığım için, kuşağı ve gelecek kuşaklar adına çok memnunum. Sohbetini yaptığımız konularla yakından ilgilenmen, biz gibi düşünenler için, önemli bir iletişim örneği yaratır umarım.
İletindeki üç belirlemeye sadık kalarak, cevabi iletimin konularını sınırlayacağım. Yalnızca son bölüm olarak, değerli dostum sayın Öcalan’nın tartışmamızla ilgili olan belirlemelerine ilişkin kanaatlerimi dile getireceğim.
İletini sondan başlayarak, 3. noktadan gerisin geriye, cevaplamaya çalışacağım,
3. noktada, dile getirdiğin Bilgi ve “İnformasyon” arasındaki ilişkinin, Türkiye’de pek dikkate alınmadığı doğrudur. Bu konuda haklısın. Ben, nispeten, Türkçe “aksanla” bunları kullanmayı yeğledim. Ancak daha çok bilişim çağı demeyi tercih ettim. Bunu da kendimin ürettiği bir kavram olarak değil, farklı bilim adamlarının Türkçe olarak kullanmalarına dayandım. Bilişim çağı her iki söylemi de, bilgi ve enformasyon’u, kapsadığı kanısındayım.
Buna rağmen, anadilim Arapçada bu kavramlar tamamıyla Almancada olduğu gibi kullanılır. Bu çağa “Asrı el malumati” , enformasyon çağı denir. Buna rağmen bilişim çağı bana daha geniş kapsamlı geliyor ve bilgi ile enformasyonu tanımlayan bir kavram olması itibariyle çağı daha iyi anlattığı izlenimi veriyor. Çünkü bu çağ enformasyon, malumat çağı olduğu kadar bilgi çağıdır da. Bu açıdan bilişim çağıyla her iki olguyu bir arada kastettiğimi belirtmek isterim. Bilgi için, enformasyon oluşturmak ve bilgiyi enformasyon kanalıyla yaygın ve kullanılabilir hale getirmek, bu çağın ayırıcı sonuçlarındandır. Zaten bilginin üretimini bir kapitalist meta gibi üretilmekten kurtaran da bu olmuştur. Bu ise, konumuzun ana mihveri olan küresel üretim sistemini anlatacak, bir önemli veri olarak görülmelidir. Bilgi küresel üretim sisteminin bir ürünü ve onun araçlarından biri olan enformasyonla, dolaşımdadır, dememizin ifade ettiği tanımlama bu espridedir.
Bu son cümle iddialı bir cümle olmasa da, bir süredir sohbetini yaptığımız konulara önemli bir göndermedir. Bu cümle üzerine senin de, benim de, bizim gibi bu konuyla ilgili olan her kesin de, söyleyecek çok şeyi vardır. Zaten bunun sohbetini yapmaya çalışıyoruz. Küresel üretim bir sıfat mıdır, bir zarf mıdır. Yani, küresel üretim, kendi başına bir niteliği özetleyen kavram mıdır yoksa, beli bir durumu ifade etmek için mi kullanılmaktadır. Bana göre birincisi olmalıdır.
Küresel üretim yeni bir üretim tarzı olarak ele alınmalıdır. Küresel üretimi yaygınlık anlamında, kapitalizmin yaygın olması ya da emperyalist aşamada uluslar arası bir yaygınlığın oluşması olarak ele alırsak, bu çağın ana eğilimini tanımlamaktan uzaklaşmışız demektir. Böylesi bir yaklaşım, tarihte bilinen her üretim tarzını küresel olarak değerlendirmeye götürür. Çünkü kölecilikte, feodalizm de evrenseldi. Dünyanın her köşesinde bu gün bile bunları bulmak mümkündür. Oysa bir niteliği, bir sistemi anlatmak üzere, küresel üretim tarzından bahsetmek çok farklı bir şeydir. Bu gün böylesi bir üretim tarzına direnen temel unsur ise , tüm evrensel yayılışına rağmen, tüm eski üretim tarzlarıyla birlikte özellikle emperyalizmdir. Zira bu yeni sistem (küresel üretim ilişkisi), insan kolektif aklının ürünü olan enformasyon çağının araçlarıyla bilgi toplumunu oluşturmuştur ve bu toplum artık kapitalize ilişkilerle ne organize olabilir ne de yönetilebilir konumdadır. Yeniçağın, yeni üretim ilişkisi, bu gün tüm ağırlığıyla egemen olmasa da, gelişin ve tarihi olarak egemen olması muhkem olan bir tarzdır. Daha öncede örnekledim ki, kapitalizmin feodalizmin bağrında gelişimi gibi bir konumdadır.
Bu açıdan bilgi ve “enformasyon” kavramlarının kullanılmasında, dile getirdiğin hassasiyeti memnuniyetle kabul ediyorum ve bunun yukarıda ifade ettiğim anlamda algılanmasının gerekli olduğunu belirtiyorum.
2. noktada, birey-toplum ilişkisinden bireyin toplumsal rolüne vurgunun, teknik gelişmelerin toplumsal işlevdeki rollerine göre önemini belirtmek üzere,
“Bireyi tek boyutlu almaktan kaçınmak ve diğer diğer boyutunu da görmek gerekir…
Yani teknik praksisin, toplumsal praksise ve toplumu değiştirme eylemine dönüşmesi kendiliğinden olmaz. Bireyin, toplumu daha başka evrelerden geçmesi gerekir.” Diyorsun.
Umarım yazılarımdan, bilişim çağı verilerinin, birey etkinliğinin, toplum işlevlerinin yerine geçtiği gibi bir sonuç çıkartmıyorsun. Ya da tersi, gelişen teknoloji ve bilgi birikimi işlevlerinin bireyden tamamen bağımsız, bir toplumsal rol oynadığı türden, bir anlam çıkartmıyorsundur.
Yazılarımda bireyin artan toplumsal rolünde bilişim çağının verilerine verdiğim önem, bu verilerin, bireyi her türden eylemsel işlevleriyle, daha çok toplumsal sonuçları olan bir varlık haline dönüştürdüğünü anlatmaya çalıştım. Birey daha etken olmuştur dedim ve bireyin artan toplumsal rolü, kolektif insan akıl ürünlerini doğru kullanabildiği ölçüde vardır sonucuna gittim. Doğa, sosyal faaliyetlerde bulunabilecek bir makineyi henüz yaratamamıştır. Bir üreteci güç olarak, doğanın ürünü olan insan dışında, toplumsal rollerde, bu araçların kendi hallerinde yapacakları tek şey paslanmaktan ibarettir ve bu gün emperyalist güçlerin elinde topluma karşı olduğu kadar, bireye karşı da böylesi bir konumun, paslı ve gerici bir silahı olarak rol aldıklarına dikkat çektim. Bunu “devrimcilik ve devletçilik” başlıklı makalemde şöyle dile getirdim:
“Gelişmeler bireyin rolüne olağan üstü bir dinamikte katmaktadır. Daha çok özgürleşen birey daha çok verimli bir toplumsal varlık oluyor. Değişik tür kollektivitelerin, devletçilik vb, yönelimlerin içinde kendini rahatça saklayabilen sorumsuz ve kısır birey, artık mihenk taşında kendini gizleyemez hale gelmektedir. Burada güçlenen bireysellik, hiçbir şekilde kendi dar çıkarları için her şeyi tepeleyen, bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler türünden kapitalist liberalizmin bireyciliği değildir, olamaz da. Burada bireysellik, özgürlüğü ve bilgiyi daha çok üretime ve toplum yararına dönüştüren evrensel ölçekte kendini değerlendirebilmenin kolektif çabasıdır. Bu süreçte, imece örtüsü altında kaytarmaca yoktur. İşte ahlakta böyle bir evrim sürecinde kendini bilişim çağında yeniden tanımlama durumunda olmaktadır.”
Birey “özbilinci”nin oluşum ve eylemini belirleyen nesnel veriler, tarihsel olarak gerçekleşen bu büyük dönüşümden kaynaklanır. Enformasyon çağının, bilgi toplumunun oluşumunda oynadığı rolün bireye doğrudan yansımasıdır. Bu gelişim soyut ölçekte bilince yansıması yeterli değildir. Bireyin bu gelişimle işlevlenmesi, pratik olarak bilince çıkan olguların toplumsal işlerlikte dönüşümünü sağlaması gerektir. İşte bu, çağı yakalamanın başka adı olduğu kadar, toplumsal dönüşümünde temel yoludur. Birey bir toplumsal varlık olarak yerine getirmekle yükümlü olduğu işlev budur. Ancak bu işlevi toplumsal ilerleme ve dönüşüm için değil de, dar çıkarlar için bir araca dönüştürülme ihtimali, hiçte az değildir. Bu ise tarihin diyalektiğidir. Mücadelenin, bu karşıtlar birliği içinde cereyan etmesi doğanın yapısındadır. Biz bu satırlarda, bilişim çağı verilerinin bireye büyük bir toplumsal işlev ve dönüşümcü güç verdiğine işaret etmekteyiz.
Bu konu açılmış olması nedeniyle önemli gördüğüm bazı belirlemeleri aktarmalıyım. O da, evrensel gelişmelere bu pencereden bakınca, siyasal, örgütsel, sanatsal, ekonomik, toplumsal vb. insanlığın ilgili olduğu tüm fenomenlere farklı bir açıdan bakmak durumda olacaktır. Bu noktada devrim ve devrimcilik, örgüt ve üyeliği ve buna bağıl tüm uzantıları farklı algılama durumuyla karşı karşıya kalınacaktır. Basitçe ifade edecek olursam, hiçbir siyasi kararın ne çapta ve anlamda olursa olsun devrim yapamayacağı sonucuna varmak güç olmaz. Devrim tarihsel bir dönüşümdür. Hiçbir siyasi karar ya da öznel eğilimle geri dönülmesi mümkün olmayandır. Hep tekrar ettim bir daha belirteyim, Parlamenter sistemin krallığa karşı gerçekleştirdiği devrim, motorlu aracın motorsuz araca karşı gerçekleştirdiği devrim, bilgisayar iletişimin, PTT sistemine karşı gerçekleştirdiği devrim, vb. tür tarihsel ve geri dönülmez devrimler, bu çağın devrimci algılayışını şekillendirmelidir derim. Enformasyon çağının bilgi toplumunda (bilişim çağı), kim tarafından yapılırsa yapılsın, bir gece ansızın yapılan darbeler, askeri zorla, kızıl ordu tarafından da yapılsa, her türden siyasi dönüşümler devrim değildir; bunlar, sonu devirenin devrildiği birer vakadan başka bir şey değildir. Ne kadar abartılırsa, abartılsın, olumlu tüm yanları bu girişimleri devrim olarak tanımlayamaz. 1990 da görüldüğü gibi, bir gece ansızın gelen siyasal devrimler bir başka, gece ansızın geldiği yere dönmekteler.
Siyasi programlarımızı düzenlerken, çağın verileri ışığında, topluma, uğruna mücadele edebilecekleri gerçekçi talepler belirlemeliyiz. Yeri geldikçe bunu da birer birer, günümüzde tespit edilebilecek ölçüler içinde aktarmaya çalışacağım. Bunlar içinde çok önemsediğim, bilgi mülkiyeti, bilgi mülkiyetinin genişletilmesi için oynanması gereken bireysel ve toplumsal rolleri, önerilebilir yasa ve kurumsal yapılanmaları belirtebilirim. Bilgi mülkiyeti ve küresel üretim arasındaki ilişkinin şekillendireceği yeni uygarlık sürecinde, toplumun nasıl bir yer alacağına ilişkin belirlemeler, aynı kapsam içinde mütalaa edilebilir.
Bu kısımda, seninde üzerinde dikkatlice durulmasına işaret verdiğin, öznel öğenin rolü de burada doğar. İnsan iradesinin toplumsal etkinlik sürecinde aldığı yerin belirlenmesi de buna bağlıdır. Bireyin toplumsal işlevleri için Öz-bilince varma olayı, bu anlamda algılanmalıdır derim. Bütün bu belirlemeler, bireyin artan toplumsal işlevine birer göndermedir.
Hegel’in kavramlarını özbilinçle ilgili olarak kullanman üzerine, okuyucunun da bu tarihi arka planı daha net görmesi için, Hegel’in bu konudaki yaklaşımlarının, çok daha farklı olduğunu belirteceğim. Bilindiği gibi, Hegelci düşünce, iki yönlüdür. Ancak olguları diyalektik bir mantıkla kavrama yönelimi, her zaman idealist yaklaşım lehine bir sonuç üretmiştir. Hegel’in diyalektiği insan düşünsel alemine önemli bir katkı yaptığı kesindir. Ayakları üstünde ya da başı üstünde doğayı ve toplumu kavramada müthiş bir öğrenim formu getirdiği kesindir. Ancak, bireyin rolü Hegelci düşüncede, kendinden şey olarak belirir, bu bireyi tanrısallaştırsa da, toplumsal işlev ve dönüşümdeki yerini oldukça öznel kılar. Bilginin kavramsal olduğu iddiası, kavramsal olanın duyumların, deneyle elde edilmiş sonuçların değil de ussun ürünü olduğu belirlemesi, bilgiyi nesnel varlığından koparıp ussal düzleme oturtması, objektif verilerin kararsız, öznel tercihlere tabi olmasıyla sonuçlanan bir özelliğe indirgemiş olur. Buradan var olan gerçekleri ve onun ihtiyaçlarını, tarihin nesnel veriler sonucu gerçekleşen ya da gerçekleşmesi gereken dönüşümlerinde bireyin rolünü ve işlevini, keyfiliğe kadar itelemiş olur. “felsefe varlığın kendi kendin düşünmesidir” belirlemesi, nesnel varlığın düşüncedeki rolünü yadsımaya, düşüncenin hem madde hem formu olması gibi kendinde bir şey haline gelerek fasit bir daireye oturur. Buradan sadece bilinç için bir madde vardır. Bilinç dışında bir madde yoktur ve varsa bilinçle bilinemezdir sonucuna varılır. Buradan da, doğanın ve bilginin artık tamamlanmış olduğuna sonucu çıkarılır. Bu noktada Hegel diyalektiği baş aşağı duracak, hareket ve çelişkinin, zıtların birliğinin kendi içinde, düşünce labirentlerinde kısır bir döngünün tekrarı olması kaçınılmaz olacaktı. Bu da Hegelci idealizminin, mistizme yuvarlanışıydı. Hegel “Formsuz (şekilsiz) madde soyut bir şeydir. Böyle bir maddeyi görmek, duymak,vs… olanaksızdır. Görülen ya da duyulan bir belirlenmiş maddedir. Yani belli bir forum taşımış maddedir.” (Atilla Tokatlı, çağdaş diyalektiğin kaynağı Hegel s:65) bilinçle kavranabildiği ölçüde madde vardır, düşünce dışında madde yoktur, diyor.
Bu algılayış, öz bilinci nesnel varlığın bir sonucu olarak algılamaması nedeniyle insan eyleminin tarihi yarattığı gibi bir sonuca gitmesi kaçınılmaz olur. Bireyin tarihsel olduğu kadar toplumsal rolü de, ayakları havada bir abartmanın balonu olarak yerini alır. Tarihte, bireylerin tarihi olur çıkar. Oysa, bireyin tarihteki rolü nesnel verilerin belirlediğinden öte değildir. Nesnel veriler olgunlaştıkça, öznel veriler ya da öz bilinç, oynaması gereken rolü oynamayı başarabilir. Bu veriler olgunlaşmadan hiçbir iyi niyet, üstün bilgi ve soyutlama, kime ait olursa olsun, gerçekleşebileceğin üstünde bir sonucu üretemez. Bundan dolayıdır ki, insan bilinicinin gelişimi, kendini aşması, ussal verilerine yansıyan nesnel verilerin dürtüleriyle gerçekleştir. Bu verilerin dürtüleri duyumları ve algılayışları olmadan, bireyin düşünsel eyleminin yapacağı hiçbir etkinlik yoktur. Kavramları doğuşu, tas tamam bu nesnel ihtiyaçların, bilinçte yarattığı soyutlamalardan ibaret olması da bundandır. Usun olgunlaşması da, bu anlamda toplumsal işlevlerinin artması da, ussun dar labirentleri içinde cereyan eden diyalektiğinin bir sonucu değil, nesnel varlıkların diyalektik süreçlerinden bilince yansıyan ve bunun sonucu gelişen bir durumdur. Bunun için, özbilinç dışında bir nesnel varlıklar ilişkisi olmadan, ne kavramlar ne de özbilinç olması mümkün değildir.
Tarihte insanlık için çok yararlı gibi görülen büyük, ütopik insani değer ve erdem yapılanma önermelerinin ayakta kalamamasının nedeni de budur. Ekim devriminden bu güne, her araçla yapılan öz iradeci müdahale ve dönüşümün, kalıcı hiç bir toplumsal dönüşüm üretememesinin nedeni de budur. Tersi için de geçerlidir, bir kez nesnel veriler belli bir olgunluk düzlemine ulaşıp ihtiyaç duydukları düşünsel olguları, kavramları, sıfatları yarattıktan sonra onları yadsımak, gerisin geriye itecek öznel çabalarda bulunmak hiçbir sonuç vermez. Bu iki karşıt konum, tarihte düşüncenin nesnel gelişmelerin bir ürünü olarak gündeme geldiğini anlatmaya yeterlidir.
Bu noktada Marksist algılayışta praksisin rolü anlaşılır. İletinin bu bölümünde “Hegel’in sözcüğünü kullanacak olursam” diye belirttiğin, Hegel’de de var olan bu kavram, Marks’ın yaklaşımında, ister maddeci ister idealist olsun “felsefenin dünyayı değil, dünyanın yorumlarını değişikliğe uğratma” (Henri Lefebvre, Marks’ın Sosyolojisi s: 37), yani seyirci konumuna, “teoride kalan soyut düşünce” olmaktan öteye geçmeyen tarihi konumuna, son veren bir edim, eylem, karşılıklı etki, devrimci dönüşüm olarak yerini almıştır. Amaç, dünyayı soyut olarak yeniden tanımak ya da tanımlamak değil, onu değiştirmektir. İşte iki öz bilinç ve iki ayrı işlevi budur; bu da iki büyük felsefi okul arasındaki ayrımı tanımlayan en temel yaklaşımdır.
Bu açıdan, bireyin (her bireyin değil), toplumsal işlevlerini özbilince çıkartması kaçınılmaz bir sonuç olacağı gibi, bu bilinçle de, değişim için öznel çabaların rolü mutlaka olacaktır. Tarihte, bu yünde ilerleyecektir. Somut birey açısından, şu yada bunun farklı konumda olması bu genel ilkeyi değiştirmeyecektir. Bilişim çağı, kendi öznel iradesini ve eylemini yaratması kaçınılmazdır diyeceğim. Buna güvenmek gerek diyeceğim. Bu, kendiliğindenciliğe teslim olmak ya da pasif olmak değil, aktif olacağı muhkem olanlara yetişmek için, pasif olanların da harekete geçmesi açısından bir dürtüdür.
Bu yöndeki düşüncenin zaman zaman bireyi ve iradesini nesnel verilerin kuklası haline çeviren tehlikeleri olduğunu da unutmamak gerek. Bu tehlike karşıtıyla aynı madalyonun farklı yüzleridir. Bireyin, toplumunu aştıkça, toplumsal bir işlev görebileceğine inanan bu satırların yazarı, toplumun koşulladığı, dayatmalardan, sınırlamalardan, özgürleşebilen, çağının verileriyle, bilince çıkarttığı algılayışlarla, toplumsal bir etkinlik içinde olan bireyin etken bir birey olduğu inancındadır.
Burada ince bir denge bulunmaktadır. Bir yandan toplumun sınırlarını aşma durumu diğer yandan toplumsal işlev içinde olma durumu vardır. Doğal olarak, bu süreç, yani bireyin özgürleşmesi sonuna kadar gittikçe, toplumun özgürleşmesine kadar uzanan bir süreçle taçlanacaktır. Bir diyalektik süreç olarak, kendini ifade eden bu veriler, bireyin toplumsal rolünün sınır ve sınırsızlığına da, bir çerçeve çizmiş olur. Bu anlamda bireyin özgürlüğü tek başına, tarihsel hiçbir rol onayamaz demek yanlış olmayacaktır. Bu denge tarihin ilerleme dengesidir. Bu dengenin sağında toplumun sınırlarına mahkum olanlar, solunda ise özgürlüğün amacını kaybedenler vardır; doğru yerde durmak, toplusal sınırlamalar karşısında özgür olmak kadar, özgürlüğü bir toplumsal işlev için amaçlandırmayı gerektirir.
Burada bireyin rolü ve postmodernistlerin algılayışlarını yeniden uzun uzun belirtmeye gerek yok sanırım. Bireyin gerçekçi rolleri nesnel gelişmelerin bir ürünü olarak, çağdaş bireyin bunları bilince çıkartabildiği ölçüde pratikleşebilen özellikler taşımasına karşı, postmodernistlerin bireyin her türden etkinliğini ve eylemini bireyin sanal, inançsal, kendi iç ussal ilişkilerinin ürünü olan birer sonuç olarak algılamaları arasındaki fark, bu çağın iki temel algılayış farklılığına bir işarettir. Nietzsche’nin yeniden keşfedilmesi ve üstün insan esprisinin yeniden tedavüle geçmesinin, postmodernist konumu buradandır. “özgürlük ya da hiçlik” denklemi, ayakları üzerinde basmayan bireyin, toplumsal etkinliği amaç edinmemiş eyleminin kendini ifade etme biçimlerinden biridir. Bu algılayışta düşüncede başlayan ve düşüncede biten, sanal alemin, sınırsız gibi görülen, etkinlikten yoksun edilgenliğidir. Oysa etkin birey, özgürlüğünü nesnel verilerden alan, sanalı fiziki eyleme dönüştürme amacıyla toplumsal bir işlev gören bireydir. Enformasyon ve bilgi çağının bireyi, çağının ona kazdırdığı özgürlüğü fiili sonuçlarına götürebilen bireydir. Diğer türden bireyler, zaten tarihin her döneminde marjinal olarak var olmuş, ilgi çekmiş, hala anılan bir şöhret kazanmış, ancak etken olamamış bireylerdir. Buna, bir ucundan hegelci idealizmin yaptığı katkıyı da eklemek yanlış olmayacaktır. Unutulmamalı ki, 19.yy felsefeleri, materyalizm de dâhil olmak üzere birbirleriyle iç içe, kavramsal ortaklık kadar algılayış paydalarında da önemli ortaklıkla sahiptir. 20-21. yy da bunun devamını görmek güç değildir.
Bu satırların yazarı, materyalist felsefi okul mensubudur, ancak, hegelci felsefe, Nietzsche, birçok alanda postmodernist yaklaşımlar ve insanlığın kültürel birikimlerinde etkin yeri olan diğer yaklaşımların uzlaşmaz bir karşıtı olduğunu iddia edemez. Her büyük ve kapsayıcı felsefenin, toplumsal açıdan göreceği işlevlerin olduğuna ve insanın entelektüel birikimlerine önemli katkıları ve bireyin toplumsal eylemine çok yönlü etkinlikleri olduğuna inanır.
Bu kısmı şöyle bağlayabilirim, bilimsel ve teknik devrim ve sonuçları henüz bireyin toplumsal işlevlerinin yerini alabilecek bir makine, araç üretemediğinden dolayı, bireyin emeği ve rolü, sosyal yaşamımızın temel maddesi olmaya devam etmektedir. Bunun için bireyin işlevi toplumsal işlevlerimizin oluşumda zorunlu bir koşul olarak yerini almaya devam ediyor. Bireyin rolünde derinlemesine ve genişlemesine artan etkinlik, aynı zamanda, toplumsal hareketimizin çeşitlenmesine de yol açmaktadır. Çağın verilerini doğru algılayan bireyin özgürlüğü, toplumsal ilerleyişimizin temel taşıdır. Bu işlevin, dünyayı yorumlamakla kalmayıp değiştirmesi için gerekli müdahalesi, mücadelesi, edimi ve yaptırımı, tarihsel ilerleme için olmazsa olmaz bir koşuldur.
1.noktada, dile getirdiklerin üzerinde ise şunları söyleyebilirim. Marks’ın sanayinin gelişmesi sonucu, üretimde emek katkısının alacağı yeni konuma ilişkin göndermeleri, tabi ki çok önemlidir. Henüz sanayi devrimini yeni yapmış bir kapitalist sistemin gelişim seyri içinde gösterebileceği değişimleri tespit etmek, derin bir kavrayışı dile getirmektedir. ((( “Marks’ı Anlamak” başlıklı bir kitap çalışması yaptığını belirttiğin için de, önemli olduğunu sandığım, bu konuyla ilgili bazı belirlemeleri, aşağıda, aktarmalardan sonra yapmam gerekecek))).
Çok önemli olmasına rağmen, ülkede çok az kişinin okuduğunu sandığım Grundrisse (ana hatlar, taslak), gerçekte Marks’ın alt başlıkta adlandırdığı “Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma”, Marksist ekonomi politiğin temel taşlarından biridir. Ve bu yazın defterlerinin, 1857 ağustos-1858 mart gibi kısa süre içine sığmış olması, yapılmış olan hazırlığın bilgi hazmedişin önemli bir ifadesidir. İletinde yaptığın aktarmanın elimdeki Türkçe basımı, Sivan Nişanyan’ın, Birikim yayınlarından 1979 tarihli çevrisinde sayfa, 651-652 de yer almaktadır. Bundan önceki sayfada, aynı konu üzerine bazı göndermeler ve aktardığın sayfalarda da kimi özgün aktarımlar bulunmaktadır. Bizi izleyecek okuyucunun konuya iyice vakıf olması için Almancadan yaptığın aktarmayı, aynı anlamda olmasına rağmen, yapacağım belirlemelerin kaynağı Türkçe tercüme olduğundan, Türkçe tercümedekiyle birlikte tekrar vereceğim.
Almanca aslından aktarma:
“Marx şunları yazıyor: ‘Büyük sanayinin gelişmesi ölçüsünde, gerçek zenginliğin yaratılması, emek süresine ve kullanılan emek miktarına daha az bağımlı olur. Emek süresince harete geçirilen etkinliklerin gücü, zenginliğin yaratılmasında daha çok önem kazanır, ki bu etkinliklerin kendisi doğrudan emek süreci ilke bağlantılı değildir. Bu etkinlikler, daha ziyade bilimin genel düzeyine, teknolojinin ilerlemesine ve bilimlerin üretime uygulanmasına bağlıdır.’(Marx, Grundrisse, s. 592)
“Marx, şunu dile getirir, bilimin üretimde kullanılması şu sonucu doğurur: Artık zenginlik, emek süresine ve kullanılan emek miktarına bağımlı olmaktan kurtulur. ‘Toplumsal bireyin gelişmesi, üretimin ve zenginliğin büyük temel direği olarak ortaya çıkar.’ (s. 593)”
Türkçe çevrisinden aktarma: (Senin aktardığından bir cümle öncesinden başlıyorum)
“Direkt emek süresinin, harcanan emek miktarının, zenginlik üretiminde belirleyici faktör olması, bu üretimin ön varsayımıdır ve ön var sayamı kalır. Buna karşılık, büyük sanayi geliştikçe, fiili zenginlik üretimi, giderek emek süresinden ve harcanan emek miktarından çok emek işlemi sırasında harekete geçirilen faktörlerin gücüne bağımlı olmaya başlar. Bu faktörlerin (poweful effectiveness)i ise, üretimlerinde harcanan direkt emek süresiyle tamamen orantısızdır, daha çok bilimin genel durumuna ve teknolojinin, yani bu bilimin üretime uygulanışının ne derece ileri olduğuna bağlıdır” (Marks, Grundrisse, s:651)
İkinci cümleni tam olarak bulamadım. Bir sayfa sonra “Toplumsal bireyin gelişmesi” diye başladığın cümle, bana çok farklı gelen bir anlamda, bir sayfa sonra şu şekilde yer alıyor:
“işçi üretim sürecinin başlıca faktörü olacak yerde, sürecin kenarında duran bir bakıcı haline gelir. Bu dönüştürme sürecinin üretimin ve zenginliğin büyük temel taşı, ne işçinin harcadığı direkt insan emeğidir, ne de emeğin süresi; temel, insanın toplumsal bir varlık olarak kendi genel üretim gücünü, doğa bilgisini ve doğa üzerindeki egemenliğini kendi malı haline getirmesidir- tek kelimeyle toplumsal bireyin gelişmesi.” (Marks, Grundrisse, s: 652)
Buradaki yaklaşım, işçinin direkt emeğinin artık üretimin ve zenginliğin oluşmasında temel bir rol oynayamayacağına haklı bir işaret olarak belirlenmektedir. Tabi, dikkati çekecek bir unsurda, bilim ve teknolojinin üretim sürecinde hızla ilerleyen bir faktör olmasıyla birlikte, bilimsel anlamıyla kapitalist işçinin (bana göre kapitalizmle birlikte), yavaş yavaş tarihe gömülmesiyle sonuçlanacak bir süreci ifade eder. Marks bunu tam olarak dile getirmiyor, işçinin direkt emeğinin gerilemesiyle, makineleşme arasında derinleşecek çelişkiden bahsedip (“Binaenaleyh, işçilerin makineleşmeye karşı mücadelesi.” (Age. S:650), “Disposable time”, yani serbest zaman, istenildiği gibi harcanacak süre ile bireysel hobilerini sanat, bilim, resim, eğitim, vb. yanları geliştirme yönünde bir açılımın olacağını belirtmektedir. Bu ise sanki işçi olmayı, işçi sınıfını tarihsel gelip geçici bir kategori değil de, sonunda muradına erecek az emek sarf ederek, mutlu olacağı her şeyi yapabileceği bol zamanı kazanacak bir sonuçtan bahsediyor gibidir. Bu yönde bir müjde veriliyor gibidir.
Hatırlarsın, Marksist hareket dünyanın her yerinde, ister tek ülkede devrim ister, dünya ölçeğinde eş zamanlı devrim anlayışında olsun, bir kez üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet, toplumsal mülkiyete bir biçimde dönüştürülürse, üretici güçlerin gelişimini tıkayan sürecin sona ereceği ve gürbüzce gelişecekleri bir ufkun açılacağına inanırlardı. Ve buradan hareketle, istenildiği gibi harcanacak bir artık zamanın olacağı, sanatların, bilimin, kültürün, sporun vb. gelişeceği umut edilirdi. Kurgu Marks’ta da ağırlıklı olarak, mülkiyet tarzının değişimine bağlanırdı ki, bu önerme, 20. Yüz yıldan itibaren, tüm sosyalist hareketlerin bir ölçüye kadar darbeci hareketlere dönüşmesine yol açmıştır demek yanlış olmayacaktır. Buradan, bir gece ansızın yapılan bir darbeyle, mülkiyet ilişkilerini siyasi kararla değiştirmenin devrim olacağı yanılması, kökleşmiş ve hiçbir olgunlaşma aranmadan sosyalizm geri kalmış ülkelerin, askeri darbelerinin temel yolu olmuştur.
Yeniden Grundrisse’ye dönecek olursak, Marks’ın teknolojik ve bilimsel gelişmelerin üretimde yapacağı etkinlikleri çok önemli bir gözlemle belirttiğini görürüz. Üstelik henüz sanayi devriminin etkinliklerini yeni yeni göstermeye başladığı bir kesitte. Ki bu, kendini “makineleşme ve büyük sanayi” komplekslerinde ifade ediyordu. Henüz, “bilimsel ve teknik devrim”e ait hiçbir veri yoktu. İlerleyen teknoloji makineleşmekten ibaretti, ne elektrik enerjisi biliniyordu, ne de transistorlar keşfedilmişti, atom çağdaş anlamda hiç bilinmiyor enerjisine ait hiçbir veri yoktu, uzay ve teknolojisi, hayal aleminin hikayelerinden öteye geçmemişti, bilim henüz alt yapısını oluşturma yönünde elementleri dahi keşfetmemiş yapıları hakkında bir şey bilinmiyordu. Makineleşmenin verdiği ivme ile sanayi devriminin ürünleri, bir şeylerin değişeceğine önemli göndermeler yapıyordu, o kadar. Buradan, bir şeylerin değişmeye gideceği kestirilmeye çalışılırken, asıl önemsenen, var olan ve gittikçe güçlenen kapitalizmin çözümlenmesiydi. Oysa bu gün, bilimsel ve teknik devrim de aşılmış, bilgi çağı ve toplumları gelişmekte, enformasyon, çağın tüm bilgi değerlerini insanlık hizmetine sunmak üzere muazzam bir dolaşım dinamiği yaratmış, dünyamız küçük bir köye dönüşmüştür. Bunun en önemli sonuçlarından bir de, bilgi üretimi ve dönüşümü dahil, her türden üretimin çizelgesi ve sistemi tarihin önceden tanık olmadığı bir tarz almaya başlamıştır. Küresel üretim aşamasına geçilmiştir ki bu üretim tarzı, yaygınlığı açısından değil, tüm sistematiği itibariyle, nitelikçe, tarihin önceki tüm üretim tarzlarından farklı olarak, insanlık yaşamında, bu çağın temel üretim ilişkisi olarak yerini almaktadır. Burada dönüşümler, Marks’ın yaşadığı çağın çok ilerisindedir ve verileri de nitelik olarak, oldukça farklıdır.
Marks, Grundrisse’de makineleşmenin olası sonuçları üzerine yaptığı belirlemelerin çarpıcı yanlarının daha iyi kavranması için birkaç alıntıyı daha aktarıp, marsın vardığı sonuçlarla günümüzün ortaya çıkarttığı sonuçların karşılaştırmasını yapmaya çalışacağım.
Marks makineleşmenin önemini gören algılayışı, Grundrisse’de buna ilişkin 650. sayfada “Makine ve canlı emek. (Bilimsel araştırma mesleği.)” gibi bir başlık atmasına yol açmış. Bu ve benzeri başlıklar altında Marks, ilgilendiğimiz konulara kıs kısa açıklamalar yapmıştır. Bunları ardı ardına sıralarsak şunları görürüz,
“Eskiden işçi tarafından yapılan aynı işi şimdi makinanın yapmasını mümkün kılan, bir yönüyle, mekanik ve kimya yasalarının doğrudan doğruya bilimden kaynaklanan analizi ve uygulamasıdır. Buna karşılık, mekanizasyonun bu yolla gelişmesi, ancak büyük sanayi bir kez ileri bir düzeye ulaştıktan ve bütün bilimler sermaye tarafından esir alındıktan sonra, var olan makineler öbür tarafta zaten büyük kaynaklar sağlıyorken söz konusu olabilir. Bilimsel araştırma o zaman bir meslek niteliğini kazanır ve bilimin doğrudan doğruya üretime uygulanması, araştırmaya yönlendiren ve teşvik eden belirleyici perspektif haline gelir.
İşbölümü aracılığıyla, işçinin işlevleri giderek o ölçüde mekanik hale getirilir ki, belli bir noktada artık mekanizma onun yerine geçebilir (economy of power konusuna). Burada, belirli bir emek çeşidinin işçiden makine kılığındaki sermayeye aktarılması ve bu transfer nedeniyle işçinin emek kapasitesinin değerini kaybetmesi, dolaysız olarak görülmektedir. Binaenaleyh, işçilerin makineleşmeye karşı mücadelesi. Eskiden canlı işçinin olan etkinlik, makinenin etkinliği haline gelmektedir. Sermayenin emeği kendine mal edişi (vücudu aşkla dolar gibi) özümleyişi-burada en kaba biçimiyle işçinin karşısına dikilmektedir.” (Age. s;650)
“Emek, üretim sürecinin içsel bir öğesinden çok, üretim sürecinin denetçisi ve düzenleyicisi konumunu almaya başlar.
“İşçinin işi artık işlenip değiştirilmiş bir doğa nesnesini aracı bir uzuv gibi kendisi ile nesne arasına sokmak değildir; sınai bir süreç haline getirilmiş olan doğal sürecin bizzat kendisi, işçi ile-böylece egemenliği altına aldığı- inorganik doğa arasına sokulur. İşçi üretim sürecinin başlıca faktörü olacak yerde, sürecin kenarında duran bir bakıcı haline gelir.
“Dolaysız biçimiyle emek zenginliğin ana kaynağı olmaktan çıkınca, emek süresi zenginliğin ve dolaysıyla mübadele değeri kullanım değerinin ölçüsü olmaktan çıkar ve çıkmak zorundadır.
“Mübadele değerine dayalı olan üretim çöker ve dolaysız maddi üretim süreci sefalet ve anti tez biçimlerinden kendini kurtarır. Bireysellik özgürce gelişir.” (Age. s; 652)
Görüleceği gibi, Marks, bilimin ve teknolojinin gelişimini önceden gözlemlediği tartışma götürmez bir gerçektir. Bu verileri 150 yıl önce dile getirmek belikli, büyük bir bilimsel ön görü olarak önümüze gelmektedir. Ancak bu gelişmelerden çıkacak sonuçlar, tartışa götürür niteliktedir.
O gün için Marks’ın önündeki sorun, gelişiminin olgun evresinde, kapitalist sistemi üretimi süreci açısından olduğu kadar, sermaye, emek, değer, meta ve diğer unsurları ekonomik ve toplumsal ilişkiler içindeki işlevlerini tanımlamaktır. Bir sistemi olduğu gibi çözümlemektir ki, bunu yapmıştır. Ancak, bunun ötesindeki gelişmeler ve olası sonuçları üzerindeki belirlemeleri, ele aldığı konuların temel unsurları olarak görmemiştir. Oysa bu gün bizi ilgilendiren de tas tamam budur. Kapitalizmin bağrında doğup gelişen ve hızla egemen olması muhkem olan, yeni bir üretim tarzının tüm özellikleriyle belirlenmesidir. Kapitalist üretimden çıkıp gelmiş haliyle küresel üretimin özelliklerini tanımlamaktır. Bu noktada, Marks’ın makineleşmenin üretimde yaygınlaşmasının yaratacağı sonuçlarla ilgili belirlemelerinin bu gün itibariyle isabetli olduğu söylenemez.
Birincisi; okuyucunun gözüne ilk çarpacak şey, makineleşme ve bilimin üretime etkin katılımıyla işçinin atıl olmayacağıdır. Tersine çok daha üretken çok daha gelişmiş ve etken olduğudur. Emek üst olgunluk evrelerine bu gelişmeler aracılığıyla yükselirken, toplumsal rolünün arttığı gibi, kapitalist kıstasların işçisi olmaktan yavaş yavaş sıyrılmaya başlayarak, yeni dönemin emekçisi olma yönünde tarihi işlevini tamamlar.
“işçi üretim sürecinin başlıca faktörü olacak yerde, sürecin kenarında duran bir bakıcı haline gelir” demek bu günün verileri itibariyle isabetli bir belirleme sayılmaz.
İkincisi; Bu sürecin sonunda, “Mübadele değerine dayalı olan üretim çöker” demek, oldukça tartışma götürür bir belirlemedir. Tersine, bu süreç, kullanım değerini öyle silikleştirir ki, üretimin temeli tüm çıplaklığıyla, enformasyon aracılığıyla, değişim değeri son haddine kadar yüksek olmayan hiçbir şeyin, kullanım değeri olmayacağı bir konum alır. Günümüz açısından, küresel üretimin etkinliğinin artışına paralel olarak, bilgi mübadelesinin vardığı aşama bunu göstermeye yeterlidir. Bu anlamda mübadele değerine dayalı üretimin bir üst aşamasına geçilmiş olur.
Üçüncüsü; Bütün bunların sonucu, kapitalizmin içinden ve ardından gelen bu süreçte, Marks’ın tahmin ettiği gibi, bireyselliğin özgürce gelişimi, bireyin kendisi için “serbest bırakılmış zaman” kazanımıyla sanatsal, bilimsel, eğitimsel gelişimine tekabül edecek bir yalıtılmış sonuç elde etmez. Tersine bireysel etkinliklerin artışıyla birey daha yoğun olarak toplumsal bir işlev kazanır. Sanat, bilimsel araştırma, eğitim, spor vb. insanla ilgili ve bireyle ilgili her şey, her türden hobi bile, enformasyon aracılığıyla mübadele edilebilen bir unsur haline gelir ve mübadele edilemeyen şeyin, kullanım değeri dahi kalmaz. Küresel üretim kapitalizmin içinden çıkıp gelmiş haliyle, bu günkü verileri itibariyle, bu yönde derinleşmektedir.
Dördüncüsü; üretimde mekanizasyonun egemen olması sonucu, “belirli bir emek çeşidinin işçiden makine kılığındaki sermayeye aktarılması ve bu transfer nedeniyle işçinin emek kapasitesinin değerini kaybetmesi, dolaysız olarak görülmektedir.” Belirlemesine katılmak oldukça güçtür.
Bu günün verileriyle emek kapasitesi büyük bir artış ve önem kazanmıştır. İvme, emek miktarının doğrudan doğruya üretime katılımı farklı biçimler alırken, ekonomik olduğu kadar toplumsal sonuçları da büyük bir ilerleme kaydetmiştir, değer kaybetmesi bir yana nitelik ve nicelik olarak gelişmiştir. Esik sistemin hala egemen olan konumunu ebedi olarak tutmak isteyenler, emeği değersizleştirecek yönetsel, siyasi ve kültürel girişimleri kesilmeden yapmaktadırlar. Ancak nafile, bilişim çağı öylesine hızlı gelişmektedir ki, mülkiyet daha da küçük birimlere ayrıldıkça emeğin rolü de değeri de artmakta, üretim dinamiği güçlenmekte ve en önemlisi kapitalist sermayenin denetiminden kaçarak küreselleşme sisteminin, yeni üretim tarzının bir unsuru olarak kendini ifade teme durumunda olmaktadır. Bu nedenle,“ancak büyük sanayi bir kez ileri bir düzeye ulaştıktan ve bütün bilimler sermaye tarafından esir alındıktan sonra” değil, tersine bundan özgürleştikçe, toplumsal sonuçları etkin olan bir mekanizasyon, gerçek anlamda tarihi bir ilerlemeyi temsilen gerçekleşme durumunda oluyor.
Çünkü, bilişim çağının sonuçlarıyla hantal hale gelen o dev kapitalist işletmeler yerine, küresel üretim sistemi, daha da küçük bir özel mülkiyetle, daha çok üretim, daha çok bilimsel veri katılımı ve daha evrensel ölçekte değişim ve dolaşımla tüm insanlığı birbirine bağlamakta, her kesin kazanabileceği bir ortam yaratılabilmektedir. Yani gerileyen yan (ki, bu tarihsel anlamıyla da kapitalist sistemdir), tüm bilimleri esir alarak, doğrudan emeği dışlayarak sömürü çarklarını döndürmeye çalışmasına karşı, küresel üretim sistemi bilimleri özgürleştirerek, toplumsal ve ekonomik işlevlerini artırmaya çalışmaktadır.
Artık fiber-optikler gibi bir çok tür üretim, küçücük bir mekanda, bir emek-düşün (sanal üretim>fiili üretim) uğraşısıyla, dev fabrikaların inanılmaz emekler ve maliyetlerle ürettiği, demir-çelik vb. madeni unsurlardan, bin kat daha dayanıklı ve uzun ömürlü olarak üretilmektedir. Dev kompleksleriyle bir matbaanın yapamadığını küçücük hacmiyle bir masa üzerinde lazerli renkli baskı aletleri, binlerce kat daha az maliyetle, binlerce kat daha az mekan kaplayarak üretebilmektedir. Bu örnekler hızla inanılmaz ölçekte çoğalarak, eski üretim ilişkisi yerini alma sürecini tamamlamaktadır. Bilim özgürleştikçe, sermaye boyunduruğundan kurtuldukça, üretim daha çok mekanizasyona girmekte, emek daha çok toplumsal bir etken ve üretken hale gelmektedir.
Bu konuyu burada noktalayacağım. “Marx’ı anlamak” başlıklı bir çalışman olduğundan bahsetmişsin. Her türlü çalışma önemlidir, önerim ilerleyen zamanın hazmedilmiş bilgileri arasında yer almaya başlayan Marks ve öğretisiyle ilgili çalışmalar yanı sıra, çağdaş dünyayı temsil edecek, gelecek kuşakların yoluna ışık tutacak öğretilerle de ilgilenmemiz gerekmektedir. Marks ve öğretisi, zamanın bu günkü ilerleme ivmesi itibariyle, bir Aristotales, bir Eflaton, bir Hegel vb. büyük düşün akımlarından biri olarak insanlığa kattığı bilgi değerleriyle, hazmedilerek aşılmış konumlarıyla, tarihteki yerlerini almış oldukları kanısındayım. Bu sözler biraz erken gibi gelebilir. Ben, bilişim çağının hızına, gelecek kuşaklara basamak olabilecek bir bilgi üretimi içinde olabilmemiz için, geçmişi iyi hazmetmiş olarak ileriye dönük olmamız gerektiğine işaret ediyorum.
Öcalan’ın “demokratik ulusçuluk” yaklaşımı
Değerli yoldaşım, dostum Başkan Öcalan’nı öncelikle uzun yıllar ortak sürgün yaşantımız döneminde çok yakın diyalog ve siyasal sohbetlerimizle teyit ederim ki, devrimci, solcu bir kuşak içinde, milliyetçiliğin her türünden, uzakta olan en önemli şahsiyettir. 18 yıllık kesintisiz sohbetlerimizin her kesitinde buna tanık oldum. Bu satırları da tarihe not diye düşüyorum.
Nitekim, son birkaç yıldır üstüne basa basa dile getirdiğim, insanlık ayıbı ve dramı olan tutsaklığının imkansızlığı içinde duvarları aşarak ulaştırdığı mesajında, aynı Başkan Öcalan’ı gördüm. Önermelerinin özü, her türden milliyetçilikten uzak, adil ve özgür bir siyasal demokrasi ikamesine hizmet eden içeriktedir.
Benim açımdan, seninle de sürdürdüğüm dost ve yapıcı sohbetimizin temel konusu olan küreselleşme konusundaki yaklaşımları çok büyük önem taşıyor. Ezilen bir ulus liderinin, tarihin en ağır baskılarına maruz kalmış, toprakları parçalanmış, varlığı sürekli inkar edilmiş, en doğal dil hakkı bile yasaklardan şu ana değin kurtulmamış, bölgemizin bu en kadim ulusu Kürtler adına, Başkan Öcalan’ın milliyetçilikten uzak olan önermeleri yanı sıra küreselleşmeyi hakkıyla kavrayan, milyonlarca insanı etkileyip sürükleyebilecek çağrılırda bulunması, sadece Kürtler için değil, tüm bölgemiz halkları, devletleri ve hükümdarları için bile, bir barış ve gelecek fırsatı olarak telaki edilmelidir.
Bu girişe eklenmesi gereken son cümle, sürgün yıllarında yoğunlukları nedeniyle, eksik kalan okumalarının hakkını, zindan günlerinde vererek, önemli bilgi birikim aşamaları kat ettiğine tanıklık yaptığımı belirtmeliyim. Önermelere gelince.
Öcalan’nın önermeleri şunlardır;
“3. Bundan çıkışın temel yolu, ulus-devlete göre gelişen küresellik değil, tamamen halka dayanan ve gücünü tabandan alan Demokratik Konfederatif sistemdir. İnsanlık tarihinde devlet olgusu ezeli olmadığı gibi, ulus-devlet de ebedi değildir. Günümüzde küreselleşme ile ulus-devlet aşılmaktadır. Ancak bu süreçte emperyalizm ciddi bir yeni sistem modeli geliştiremediği için, mevcut sistemin krizi derinleşmiş ve kaosa dönüşmüştür.
4. Bu durumda tek Alternatif demokratik konfederalizmdir.” (Öcalan, demokrtaik konfederalizm)
Ayrıca “ Türkiye’de her kes… Kendi kültürünü özgürce yaşamalıdır. Bu kültürel zenginliktir. Fakat hepsini birleştiren ortak bir bağın olması gerekir. Buna üst kimlik demek şart değil, genel kimlik de denilebilir. Bu da demokratik bir ulus anlayışı, demokratik bir anayasa ve gelişmiş çok kültürlü bir hukuk düzeni ile mümkün olabilir, bizim istediğimiz budur. Bunun iyi anlaşılması gerekiyor. Benim demokratik ulus anlayışımda bayrakla sorunumuz yoktur, sınırla sorunumuz yoktur.” (Öcalan, Ortadoğu’nun AB’si yaratılmalı)
Bu önermelerde, mesaj ve bilgi açıktır. Ulus devlet çağı kapanmaktadır. Hala etkinliği sürse de geleceğin toplumu değildir. Küreselleşme iki yönlüdür, emperyalistlerin dayattığı siyasal gerici küreselleşme, halkların küreselleşmesine karşı, dünyanın her alanında savaş dayatmaktadır. Küreselleşmenin gelişimi kapitalist sistemin çıkışsızlığıyla at başı gitmekte ve emperyalist sistem bu sorundan çıkamadığı için, kaos tüm dünyayı sarmaktadır.
Ülkemiz halklarının bu gelişmeleri gözlemleyerek, yeni bir sosyal, siyasal yapılanmaya yönelmelidir. Bunun için, tarihsel olarak gerileyen ve ömrü tükenmek üzere olan usul devletçi yaklaşımlara ve onun ideolojik ifadesi milliyetçiliklere takılı kalınmamalıdır. Ezilen ulus Kürtlerin de, bu noktada geniş olmaları, ulus-devlet ısrarında olmamaları çağrısı yapılmaktadır.
Bu belirlemeler, çağı yakalamış düşüncelerdir. Ancak Öcalan da, önermeye çalıştığı yeni toplumsal örgütlenişle ilgili olarak, kavram yetmezliği ya da oturmamışlığına düşmüştür.
Öcalan, “ Aslında sol çevreler iki yüzlülük yapıyor. Birikim dergisinde çıkan Ömer Laçiner’in makalesinde önerdiği demokratik tek millet kavramının yeterli olmadığına daha önce değinmiştim. Eğer samimi iseler demokratik ulus kavramının arkasında durmalıdırlar” (Öcalan, Ortadoğu’nun AB’si yaratılmalı)
Bu satırlarda da görüldüğü gibi, Öcalan sık sık “demokratik ulus”, “demokratik ulusçuluk” kavramını kullanıyor. Söylemlerinin tümü itibariyle, bu kavramlarla belirtmek istediği, demokratik devlet, demokratik federalizm, demokratik anayasa vb olduğu açıktır. Ancak ben, seninle yaptığım iletilerde kavramların çok dikkatli kullanılması gerektiğini sürekli yeniledim. Bu kavramları da eleştirdim. Eleştirilerimi, özetle tekrar edeceğim.
Ömer Laçiner’in “demokratik tek millet” kavramına haklı olarak karşı çıkışı, yalnızca kavramdaki “tek” lik ile demokratikliğin çelişkili olmasından dolayı değildir, en azından öyle olmaması gerek. Öncelikle bilinmesi gerekli olan, demokrasi ile ulus arasında kategorik farktır. Ulus tarihsel bir olgudur demokrasi ise işlevseldir, belli bir sosyal, siyasi yapılanma ve kurumdaki farklılıkların ilişkisini düzenleyen, belirleyen tarzdır. Bu açıdan tarihin her döneminde görelilik çerçevesi içinde demokrasiden bahsedilebilir, işleyip işlemediğinden söz edilebilir. Ancak ulus öyle değildir. Ulus belli bir tarihsel kategoridir. Uygun koşulları oluştuğu zamlan doğar (kapitalizmin şafağında doğma esprisi) ve onun sona ermesiyle eriyip tarihe karışır. Ulusun ölçüleri olabilir, nüfusu, kapladığı alan, gelenek görenekleri zenginliği vb. Ancak demokraside olduğu gibi, ulusun işleyip işlemediğinden bahsedilemez. Bu anlamda, ulusun demokratlığından bahsetmek bana hiç oturmamış bir yaklaşım gibi geliyor.
Ulus tarihsel bir yapı olarak, ancak kurmaları, kurmalarının işlerliği, anayasaları, yasaları, yönetsel sosyal, siyasal ekonomik kültürel kurumları itibariyle, demokrasiyle ilişkilendirilip sorgulanabilir. Ulusun kendisinin, demokrat olup olmaması diye bir şey yoktur. Bu demokratik dil, demokratik bayrak, demokratik giyim, demokratik yemek demek gibi bir şeydir (bu durumda salata en demokratik yemektir demek yanlış olmaz). Ulusu belirleyen kıstaslar arasında bu ölçüler olmaz. Ulus, krallık döneminde de parlamenter demokrasi dönemde de tarihsel verileriyle (durağan olmasa da bu veriler), ulustur. Demokratik tek millet saçmalığını bir kenara koyacak olursak, bunun alternatifi demokratik ulus ya da demokratik ulusçuluk değildir. Ulusun alternatifi, kapitalizmin bağrından çıkıp gelmekte olan yeni tür üretim ilişkileri tarafından belirlenecektir. Tarih bu yönde hızla ilerlemektedir. Bu çağın verilerinde ulus alternatifi gibi görülen yeni tarihsel toplumsal örgütlenme, kültürel ya da bilgi topluluklarıdır. Ayrı uluslardan gelmiş olsalar da, kültürel yapıları itibariyle, bilgi düzlemleri itibariyle bir toplumsal örgütleniş oluşturabilme kabiliyeti olan insan toplulukları, bu gün fark edilmesi güç olsa da, gelecek toplumsal tarihsel örgütlenmeye damgalarını vuracak gibi görülmektedir. Farklı bir tarihsel kategori de olması mümkündür, bu günden bunun tüm verileri oluşmadığı için kesin bir belirleme yapmak ütopiktir. Bilinmesi gereken şey, gelecek toplumsal örgütlenmenin demokratik ya da değil, ulus örgütlenmesi olmayacağıdır.
Bu anlamda, küreselleşme çağında, daha ileri toplumsal örgütlenme önermeleri, ulus merkezli olmaktan kendini kurtarmalıdır. Bu dönem için geçerli olmak kaydıyla da, demokratik devlet, demokratik anayasa, demokratik yasa ve kurumlarla örülmüş bir siyasal sistem içinde özgürlüğü güvence altına alınmış barışçıl çok uluslu bir yaşamdan bahsetmeli ve olguları adlarıyla çağırmalıyız. Kürt, Türk, Arap her ne ise bunların salatasal birliği, “demokratik ulus” olmaz. Bunların özgür birliği, demokratik devlet altında, barışçıl ve adil yaşam altında, ortak temsil ile, federasyon ya da konfederasyon yada bağımsız devletler topluluğu gibi, siyasi yapılanmalarla gerçekleşebilir. Bunun da örnekleri, dünyamızda pek çoktur.
Kavramları yerli yerine oturtmak gerek. Ulus tarihsel bir kategoridir, ulusun demokratlığı aranmaz ama ulusun siyasal yapılanmalarının demokratlığı aranabilir ve haklı bir taleptir. Ayrıca bilinmelidir ki, demokrasi, ulusla birlikte eş zamanlı olarak eriyip, tarihe karışmayabilir. Ulus tarihsel bir kategori olarak, günü dolunca, tarih sayfalarına karışacağı kesindir. Ancak demokrasi, ulus sonrası koşullarda da, bir birinden farklı, yasa, kurum ve yapılanmaların işlevsel bir özelliğini tanımlamak için kullanılmaya devam edecektir.
Ayrıca bilinmeli ki, ulusları “demokratik uluslar ve demokratik olmayan uluslar”a ayırmak, batılı bir önermedir. Kapitalist, emperyalist batının ortaya attığı, amaçlı bir söylemdir. Bu ayrım, uluslar arasındaki eşitsizliklerin kaynağında yatan gerçekleri örtme amacı taşır; tarihi sömürgeciliği, gaspçılığı ve dayatmacılığı, küresel siyasal gericiliği ve bunun sonucu olarak, ulusların başına yığılan bin bir belanın kaynağını örtme çabasıdır. Geri uluslar ileri uluslar, demokratik uluslar demokratik olmayan uluslar ayrımı, gerçek suçluyu korumak için, suçu mağdura yükleme çabasıdır.
Evet, uluslar arasında farklar çoktur, adaletsizlikler bin bir türlüdür. Ama bu, ulusların demokratik olup olmamalarıyla ilgili değildir, dıştan gelen kapitalizmin, emperyalizmin eski-yeni sömürgeciliğin, kurtuluşu olmayan borç bataklığına gömmelerin, askeri tehditlerin, dayatmaların, kuşatmaların, böl-yönet siyasetleriyle içten çökertmelerin ürünüdür. Kendi ürettikleri tablodan kaçınmak için, bu zavallı ulusları suçlu gösterme çabasıdır. Oysa tüm ulusların eşit olduğu bir dünya amacı taşınacaksa, her türden insani ilişkileri olduğu kadar, kavramları da tarihsel içerikleri ve nesnel verileriyle kullanmamız gerekecek.
Gelişmesi engellenen ulusları, “demokratik olmayan uluslar” olarak tanımlayan aşağılayıcı söylemler, ne dünya ölçeğinde ne de bölge ölçeğinde kullanmanın sorunlarımızı tanımlama açısından bir önemi yoktur. Ulusların özgürlüğü ikame edildiği her yerde, ulus kendi siyasal ve sosyal yaşamını, geniş bir demokratik ortamda belirlediği görülmektedir. Bu açında bölgemizde ve ülkemizde acil ihtiyacımız, tarihsel bir kategori olan ulus oluşumundan çok, onların yönetsel, ekonomik, kültürel ve her türden siyasal kurum, kuruluş ve yasalarını demokratikleştirme çabalarını yükseltmeli ve bunları tanımlayan kavramları dile getirmeyi temel almalıyız. Halklarımızın uğruna mücadele edecekleri, ayakları yere basan hedefleri oluşturmanın yolu budur. Şatafatlı, ama altı boş kavramlarla, hiç bir tarihi oluşum ikame edilemez.
Bu tür uydurma kavramlar, Anadolu coğrafyasını, halkların adil ve barışçıl birliğine götüremez. Tersine, bir biçimde milliyetçiliğin kısır döngüsüne düşürür.
Başarı dileklerimle, baki selamlar. Mihrac Ural
31 Mart 2007
4 Ekim 2007 Perşembe
Mihrac Ural - Yener Orkunoğul siyasal sohbetler
Gönderen Mihrac Ural zaman: 05:49
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder