Sınırları insan erdemleriyle belirlenmiş, ne sınıfsal ne de etnik nedenlere mahkum olmamış doğrularımızla özgürlük ve demokrasi mücadelesini sürdüreceğiz...

BURADAYIZ İŞTE...

OKURLARIMIN DİKKATİNE. BLOGUMDA TEKNİK BİR ARIZA YA DA BİR SALDIRI GERÇEKLEŞMİŞTİ.. ŞİMDİ HER ŞEY YOLUNDA...EMEKLERİMİZ BURADA... SAĞLICAKLA KALINIZ...

PARALEL BİR BLOG DA DEVAM EDİYOR...

Yeni blogun adresi: http://mirural.blogspot.com/

ŞU AN İZLEMEKTE OLDUĞUNUZ BLOG ADRESİ İLE YENİ BLOG ADRESİ BİRBİRİNE ÇOK YAKINDIR. İLGİNİZE TEŞEKKÜRLER.

MİHRAC URAL

...

...

...

...

TÜRK MODERNLEŞMESİ JAKOBENİZM VE BONAPARTİZM

Yener Orkunoğlu

Türkiye'de modernleşme hareketinin tarihini ve modernleşmenin toplum üzerinde yarattığı etkileri incelemek ve aynı zamanda modernleşme konusunda liberal entelektüellerin yarattığı yanılsamaları açığa çıkarmak zorundayız.
Liberal entelektüellerin çarpıttığı bir konu var. Siyasal İslam'ın yörüngesine girmiş bir çok entelektüel, Türkiye'deki Kemalistleri Jakoben olmakla suçlarlar. Yani Jakobenizm, darbeci ve anti-demokrat olmakla özdeşleştirilir. Böylesi bir değerlendirme, Jakobenizmin çarpıtılmasıdır. Kemalizm'i, Jakobenizm olarak değerlendirmek, Jakobenizme karşı bir haksızlıktır. Çünkü Jakobenizm, Fransız Devrimi döneminde küçük burjuvazinin (baldırı çıplakların) radikal bir devrimci hareketi olarak doğdu. Fransız Devrim hareketinin sol kanadını oluşturur.
((Devamı orta sol sutunda))

..

..

Mihrac Ural

Mihrac Ural

Yeniden felsefe okumak


Cumhuriyetin Doğuya sırtını dönmesinin mahkumu idik. Alfabe kırılmasının sonucu da, okuma adına nemiz var nemiz yok, arşivlerin küfüne terk edildi. Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle zaten olmayan okumalara, sıçramalardan oluşan, dengesiz ve sonuçta eksiklikten kaynaklanan bir topallamaya düştük. Bu da, ülkemiz felsefe bilincinin derinlik ve bütünlüğünü oluşturacak zincir halkalarının kopuk olmasını getirmiştir.
Yunan felsefesi akılcılığının Aristo’yla temsil edilen sunumunu, İslami bir yorum ve ilerleyişle ele alan Farabi’de ifadesini bulan akılcılığa karşı, “ Tahafüt el Felasife” diyerek, dünya ve ahiret işinde akıla yer bırakmayan Gazali’nin, bu güne kadar süren tutuculuğundan yana saf belirlemiştir. Gazalinin, “filozoflar”ın aklın hareketinden yana dünyevi olayları yorumlayan yaklaşımlarına karşı yaptığı eleştirilere, aklın bir militanı İbni Rüşt’ün ünlü cevabı olan “Tahafüt el Tahafüt” ü tanımazlıktan gelmiştir. Böylece sağ, Yunan ve batı felsefe okumaları eksiğiyle iki ayağı topal hale gelmiştir. Dayandığı felsefi okumaların karşıtlarını da bilmemekle, sığ kalmıştır.((Devamı sol ana sutunda))

****

****

24 Nisan soykırımı hepimizi katletmişti...

Mihrac Ural

Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi –soykırımı- hepimizi katletmişti. Tam 93 yıldır sürmekte olan zorunlu sürgün ile insanlık sucunda İttihat –Terakki’nin ‘SOYKIRIM’ imzası vardır.

Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır.

Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur.

“Resmi tarih” diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.**19. yy sonlarından başlayarak, Katolik ve Gregoryan (Ortodoks) diyerek birbirlerine kırdırılan, tenkil ve sürgünlerle, mal mülklerine el konularak baskı altında tutulan Ermenilere yönelik soy kırımı, I Dünya savaşının, malum bol bahaneleri altında girişilmiştir (24 Nisan 1915).

Savaş sırasında, önce Ermeni gençlerinin Askere alınarak silahsız bırakılması ve ardından toplu tasfiyelerin yapılması, geride kalan Ermeni halkının Tenkil ve sürgünlerine geçilmesi. Bu konuda talimatların dakik bir biçimde, en yetkili resmi merciler tarafından istenip, izlenmesi. O dönemin Sadrazamı (Başbakanı) Talat Paşa’nın, başından itibaren olayları, dikkatlice takibi, emirler vermesi, istatistik tutması (iskan edecekleri yerde dahi nüfusa göre oranlarının %5 geçmeyecek düzeyde tutulmaları talimatları da dahil) ve bunun en ince ayrıntısına kadar yazılı özel notlarla tescili, Ermenilere reva görülen her şeyin, planlı bir tarzda icra edildiğini göstermeye yeterlidir (Ermeni tehciriyle ilgili Talat Paşa’nın tutanakları için bkz. Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi, 24 Nisan 2006’dan itibaren yayınlanan dizi) Bu, Ermenilere ilişkin, adına ne konulursa konulsun, yapılacak olanların önceden planlanmış eylemler olduğunu gösterir.

Bundan sonra, sonuçlara bakılarak, yapılanlara verilecek ad, tanımlamaya geçilir.*Böylesine planlı ve en ince ayrıntısına kadar takip edilmiş ve bir etnik topluluğa yönelen, sonuçta en iyimser tahminlerle, el yazması tutanaklardaki rakamlarla bir milyon (1000 000) üzerinde Ermenin ölümüne yol açan, kimi şehirlerde nüfusu yüz binlerden sıfıra indiren, çoluk çocuk on binlerce canın etnik yapısını değiştirmek için farklı etnik toplumlara dağıtan, topraklara el koyan, binalarını yıkan, her türden maddi ve canlı servetine el koyup katleden girişimlere, soy kırımından başka bir ad verilemeyeceği görülür.

Bu bir soykırımdır. (..)Osmanlıdan, cumhuriyete süre gelen bu aklın, daha uzun süre yürürlükte olma tehlikesi tüm çıplaklığıyla kendini göstermektedir. Tarihimizle cesurca yüzleşmeden bu aklı toplumsal işlevlerimizden ve geleceğe ilişkin yaşam planlarımızdan söküp atmak güç gibi duruyor.
((*)Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı –Mihrac Ural)

**
Sıranın kendisine gelmeyeceğini sananların dikkatine, bu vatanın birimize değil, hepimize ait olduğunu bir kez daha, bin kez daha yeniden birbirimize kanıtlamakla yükümlü olduğunuzu artık anlamak zorundasınız.

Bilmelisiniz ki, farklılıkları içselleştirmek, onlarla barış içinde yaşamayı fiilen gösterip, haklarını anayasal ve kurumsal güvencelerle kökleştirmek ertelenmez bir görev haline gelmiştir, bu yapılmadıkça bu vatanın hepimize ait olduğuna kimseyi inandıramazsınız.

Mümkünü, imkansız hale getirmeye devam ederseniz, sizi biz farklılar, ayrı varlıklar bile kurtaramaz. Bunun vebali, Hrant Dink’in katline yol açan akıl sistematiğinin kıyımına tek tek ve topluca maruz kalmaktır bilesiniz.
((*)Hrant Dink'in Katli ve Tarihi Gerçekler –Mihrac Ural)


Murat Altunöz’ün Beklenen Kitabı Kırılgan Zamanlar Çıktı…

2002 Ocak ayında başladığımız yolculuğumuza 7 yıldır devam ediyoruz. Karalama Dergisi, ülkenin koşullarına göre bazen inişler ve çıkışlar yaşamamıza rağmen her geçen gün dergimizle daha da büyüyoruz.

Karalama Dergisi olarak;
Şair Nevruz Uğur ve Halil İbrahim Yıldız’ın kitaplarından sonra Karalama’nın Kurucusu ve halen Editörü olan Murat Altunöz’ün Kırılgan Zamanlar adlı kitabını yayımladık.
Geçmiş zamanların, kırılmış, yalnız ve hüzünlü dizelerinde bulduk kendimizi,
Her dize de bir direniş, bir sürgün, bir ayrılık ve özlem var.
((Devamı sol alt sutünda))

...

...

Yerel Çeteleşmenin Boyutu...

Murat Altunöz /Gazeteci

Çeteleşme yıllar sonra Ergenekon operasyonuyla tekrar gündeme geldi. Eskiden bildiğimiz mafya sistemi çökmüş artık daha organize ve daha profesyonel bir hal alan almıştır.Bazı yazarlar, Emekli Polisler ve Emekli askerlerinde içinde bulunduğu yeni bir yapı ortaya çıktı.Aslında bu tür çeteleşmeler yıllardır hep ülkemizde vardır. Ama bu hafta benim bahsetmek istediğim yerel çetelerdir. malesef son yıllarda ciddi anlamda yerel çeteleşme ve Organize suçlarda bir çoğalma vardır. Zaten Hatay il Emniyet Müdürü Osman Çapalı'da bu konuya dikkat çekerek " Bireysel suçlar artık organize suçlara kaymıştır" demiştir.
((Devamı sol ana sutunda))


İNTERAKSİYON

Faiz Cebiroğlu
Her gelişim, karşılıklıdır. Her ileriye yönelik değişim, bir interaksiyondur. İnteraksiyon, karşılıklı etkileşim oluyor. İnsanlar, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek sosyal yönlerini geliştiriyorlar. Sosyal yönünü geliştiren insan, aldığı öğreti ve deneyimlerle bireysel yönünü ”işleyerek” yapılandırıyor. Yapılanma, ”özbilinç” ve ”özgüven” ile nitelik bir hal alıyor.

İnteraksiyon ya da karşılıklı etki, yaşadığımız toplumda, değişik yer ve ortamlarda farklı farklı oluyor. Dille başlayan diyaloğa; insanların bulunduğu yaşam tarzları, çalışma biçimleri ve kısacası sahip oldukları sınıfsal konumları da ekleniyor. Sosyal sınıf, gelişimde ”ana halka” oluyor. Sosyal sınıf, ileriye yönelik değişimin ”can alıcı noktasını” oluşturuyor.

(Devamı orta ana sütunda )
http://mirural.blogspot.com/

...

...

Yabancılaşmanın Dinamiği


Mihrac Ural

Yabancılaşma, insanlık ailesini birbirine yakınlaştıran, farklarını hızla öteleyen özel mülkiyeti ve olumsuz sonuçlarını bile köşeye sıkıştırma işlevi gören sonuçlarıyla, olumsuz değil çok olumlu bir role sahiptir. Tarihsel süreciyle derinleşip geliştikçe gerçekleşen yabancılaşma, insana çok daha cüretkâr olma, çok daha özgürce beyin labirentlerinde kurguladığı fantezileri yaşama ve bunu yaparken de dar anlamda aile, mahalle gibi klancı darlığın etkiler altında kalmayıp, geniş anlamda da ulusal sınırları aşıp belki başlangıcı sanal âlemin nimetleriyle, bilgi çağının iletişim olanaklarıyla bu tutku ve arzularının doruklarını zorlama şansını elde etmektedir.Yabancılaşma olmasaydı, emeğin sosyal etkilerinden bahsetmemiz mümkün olamazdı. Emek ne kadar sahibinden uzaklaşır, ne kadar sahibine belirgin olmaktan çıkarsa, o kadar evrensel ölçeklerde hizmet sunmaya başlamış demektir. Ve bir o kadar kültürel farklılıklarını hesaba katmadan ( renk, ırk, ulus, coğrafya, bölge farkı tanımadan) insan türüne ait hale gelmiş demektir.
((Devamı orta ana sol sütunda: ))
http://mirural.blogspot.com/

..

..

MİLLİ MARŞLAR

Ayşe Hür
1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı ‘Tre Trallade Jantor’dur. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkar ve ‘Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr….’diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası olayı "centilmen Türk seyircisinden jest" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi…
“Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur/Katibimin setresi uzun eteği çamur… diye başlayan ünlü türkünün bestesi 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’daki Selimiye Kışlası’nda kalan ‘eteklikli’ İskoç Alayı’na moral vermek için yazılmış ‘Donsuz askerler…’ diye başlayan bir asker şarkısıdır. II. Mahmut döneminde (1808-1826) modernleşme çabaları sırasında askerlere giydirilen setre ve pantolon mutaassıp çevreler tarafından ‘sokağa donla çıkmakla’ eşdeğer görülmüş, özellikle de ‘gavur mukallitliği’ denilen bu modernleşme hareketine çabuk uyum gösteren eli yüzü katipler halkın diline düşmüştür. Bir İstanbul külhanbeyi, bu katiplerle alay etmek için, Üsküdar yolu üzerinde olan Selimiye Kışlası’nda kalan İskoç askerleri için yazılan marşın müziğine Türkçe sözler yazar ve ünlü Katibim türküsü ortaya çıkar.
1974 Kıbrıs ‘Barış Harekatı'ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkumları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.

((devamı sol büyük sütunda))

19 Ekim 2007 Cuma

ANAVATANDA ANADİLSİZ YAŞAMAK
















"ANA DİLİN ELİN AYAĞIN KADAR SENİN..." ( 'Üç Dil', şiir Bedri Rahmi Eyüboğlu)


ANAVATANDA ANADİLSİZ YAŞAMAK !..

Mihrac Ural


Anavatan, tarihte doğal toprakları yaşama ilk kez açanların vatanıdır. Orta Asya'nın Türklerin anavatanı olması gibi.Orada başlar, bu güne uzanan ve ulus olarak örgütlenen insan topluluklarının yaşam serüveni.

Toprağın anavatana dönüşmesinde maya dildir, ana dildir. Toprağı ilk kez yaşama açanların, anadilleri etrafında oluşturdukları toplumlasal doku, tarihin en istikrarlı doğa ve kültür dokusu olarak bilinmektedir. Bu doku, arkasında kararlıca duran insanlar var oldukça, bozulamamıştır. Nedenleri çok farklılıklar taşısa da, istisnalara bir yana, tüm insanlık tarihi dünü ve bu günüyle, coğrafi alanlarla halk topluluklarının yaşam alanlarını birleştiren temel etkeni bu olmuştur. Burdan harektele, tarihten çıkıp gelmiş haliyle her anadilin yaşadığı toprak bir anavatandır. Bu işgalci güçler tarafından siyasi egemenlik altında tutulmuş olsa da öyledir.

Anadolu'nun anadillerin anavatanı bir coğrafya olması da bundandır. Bu, anavatanında ana dilleri yasaklayan Türkiye Cumhuriyeti yasalarına rağmen öyledir. Anadolu topraklarını yaşama ilk kez açanlar, ilk kez sürüp ekerek ona ruh verenlerin anadilleri bu toprakları anavatan haline getirmiştir. Yerli olmak budur. Bu gerçek arkasında durabilen Kürt ulusu, acımasız zorluklara direnerek bundan doğan haklarını savunmuştur. Baskılara, ölümlere, yıkımlara tehcir ve yasaklara karşı direnişini yükseltmeyi sürdürebilmiştir.

Anadolu, anadil soykırımlarının yurdudur da . Orta Asya'dan bir kısrak başı gibi gelip uzanan ve anayurtları söküp atan, yakan, yıkan, at nalları altında ezen, kılıç darbeleriyle kan ırmakları yaratan, fütühat adlı, miletlerin emekleriyle oluşmuş servetlerin gasp ve talanla süren bu acımasızlık, anadil soykırımıylada belirginleşmiştir. Bununla, coğrafyanın kimyasıyla birlikte barışıda yok olmuştur.

Askerini varabildiği yerde dikebilen, orayı sınır ilan etmiş, bu güne gelmiştir. Ancak bu hiç bir şekilde yaşama azminde olan anadillerle toprakları arasındaki bağı katledememiştir. Bu gün Kürtler bu gerçeği temsil etmektedir, Araplar da bu verileri tümüyle omuzlarında taşımakta hak talebi için hazırlanmaktadır. Bu verileri taşıyan başka etnik yapılar da kendi anavatanları olan topraklarda bu gerçeği dile getirecektir.

Kimse yanılmasın, Anavatan ne belli bir devlet hükmü altındaki topraktır ne de bayrak diye dikilen figürün gölgesi altındaki alandır. Anavatan, toprağı yaşama ilk kez açabilen anadilin coğrafyasıdır. Ve her coğrafya, er yada geç anadilin hükmü altında özgür olacaktır.

Bu gerçeği, "tarihin geçmiş tüm sorunlarını halletmeye çalışmak" diye kimse sulandırmaya kalkışmasın. Hayır Tarihin sorunlarını kimse halletmeye kalkışmayacaktır. Bu zaten mümkün de değildir. Bu gün sorun olarak ortaya çıkan ve kendini dayatan tarihin sahipsiz kalmış sorunları olmadığı da çok açıktır. Tarih olmuş, Hittiler, Sümlerler kimseden anadil hakkı istemiyorlar, Akadlar, Asurlular anadillerinin kimlik haklarının, anavatanlarının özgürlüğünü talep etmiyor. Bu türden iddialar, var olan gerçeğin üstünü örtme, anlamsız genelleştirmelerle bulandırmadır.




Bu gün kimlik hakkını isteyen, Tarihe ve tarihsel zorbalıklara rağmen var olmayı başarmış, kendi ana toprağında ezici bir çoğunluk olarak yaşamaya devam etmiş ve bununla da kalmayıp haklarının arkasında durabilecek kuşaklar yetiştirmiş ulusların, ulusal toplulukların ve ayrı varlıklardır. Bunların taleplerinden bahsediyoruz. Bu talepler, toprakları yüzyıllar önce bir gaspçı, işgalci güç tarafındanhükümranlık altına almış olsa da, ulus olarak haklarının arkasında durma ısrarında var olmalarıyla, haklı bir talep haline gelmiştir.

Böyle olmasa Türk ulusunun Atatürk önderliğindeki kurtuluş savaşının hiç bir meşru yanı olamazdı. "Osmanlı yıkıldı Türk ulusuda yıkılmalıydı" der geçilirdi. Ancak Türk ulusu ben varım dedi, ordusunu topladı, evlatlarını diğer anadolu ulslarının evlatlarıyla birlikte, özgürlük için ileri sürdü ve Anadolu'yu işgalcilerden kurtardı. O gün hak olan özgürlük talebi, neden bu gün Kürtler ve Araplar için hak olmasın. Bu uluslar kendi topraklarındadır. Mülteci değil, göçmen değildir. Binlerce yıllık bir ilk yerleşimciler olarak, toprağı yaşama ilk açanlardır. Ve bu gün tüm dirilikleriyle haklarının arkasında durmaktadırlar. Bundan ötesi sorun, tarihin geçmiş davaları kapsamında değil, bu günün sorundur, bu günün ertelenmez taleplerinin çözümündedir. Anadil ile anavatan arasındaki bağı bu yanıyla kavram gerek. Bu gerçek tarihin yaşama şansı bırakmadığı anadillerle anavatan arasındaki ilişkiyle hiç bir ilgisi yoktur. Tersine tarihin badirelerinden çıkıp gelmiş haliyle, yaşayan anadilin, anavatanı üzerindeki haklarıyla ilgilidir. Bunun da arkasında kararlıca durmaktadır. Bugün var olan gerçek budur.

Bu talep dünyamızı, üzerinde yaşayan her insan için anavatana dönüştürecek uygarlığın ikamesine kadar da devam edecektir. Yerel olan bu kanalla evrensele bağlanacaktır.

Bu yüzden, yüz yılların korkularıyla, başkasına ait toprakları hükümranlık altında tutma gayretinin kaygıları üzerine kurulmuş zoraki bir yaşamla, anadilleri tehlikeli görmek, büyük bir handikabdır. Bu yönde ısrarcı bir baskı sistemiyle sonuna kadar ayakta kalınabileceğini sanmak ise, kendini aldatmaktır.
*
Bilinmeli ki, Anadolu anadillerle dolu bir coğrafyadır. Bu coğrafyanın barışı da, anadillerin özgürlüğü ve barışıdır aynı zamanda Oysa, bu toprakları ırkçılık, milliyetçilik ve şovenizm, kana bulamakla kalmamış, lime lime bölüp parçalayıp ruhları kaosa sürüklerken, anadilleri soykırıma da uğratmıştır.

Bu topraklarda barış sukut etmiştir. Bununla kalınmamış, tüm anadillerden anaların gözyaşları sel edilmiştir. Kimi gençler sürgünde hakkın rahmetini beklerken, kimisi vatan diye bildikleri cehennemde yaşamağa doymadan, hatta ölmeden toprağa gömülmüştür. Vatan hizmeti adı altında, iradesi dışında, emir komuta zincirine mahkum olarak, özgürlük arayanların katline koşularak anası ağlatılmıştır. Kimisinin ise, toplumsal kimliği kadar, ana gözyaşları da yok sayılmıştır !..


Anavatanda anadilsiz olmak, bu ucube siyasal tarihin var oluş koşulu gibidir. Bir kara kader değil, bir kara delik gibidir, ışığı soğuran, emen ve yok edendir. Tarihte yaşama açılmış her bir karış toprak, bir anadilin ayırıcı varlığıyla vatana dönüşmüştür. Bunun içindir ki, anadil hakkı, özgürlük haklarıyla birdir, bir bütündür. Bunu sorunun bir parçası görmek yerine, çözümün bir parçası olarak algılamak, toplumsal adalet duygusunun, barış umutlarının temel kaynağıdır.

Barışa hasret bu topraklarda, anadillere özgürlük gerek. Buna yasak koyanlar bir an, anadillerinin yasak olduğunu var sayarak yaşamaya çalışsınlar. Görecekler ki, anadil olmadan vatan bile, bir cehennemdir.

Ayrı varlık bir ayrı anadildir. Bu düşmanlık değil dostluktur. Kimlik beyanı, diğeriyle ilişkinin sağlıklı yürümesi için bir tanıtım kartıdır. Tarihin derinliklerinden kopup gelmiş kendini ifade etme tarzıdır. Bu gerçeği, sonradan kazınılmış bir kimlik olarak görmek, askeri ya da güvenlik araçlarıyla bastırmakla çözülebileceğini sanmak, hataların en büyüğüdür. Barışı bozan kanlı süreçleri başlatan da, bu ilkel zihniyettir. Bundan kaçınmak önümüzde aşılması gereken önemli bir sorun olarak durmaktadır."

"Bir kelime ne kadar sık kullanılırsa o kadar az değişir" belirlemesi, dil bilimcilerinin Paris’te yapılan toplantılarında, dil için evrensel bir yasa olabileceğine işaret etmektedir. Haber bu gün http://www.firatnews.eu/ ajansından verildi. Bu yasanın anavatan algılanışına uyarlanması çok daha dikkat çekici sonuçları olduğunu iddia etmekte yanlış olmayacaktır.

“Toprağı yaşama ilk açan anadil, o toprağı ne kadar sık işlerse o kadar sıkı bir anavatan haline getirir” demek yanlış olmayacaktır. Toprağımızı her defasında daha bir güçlüce işlemek, anadilimize ait toprağı daha da güçlüce anavatanlaştırmaktır. Dünyanın neresinde, hangi nedenle olursak olalım, anadilimizin coğrafyasını üstümüzde taşımanın anlamı da budur.

15 Ekim 2007

Hiç yorum yok: