Sınırları insan erdemleriyle belirlenmiş, ne sınıfsal ne de etnik nedenlere mahkum olmamış doğrularımızla özgürlük ve demokrasi mücadelesini sürdüreceğiz...

BURADAYIZ İŞTE...

OKURLARIMIN DİKKATİNE. BLOGUMDA TEKNİK BİR ARIZA YA DA BİR SALDIRI GERÇEKLEŞMİŞTİ.. ŞİMDİ HER ŞEY YOLUNDA...EMEKLERİMİZ BURADA... SAĞLICAKLA KALINIZ...

PARALEL BİR BLOG DA DEVAM EDİYOR...

Yeni blogun adresi: http://mirural.blogspot.com/

ŞU AN İZLEMEKTE OLDUĞUNUZ BLOG ADRESİ İLE YENİ BLOG ADRESİ BİRBİRİNE ÇOK YAKINDIR. İLGİNİZE TEŞEKKÜRLER.

MİHRAC URAL

...

...

...

...

TÜRK MODERNLEŞMESİ JAKOBENİZM VE BONAPARTİZM

Yener Orkunoğlu

Türkiye'de modernleşme hareketinin tarihini ve modernleşmenin toplum üzerinde yarattığı etkileri incelemek ve aynı zamanda modernleşme konusunda liberal entelektüellerin yarattığı yanılsamaları açığa çıkarmak zorundayız.
Liberal entelektüellerin çarpıttığı bir konu var. Siyasal İslam'ın yörüngesine girmiş bir çok entelektüel, Türkiye'deki Kemalistleri Jakoben olmakla suçlarlar. Yani Jakobenizm, darbeci ve anti-demokrat olmakla özdeşleştirilir. Böylesi bir değerlendirme, Jakobenizmin çarpıtılmasıdır. Kemalizm'i, Jakobenizm olarak değerlendirmek, Jakobenizme karşı bir haksızlıktır. Çünkü Jakobenizm, Fransız Devrimi döneminde küçük burjuvazinin (baldırı çıplakların) radikal bir devrimci hareketi olarak doğdu. Fransız Devrim hareketinin sol kanadını oluşturur.
((Devamı orta sol sutunda))

..

..

Mihrac Ural

Mihrac Ural

Yeniden felsefe okumak


Cumhuriyetin Doğuya sırtını dönmesinin mahkumu idik. Alfabe kırılmasının sonucu da, okuma adına nemiz var nemiz yok, arşivlerin küfüne terk edildi. Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle zaten olmayan okumalara, sıçramalardan oluşan, dengesiz ve sonuçta eksiklikten kaynaklanan bir topallamaya düştük. Bu da, ülkemiz felsefe bilincinin derinlik ve bütünlüğünü oluşturacak zincir halkalarının kopuk olmasını getirmiştir.
Yunan felsefesi akılcılığının Aristo’yla temsil edilen sunumunu, İslami bir yorum ve ilerleyişle ele alan Farabi’de ifadesini bulan akılcılığa karşı, “ Tahafüt el Felasife” diyerek, dünya ve ahiret işinde akıla yer bırakmayan Gazali’nin, bu güne kadar süren tutuculuğundan yana saf belirlemiştir. Gazalinin, “filozoflar”ın aklın hareketinden yana dünyevi olayları yorumlayan yaklaşımlarına karşı yaptığı eleştirilere, aklın bir militanı İbni Rüşt’ün ünlü cevabı olan “Tahafüt el Tahafüt” ü tanımazlıktan gelmiştir. Böylece sağ, Yunan ve batı felsefe okumaları eksiğiyle iki ayağı topal hale gelmiştir. Dayandığı felsefi okumaların karşıtlarını da bilmemekle, sığ kalmıştır.((Devamı sol ana sutunda))

****

****

24 Nisan soykırımı hepimizi katletmişti...

Mihrac Ural

Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi –soykırımı- hepimizi katletmişti. Tam 93 yıldır sürmekte olan zorunlu sürgün ile insanlık sucunda İttihat –Terakki’nin ‘SOYKIRIM’ imzası vardır.

Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır.

Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur.

“Resmi tarih” diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.**19. yy sonlarından başlayarak, Katolik ve Gregoryan (Ortodoks) diyerek birbirlerine kırdırılan, tenkil ve sürgünlerle, mal mülklerine el konularak baskı altında tutulan Ermenilere yönelik soy kırımı, I Dünya savaşının, malum bol bahaneleri altında girişilmiştir (24 Nisan 1915).

Savaş sırasında, önce Ermeni gençlerinin Askere alınarak silahsız bırakılması ve ardından toplu tasfiyelerin yapılması, geride kalan Ermeni halkının Tenkil ve sürgünlerine geçilmesi. Bu konuda talimatların dakik bir biçimde, en yetkili resmi merciler tarafından istenip, izlenmesi. O dönemin Sadrazamı (Başbakanı) Talat Paşa’nın, başından itibaren olayları, dikkatlice takibi, emirler vermesi, istatistik tutması (iskan edecekleri yerde dahi nüfusa göre oranlarının %5 geçmeyecek düzeyde tutulmaları talimatları da dahil) ve bunun en ince ayrıntısına kadar yazılı özel notlarla tescili, Ermenilere reva görülen her şeyin, planlı bir tarzda icra edildiğini göstermeye yeterlidir (Ermeni tehciriyle ilgili Talat Paşa’nın tutanakları için bkz. Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi, 24 Nisan 2006’dan itibaren yayınlanan dizi) Bu, Ermenilere ilişkin, adına ne konulursa konulsun, yapılacak olanların önceden planlanmış eylemler olduğunu gösterir.

Bundan sonra, sonuçlara bakılarak, yapılanlara verilecek ad, tanımlamaya geçilir.*Böylesine planlı ve en ince ayrıntısına kadar takip edilmiş ve bir etnik topluluğa yönelen, sonuçta en iyimser tahminlerle, el yazması tutanaklardaki rakamlarla bir milyon (1000 000) üzerinde Ermenin ölümüne yol açan, kimi şehirlerde nüfusu yüz binlerden sıfıra indiren, çoluk çocuk on binlerce canın etnik yapısını değiştirmek için farklı etnik toplumlara dağıtan, topraklara el koyan, binalarını yıkan, her türden maddi ve canlı servetine el koyup katleden girişimlere, soy kırımından başka bir ad verilemeyeceği görülür.

Bu bir soykırımdır. (..)Osmanlıdan, cumhuriyete süre gelen bu aklın, daha uzun süre yürürlükte olma tehlikesi tüm çıplaklığıyla kendini göstermektedir. Tarihimizle cesurca yüzleşmeden bu aklı toplumsal işlevlerimizden ve geleceğe ilişkin yaşam planlarımızdan söküp atmak güç gibi duruyor.
((*)Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı –Mihrac Ural)

**
Sıranın kendisine gelmeyeceğini sananların dikkatine, bu vatanın birimize değil, hepimize ait olduğunu bir kez daha, bin kez daha yeniden birbirimize kanıtlamakla yükümlü olduğunuzu artık anlamak zorundasınız.

Bilmelisiniz ki, farklılıkları içselleştirmek, onlarla barış içinde yaşamayı fiilen gösterip, haklarını anayasal ve kurumsal güvencelerle kökleştirmek ertelenmez bir görev haline gelmiştir, bu yapılmadıkça bu vatanın hepimize ait olduğuna kimseyi inandıramazsınız.

Mümkünü, imkansız hale getirmeye devam ederseniz, sizi biz farklılar, ayrı varlıklar bile kurtaramaz. Bunun vebali, Hrant Dink’in katline yol açan akıl sistematiğinin kıyımına tek tek ve topluca maruz kalmaktır bilesiniz.
((*)Hrant Dink'in Katli ve Tarihi Gerçekler –Mihrac Ural)


Murat Altunöz’ün Beklenen Kitabı Kırılgan Zamanlar Çıktı…

2002 Ocak ayında başladığımız yolculuğumuza 7 yıldır devam ediyoruz. Karalama Dergisi, ülkenin koşullarına göre bazen inişler ve çıkışlar yaşamamıza rağmen her geçen gün dergimizle daha da büyüyoruz.

Karalama Dergisi olarak;
Şair Nevruz Uğur ve Halil İbrahim Yıldız’ın kitaplarından sonra Karalama’nın Kurucusu ve halen Editörü olan Murat Altunöz’ün Kırılgan Zamanlar adlı kitabını yayımladık.
Geçmiş zamanların, kırılmış, yalnız ve hüzünlü dizelerinde bulduk kendimizi,
Her dize de bir direniş, bir sürgün, bir ayrılık ve özlem var.
((Devamı sol alt sutünda))

...

...

Yerel Çeteleşmenin Boyutu...

Murat Altunöz /Gazeteci

Çeteleşme yıllar sonra Ergenekon operasyonuyla tekrar gündeme geldi. Eskiden bildiğimiz mafya sistemi çökmüş artık daha organize ve daha profesyonel bir hal alan almıştır.Bazı yazarlar, Emekli Polisler ve Emekli askerlerinde içinde bulunduğu yeni bir yapı ortaya çıktı.Aslında bu tür çeteleşmeler yıllardır hep ülkemizde vardır. Ama bu hafta benim bahsetmek istediğim yerel çetelerdir. malesef son yıllarda ciddi anlamda yerel çeteleşme ve Organize suçlarda bir çoğalma vardır. Zaten Hatay il Emniyet Müdürü Osman Çapalı'da bu konuya dikkat çekerek " Bireysel suçlar artık organize suçlara kaymıştır" demiştir.
((Devamı sol ana sutunda))


İNTERAKSİYON

Faiz Cebiroğlu
Her gelişim, karşılıklıdır. Her ileriye yönelik değişim, bir interaksiyondur. İnteraksiyon, karşılıklı etkileşim oluyor. İnsanlar, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek sosyal yönlerini geliştiriyorlar. Sosyal yönünü geliştiren insan, aldığı öğreti ve deneyimlerle bireysel yönünü ”işleyerek” yapılandırıyor. Yapılanma, ”özbilinç” ve ”özgüven” ile nitelik bir hal alıyor.

İnteraksiyon ya da karşılıklı etki, yaşadığımız toplumda, değişik yer ve ortamlarda farklı farklı oluyor. Dille başlayan diyaloğa; insanların bulunduğu yaşam tarzları, çalışma biçimleri ve kısacası sahip oldukları sınıfsal konumları da ekleniyor. Sosyal sınıf, gelişimde ”ana halka” oluyor. Sosyal sınıf, ileriye yönelik değişimin ”can alıcı noktasını” oluşturuyor.

(Devamı orta ana sütunda )
http://mirural.blogspot.com/

...

...

Yabancılaşmanın Dinamiği


Mihrac Ural

Yabancılaşma, insanlık ailesini birbirine yakınlaştıran, farklarını hızla öteleyen özel mülkiyeti ve olumsuz sonuçlarını bile köşeye sıkıştırma işlevi gören sonuçlarıyla, olumsuz değil çok olumlu bir role sahiptir. Tarihsel süreciyle derinleşip geliştikçe gerçekleşen yabancılaşma, insana çok daha cüretkâr olma, çok daha özgürce beyin labirentlerinde kurguladığı fantezileri yaşama ve bunu yaparken de dar anlamda aile, mahalle gibi klancı darlığın etkiler altında kalmayıp, geniş anlamda da ulusal sınırları aşıp belki başlangıcı sanal âlemin nimetleriyle, bilgi çağının iletişim olanaklarıyla bu tutku ve arzularının doruklarını zorlama şansını elde etmektedir.Yabancılaşma olmasaydı, emeğin sosyal etkilerinden bahsetmemiz mümkün olamazdı. Emek ne kadar sahibinden uzaklaşır, ne kadar sahibine belirgin olmaktan çıkarsa, o kadar evrensel ölçeklerde hizmet sunmaya başlamış demektir. Ve bir o kadar kültürel farklılıklarını hesaba katmadan ( renk, ırk, ulus, coğrafya, bölge farkı tanımadan) insan türüne ait hale gelmiş demektir.
((Devamı orta ana sol sütunda: ))
http://mirural.blogspot.com/

..

..

MİLLİ MARŞLAR

Ayşe Hür
1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı ‘Tre Trallade Jantor’dur. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkar ve ‘Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr….’diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası olayı "centilmen Türk seyircisinden jest" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi…
“Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur/Katibimin setresi uzun eteği çamur… diye başlayan ünlü türkünün bestesi 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’daki Selimiye Kışlası’nda kalan ‘eteklikli’ İskoç Alayı’na moral vermek için yazılmış ‘Donsuz askerler…’ diye başlayan bir asker şarkısıdır. II. Mahmut döneminde (1808-1826) modernleşme çabaları sırasında askerlere giydirilen setre ve pantolon mutaassıp çevreler tarafından ‘sokağa donla çıkmakla’ eşdeğer görülmüş, özellikle de ‘gavur mukallitliği’ denilen bu modernleşme hareketine çabuk uyum gösteren eli yüzü katipler halkın diline düşmüştür. Bir İstanbul külhanbeyi, bu katiplerle alay etmek için, Üsküdar yolu üzerinde olan Selimiye Kışlası’nda kalan İskoç askerleri için yazılan marşın müziğine Türkçe sözler yazar ve ünlü Katibim türküsü ortaya çıkar.
1974 Kıbrıs ‘Barış Harekatı'ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkumları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.

((devamı sol büyük sütunda))

4 Ekim 2007 Perşembe

HATAY DAVASI









Ordu
ve
Hatay davası



“Ben Sancak’ın (Hatay’ın) Türkiye’ye ilhakını istemiyorum”

(Mustafa Kemal Atatürk)

( Aktaran, Emekli Büyük Elçi İsmail Soysal, Türk Tarih Kurumu BELLETEN dergisi, cilt:XLVII Ekim 1983, sa.188, sayfa 956, ‘Türk–Fransız İlişkileri (1921-1984)’ makalesi)


Mihrac Ural
Mircihan@gmail.com


2 Aralık 2006





Atatürk’ün Osmanlı paşası olarak üstlendiği son komutanlık Yıldırım Ordular Gurubu komutanlığıdır ya da gerçek anlamda 7. Ordu komutanlığıdır. Bu ordu Suriye, Filistin, Ürdün topraklarında konuşlanmıştı. I. Dünya savaşının sonlarına doğru, Filistin cephesinden yapılan, İngiliz büyük taarruzu, bu orduları dağıtmıştır (19 Eylül 1918). Bölgedeki ordulardan (4. 7. ve 8. Ordular; 8. Ordu, tamamen dağılmıştır) geriye kalan enkazı toparlayan Atatürk, kuvvetleriyle Halep şehrinin 5 km kuzeyinde mevzi alır. İngilizler, burada da taarruza girişirler. Ancak bu girişim sonuç vermez. 7. Ordu Kuzey Halep mevkiindeki konumunu korur. Bu mevki ile oluşan hat, bu günkü Türkiye Cumhuriyetinin Suriye ile olan sınırlarını teşkil eder. Bu hatta tutunmak, 7. Orduyu kayıtsız şartsız teslim almak isteyen İngilizlerin, İskenderun limanını kullanma bahanesine karşı direnmeyi de güçlendirir. Bu noktada ortaya çıkan ilişkiler, Hatay davasında Atatürk’ün konumunu açıklayacak önemli verileri şekillendirir. Atatürk, bu hatta bir çöküşün gündeme gelmesinin, Anadolu’nun güvenlik açısından çökmesi anlamına geleceğine inanır. Bu algılayış, 7. Ordunun dayandığı son hatta tutunmanın, ancak Liva İskenderun ilinin (Hatay) elde kalmasıyla mümkün olacağı sonucuna götürmüştür. Hatay davası da, böylesi bir güvenlik algılayışıyla başlar ve bununla sonuçlanır.

Bir asker olarak Atatürk’ün, komutanı olduğu orduyu ve geride kalan Anadolu topraklarını korumasının oluşturduğu güvenlik algılayışı, Lozan anlaşmasının imzalanıp, Cumhuriyetin sınırları belirlenmesine rağmen, Hatay’ı yeni devlete katma ısrarına önemli bir zemin oluşturur. Makalemiz boyunca göreceğimiz gibi, Atatürk’ün zaman zaman bu davayı, “Hatay nedir? Küçük bir şey, bizim için sorun bir toprak işi değildir, namus sorunudur.” Olarak görmesi, zaman zaman, Fransız Büyükelçisi Ponsot’a“...ben Sancak’ın Türkiye’ye ilhakını istemiyorum, Sancak Türkiye ve Fransa’nın ortak denetiminde olur. Hatta ordusu da bulunmasın, jandarma ve polis yeterlidir...” yönünde konuşması, Hatay davasını, etnik, tarihi, ya da toprak kazanımı amacıyla ele almadığını göstermesi açısından önemlidir.

7. Ordu, diğer tüm Osmanlı silahlı kuvvetleri gibi, silahından tecrit edilip, terhis edildi. Ancak 7. Ordu, Musul’da 6. Ordunun başına gelen ve kayıtsız şartsız teslimiyetiyle son bulan (Musul bölgesinin elden gitmesine yol açtığı iddia edilen) duruma düşmedi. Askeri bir muharebede yenilgi alıp teslim olmadan, imparatorluğun çöküşü ve savaştaki genel yenilgisinin bir sonucu olarak imzalanan anlaşmayla silah terk etmesi, 7. Ordunun mevkiini askeri bir hat olmanın çok ötesinde koruma eğilimine götürmüştür. Bunun, yeni devletin başında bululan Atatürk’ün, Osmanlı paşası olarak komutanlığını yaptığı ordu ve mevkii hakkında derin bir etki altında kalmasına yol açması kaçınılmazdı. Atatürk’ün “Osmanlıdan arta kalan toprakları korumanın güvencesi, İskenderun’un ön savunma hattı olarak galip devletler tarafından işgalinin önlenmesi gerek” diye özetleyebileceğimiz algılayışı, Hatay ilhakındaki ısrarını şekillendirdi demek yanlış olmayacaktır.

Hatay'ın askeri olarak işgal edildiği 5 temmuz tarihi uluslararası onay görmeyen bir ortaçağ ihtilalidir!. Tüm etnik toplumların değer yargı ve haklarına bir tecavüzdür.

II. dünya savaşı arifesinde, sahipsiz, devletsiz, manda altında güçsüz düşmüş Suriye’nin, Fransızların manda yasalarını ihlal ederek, Liva İskenderun’u ve Antakya Sancağını (Bu günkü Hatay ili) anavatanından koparıp bir başka devlete vermesi karşısında yapacak bir şeyinin olmaması (Hatay Arap halkının yoğun kitlesel tepki ve direnme eylemleri, gündeme gelmiş olmasına rağmen), Atatürk’ün güvenlik amacıyla ortaya çıkan ısrarı, 5000 km karelik Hatay topraklarının ilhakıyla sonuçlanmıştır.

Makaleme başlarken bir kez daha yenilemek istiyorum. Hatay davası, gerçek sahipleri üzerine örtülü olan mezar sessizliğine ve Hatay’ın etnik topluluğunun objektif hak ve hukuk dayanaklarının gücüne rağmen, bu konuyu iç güdüsel olarak ve ısrarla üstelik olası hiçbir gündem konusu yokken gündeme getirenler, davanın gerçek sahibi değildirler. Bu gün mahkeme konusu olan dava, ülkücü-ilkel milliyetçi çevrelerce kaşınmakta olması bile, tek başına, bu çevrelerin Hatay davasından duydukları kaygıyı ve haksız konumlarını göstermesi açısından önemli bir veri olarak görmek gerek.

Evet Hatay davası er yada geç gündeme gelecek ve bu davanın hak sahipleri, etnik hak ve hukuklarının özgür iradeleriyle belirlenmesi için dünya kamu oyunun etkin katılımına çağrıda bulunacaktır. Bu sorunun, bu satırların yazarının ısrarla tekrar ettiği mantık ve istek gereği, ortak ülkemizin bir içi sorunu olarak, birlik, kardeşlik ve barış ilkeleri etrafında, barışçıl ve demokratik devlet olmanın gereği olarak şekillenecek yasaların sınırları içinde çözümü, Hatay Arap halkının temel eğilimi olması için mücadele edecektir. Tersi davranışların, zorlamaların, ilkel milliyetçi ve bölücü inkarcılıkların, ilkel ve derin devlet müdahalelerinin öne çıkması ise, bu sorunun her kese zarar veren, sancılı ve istenmeyen acıların ikamesine yol açacağını ifade etmek yanlış değildir.

Bu satırlardan itibaren makalemizin konusu olan, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’ne Fransa’nın Hatayı işgal etmesi ve bundan doğan zararların tazmin edilmesi amacıyla, Tarih öğretmeni Yavuz Menderes Canbolat ile edebiyat öğretmeni Osman Özay’ın açtığı dava üzeride duracağız.

Av. Maruf Kaymaz’ın yaptığı açıklamaya göre, İki öğretmen Fransa’ya karşı birer milyar Avro’luk tazminat ödenmesi yönünde açılan davanın usul yönünden kabul edildiğini bildirmektedir. 29 Ekim 2005’te açılan davaya gerekçe olarak da, 12 Kasım 1918 (bir yanlış var 30 ekim olacak!) tarihinde Osmanlı ile I. Dünya savaşı galip devletleri arasında yapılan Mondoros Anlaşması (Mütarekesi olacak) üzerinden 13 gün geçtikten sonra, Fransa’nın Hatayı işgal ettiği ve 1938 yılına kadar süren 20 yıl boyunca Dörtyol, Kırıkhan, Samandağ, Altınözü, İskenderun’u yakıp yıkmakla kalmamış, kaynaklarını da kullanmıştır. Bu gerekçeler dile getirildikten sonra, Atatürk’ün Adana’da sarf ettiği “40 asırlık Türk yurdu düşman elinde esir kalamaz” sözüne de istinaden, “40 asırlık Türk yurdunun işgalinin bir bedeli olmalıdır” sonucu çıkartarak, mahkemeye baş vurduklarını açıklamaktadır.

Basına yansıyan bu metinin hukuk dili ve konunun tarihsel kavranışı açısından taşıdığı inanılmaz acemilikleri, gerekçeli baş vurunun gerçek belgesi elimizde olmaması nedeniyle ihtiyatla eleştirmeyi, eleştiri adabı açısından önemle belirtmeliyiz.


a.


“Mandaterin (buyruk altına alan, vekil ülke, yani Fransa. bn.) Suriye ve Lübnan topraklarının tümü ya da bir bölümünü vermesi ya da kiralaması, ya da yabancı bir devletin denetimi altına bırakmaz”
(Milletler cemiyeti Mandaterlik yasası 4. Maddesi)


Öncelikle tarih ve edebiyat öğretmenleri olan bu iki şahsın bu davayı kim adına açtıklarını, basına yansıdığı kadarıyla anlamak güçtür. Zira böylesi bir dava, doğrudan doğruya bireyin zararını konu etmenin çok ötelerinde olması nedeniyle (toplu, il çapında ve var olan bir devletin hükümranlığı altında olan toprakları ifade etmesi dolaysıyla) mantık açısından Türkiye Cumhuriyeti tarafından, Fransız Cumhuriyetine karşı açılması gerekirdi. Bu güne kadar böylesi bir dava açılmamıştır. Mağduriyetin giderilmesine ilişkin, vatandaşların bireysel baş vurusu gündeme gelecekse, davanın doğrudan doğruya Türkiye Cumhuriyetine karşı, “kendi vatandaşlarının hakkını aramaması nedeniyle” açılması gerekirdi. Ancak Tarih öğretmenimizin bilgi sınırlarıyla ilgili bir hata nedeniyle bu nokta atlanmıştır.

Öğretmenlerin bilmediği gerçek, o günkü geçerli adı ile, Liva İskenderun ve Antakya Sancaklarının, Türkiye cumhuriyetinin topraklarına katılması, bir başka ülkeden toprak kazanılmış anlamında, bir sevinç furyası ve başarıyla algılandığıdır. Ne anlama geldiği belli olamayan “Hatay” adının bu vilayete ad olarak verilmesiyle, o gün olduğu kadar, bu günde Türk devlet açısından bir kazanç olarak algılanmıştır. Bu nedenle, Türkiye Cumhuriyeti devletinin, Fransız işgalinin bu topraklarda açtığı ağır yaraları yargılaması ya da şikayet etmesi bir yana, Fransızların haksızca ve tüm uluslar arası anlaşmalara aykırı olarak Liva İskenderun ilini (Hatay) Türkiye’ye vermesinden dolayı, sonsuz şükranlarını sunmaktan başka yapması gereken bir şeyi yoktu. Nitekim yapılanda buydu. Türkiye-Fransa ilişkileri ilhaktan sonra dostça bir ilişki haline geldiği bilenen bir tarih gerçeğidir.

Türkiye Cumhuriyeti toprak kazanıyordu, bu topraktaki halkın ve servetlerin kim tarafından nasıl yakılıp yıkıldığı yada kullanıldığının çok ciddi bir önemi yoktur. Bu nedenle Türkiye cumhuriyeti, Fransızların işgal dönemine ilişkin hiçbir zaman sesini çıkartmamış, kazandığıyla kalarak, gerisini tarihe gömmüştür. Bu iki öğretmenin kavrayamadığı gerçek de budur. Bu nedenle Böylesi bir davanın açılmasıyla kapandığı sanılan bir sorunu gün yüzüne bir daha getirmekten dolayı, Türkiye devletinin olumsuz tutum beyan etme ihtimalinin hiçte az olmadığını söyleyebilirim.

O günden bu güne, Türkiye Cumhuriyetinin böylesi bir davayı açmamakla “akıllık” etmiş olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Zira böylesi bir davanın açılmasıyla birlikte, Hatay’ın ilhakı da tartışma konusu olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti, Hatay’ı uluslar arası hukuka aykırı olarak ilhak ettiği gerçeğini o günün Birleşmiş Milletleri olan Cemiyeti Akvam, Fransa ile Türkiye arasında Hatay’ın ilhakına olanak tanıyan, 23 Haziran 1939 Türk Fransız ortak demeci’ni (Dêclaration Comun), kütüğe geçirmemekle, bu anlaşmayı tanımadığını ve uluslar arası bir geçerliliğinin olmadığını ilan ettiği unutulmamalıdır. Türk Devleti bu gerçeği çok iyi bilir ve bunun için susmayı, başka şeyleri karıştırmamanın en olumlu yolu olarak görür.

Olayları ciddi bir araştırmayla, tarafsızca sergilediğinde görülecek olan gerçekler, I. dünya savaşı ardından, galip devletlerin Ortadoğu’yu, 16 Mayıs 1916’da Seykes-Picot Anlaşması, Kasım 1917’de ilan edilen Balfour Bildirgesi ve Milletler Cemiyeti Yasası’nın 22. Maddesiyle öngörülen ve 28 Haziran 1919’da kurulan “Mandat” sistemi gereğince, Fransızlarla İngilizler arasında, iki bölgeye bölünüp (Fransızlara, Suriye, Kilikya ve Lübnan A bölgesi ve İngilizlere Filistin, Ürdün ve Irak B bölgesi olarak) 25 Nisan 1920 San Remo Anlaşmasıyla karar bağlanan manda altına almasıyla başlar. Bu başlangıç, bölgemizde bu güne kadar süren, bitip tükenmeyen sorunların, kapanmamış dosyaların da başlangıcıdır. Bölgemiz manda altına, manda yasalarıyla girmiş, ancak emperyalist çıkarlar, hiçbir hukuk kuralına bağlı olmaksızın manda altına alınan ülke toprakları üzerinde insanlığa ve kaynaklara karşı insafsızca, pervasızca ve zalimce davranarak tasarruflarda bulunmuştur.

Suriye topraklarından önemli bir kısım dağ ve sahil şeridi koparılarak, mevcut Hıristiyan topluluk için, emperyalist nüfus alanı, kalıcı bir mevzi olarak 10425 km karelik alanda Lübnan adı altında yeni bir devlet konuşlandırılmış. II. Dünya savaşı arifesinde de dünya güçler dengesi ve müttefik artırma taktikleri sonucu, Liva İskenderun ve Antakya Sancağı, anavatanı Suriye’den koparılarak, yaklaşık 5000 km karelik alan Türkiye Cumhuriyetine verilmiştir. Manda yasalarına aykırı olarak mandater devletin yaptığı bu tasarruf, bölgemizde bu güne kadar kapanmayan sorunlu dosyaların da başlangıcını oluşturdu. Hatay davasına konu olan başlangıçta burada şekillendi. Hatay, halkının iradesine, toprakların tarihi ve kültürel konumuna değer verilmeden, uluslar arası güç dengelerinin oluşturduğu yeni konjonktüre bağlı olarak, II. Dünya savaşı arifesinde, müttefik güçlerin etkinlik alanlarını genişletmesi adına, Hatay, Türkiye Cumhuriyeti’ne verilmiştir.

“Verilmiştir” diyoruz. Bu terimin doğru kullanılıp kullanılmadığını anlamak için, konuya vakıf okuyucunun derhal Lozan Anlaşmasında, Türkiye Cumhuriyeti sınırlarının nereden nereye kadar çizili olduğuna bir göz atması yeterlidir. Bilindiği gibi Lozan anlaşmasında Hatay, Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışındadır. Türkiye Cumhuriyeti için Lozan anlaşmasının, Müslümanların Kabe’si gibi olduğunu söylemeye gerek yok. Her şey orada, Lozan’da başlar, orada biter. Tüm öğrenim dönemlerimiz boyunca, bize hayati önemde olduğu öğretilen anlaşma Lozan anlaşmasıdır ve bu anlaşma “Türkü, Türk yapan en önemli anlaşma” olarak gösterilmiştir, “Bu muahadename, Türk milleti aleyhine asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr muahadenamesiyle ikmal edildiği zannedilmiş, büyük bir suikastin inhidamını (çöküşünü bn.) ifade eder bir vesikadır. Osmanlı devrine ait tarihte emsali nemasbuk (örneği olmayan bn.) bir siyasi zafer eseridir.” (M. Kemal Atatürk 1927). Zira bu anlaşma olmasaydı Türklükte yok olacaktı, diye bu güne dek süren söylemler tekrar ede gelmiştir. Ayrıca Lozan anlaşmasını, Sevr anlaşmasıyla etraflı bir karşılaştırılmasını yaparak Türklük adına kazanımları önemle vurgulanır. Atatürk, 898 sayfalık Nutuk’un, 2. Cildinde 44 sayfasını buna ayırmış, Lozan anlaşması Heyeti Murahhasa Reisi Hariciye Vekili İsmet Paşaya da “ Memlekete bir silsile müfit hizmetlerden ibaret olan ömrünüzü bu defa da tarihi bir muvaffakiyetle tetvic ettiniz (başarıyla taçlandırdınız. bn). Uzun mücadelelerden sonra vatanımızın sulh ve istiklale kavuştuğu bu günde parlak hizmetiniz dolaysıyla zatı alinizi ... tebrik ederim.” (Atatürk, Nutuk C:2. s:750-794 ) mesajını iletmiştir. Bütün bu vurgulara rağmen Lozan anlaşması Hatay’ı Türkiye Cumhuriyeti topraklarına katmamıştır. Devletler hukuk gereğince de katamazdı, tartışma gündemine gelmesi bile söz konusu olamazdı.

Oysa, Lozan anlaşmasında Hatay’ın, Türkiye Cumhuriyeti, sınırları içinde yer almaması çok doğal bir sonuçtu. Zira mandater devlet olarak, Fransa, Suriye topraklarının tümünü ya da bir kısmını bir başka devlete vermesini yasaklayan mandaterlik anlaşmasının bağlayıcı hükümleriyle karşı karşıdır. “Türkiye-Suriye ilişkileri üzerine” başlığı taşıyan makalemde, bu noktaya şu açıklığı getirmiştim:

“Birincisi;1922 Manda yasası (Suriye’nin Fransız mandası altına alındığı milletler cemiyetince onaylanmış olan yasa) 4. madde hükmü gereğince, “Mandaterin Suriye ve Lübnan topraklarının tümü ya da bir bölümünü vermesi ya da kiralaması, ya da yabancı bir devletin denetimi altına bırakmaz”. Bu açıdan Mandater Fransa, Türkiye’nin Hatay için Israrla istediği özerk ya da bağımsız yapı uluslar arası anlaşmalara aykırı görülerek şiddetle reddedilmiştir. Lozan anlaşması gereğince belirlenmiş olan Türkiye Suriye sınırında ısrar edilmiştir ki, bu anlaşma bu günde tek geçerli uluslar arası anlaşma olarak Türkiye’nin sınırlarını belirlemiştir. (Aktaran. Emekli Büyükelçi İsmail Soysal, Türk Tarih Kurumunca verilen konferans, ‘Hatay sorunu ve Türk-Fransız siyasal ilişkileri. Ayrıca, Türk Tarih Kurumu üç aylık yayını BELLETEN cilt:XLVII, sa.188, ekim 1983, sayfa:987-8)

Bilmeyenler bu noktada da önemli yanılgılar içindedir. Türkiye Cumhuriyetinin en kutsal anlaşması sayılan Lozan Anlaşmasında Hatay Türkiye sınırları içinde değildir. 24 Temmuz 1924’te imzalanan Lozan Anlaşması’nın onayladığı ve Kesim I’de 3. Madde olarak yer alan, “ Suriye ile, 20 Ekim 1921 tarihli Türk-Fransız itilaf namesinin 8. Maddesinde açıklanan ve belirlenen sınır; İskenderun Körfezi üzerinden Payas mevkiinin hemen güneyinde olmak üzere seçilecek bir noktadan başlayacak ve yakınından meydanı Ekbez’e doğru gidecektir” demektedir. Uluslar arası onay almış bu anlaşmaya göre Hatay Suriye’ye ait olduğu tespit edilmiştir. (Bkz. Lozan Anlaşması, ya da Türkiye Cumhuriyetinin Uluslararası Temelleri, Derleyen, TC. Lefkoşe Büyükelçi Müsteşarı Reha Parla. s:2) Bu ayrıca, 30 Mayıs 1926 sözleşmesi, 22 Haziran 1929 sınırına ilişkin Protokol ile ve 3 Mayıs 1930 Son Protokol ile saptanmış sınırdır. (İsmail Soysal, adı geçen konferans s;102)

Buna göre Hatay’ın, Fransa ile Türkiye arasında yapılan özel anlaşmalarla devlet değiştirmesini tezgahlayan girişim, uluslararası bir onay görmemiş, meşru olmayan bir ilhak olarak gündemde durmaktadır. Türkiye Hariciyesi bu gerçeğin farkında olarak bu sorunun taşıdığı “handikaptan” bahsetmektedir.

İkincisi; II. dünya savaşı hazırlıklarının yapıldığı bir ortamın dar emperyalist çıkar güdüleriyle, Fransızların uluslar arası anlaşmalara ve mandaterlik yasasına aykırı olarak Türkiye’yle ikili anlaşmalar aracılığıyla, önce Hatayı Suriye anavatanı içinde bir “Ayrı varlık” (Entite’ distincte) ilan edip, sonra anayasasıyla birlikte ayrı bir devlete dönüştürerek, komik cinsten bir sayım ve seçmen belirleyip, Arapları mezheplerine göre ayırıp azınlık yaparak oluşturulan Mecliste, ilhak kararı aldırmakla işlenen uluslar arası gasp suçu, Milletler Cemiyeti tarafından hiçbir şekilde kabul edilmemiştir.

Bu hukuksuz anlaşma (23 Haziran 1939 ilhak anlaşması) ve eklerinin, 30 Haziran 1939 günü 3658 sayılı bir yasayla TBMM’ce onaylanması ve genel sekreterliğe iletilmiş olmasına rağmen, Milletler Cemiyeti (MC) 18. Madde gereğince Kütüğe geçirilmiş olması gerekirken ki, uluslar arası bir onay görmesi için bu zorunludur, reddedilmiş ve kütüğe geçirilmemiştir. Bu gerçeğin ne anlama geldiğini çok iyi bilen Türkiye hariciyesi bu gün dahi pür telaş bu açığın kaygısını taşımaya devam etmekte, “nedenlerinin araştırılması gerekir”diyerek bunu dile getirmektedirler. Bundan da anlaşılması gereken şey, Hatay davası hukuki planda dahi çözülmemiş, sosyal ve ulusal alanda ise hiçbir geçerliliği olmamış bir sorun olarak gündemde durmaktadır. (Bkz. Adı geçen konferans s:102)”

Bir başka makalemde aynı konuyu şu şekilde dile getirmeye çalıştım:

“3 Haziran 1939 tarihli ve 30 Haziran 1939 TBMM onaylı olan anlaşma, o zamanın Milletler Cemiyeti Yasasının 18. Maddesi uyarınca Kütüğe geçirilmemiştir. Bu da, yapılan anlaşmanın uluslar arası hukuk açısından geçersizliğini ifade eder. Anlaşılan o ki, Milletler Cemiyeti bu anlaşmanın hukuk dışı olduğunu görmüş Kütük kayıtlarına geçmesini onaylamamıştır. Bu da Hatay ilhakının gayri meşru olduğunu ve bu durumun bu güne kadar, dava sahibi olma eğilimi gösterecek olan kuşakların itirazına kadar devam etmekte olduğunu gösterir. Tarihi açıdan bu hadise, Hatay’ın sorununun uygun zaman ve zemin içinde bu temel dayanaklara bağlı olarak, halkının istenci çerçevesinde statüsünün tartışmaya açık olduğunu gösterir. Bu konuda Türk diplomasisinin kaygıları da değişik yazılarda sık sık dile gelmiştir.

Eski Büyükelçi İsmail Soysal, Fransız-Türk siyasal ilişkileri üzerine yazdığı makalede, Hatay’ın Türkiye’ye bırakılmasına ilişkin 23 Haziran 1939 tarihli Fransız-Türk anlaşması üzerine, dikkat çekici şu 34’nolu dip notu düşmüştür: “Anlaşma ve ekleri TBMM’ce 30 Haziran 1939 günü 3658 sayılı bir yasa ile onaylanmıştır. Türkçe yasal metni için Düstur, Ter. III.c 20, S.1530; bu günkü Türkçe metin içinde de İsmail Soysal’ın aynı kitabına XXXIV Bl. Bkz. Bu Anlaşmanın yapıldığı Genel Sekreterliğe bildirildiğine ve metin de gönderildiğine göre (SDN, Journal Officiel, 1939, S. 356-361) MC yasasının 18. Md. Uyarınca Kütüğe geçirilmiş olması gerekirdi. Ancak MC antlaşmalar dizisinde bu metnin yer almadığına bakılırsa, geçmediği anlaşılıyor. Bunun nedenini araştırmak gerekiyor.” (Agm. S. 102). Bu verileri davacı öğretmenlerimiz edebiyatçı ve tarihçi olarak ta iyi okumaları gerekiyor.

Bu aktarmada dile gelenleri sıralarsak, Hatay sorunuyla ilgili yapılacak her ne türden bir girişim olursa olsun, bu güne kadar aşılmamış olan, uluslar arası hukuka dayanmadan ve bu hukuku aldatarak yapılmış girişimleri göz önüne alması gerekmektedir. Bunu için; uluslar arası onay görmüş olan Lozan anlaşmasında yer alan Türkiye-Suriye sınırlarını bilmesi, 25 Nisan 1925 Sen Remo anlaşmasını ve 1922 milletler cemiyeti onaylı Mandaterlik anlaşması hükümlerini bilmesi, Hatay’ın Türkiye Cumhuriyeti’ne katılmasını sağlayan Ankara anlaşması dahil, Fransa ve Türkiye arasında yapılan bir dizi anlaşma ve protokolün uluslar arası bir anlam ifade etmesi ve onay görmesi için Cemiyeti Akvam kütüklerine kayıtlı olup olmadığını bilmesi gerekmektedir. Bunları bilmeden, kimin kimden ne aldığını ve ne verdiğini, kimin zalim ve kimin mazlum olduğunu tespit etmek mümkün değildir.

Bu bilgileri ciddi bir şekilde araştırdığı iddiasında olan bu satırların yazarı, ısrarla ve bir daha, dava sahibi bu iki öğretmenin gündeme getirmesi dolaysıyla da tekrar eder ki, Fransa Hatay’ı, Türkiye Cumhuriyeti’ne haksızca ve tüm uluslar arası anlaşmalara aykırı olarak vermiştir. Bu nedenle dava edilmesi gereken gaspçı Fransa ile birlikte Türkiye Cumhuriyetidir.

Bu iki devlet, Kendilerine mülk olmayan toprakları kendi aralarında hukuksuzca alıp vermeleri nedeniyle suçludur. Ciddi bir hukuki dava bu temelde açılır. Bu nedenle 20 yıllık Fransız istilasının hesabı değil, aynı zamanda o günden bu güne devam eden ilhakın da hesabı sorularak, tarihte işlenmiş ve bu güne kadar sürmekte olan haksızlık sona erdirilebilir. Bu haksızlıklar arasında, tarihte eşine eder rastlanır etnik dil katliamı da bulunuyor; Türkiye cumhuriyeti, Anadolu’nun Türkleştirilmesi adına, 4000 yıllık yani, 40 asırlık Türk yurdu söylencesi uğruna, 68 yıldır sürdürdüğü asimilasyon politikasıyla gerçekleştirdiği etnik dil katliamının mağdurları olarak, Arap ulusal topluluğuna zulüm etmiştir. Bu açıdan, böylesi bir tarihi davada mağdur taraf ve davacı olarak Arap ulusal topluluğunun yer alacağını bilmek gerek. Böylesi bir davanın da beklenenden daha erken, tüm dünya kamuoyu gündemine geleceğinin muhkem olduğunu ifade etmek yanlış olmayacaktır.




b.


“Hatay nedir ? Küçük bir şey,
bizim için sorun bir toprak işi değildir.”

(Mustafa Kemal Atatürk)

(Bilal Şimşir’in “Atatürk’ün yabancı devlet adamları ile görüşmeleri” kitabından aktarılmıştır. Sırasıyla sayfa; 119, 202-207 ).


İki öğretmenin bu davayı açma saikleri bir yana, davaları şekli olarak doğru olsa da esas itibariyle, yani davalıların belirlenmesinde işlenen hata ve eksikler nedeniyle ciddi bir yanlışın içine düşmüşlerdir. Öğretmenler bunda da kalmamıştır, hatalarına siyaseti de karıştırarak, tarih bilgisizliklerini ideolojik komedilere dönüştürmektedirler. Atatürk’ün Adana’da ajitasyon amacıyla söylediği bir sözü, “tarihi bir gerçek”miş gibi sunmuş ve bunu, dava gerekçeleri arasında gösterme basiretsizliğine düşmüştür. 40 asır önce bu topraklarda bir Türk yurdu olduğu sanısıyla, siyasetten söylenen bir sözü, ciddiye alarak gerekçe göstermek, bu topraklarda her kes için geçerli olmak üzere en son söylenecek sözdür.

40 asrın ne olduğunu bilerek söyleyip söylemedikleri konusunda ciddi kaygılar taşıdığımızı ifade ederek, bu rakamın 4000 yıl olduğunu belertmeliyiz. Şimdi, 4000 yıl geriye gidereksek bu gün bu topraklar üzerinde yaşayan hiçbir etnik toplulukla karşılaşmadığımızı göreceğiz.

Evet, insanlığın kökeni ortak bir insan türüdür; son olarak Homo sapiens sapiens (bildiğinin bilincinde olan insan) ve öncülleri. Yada, “hepimiz Adem ve Havva’dan gelmişiz” denilebilir ve buna dayanarak bu topraklarda, atalarımız olan insanlar vardı demek yanlış olmaz. Bu bilimsel açıdan da doğrudur. Ancak bunun insan türünün dışındaki türlerle karşılaştırılmasında bir geçerliliği olabilir. Ama bunu, insanlığın etnik ve ulusal kökleri açısından yapmak mümkün değildir.

Öncelikle bilinmesi gereken, böylesi erken bir tarihte, bu topraklarda Türk etnik topluluğuna ait hiçbir izin olmadığıdır. 4000 yıl önce demir çağı diye bilinen çağ dahi başlamamıştır. İnsan madenleri yeni yeni işlemiş, ancak demiri dahi bulamamıştı. Bu kesit, İnsan topluluklarının en erken devlet gibi örgütlenme eğilimleri henüz ilk safhalarında olduğu bir kesittir. Yüz yıllar sonra, Anadolu’nun bilenen en eski devletli toplulukları oluşmaya başlamıştır. Ari kökenli olduğu bilinen Hititler ise, bu güne köklerinden arta kalan bir etnik topluluk bırakmamışlardır. Ve tarihte bilindiği gibi, Türk kelimesi ilk kez (o da Törük olarak) Orhun abidelerinde MS. 730-735 tarihleri arasında anılmıştır. Orta Asya olan Türk etnik dokusunun ana vatanı ile Anadolu’nun (Yunanca, doğu, güneşin doğuşu anlamında bir kelime Bkz. Sivan Nişanyan, Sözlerin Soyağacı, adam yayınları) arasında etnik açıdan organik bir bağ olduğunu dair, bu güne kadar bilimsel bir veri bulunamamıştır. Tarih sahnesine ilk kez çıkıp, bu günde yaşamını sürdüren tüm etnik toplumlar, Anadolu’nun yerlilerini oluştururlar. Bu yerli etnik toplumlarını bir kaçı hala Anadolu’da yaşamaya devam etmektedir. Türk etnik yapısı toplum olarak ve topluluk olarak ilk kez 1071 den sonra bu topraklara gelmiştir. Yer küremizde de, Orta Asya dahil, 40 asır Türk yurdu olmaya devam etmiş hiçbir yer yoktur. Ancak tamamıyla siyasi amaçlarla Anadolu’yu Türk ilan etme zorlamasının bir sonucu olarak 1930 yıllarla birlikte “Güneş Dil Teorisi” gibi, bilim açısından hiçbir önemi olmayan, traji-komik iddialarla birlikte, Hititleri ve Sümerleri, “Hitit Türkleri ve Sümer Türkleri” diye ilan etmeyi ciddiye almıyorsak, “40 asırlık Türk yurdu” olarak bu topraklar üzerende bir yer göstermek mümkün değildir. Bilimsel açıdan durum böyledir.

Bu konuda söylenebilecek bir çok şeyin özetini, onaylamadığımız bir siyasal eğilim içinde olmasına rağmen, çocukluğumda evimizin ayrılmaz aylık mecmuası olan “Hayat tarih mecmuası”nda, bir okurun mektubuna cevaben, 69’lu yıllarda Milli Eğitim bakanlığı İhtisas komisyonlarından birinde üye olarak görev gören Yılmaz Öztuna şunları dile getirmektedir: “ Birinci tarih kongresi devrinde Türkiye’de tarih ilmi, romantik devresindeydi. O sıralarda yazılan yazılar, Türk tarihi ve dili üzerindeki iddialar, bu gün sadece eski bir hatıradan ibarettir. Hiçbir ilmi değeri kalmamıştır ve o zaman da bir değeri yoktu. O yıllarda bir tek Sümerolog ve Hititologumuz yetişmemişti. Türk milletine yüksek duygular aşılamak gibi soylu bir maksatla, fakat yazık ki, ilmi bir temele dayanmaksızın, bir takım iddialar ortaya atılıyordu. Bu iddialara bir, iki Batılı’nın katılması, fantezi sınırlarını aşmamış ve tasvib görmemiştir.

Bu gün Hititler’in ve Sümerler’ in ‘ Türk’ olduğunu söyleyebilecek ne Türk Tarih Kurumu, ne bir üniversitemiz, ne bir tarih ve arkeoloji yahut filoloji profesörümüz vardır. Bir ilim adamı, maskara olmayı göze almadan, böyle bir iddiada bulunamaz. Milletlerarası hititoloji ve sümeroloji alemi, böyle bir Türklük iddiasına sadece gülüp geçer.

Eski Türk tarihi tetiklerinin son durumu, Türkler’in Hitit ve Sümerler devrinde, yani bundan 6000 ila 4000 yıl önce henüz teşekkül etmemiş bir kavim olduğu neticesinden düğümlenmiştir. ‘ Doğudan geldiği için’ bir kavimi Türk asıllı saymak,hiçbir şekilde mümkün değildir.” (Yılmaz Öztuna, Hayat Tarih mecmuası Nisan 1969. Sayı 3. sayfa:4)

Atatürk’ün, propaganda amaçlı bu söylemlerini aynı süreçte farklı olgular üzerine de tekrar ettiği görülmüştür, mesela; “Aleviler Türk’tür. Alevi, aleve tapan demektir. Dillerinin Arapça olması köklerini değiştirmez. Acaba Suriyeliler hangi ırktandır? Biz aynı ırktanız... Hatay nedir? Küçük bir şey, bizim için sorun bir toprak işi değildir.” demesinde de durum aynıdır. Bu gün, Alevilere aleve tapan, Suriyelilere de Türk ırkındadır diyebilecek bir akıllı çıkar mı ? tabi ki, olacak şey değildir. Bu açıdan, davacı beyler, tarih ve edebiyat öğretmenleri bu söylemleri, uluslar arası bir dava haline getirdikleri Hatay davası arasında yenileyerek, milletlerinin düşünce düzlemlerini küçük düşürme durumunda olmamalıdırlar.

Ayrıca önerim odur ki, Hatay topraklarının tarih olarak hangi etnik dokunun ağırlıklı yurdu olduğu üzerinde her iki öğretmenimizin bilgi edinmeleri gereği bulunmaktadır. Bu bir yana, Türkiye cumhuriyeti devleti altında geçen 68 yıla rağmen, inanılmaz bir tek boyutlu dil asimilasyonuyla, yerli Arap halkının ana diline konulan yasaklara rağmen bu gün yapılacak bir demografik araştırma ve konuşulan ağırlıklı dilin ne olduğuna ilişkin özgürce ifade edilecek bir belirleme onlara kafalarındakinden çok farklı sonuçlar sunacağı kesindir. Hatay’da hala ağırlıklı dil Arapça’dır. İnsanlar bu günde Arapça’yla alışverişlerini yapıyor, iyi gün ve kötü günlerini bu ana dilleriyle dile getiriyor ve bilişim çağının küreselleşme değerleri arttıkça Arapça tüm ağırlığıyla kendini hissettiriyor.

Çok basit bir ölçüyü bu iki öğretmenimizin algılarına sunacağım, yurt dışına, çalışmak için çıkan Hataylı işçilerin ezici bir çoğunluğu çocuklarına ana dil olarak Arapça’yı, ikinci dil olarak ise genellikle Türkçe yerine, bulundukları ülkenin dilini öğretiyorlar. Bunun nedeni üzerinde biraz düşünülürse görülecek ki, devlet baskısı ortadan kalkınca insanlar, kendi doğal etnik dillerine ve dokularının işlevlerine dönmekte hiç tereddüt etmemektedirler. Bu Kürtler için de, diğer Anadolu etnik toplulukları içinde tamamıyla geçerlidir. Bu veri, bir bilimsel araştırma için de baş vurulması gereken akademik bir veridir. Bilgilerine sunarım.

Eğer Hitit Türkleri, Sümer Türkleri komedisine düşülmeyecek, Kürtler=dağlı Türkler, Ermeniler= Ormani Türkler> orman Türkleri ve Alevi Araplar (Hataylı Araplar)=“Aleve tapan Türkler” gibi çağın gerisinde kalmış demagojilere sarılmadan, etnik yapı tespitine baş vurulacak olursa, Hatay’ın farklı dil ve mezhepsel yapısıyla çoğunluğu ortak bir Arap etnik kökenden geldiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bu da, tarih okuduğu sanısında olan öğretmenlerimiz için çok yabancı bir sonuç olsa gerek. Ancak öyle de olsa, gerçekleri değiştirmek mümkün değildir.



C.

“Ben Sancak’ın (Hatay’ın) Türkiye’ye ilhakını istemiyorum”
(Mustafa Kemal Atatürk)
(Emekli Büyük Elçi İsmail Soysal, Türk Tarih Kurumu BELLETEN dergisi, cilt:XLVII Ekim 1983, sa.188, sayfa 956, ‘Türk–Fransız İlişkileri (1921-1984)’ makalesi)



Türkiye Cumhuriyeti, Hatay davasında, Fransız egemenliğinden kurtarılma amaçlı bir dava olarak başlayıp sürmedi. Fransız işgali, Türk ulusal toprağının, bir parçasının, işgali olarak da algılanmadı. Konu, tamamen ileri bir karakol, bir askeri hat ve mevzi olarak görüldü ve tamamen askeri-güvenlik stratejisi içinde mütalaa edildi. Vatan parçası değil, Osmanlıdan arta kalan toprakları vatan haline çevirebilmek için gerekli olan hatların korunması amacıyla gerekli olan savunma hattının bir unsuru olarak ele alındı; Türk halkına iletilen ve propaganda edilerek, ajite edilmesini sağlamak için yapılan gösteri ve söylemler bu gerçeği değiştirmiyor. Bunu, Atatürk’ün, Hatay davasıyla ilgili tüm söylemlerinden, taktiklerinden ve diyaloglarından çıkartmak zor değildir. Fransızlarla, Suriyelilerle sorunu tartışırken, bir ulusal toprak parçasından ya da ulusal bir davadan bahsedememesi buna işarettir.

Atatürk önüne adil bir ulusal dava değil, siyasi-askeri bir hedef koymuş bulunuyor ve bunun için her araç mubahtır anlamına gelecek söylemlerde bulunma özgürlüğünü kullanıyor, mesela Fransız Büyükelçisi Ponsot’a “...ben Sancak’ın Türkiye’ye ilhakını istemiyorum, Sancak Türkiye ve Fransa’nın ortak denetiminde olur. Hatta ordusu da bulunmasın, jandarma ve polis yeterlidir...” ya da “Türk-Fransız dostluğu korunmalıdır. Sancak işine bir çözüm bulunması için yaptığım çağrı Fransız Hükümetine iyi anlatılmalıdır. Çözüm, Fransa ve Türkiye’nin onurlarını korumalıdır. Bir toprak değişikliği düşünmüyoruz...” diyebiliyor. (Geniş bilgi için. Bkz. Emekli Büyük Elçi İsmail Soysal, Türk Tarih Kurumu BELLETEN dergisi, cilt:XLVII Ekim 1983, sa.188, sayfa 956, ‘Türk–Fransız İlişkileri (1921-1984)’ makalesi)

Zaman zaman ise başlattıkları “Türk tarih tezi” doğrultusunda, zamanın Suriye Başbakanı Cemil Mardam ve Suriyeli siyaset adamı Emir Adil Arslan’a “Fransızlar Hatay’da bir Alevilik işi çıkardılar. Aleviler Türk’tür. Alevi, aleve tapan demektir. Dillerinin Arapça olması köklerini değiştirmez. Acaba Suriyeliler hangi ırktandır? Biz aynı ırktanız.” Diyebiliyor. Bazen de, “Hatay nedir? Küçük bir şey, bizim için sorun bir toprak işi değildir, namus sorunudur. Sizin tam bağımsızlık işinizi Fransızlar engellerse Ordumuz yeterlidir. Size söz veriyorum, gerekirse girer, sonra yine çıkarım” yönünde konuşmalarda bulunabiliyor. (Alıntıların tümü, Bilal Şimşir’in “Atatürk’ün yabancı devlet adamları ile görüşmeleri” kitabından aktarılmıştır. Sırasıyla sayfa; 119, 202-207 ).

Tabi ki Atatürk siyaset yapıyor ve doğal olarak abartıyor, iddia ediyor, psikolojik unsurlar kullanıyor, duygulara hitap ediyor, bu sözlerini de öyle algılamalı. Zira bu sözleri, Uluslar arası bir mahkemeye, aklı başında hukuk adamları karşısına çıkmak üzere, bir davanın gerekçeleri olarak sarf etmiyor. Bu sözler ne adli bir kanıt, ne de resmi bir belge anlamı da taşımıyor. Ancak bu gün için tarihe cesaretle yaklaşıp, gerçekleri belirlemek için ve konuyu kavrama açısından, her kelimenin, her cümlenin anlamlı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Hatayı Fransızlar 20 yıl işgal ettikleri doğrudur. Bu işgalin mazur görülebilecek hiçbir yanı yoktur. I. Dünya savaşı sonuçlarından biri olduğu kadar, emperyalist amaçların da bir sonucu olarak gündeme gelmiştir. İkinci dünya savaşı arifesine kadar sürmesi de, amaçların sömürgeci bir kalıcılık olduğunu göstermektedir. II. Dünya savaşı olmasaydı, bu güne kadar bu sömürgeciliğin önünde, kendi karar mekanizmalarından kaynaklanan bir engel olmazdı. Anca bu gerçekler, Fransızlara mandaları altında olan topraklar üzerinde tasarruf hakkı tanımamaktadır.

Geçen yüz yılın ilk yarınsındaki belirgin bir şekilde tüm dünyayı kaplayan milliyetçi-şoven anlayışların ilhakçı çabaları olduğu bilenen bir gerçektir. Bu tür gayri ahlaki davranışların, hukuk dışı bir davranış olması bir yana, komşuluk ilişkileri açısından onarılması güç tarihi yaralara da neden olduğu bilinmektedir. Ülkemizin içi barışının, büyük ölçüde bölge barışına da bağlı olduğu bir coğrafyada yaşadığımızı göz önüne aldığımız zaman, Fransa-Türkiye arasında yapılan ikili anlaşmalarla komşularımızla ilişkilerimizi zedeleyen sonuçlar üretebileceğini düşünmek zorundayız. Nitekim, bu güne kadar, şu ya da bu şekilde, bir Hatay davasının yeniden gündeme gelme ihtimali buna önemli bir işarettir. I. Dünya savaşının kapanmamış dosyaları esprisi de budur. Basın vasıtasıyla kamu oyuna yeniden gelebilme dinamiği taşıyan bir dava olarak Hatay sorunun hala kendini hissettirmesi buna bir işarettir. Konu gündeme geldiğinde farklı düşüncede olan tarafların aynı anda tepkilerini göstermeleri bu gerçeğin ifadesidir. Birileri Fransız işgali ve olumsuzlukları dediği an birileri ve bizler bu olumsuzlukta Fransızlar kadar Türkiye devleti pay sahibidir diyebilmektedir. Yani bu sorun gerçekçi bir sorundur ve her iki tarafın iddiaları ve kanıtları olduğu bir gerçektir. Bu satırlar da bu amaçla yazıldı.

Bu yüzden açılacak olan bir dava varsa ve gerçekçi bir adalet isteniyorsa, Fransızların işlediği kanunsuzluk üzerine olduğu kadar, bu kanunsuzluktan yararlanan diğer tarafa karşı da bir dava olmalıdır demek, en azından tutarlılık için gereklidir. Bu açıdan, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Fransızlar kadar ağır bir haksızlık içindedir diyoruz. Bu kanunsuzluğun iyi anlaşılması için, Fransızlarla Türkiye arasında yapılan ve uluslar arası onay alan ikili anlaşmalarla, uluslar arası onay almayan ikili anlaşmaların ne tür sonuçlar yarattığını bilmek yeterli olacaktır.

Bu iki devlet, uluslar arası onay almış bir dizi ikili anlaşma yaptılar. Lozan anlaşması dahil, 20 Ekim 1921 Türk-Fransız ittilafnamesi, 30 Mayıs 1926 Ankara Bağıtı, 3 Mayıs 1930 Sınır protokolü, 9 Eylül 1936 Fransız-Suriye manda idaresinin kaldırılması ve bağımsızlığın verilmesi üzerine yapılan anlaşma, 29 Mayıs 1937 Sancak ayrı varlığı (Entitê distincte) Bağıtı Bunlar arasındadır. Uluslar arası onay almış bu anlaşmaların hiç birinde Hatay’ın bir tarafa ilhak olması söz konusu değildir. Uluslar arası hukuka bağlı kalınan bu anlaşmalarda, ayrıntılarda kalan kimi olumsuzluklara rağmen, temel haklarda yıkıcı bir olumsuzluk çıkmamaktadır. Bu Hatay’ın ayrı bir devlet olarak kurumlaştırılmasını da içermektedir. Ancak uluslar arası hukuk dışına çıkılınca, sorun ciddi bir adaletsizlik ve hak gaspına dönüşüyor. 23 Haziran 1939 Türk Fransız ortak demeci (Dêclaration Comun), önceki tüm anlaşmaları ruhen ve şeklen yıkan bir tarzda, söz konusu iki devlet arasında yapılıyor. İlhak bu deklarasyona bağlı olarak, askeri zorla tatbik ediliyor. İlhaka yol açan kanunsuzluğun ürediği dünya koşulları bu konuya önemli bir referanstır.

O günün dünyasında ciddi siyasi ve askeri gelişmeler Yaşanıyordu. Hitler Avrupa’nın ortasında, ilhaklarını işgal ve tehditlerini yükseltiyordu; 7 Mart 1936 Locarno Anlaşmasını tanımadığını ilan edip silahlanmaya başladı, 25 Ekim 1936 Nazi-Faşist, Musollini-Hitler, Roma-Berlin mihveri kuruldu, 13 Mart 1938’de Anschluss uygulandı, Avusturya, Almandır diyerek yutuldu, 29 Eylül 1938 Çekoslovakya’nın yutuluşu ve tüm kanunsuzluklarının meşruiyetini sağladığı Münih anlaşması imzalandı. Savaş tamtamları gittikçe hızlanmış korku dünyayı kaplamaya başlamıştı. Kanunsuzluk dünyanın her alanına yayılıyordu. Fransızlarda uygun gördükleri alanlarda bu kanunsuzluğu sahnelemekteydi. Nitekim Fransız Genel Kurmayının Avrupa’daki gelişmelerden ne ölçüde rahatsız olduklarını ve Türkiye’den ne ölçüde yararlanabileceklerini belirten raporlar, Hatay’ın hangi koşullarda peşkeş çekildiğini anlatmaya yeterlidir. Eski bir büyükelçi olarak İsmail Soysal bunu kaynaklarından şu şekilde aktarıyor; “Fransız genel kurmayının 8 Nisan 1938 günlü raporunda : ‘Türkiye’nin Boğazların bekçisi durumu, onun bizim yanımızda yer almasının değerini artırır. Doğu Akdeniz’deki konumunu, ayrıca Irak ve Suriye ile komşuluğu bu önemi artırıcı niteliktedir’ dedikten sonra, İskenderun Sancağı ile ilgili ilk kurmay anlaşmalarının işbirliğinin kapısını açtığı”nı belirtir.(Aktaran, İsmail Soysal, Belleten cilt: XLVII sayı: 188, sayfa:995)

Hatay’ın ilhakına yol açan gayri meşru, 23 Haziran 1939 Türk Fransız ortak demeci (Dêclaration Comun), işte bu sürecin ürünü olarak gündeme gelmişti. Yukarıda belirtilen tüm anlaşmalar uluslar arası onay görmüş anlaşmalar olarak, O günkü adıyla Liva İskenderun ve Antakya Sancaklarının (Hatay), kendi etnik kimliklerini ve özgün, ayrı varlık olma özelliklerini koruma kaygısı taşıyan statüleri oluşturmuştu. Bu statüde, Türk milletinin de, Arap milletinin de hakları koruma altındaydı. “Hatay Devleti” ihdası, anayasası ve parlamentosunun şekillenmesi, anavatanından koparılmak üzere yapılmış bir girişim olması itibariyle eleştirilebilecek bir çok unsuru barındırmasına karşın, “Ayrı Varlığı” nispeten koruyor olması kabul edilebilir bir özellik taşıyordu. Ancak kanunsuzluğun hüküm sürdüğü bir dünya koşulu fırsatlarında, tüm bu anlaşmalar ayaklar altına alınarak, kolay yoldan ilhakın gerçekleştirilmesi, adil olmayan, uluslar arası onay görmeyen bir ortaçağı ihtilali olarak kendini göstermiş oldu ve tüm etnik toplumların değer yargı ve haklarına bir tecavüz olarak belirdi. Bu yüzden her iki devletin, bu girişimle haksızlık yaptıkları ve davalı konuma düştüklerini belirlemeliyiz. Bir dava açılacaksa da, her iki devlete şamil olması gereği ortaya çıkmaktadır. Davacı öğretmenlerin göz önüne almaları gereken önemli bir başka gerçekte budur. Bunu hazmetme ve algılama durumda olmadıkları taktirde, Hatay halkından karşıt bir davayla yüz yüze gelmeleri kaçınılmaz olacaktır.

Atatürk’ün yukarıda aktardığımız Hatay davası, “toprak sorunu değildir”, “kişisel dava, küçük bir şey, namus davası, onur davası” yönündeki yaklaşımlarına gelince, bu davanın ne türden bir ilkesizlik etrafında yapılandırıldığı görülür. Olayı basite alıyor görüntüsü, birilerinin zararına işleyen bir mekanizma olup çıkar ve sonuçta ilhak edilen hem toprak, hem küçük şey hem de onurla, namus olur. Unutulmamalıdır ki, bütün milletlerin namus ve onur saydıkları ortak değerleri vardır. Yine, dava görüşmeleri süreci içinde, iki kez yapılan halk oylaması reddedilmiş (14-15 Kasım 1936 ve 15 Nisan 1938), Hatay ayrı parlamentosu ve anayasası olan bir devlet haline getirilmiş olmasına rağmen, Hatay devleti halk meclisinin açılış yaptığı gün, askeri müdahaleyle (4 temmuz 1938, Albay Şükrü kanatlı komutanlığında askeri birliklerin girişimi) şekillendirilen adaletsiz bir sayım sonucu tayin edilen üyelerin onayıyla, iltihak kararı aldırılmış (Ekte bunun belgesi olan fotoğraflara yer verilmiştir).

Dünyada eşine ender rastlanır bir hızla ve el çabukluğuyla sahnelenen bu oyun, dünya diplomasi tarihi için de önemli bir ders niteliğindedir. Bu oyun sahnelenirken halkın kanaatleri hiçe saymıştır. Ancak Hatay Arap halkı tüm mezhep ve din farklılığına rağmen ( Alevi, Sünni, Hıristiyan) bu oyunlara karşı sesiz kalmamıştır. Gösterilerle, mitinglerle etnik kimliğinin hak ve hukukunu savunmaya çalışmıştır. Arkasında bir devlet olmadan, Emperyalist güçlerin işgali altında kolu kanadı bağlanmışken ve askeri kudretleriyle direniş kuvvetlerini kovuştururken bu tepkileri kitlesel eylemlerle dile getirmekten çekinmemiştir. Uruba harekete tam anlamıyla bir kitlesel siyasal hareket olarak, yayın organlarıyla, edebiyatıyla lideriyle bir ulusal kurtuluş hareketi olarak Fransızlara karşı mücadele etmiş, zorunlu ilhaka karşı direnmiştir. Bu satırların yazarı, bu mücadelenin önemli kadrolarından biri olan Zeki el Kasım’ın (Ural) oğludur. Uruba hareketi lideri Zeki el Arsuzi ile birlikte yoldaşları Muhammed Ali Zerka, İbrahim Fevzi, Vehib el Ganim, Suphi Zekkur, George Cabbur, Hasan Zarka, Süleyman El İsa, Faiz İsmail vb. onlarca önderle birlikte bu mücadeleyi yükselten Zeki el Kasım’ın (Ural) arşivinde bulunan belgeler bu gerçeklerin bir kanıtı ve gelecek kuşaklar için önemli bir bağ görevini yerine getirmeye devam etmektedir. Ekte verdiğimiz fotoğraflar o günü, bu güne taşıyan birer belgedir.

Hatay Arap halkı direnmekten bir an bile vazgeçmedi. Ağır baskılara, dilinin yasaklı olmasına, iyi günde kötü günde müziğinin terennümüne dahi yasak konulmasına rağmen kendi etnik varlığını ev ev, mahalle mahalle, köy-bucak il ilçe korumayı bilmiş ender halklardandır. Bu güne kadar, nüfusuna göre en çok vergi ödeyen illerden birisi olmasına rağmen, ilhak edildiği devletten en az yararlanan olmaya devam etmiştir. Hatay halkı, eşitsizlik ve adaletsizlikte ayrı varlık olarak görülmesi dışında, ilhaktan hiçbir yarar sağlamamıştır. Hatay’ın bu günü ayrı bir makale konusudur. Ancak, ilhaka neden olan kanaatler gereği, Hatay, Türkiye devleti tarafından, hala güvenlik için bir gözlem karakolunun mahkum olduğu ihmalden başka bir değeri olmamaya devam etmektedir. Bunun hemşehrimiz olan davacı öğretmenlerin bilgileri dahilinde olmadığı kaygısı taşırım.


d.


“Sancak’ın (Hatay), Suriye sınırları içinde bir “ayrı varlık” olarak, iç işlerinde bağımsız kalacak”

(Milletler Cemiyeti onaylı Sancak Statü ve Anayasası)


Davcı öğretmenlerin, Fransa’nın Hatayı 20 yıl işgaline karşı tazminat talep ederken taşıdığı haklılığı sarhoşluğa dönüşmesini engellemek için, hatalarıyla sevaplarıyla uluslar arası onay görmüş bir devleti yıkanlara karşı bir tutum sergilemeleri, kendi tutarlılıkları açısından gerekli değil midir? Üstelik devleti yıkıp onu 68 yıldır ilhak edenlere karşı bir tutum belirtme sorumluluğu taşımaları gerekmemekte midir? Yoksa, şövenizim ruhları istila etmişte, kendi ulusunun gaspları meşru da, başkasının mağduriyeti hak mıdır? Davacı öğretmenler bunun ayrımında değillerdir. Şahsi kazanımlar için giriştikleri bu oyunda, Kıptının şecaatini arz ederken, sirkatini itiraf etmesi gibi, açtıkları davayla, hak arama ilanlarında, başkalarının hakkını gasp ettiklerini mi? dışa vuruyorlar. Durumları bunu gösteriyor.

Bir kez daha “Ayrı varlık” olarak belirlenen bu davaya, kısa zaman içinde atfedilen farklı işlevleri hatırlayalım. Lozan anlaşması sırasında hiç önemsenmeden geçiştirilen. Suriye Türkiye sınırları belirlenirken, Hatay anavatanı Suriye içinde bırakılmasının doğal olarak kabul görülmesi, daha sonra, Suriye içinde bir ayrı varlık olarak işlenmesi. Ayrı varlık tanımlaması ortaya atılırken, Suriye anavatanı içinde, özel bir statüde olması yeterli görülmüştür. Daha sonra ayrı bir devlet olarak belirmesi. Mandaterlik analaşması hükümlerine göre “Suriye bir bütündür parçalanamaz, Mandater devlet bu konuda hiçbir tasarrufta bunamaz” ilkesinin, ayrı varlık olarak gösterilen Hatay’ın ayrı bir devlet olarak gündeme getirilmesinin mümkün olmayacağının gerçeği üzerinde durulması. Ayrı devletin kurulması ve savunulması. Ardından, komedi bir tarzda, kıymeti kendilerinden menkul Hatay devleti meclisi üyelerinin oylarıyla kurulu bir devletin lâğvedilerek komşu bir devlete, Türkiye’ye ilhak edilmesi.

20 yıllı kapsayan bu istikrarsızlık ve kararsız dengeleri, bir ölçüye kadar dünyadaki değişimlere uygun bir mantık izlediğinden bahsetmek yanlış olmayacaktır. Bu dönemde Avrupa&’da siyasi gelişmelerde benzer bir süreçten geçiyordu ve bu süreç tüm özellikleriyle bölgemize yansıyordu. Mussolini Arnavutluğu işgal ediyor ve ardından ilhak ediyordu. Hitler, Avrupa’nın göbeğinde, önce Avusturya’yı, ardından Çekoslovakya’yı, üstelik meclis üyelerinin oylarıyla ilhak ediyor. Moda böyleydi. Bu modanın etkileri hemen bölgemize de ulaşıyor ve Hatay devleti, kendi meclisinin üye oylarıyla ilhak olma kararı alıyordu. Bu benzerlik tesadüfi değildir. Osmanlı yayılmacılık genleri, yeni kuşak devlete de taşınmış olduğu görülüyor. Hasta adam birazcık iyileşince ve dünya koşulları el verince, aynı genler eski iştahla yayılmacılığı kışkırtıyor. Nitekim, Avrupa’daki dikta yönetimlerine özenilerek yapıldığı gözlenen bir girişimle de, TBMM'de çıkarılan 7 Temmuz 1939 tarih ve 3711 sayılı yasa ile Hatay ili oluşturulup, Türkiye’ye ilhakı tamamlanıyor. Bu aklın yakın geçmişte de örneklerine rastlanması, benzer yönetimlerin benzer davranışlar içinde olmasına önemli bir örnek oluşturuyor. o da, Saddam yönetimindeki Irak’ın Kuveyt devletini işgal etmesi ve ardından, meclisinden çıkardığı bir kanunla, 19. Irak ili olarak ilhak etmesi hadisesidir. Bilindiği gibi Irak, tarihi boyunca, Kuveyt’i körfeze açılmanın, iktisadi ve güvenlik kapısı, ileri bir karakol olarak görmüştür. Bu devlet üzerinde de sürekli hak iddia etmiş, “Kuveyt’in anavatanı Irak” demiştir. Hitler’den, Saddam’a yöntemler aynıyla sürüp gidiyor. Tarihi olarak durum budur, bu bir durum tespitidir, utanılacak sıkılacak bir yeri yoktur, ama bu günden bakınca, tarihe cesaretle ve eleştirel olarak bakmamak ayıpların ve ahlaksızlığın en büyüğüne düşme ihtimali az olmuyor. Nitekim davcı öğretmenlerin durumu da budur.

Ayrı bir varlığa, devleti kurdurma ya da kurma fikri nispeten mantık sınırları içinde görülebilir. Bu her ne kadar, bir toprak parçasını kanunsuzca anavatanı Suriye’den kopararak, devlet statüsüne yükseltmenin ciddi sakıncaları olsa da. Sonuçta uluslar arası hukuk kurallarına zorlamayla da olsa uydurulmuş, onay almış bir mevcut durum olarak telakki edilebilir. Böylesi bir kurumlaşmaya onay vermiş taraflardan biri olarak, mevcut statüyü yıkacak ve onu kendine ilhak edecek bir davranışı akıl sınırları içine sokmak sığdırmak ise akıllıca bir davranış olmasa gerek. Uluslar arası anlaşmalarla kurulmuş olan ve onların güvencesiyle var olan bir devleti yıkarak, ilhak etmenin büyük bir suç olduğunu söylemeye bile gerek yoktur. Böylesi bir cürümün cezası da bir o kadar ağır olsa gerek.

Güçler dengesinin yarattığı fırsatlara dayanarak, işlenen tarihi haksızlıklar ve yıkımların zaman aşımına uğramayacağını söylemek, gelecek kuşakların bu büyük cürümlere karşı haklı bir dava sahibi olmaları için yeterli bir gerekçedir. Türkiye Cumhuriyeti, Fransızlarla birlikte suç ortaklığı içinde, işledikleri kanunsuzlukla, Hatay davasının ilhakla sona erdirildiğini, öldüğünü iddia etmek mümkün olmayacaktır. Davacı öğretmenlerin farkında olmadan kaşıdıkları yarada tastamam budur.

Sancak davası, gerçek anlamıyla, Mustafa Kemal açısından bir toprak kazanma davası değildi. Bütün mesele İskenderun limanının emperyalist ordular tarafından, askeri amaçlarla kullanılmasının engellenmesidir. Mustafa Kemal, “Ben Sancak’ın Türkiye’ye ilhakını istemiyorum” ( Ayrıca bkz. Bilal Şimşir, ‘ Atatürk’ün Yabanca Devlet adamları ile Görüşmeleri’, Türk Tarih Kurumu Belleteni, Atatürk Özel Sayısı, Ankara 1981, Atatürk-Ponsot görüşmesi, S. 119) derken samimi olduğunda kuşku yaratacak hiçbir ihtimal yoktur. Özelikle 1936 yılı süresi içindeki görüşmelerde ağırlıklı vurgu ve belirlemeler bu yönde şekillenmiştir. Atatürk aynı sözlere devamla, Sancak’ın (Hatay) , orduya gereksinimi olmadığı, polis ve jandarmasının olmasının yeterli olduğunu belirtir. Bununla da, en azından askerden arındırılmış bir alan olarak statüsünün belirlenmesinde ısrarlı olduğu görülür. Fransızların sorunu Milletler Cemiyetine taşıma isteğinin önüne geçilmeyeceği anlaşılınca da, Türkiye bir muhtırayla bunu kabul ederek görüşmelerin yapılmasını talep etmiştir. Türkiye Sancak’ta olası olayların açacağı vahim etnik çatışmaların önüne geçmek üzere acil bir çabanın olması gerektiği bu muhtıranın maddeleri arasında yer almıştır. Fransızlar, Sancağın bağımsızlığının mümkün olmayacağını beyanı ve bunun önünde Manda yasalarının ve Milletler cemiyetinin manda altındaki ülkeleri koruma yükümlülükleri gereği aşılmaz engelleri olduğunda ısrarı ile Türkiye’nin talepleri sürekli reddedilmiştir. Buraya kadar olaylar uluslar arası hukuk çerçevesinde cereyan ediyordu. Henüz Avrupa’ da savaş tamtamları zayıf çalmaktaydı, Fransa öyle el çabukluğuyla, uluslar arası kanunlara aykırı işleri alenen yapma ihtiyacı yeterince kendini hissettirmemişti.

Fransızlar, Türkiye’nin ısrarı üzerine en fazla Milletler Cemiyeti nezrinde, Sancakta olası olayları gözlemek üzere bir Raportörün atanabileceğini belirtir. MC konseyinde 14-15 Aralık 1936 da görüşmeler yapılmaya başlar, 16 aralıkta Konseydeki İsveç temsilcisi Sandler raportörlükle görevlendirilir. Üç kişilik bir gözlemci heyetiyle Sandler, 31 Aralık 1936 da bölgeye gelir ve gözlemlerine başlar. Bu ara sancak davasını tanımlamak için bir kavram arayışı gündeme gelir. Bunu da Fransa’nın o zamanki başbakanı Blum, “Entiê distincte” (Ayrı Varlık) olarak tanımlar. 20 Ocak 1937’de MC konseyinde sorun bir daha görüşülür. Ortak yaklaşımlar için özel çabalar sarf edilir. Sandler, 27 Ocak 1937’de raporunu sunar ve aynı tarihte kabul edilir. MC Konseyi, 20 Şubat 1937 günkü oturumunda Sandler raporu doğrultusunda 5 kişiden oluşacak uzamanlar komitesince, Sancak statü ve Anayasa metinleri hazırlaması kararı alınır. Bu komite 25 Şubatta Sancak’a (Hatay) gider. Türk temsilci ve Fransız temsilci yanı sıra, İngiliz, Belçika, Hollandalı temsilcilerde yerini almıştır. Sendler dönüşte bir karar taslağıyla birlikte Sancak ayrı varlığına ilişkin önermeleri 29 Mayıs 1937’de Konseye sunar. Öneri aynı gün oy birliğiyle, kabul edilir. Böylece, Sancak‘ın ayrı varlığı hukuksal bakımdan tamamlanmış olur.

Böyle bir girişim, Sancak’ın (Hatay’ın) anavatanı Suriye’den koparılması demekti. Hatay Arap halkı dahil, tüm Suriye ayağa kalkar, protestolarını yapar (bkz. Ekte verilmiş olan fotoğraf belgelerinde bu eylemlerin bir kısmı yer almaktadır). Ancak manda yönetimi altında olan bir ülke, koruyucuları tarafından, topraklarının peşkeş çekilmesini yeterince engel olamaz. Ve buraya kadar, uluslar arası hukuk korunmakta alınan kararların bu hukuka aykırı olmaması için özen gösterilmektedir. Yıl 1937.

Bir yıl sonra Avrupa, artık eski Avrupa değildir. Savaş tamtamları ayyuka çıkmış, çarklar savaş üzerine geriye sayıma başlayacaktı. Sancak devleti bu ortamda, 4805 km kare üzerinde, 40 üyeden oluşan meclis ve Cumhurbaşkanının atayacağı Başbakanla birlikte, 5 üyeden oluşan bir hükümetle yönetileceği karar bağlanmıştı. 29 Kasım 1937’de yürürlüğe girmesi kararlaştırılan bu statü ve Anayasa Sancak sayım ve seçimlerinin gecikmesi nedeniyle ve daha doğrusu Arap halkının çoğunluk olması ve anavatandan koparılma girişimlerine karşı tepkisi ve ayaklanması nedeniyle ertelenmiştir. 15 Nisan 1938 sayımında ortaya çıkan tablo bunu anlatmaya yeterlidir. Nitekim 1938 yılı dünyanın karanlık bir sürece girdiği yıl olarak, II. Dünya savaşı tüm hızıyla hazırlıklarını yaptığı yıl olmuştur. İşgaller ve ilhaklar, dünyanın gözü önünde İtalyan faşist ve Alman Nazi rejimleri tarafından, pervasızca yapılıyordu. Avrupa korkuyla seyirci kesilmişti. Bu dengesizlikte sıradan gözlemciler de fırsatın ne olduğunu anlamakta geç kalmamışlardı. Alan memnun veren memnun, bu kanunsuzluğun dünyanın her yerine kadar uzanmasıydı. 4 Temmuz 1938’de, Kurmay Albay Şükrü Kantlı komutanlığında Sancak’a (Hatay), Fransızlardan sonra ikinci bir işgal kuvvetleri olarak girerken, Avrupa’da olanlar açıkça taklit ediliyordu. İkili işgal altında, Sancak Devleti, ayrı varlığı, Statü ve Anayasası, 2 Eylül 1938’de Sancak Devleti meclisinin seçtiği Cumhurbaşkanıyla birlikte yürürlüğe girmiş oldu. Bin bir oyunla anavatanından koparılmak üzere, “ayrı varlık” yapılan ve ardından Sancak devleti olarak kurulan yapı, bu işgal kuvvetlerinin esiri olarak yıkılacağı gün uzak değildi.

Sancak Devleti, ayrı varlığı Statüsünün uluslar arası onay görmesi gerçekte bu gün için dikkate değer özellikler taşımaktadır. O gün bulunan çözüm gerçekte bu gün için geçerli olabilme özelliği taşıyor gibi durmaktadır. Sandler’in raporunda bu statü ve Anayasaya, yukarıdaki bilgiler dahil aktardığımız tüm temel bilgileri bize konferansında sunan Emekli Büyükelçi İsmail Soysal’ın aktarmalarından izleyelim.” Sancak statüsü ve Anayasası uyarınca, Sancak’ın Suriye sınırları içinde bir “ayrı varlık” olarak, iç işlerinde bağımsız kalacağı; dış ilişkilerinin Suriye yönetimince yönetileceği; ancak Suriye’nin MC Konseyi’nin izni olmadan Sancak’ın statüsüne zarar verici kararlar alamayacağı, Suriye ile Sancak arasında bir gümrük ve para birliği olacağı, ortak işler için özel memurlarla eşgüdüm sağlayacağı; Sancak statüsü ve Anayasasına uyulmasını Konsey adına denetlemek üzere Sancak’a Fransız uyruklu bir delege atanacağı; Sancak’ın yeterli jandarma ve polisten başka askersel gücü bulunmayacağı; Türkiye ve Fransa’nın MC Konseyi’nin öğütleme kararlarına saygılı kalacakları ve aralarında yapacakları bir andlaşma ile Sancak’ın toprak bütünlüğünü güvence altına alacakları; ayrıca Türkiye, Fransa ve Suriye arasında bağıtlanacak bir andlaşma ile, Türkiye-Suriye sınırının dokunulmazlığı ve kışkırtmaların önlenmesi gibi işler için yükümlülükler getirileceği; Türkiye’nin İskenderun limanından yararlanması için Sancak statüsüne hükümler konulacağı; Statü ve Anayasanın Konsey’in kararı ile yürürlüğe gireceği ve Konsey’de Sancak ile ilgili kararların 2/3 çoğunlukla alınabileceği açıklanmıştır.” (İsmail Soysal. Türk Tarih Kurumunca verilen Konferans, Ankara 15 Şubat 1985, s: 88)

Yukarıda da izleneceği gibi, Sancak anavatanı Suriye içinde “Ayrı varlık” olarak Statü ve Anayasa sahibi olacaktır. Bu arada Türkiye’nin kaygılarını hafifletmek içinde kararlar alınmış olmaktadır. Suriye ve Sancak Arap halkı bu ayrı varlık olayına da şiddetle karşı çıkmış, kendinden olan şeyi ayırmak, bölmek anlamına geleceği açık olan bu girişimi reddetmiştir. Türkiye ehveni şer diye, uluslar arası hukukun daha fazla zorlanması mümkün değildir diye bu statüye razı olmuştur. Gerçekte Atatürk’ün çabası İskenderun limanının nasıl kullanılacağı ve Sancak’ın askeri bakımdan nasıl bir konumda olacağı meselesi, bir toprak ya da ulusal bir mesele olmanın çok etelerinde anlama sahipti. Bu dengeler, dünya güçler dengesinin hızla değişmekte olduğu bu günlere aitti. Değişim hızlandıkça da adım adım, tüm bu anlaşmalar rafa kalkacak, Sancak Statü ve Anayasa, işgalden sonra ilhak edilmek üzere tecavüze uğrayacaktır. Sancak devletinin adının Hatay devleti olarak değiştirilmesinden, resmi para birimi, dış ilişkileri, kanunları ve tüm yapısı Milletler cemiyetinin onayladığı kurumlaşma, kanunsuzca yıkılacaktır. Fırsat çıkınca Fransızlar veren olarak, Türkiye de alan olarak memnun olacak, Arap ulusal topluluğunun demokratik tercih ve kararları, ayaklar altına alınarak, anavatanlarından koparılmaları önünde hiçbir kanun direnemeyecektir.

Sancak devleti, Anavatanı Suriye içinde bir ayrı varlık olarak yaratılıp konumlandırılıp, anavatanı dışında Hatay devleti olarak yıkılmıştır (2 Eylül 1938 – 23 Haziran 1939). Bu her iki davranışta suçtur, uluslar arası kuralları ihlal etmektir. Uluslar arsı anlaşmaları çiğneyerek, Milletler cemiyetinin koruculuğu altına alınan ülkelerin toprakları keyfice parçalanarak, başkalarına peşkeş çekerek varılan sonuç, kapanmamış bir dosya olarak bu güne gelmiştir. Bu dosyanın kapağını açanlar da, aynı yöntemlerin pervasızlığıyla, tazminat adı altında dava açanlar olmaktadır. Hatay Arap halkı bu süreçte yine sessizliğini sürdürmekte, ancak son sözü söyleme vaktini beklemektedir. Dün ayrı varlığı anavatanı içinde yaratanlar, bu gün ayrı varlığı tekrar tanıma durumunda olmaktan kaçınamayacakları günlerle karşı karşıya kalacaktır. Bunun için uluslar arası hukukun, daha da derin tarzda milletlerin ve halkların bilincinde ortak bölen olarak yer edinmesi gerekmektedir. Bu günlerde uzak değildir. Avrupa topluluğuna katılma hazırlığı içinde olan ülkemizin, uluslar arası hukuka karşı algılayışı değişip yükümlülüklerini kabul ettiği an, Hatay Arap halkının söyleyeceği bir son söz olacaktır. Avrupa Parlamentosu iç tüzük hükümleri bu konuda yeterli özgürlükleri kapsamaktadır. Avrupa ailesinin bir üyesi olma düzeyine yükselen ülkemizde, bu tür hakların kavgasız, gürültüsüz, bölücülüğe de düşmeden kabulü, daha emin adımlarla gerçekleşecektir. Tarihi, sahip çıkılan her hakkın ölümsüz olduğunu gösteriyor. Tarihin bu kesitinde hak sahiplerinin istekleri ayakta kaldıkça, Hatay davası adil bir biçimde çözüme kavuşması kaçınılmaz olacaktır.

Bunun için düşünce özgürlüğü yeterlidir. Şiddet değil, önerimiz ve talebimiz yalnızca barış ve özgürlüktür. Aklı selim, tarihe cesurca bakacak Türk kardeşlerimizin büyük katkısıyla hepimize yeterli bir vatan olacak bu ülkede barış ve demokrasi içinde yaşama şansı yakalanacaktır.

Davacı öğretmenlerin fark etmedikleri gerçekler, davalarına almayı cesaret etmedikleri sancak devleti gerçeği burada başlayıp burada bitmektedir. Bir ayrı varlık, uluslar arası onayla kurulmuş bir devlet, iki işgalci gücün o günkü çıkar dengelerinin kesişmesi üzerine yıkılmıştır. Davacıları tutarlı olmaları için, devlet yıkma cürümünden her iki işgalciyi de yargı önüne davet etmeleri gerekmektedir. Öğretmenlerin davaları, tarih algılamada korkakça davranmakla kalmamış, suçlular arasında taraf gözeterek davanın içerik ve biçim açısından sakat doğmasına yol açmışlardır.




e.



Hatay halkı ilhak öncesi dönem boyunca özgür iradesine baş vurulduğu zaman ulusal kimliğini hiç gizlemeden, alenen dile getirmiş ve bundan onur duymuştur. Farklı tarihlerde iki kez sayım ve seçim girişimi yapılmıştır ve her defasında ezici bir çoğunlukla “en-neni Arabi” demiştir. Ben Arap ulusuna mensubum diyen bir halkın özgür iradesi, asker zoruyla yapılan her türden ilhakı, zaman ne kadar geçerse geçsin, geçirsiz saymaya yeterlidir. Unutmayalım ki, Cezayir tam 130 yıl Fransa tarafından ilhak edilmişti.

14-15 Mayıs 1936 genel seçimleri, Hatay’ın, ezici Arap etnik dokusuna bir belge oluşturması tehlikesi görülmüş ve Türkiye Cumhuriyetinin engellemeleriyle karşılaşmıştır; Türk etnik toplumuna boykot kararı aldırılmış ve bu seçimler geçersiz kılınmıştır. Bu arada Hatay ayrı bir devlet statüsüne kavuşturulması, zorlamalarla gerçek kimliğinden koparılarak kanunsuzca bir yerlere yamanması için çabalar sürdürülmüştür. Buna rağmen 15 Nisan 1938 sayımı, bir kez daha Hatay’ın Arap etnik kimliğinin ezici ifadesi olduğu gerçeğini yansıtmasına karşı Türkiye Cumhuriyeti’nin itirazları gündeme gelmiş ve adil bir belirleme daha iptal edilmiştir; kanlı provokasyonlar yapılmış, halkın birbirine düşürülmesi amaçlanmıştır. Bu oyunlara karşı Hatay Arap halkı sesiz kalmamış, ayaklanmalarla tepkisini göstermiştir. Kanunsuz güçler bu tepkilere karşı 4 Temmuz 1938 tarihinde 2500’ü Fransız 2500 Türk askeri olmak üzere Albay Şükrü kanatlı komutanlığında bir askeri işgal gerçekleştirmek zorunda kalmışlardır. Hatay halkı, özgür iradesini iki kez ilan etmesine karşı iptal edilmişken bu kez, geleneksel askeri zorbalık altında halkın katılımı engellenerek, sayım işlemlerini tamamlama gereği görülmeyerek, istediklerine milli ölçekler istemediklerine, mezhepsel ölçekler koyarak (Türkler, millet olarak sayım ve seçim listesindeki yerlerini alırken, Araplar, Alevi, Sünni, Hıristiyan Ortodoks ve Rum Hıristiyan olarak 4 ayrı gurupta değerlendirilerek parçalara ayrılıyordu) çifte standartlı böl yönet yöntemleriyle istedikleri sonuçları ilan etmişlerdir 22 Temmuz 1938; Türkler adına, 40 milletvekilli Hatay devleti meclisinin 22 milletvekili seçimsiz tayin edilmişlerdir ve bu atamayla haksız bir çoğunluk sağlanarak kıymeti kendinden menkul kararlar alınmıştır. Akıllara ziyan bu girişimlerle ilhak için ortam hazırlayanların sahneye koydukları oyun, onurlu hiçbir milletin razı olmayacağı bir ikrahla ilhak kararı alınmıştır. Yarım küsur asır sonra, 12 Haziran 1994 tarihli, 25 sayılı Nokta dergisinde yayınlanan Genel kurmaya göre Hatay’daki etnik guruplar çizelgesinde, aynı akılla yapılan sayısal değerlendirmelere rağmen (Arap Hıristiyanlar sayım dışı bırakılarak), Türk etnik gurubu nüfusa göre oranı % 46.52 olarak görülürken, Arap Hıristiyanların içinde sayılmadığı, Arap etnik gurubunun nüfusa oranı % 47 olarak gösterilmiştir. Zorlamalara, ilhakçı akıl yöntemlerine rağmen, Arap etnik topluluğunun Hatay’daki çoğunluk olduğu gerçeği örtülememektedir. Bu türden kuralsızlığı kural haline getiren mantık zorlamalarının, çağdaş dünyada geçerli olmadığını söylemeye gerek yoktur sanırım.

Dava sahibi, iki öğretmenimizin temsil ettiği merkezlerin, bu gerçeklerin neresinde durmaktadır, bunu bilmek kamuoyunun hakkı olsa gerek diyoruz. Ve gerçekten hak ihlaliyle ilgili bir uluslar arası dava açılacaksa, iki kez özgür irade beyanıyla Arap kimliğini ilan etmesine rağmen reddedilen Hatay halkının beyanını, bir kez daha bu gün, özgür iradesiyle belirlemek üzere halk oylaması hakkı tanınarak gidilmelidir. Ancak böylesi bir beyan, adaleti sağlar, kimin suçlu sayılması gerektiğini gösterir. Bu talep er yada geç gerçekleşecektir. Hiçbir korku ve gizleniş bu sonuçtan kaçamayacaktır. Davacı öğretmenlerin arkasındaki siyasal merkezlerin bu konudaki tutumları da, ülkemizin çağdaş uygarlıkta kat ettiği mesafeyi gösterecektir. Unutulmamalı ki, başka ulusları ezen bir ulus özgür olamaz.



f.

“Türkiye’nin Hatay’dan başka
Suriye’nin hiçbir yerinde gözü yoktur”


(Şükrü Saraçoğlu, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı)

( Massigli Renê “ La Turquie devant la Guerre”, Paris 1964, s: 69 )


Davacı öğretmenlere aktarmamız gereken son cümleler, zamanın başbakanı Şükrü Saraçoğlu’nun, 1939 yılı başından itibaren Fransa’nın Ankara Büyük Elçisi olan Renê Massigli’ye söylediği, Hatay’ın bir Suriye ve Arap toprağı olduğu gerçeğini, hiçbir ikircimliğe yer bırakmayan ve itiraf mahiyeti taşıyan açıklamasıyla bağlantılı olacaktır. Saraçoğlu, Hatay üzerine oynanan oyunlara karşı Arap halkının Hatay’da ve tüm Arap aleminde gösterdiği sert tepkiler ve Halep ve Cezire’nin de (Suriye şehirleri) gasp edilip ilhak edileceği üzerine çıkan haklı söylenti ve kaygılara karşı, Massigli’ye 20 Ocak 1939’da “Türkiye’nin Hatay’dan başka Suriye’nin hiçbir yerinde gözü yoktur” demiştir ( Massigli Renê “ La Turquie devant la Guerre”, Paris 1964, s: 69 ) Yani Hatay Suriye’ye ait bir şehirdir ancak, yalnızca bu şehri almak istiyoruz diyor. Ancak bu söylemler hiç bir tarafı tatmin etmemiş ve tepkiler alabildiğine yükselerek devam etmiştir.

Saraçoğlu’nun bu yanıtı açıktır ki, Hatay davasında gösterilen ısrarın arkasında, başka bir ülkenin, komşu Suriye’nin bir kısım topraklarını, kıymeti kendinden menkul nedenlerle (askeri-güvenlik ve ileri bir karakol kurma eğilimi) haksızca ve tüm uluslar arası anlaşmalara aykırı şekilde gasp etme eğilimi taşıyordu. Bu davranış, bölge istikrarı içinde, “yurtta sulh cihanda sulh” ülküsü içinde geçerli bir yaklaşım değildi. 5 Aralık 1936 gecesinde, Ankara’da çocuklara yardım balosu sırasında Atatürk’ün, o günkü Fransız Büyük Elçisi Ponsot’a “ Bir toprak değişikliği istemiyoruz” sözleriyle de taban tabana zıttı.

Sancak devleti (Hatay devleti) kuruluş statüsünde, 1. Maddenin 3. Fıkrası gereği, Arapça’nın resmi dil olması yanı sıra, aynı statüde, anavatanı Suriye ile siyasal bağının devamı ve gümrük ilişkilerindeki sıkı bağlılığı hiçe sayılmakla kalmamış, tüm kalpazanlıklara rağmen, Fransız istatistiklerine göre, o gün itibariyle, 219 000 olan Hatay nüfusunda, Arapların (Aleviler, Sünniler, Ortodoks Hıristiyanlar, İsmaili mezhebi mensupları) mutlak çoğunluğu %50 aştıkları tespit edilmiştir. (aktaran, İsmail Soysal, emekli büyük elçi, 15 Şubat 1985, Ankara, Türk Tarih Kurumunca verilen Konferansta. Yukarıda adı geçen Belleten dergisi, s:90)

İşte hikayenin tümü budur. Hatay, anavatanından haksızca koparılarak, kanunsuzca işgal edilip ilhak edilmiştir. Bunu da Atatürk dahil, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ikrar etmiştir. Bu nedenle Fransız işgali ve yıkımı doğru olduğu kadar Türkiye işgali de tarihi bir gerçektir. İşgale karşı hak talebi her ne araçla olursa olsun, buna uluslar arası mahkemelere baş vurmak ta dahil, tüm Hataylıların en doğal hakkıdır. Bu hakkı Fransızlara karşı kullanıp diğerine kullanmamak en ehveni şer deyimiyle bir haksızlıktır. Davacı öğretmenler hak arayalım derken büyük bir haksızlık içine düşmüş, sorunu bir hak aramanın çok ötesinde anlamlara yorumlanabilecek bir davranışta bulunmuşlardır.

Bu satırların yazarının mahkemelik bir davası yoktur. Davası, vatandaşı olduğu Türkiye Cumhuriyetini uluslar arası alanda küçük düşürecek şahsi sorundan da kaynaklanmıyor. Şahsi bir tazminat davası ise hiç yoktur. Tazminatı varsın bu iki öğretmen kardeşimiz alsınlar, biz yukarıda uzunca anlattığımız nedenlerle, hasbelkader vatandaşı olduğumuz devletten, ne toprak talebi isteyerek bölücülük yapmak istiyoruz nede, şahsa munhasır bir tepki gösteriyoruz. Bizler, hepimize yeterli bir vatan olan bu coğrafyada, etnik var oluşumuzun doğal, insani, hatta dini boyutta da meşru olan haklarını, siyasi ve kültürel boyutlarıyla bir bütün olarak, demokratik bir devlet çatısı altında, anayasal kurumlarca açıkça ifade edilip güvenceye kavuşturulmuş bir şekilde temin edilmesini talep ediyoruz. Davacı öğretmenlerle aramızdaki fark burada başlıyor ve burada bitiyor. Zaman, sahibi olan hiçbir hakkın kaybolmasına izin vermeyecektir. Zamanın kefil olduğu davamız, divana kalsın diyoruz.



7. ordu



Bilindiği gibi, Osmanlı orduları, son olarak, Alman genel kurmayı emir ve komutası altında I. Dünya savaşındaki yerini aldı. Yıldırım orduları komutanı da General Falkenheim dır. Daha sonra General Liman Von Sanders bu orduların komutanlığına getirilir (25 Şubat 1918). 7. Ordu bu gurup ordular içindedir. Atatürk Almanya’da tedavi görmekte olduğu sırada Padişah Mehmed Reşad’ın ölümü ardından Padişah ilan olunan Vahdettin tarafından, 16 Ağustos 1918 tarihinde, 7. Ordu komutanlığına, “bozgun içindeki Suriye Cephesine” atanmıştır. Bu, Atatürk’ün 7. Orduya, komutan olarak ikinci kez atanmasıydı (birinci atama 5 temmuz 1917 - 11 Ekim 1917).

Bu noktada, konumuzun satır araları için gerekli, Kurmay Yüzbaşı olarak, Mustafa Kemal’in Suriye konuşlanmış olan 4. Orduya atanmasının eski bir hikayesinin bilinmesinde yarar vardır. O da, 11 Ocak 1905’te ki Suriye sürgünü vardır ki çok önemli ancak, az bilinir. Mustafa Kelam sürgün arkadaşı Müfit Özdeş (Kırşehirli) birlikte 30. Kolorduya iltihak eder. Ancak bir görevi ve sorumluluğu yoktur, istenmeyen kişidir ve atıl atıl, Şehri Şam’ın sokaklarını arşınlamak durumundadır. Bu ara 30. Kolordunun bir harekat için yola koyuluşuna katılmak ister, mensup olduğu bu kolordunun yürüyüşüne dahi katılması istenmez. Çünkü 30. Kolordu, Osmanlının geleneksel sefer amaçlarıyla Hovran ovasında (bu günkü Suriye’nin güney alanları) halkı soymaya talan ve gasp etmeye gitmektedir, Buna Mustafa kemal uygun görülmez. Dönem Halkların ya devletin orduları ya da eşkıyalar tarafından soyulduğu dönemdir. Ama dünya ve ülke gelişmeleri Şehri Şam’da tutarlı ve sürgün yemiş subayların, ilerde Selanik’te, Mekadonya’da, Manastır’da yükselecek ve II. meşruiyetin ilanına yol açacak “1908 hürriyet inkılabı”na götürecek “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti”nin öncü nüvelerinden birini, silahları üzerine yemin ederek kuracaklardır. Ancak Mustafa Kemal görevsizliği, sorumsuzluğu ağır bir yük görecek. Yafa bölgesinde ordusuna bağlı staj gördüğü bir sırada, Selaniğ’e firar edecektir. Bu firar yeni bunalımları, sorunları getirecek. Ağır bir takibattan kurtulmak üzere, bir kez daha Şam’daki orduya iltihak edecek (ulusal diriliğin filizleneceğine inandığı alana, Selanik’e 3. Ordu saflarına kurmay olarak, ancak 13 Ekim 1907’de ulaşabilecekti).

Atatürk’ün ikinci kez komutan olarak tayin edildiği 7. Ordunun karargahı Filistin’in Nablus şehridir. İngilizlerin, 19 Eylül 1918’de Yafa kuzeyinden (Filistin cephesi), 200.000 kişilik kuvvetiyle başlattığı büyük taarruz sonucu, 8. Ordunun dağılması,4. Ordunun önemli bir kısmının esir düşmesini ve Atatürk komutasındaki 7. ordunun geri çekilmesini gündeme getirmiştir. Bu çekilme, orduların enkazının Şam civarı, Riyak mevkiinde toplanarak (30 Eylül 1918) (Riyak, şimdiki Lübnan’ın doğusunda, Şam’a yakın bir Osmanlı askeri merkezi), Haleb’in kuzeyine doğru gidip toparlanmayı gündeme getirmiştir. Ancak İngiliz baskısı ve takibi kesilmemiştir. Halep şehrinin 5 km kuzeyinde toplanan Osmanlı ordu kalıntıları, arkasını Anadolu’ya dayamış olarak, bir kez daha İngilizlerle yüz yüze savaşma durumunda kalmıştır. İngilizlerin 26 Ekimi 1918’de yeniden taarruza başladı. 7. Ordu bu hatta büyük bir direniş göstererek, bu gün de geçerli olan, Türkiye Cumhuriyeti güney sınırlarının ana çizgilerini korumuş oldu. Cemal Süreyya Aydemir “Tek Adam” adlı biyografi kitabında bunun derin anlamını tek cümleyle “Anadolu’nun yolunu kapamak” diye belirler (Tek Adam sekizinci baskı, c:I, s:317). Emperyalistlerin Anadolu’ya askeri bir sızma ya da bir istila hareketine karşı bu hatta tutunmanın yaşamsal olduğu gerçeğini ifade eder ki, Hatay davasının da, toprak ya da ulusal kaygılarla değil tamamen, bu askeri güvenlik kaygılarıyla burada başladığı görülecektir. 4 gün sonra, 30 ekim 1918’de Limini’de Mondros limanında demir atmış Agamemnon zırhlısında, Mondros Mütarekesi imzalanmasıyla, Osmanlı savaşı bırakarak, kayıtsız şartsız teslim oldu.

31 Ekim 1918, yani ertesi gün, Mustafa Kemal, uhdesinde 7. Ordu komutanlığı kalmak kaydıyla, adından başka bir şeyi kalmayan Yıldırım Orduları Gurubu komutanlığına atanır ve o güne kadar bu orduların komutanı olana Alman Liman Von Sandres Paşadan görevi devralır. Mustafa kemal, Mütareke sürecinin başlangıcından itibaren Hatay davasıyla yoğun olarak ilgilenmeye başlar. Koşullar öylesi bir konumlanış ortaya koymuştu ki, Atatürk’ü, ordusunu koruma ve mütarekenin onur kırıcı dayatmalarına tepkisini gösterme yönünde tavır almaya götürmüştür. Onurlu bir komutan olarak ta, bunu yapmak durumundaydı. Bu sürecin detaylarını, belgeleriyle birlikte, Celal Bayar’ın anılarından izleyeceğiz.

Mondros mütarekesinin ağır koşulları, ateşkesin hemen ardından uygulanmaya başlar. Daha da ötesi, şeytanın ayrıntılarda yattığını bir kez daha teyit edecek tarzda işgal güçleri ayrıntıları tam anlamıyla yeni bir teslim anlaşması gibi uygulamaya yönelirler. 25 maddelik Mondros mütarekesi, 125 maddelik bir kayıtsız-şartsız teslim anlaşması haline gelir. İngilizler, Halep dolaylarındaki ordularını “beslemek” üzere, İskenderun limanından faydalanma isteklerini ifade ederler. Mondros mütarekesinde bununla ilgili bir belirleme yoktur. Genel hükümler arasında (madde 8 gibi), Osmanlı limanlarından yararlanma vardır. İngilizler de aradaki ayrıntıları öne çıkartarak etkinlik sahalarını genişletme ısrarı göstermektedirler. Mustafa Kemal, Sadrazam (başbakan) ve Erkanı Harbiye-i Umumiye Reisi (Başkumandanlık Genelkurmay Başkanı) Ahmed izzet Paşa’dan mütareke şartlarını aldığını bildirdiği emirlerine, Adana’dan, 3 kasım 1918 tarihinde ilettiği cevabi, 565’nolu telgrafta özetle, mütareke koşullarının ciddi muğlaklıklar taşıdığı, uygulama alanı ve araçlarının belirsiz olduğu, tespit edilen işgal alanlarının detaylarının belirtilmediği ve bunun geride kalan vatan toprakları için açık bir güvenlik tehlikesi oluşturacağını bildirir.

İki gün sonra, Sadrazam Ahmed İzzet Paşa’dan aldığı telgrafta “ Mütareke hukümlerine göre İngilizlerin İskenderun’u işgale hak ve selahiyetleri yoksa da Halep dolaylarındaki ordularını beslemek için İskenderun’dan faydalanmak istemeleri de haklı bir istek mahiyetindedir... İskenderun Limanı’ndan İngilizlerin erzak ve buna benzer şeyler nakletmeleri hususunda faydalanmaları ve İskenderun Halep yolunu onarmalarına müsaade edilmesinde ve bu konuda ordunun durumu bakımından bir mahzur görmüyorum” denilmiştir( Celal Bayar, Ben de yazdım. c:1. s: 165, Belge: 5).

Buna aynı gün cevabi telgraf gönderen Mustafa Kemal, Mütareke şartlarının farklı yorumu ve ayrıntılardaki tuzaklar üzerinde bilgi iletmeye, İngilizlerin, Irak’ta 6. Orduyu teslim aldıkları gibi, “ Suriye’de bulunuyor diye 7. Ordu’nun teslimini teklif etmişlerdir” diye uyarıda bulunuyor ve bunu takiben, “ İngilizlerin birkaç günden beri İskenderun’a asker çıkartmakta ve Halep’de milyonlarca ton erzak varken oradaki kuvvetlerini beslemek için erzak yığmaktan bahsetmeleri de İskenderun’un Kilikya bölgesini gösteren haritada Suriye ve Kilikya hudutları arasında bulunuşundandır... tedbirler alınmadıkça, orduları terhis edecek ve İngilizlerin her dediğine boyun eğecek olursak İngiliz ihtiraslarının önüne geçmeye imkan kalmayacaktır” kanaatlerini ifade ediyor ( Age. S:166, Belge: 6).

İngilizler, Irak sınırlarını istedikleri gibi tanımlama (Siirt’e kadar uzatma gibi) Musul’u ve İskenderun’u işgale de ısrarlı olmaları, yazışmaların aralıksız sürmesine, açıklamaların istenmesine, emirlerin verilmesine yol açmaktadır. Birkaç saat içinde yapılan telgraflaşmalar sorunun derinliğini anlatmaya yeterlidir. Mustafa Kemal bir kez daha, Sadrazam Ahmed İzzet Paşa’ya görüşlerindeki ısrarı iletme gereği duymaktadır “ Sizi temin ederim ki, maksat, Halep’teki İngiliz ordusunu beslemek işi olmayıp İskenderun’u işgal ve İskenderun-Kırıkhan-Katya yoluyla hareket ederek Antakya-Deyricemal-Ahterin hattında bulunan Yedinci Ordu’nun ricat yolunu kesmek ve bu orduyu, Altıncı Ordu’ya Musul’da yapıldığı gibi teslim olmaktan kurtulamayacak bir duruma sokmaktır” ( Age. s:168, Belge: 8) Bu satırlarda da oldukça açık olan kaygı güvenlik kaygısıdır, 7. Ordu bir hatta direnmiştir, bu direncini savaşarak tespit etmiştir ama emperyalistler mütarekenin ayrıntılarında, bulanık suda balık avına çıkmış, etkinliklerini her karış toprağa yayma çabasındadırlar. Bu çaba Tüm Arap ulusal toprakları üzerinde de insafsızca hükmünü sürdürüyordu. Mustafa Kemal ordusuyla tespit ettiği hattın düşmesi halinde, Anadolu’nun güvenlik açısından çökeceği görüşündeyken, Arapların tüm toprakları İngiliz-Fransız emperyalistlerin rahmetine terk edilmiştir. Kasap et derdinde koyun can derdinde durumu oluşmuştur.

Mustafa kemal, İngilizlerin ve Sadrazamın baskıları karşısında “Yedinci Ordu’ya bu gün bulunulan hatta gayet zayıf bir ileri karakol tertibatı bırakıp büyük kısmını Katma-İslahiye istikametinde harekete geçirerek Kilikya hududu içerisine geçirmesini emrettim” (Age. s:169, Belge.8) diyerek atabileceği en son adımı bildirdikten sonra, İngilizlerin gönlünü almak için sadrazamın içtihatlarına ve emirlerine uyum sağlayamayacağını, bu nedenle, yerine başka bir komutanın atmasını talep eder.

Ertesi gün, unvansız olarak, Mustafa Kemal adına imzalı telgrafında, bir gün önce, 5 kasım 1918 de, İskenderun’a kuvvet çıkarılması halinde ateşle cevap verme emrini, kuvvetlerinin Katma-Subaşı hattının kuzeyine çekilmesinin tamamlanması nedeniyle, artık geçerli olmadığını, bundan dolayı da kaygılanılmaması gerektiğini bildirir. (Age. s:170, Belge:9)

7 Kasımda Yıldırım Orduları Gurup Komutanlığı ve 7. Ordu karargahı lağvedilerek Harbiye nezaretine (yani merkeze) alınan Mustafa Kemal, 8 Kasım 1918’de, Sadrazam Ahmed İzzet Paşa, inanılmayacak bir aczin, teslimiyetin ve boyun eğişin ifadesi telgrafını, 7. Ordu komutanlığına gönderir; İngilizleri kızdıran “sert ve kuru” cevapların onarılması güç sorunlar yarattığını, İskenderun şehrinin işgal olunacağını ve bunun engellenmesi halinde mütareke anlaşmasının feshedileceği yönünde “Dehşetli cevaplar almamıza sebep” olduğunu bildirir. (Age. s:171, Belge: 10)

Cevap aynı gün verilir. İmzada, unvan yoktur, sadece Mustafa Kemal adı vardır; İngilizlerin, niyetlerinden kaygılı olduğu, amaçların çok farklı olduğu ve temel olarak “bütün memleketimizi işgale varacak kadar ileri giden” bir içerikte olduğunu bildirerek, yapılan mütarekenin Türk devletini koruyup selametini sağlayamayacağını ifade eder. ( Age. s: 173, Belge:11)

Tüm çabalar sonuçsuz kalır, 9 Kasım 1918’de bir İngiliz müfrezesi İskenderun limanını işgal eder. Bir ay sonra da, 7 Aralık 1918’de Antakya Fransızlar tarafından işgal edilecektir.

Yaptığımız aktarmalar, Mustafa Kemalin Türk milleti açısından büyük bir lider olduğuna yeterli göstergelerdir. Bu satırların yazarı, bu büyük liderin önünde saygıyla eğildiği kadar, o günün verileri ve algılayışıyla, milletinin çıkarları için, emperyalistlere olduğu kadar, yöneticileri olan Osmanlı sultanlarına, başbakan ve genelkurmay başkanlarına karşı gösterdiği cesur ve akıllı direnişe saygı çizgisini, yapacağı tüm eleştirilerde korumayı, bir yazar onuru olarak görür.

Atatürk, yapabileceği tüm direnmeleri yaparak, yıllar sonra geliştireceği strateji için tutumlarını ortaya koyarak, 13 Kasım 1918’de İstanbul’a geçer. 19 mayıs 1919, samsuna çıkış ve başlayan kurtuluş savaşı süreci. Lozan anlaşması ve Cumhuriyetin kuruluşu. Cumhuriyet, Osmanlıdan oldukça farklı bir stratejik kuruluş planıyla ortaya çıkar. Artık talan ve fetihlere yer yoktur. Başka milletlerin servetlerinin gaspına dayalı bir yaşam yoktur. Başka milletler gibi sabana sarılmak, üretmek ve bu çerçevede toprağı gerçek vatan haline dönüştürmek, milli bir hedeftir. Türk milletini tarihte ilk kez modern bir millet haline dönüştürme hedefi konmuştur. Bunun için değişik araçlara, abartmalara, uydurmalara da baş vurulmuştur, ancak amaç dünyada barış yurtta barış kapsamında olması nedeniyle, önemli ve çağdaş bir adımdı. Buna rağmen bu adım, Anadolu’da yaşayan farklı etnik ulusal toplulukların hak ve hukukunu çiğnemekte tereddüt etmediği gerçeği bulunuyordu.

Hasta adam ölmüştü. Yeni cumhuriyetin amaç ve araçları farklıydı. Ancak yeni devlet eskinin kadrolarınca kuruluyordu. Cumhuriyetin başında da Atatürk, geçmişin bilinç altını olduğu gibi korumuş haliyle bulunuyordu. Ankara’yı, tarihi başkent İstanbul yerine, genç başkent olarak ilan etmiş, Misak-ı Milli (Ulusal Yemin, ulusal ilke, ulusal tutum) sınırlarına uluslar arası güvenceyi Lozan anlaşmasıyla kazandırmış. Ancak ülkesini güven içinde hissetmemektedir. Zira, Suriye’de Fransızlar, Irakta İngilizlerin manda yönetimleri sürmektedir. Atatürk’ün kaygıları, 7. Ordunun direnerek koruduğu hatta takılı, İskenderun’un işgal edilmesiyle Anadolu’nun karşı karşıya kaldığına inandığı tehlike de olduğu gibi durmakta. Musollini’nin Arnavutluğu ilhakı, Avrupa’da ve Afrika’da giriştiği işgaller, Hitler’in Avrupa’nın göbeğinde, galip devletlerin gözü önünde, Versay Anlaşmasına aykırı olarak giriştiği silahlanma ve ilhaklar tüm kuvvetiyle sürmekte. Atatürk bir kez daha güvensizlik içinde, kaygıyla karışık, doğan fırsatlarda, 7. Ordunun gelip durduğu hattın önemini düşünmektedir. Hatay davası’nın artan bir sorun olması, güvenlik unsuru olarak taşıdığı önem oranında gündeme geliyordu. Celal Bayar’da bunu anılarında şu şekilde tespit ediyordu “İleride, bu hattın Misak-ı milli hudutlarının tesbitine yaradığını, İskenderun ve Antakya’nın milli hudutlarımız içinde kalmasını temin ettiğini göreceğiz” (Celal Bayar, Bende Yazdım milli mücadeleye gidiş, c:1, s:4)

Hatay davası gerçekte, Cumhuriyetin kuruluş planının içeriğiyle ilgili bir dava değildi; cumhuriyetin kuruluş planı, ne toprak fethini ne de servet gaspını içeriyordu. Cumhuriyet, Osmanlıdan arta kalan topraklarda bir millete vatan oluşturmak amacı ve yurtta sulh cihanda sulh ilkesiyle, kendisi için üreten ve başkasından bir talebi olmayan bir ilke üzerine yükseliyordu. Daha önceki makalelerimde bu konuyu özetle şöyle tespit etmiştim:

“Türk milleti, Osmanlıdan çıkışta, büyük bir kaçış psikolojisi altında Cumhuriyetini kurma mücadelesi verdi. Bu mücadeleyi yürütenler, geçmişin yapılanması ve sisteminde aktif rol alan kadrolardı, ancak dünya dengesinin farklılaştığı ve var oluşun sürdürülebilir eski dinamiklerinin kalmadığı bir ortamda geçmişten kaçışa, cumhuriyetle sonuçlanacak yeniden yapılanmaya yönelmek durumunda kaldılar. Bu bir ilerlemeydi. İlerlemenin en önemli yanı, Milleti fetihler arkasında sürüklemek yerine, yurt edinilmeye çalışılan topraklarda üretime yönelmeye, kendine yeterliliği, kendi milli emeklerinin ürünü olan sonuçlarla yaşamaya karar kılmaktı. Cumhuriyet bu yanıyla, başka milletlerin topraklarını ve servetlerini fetih ve gasplarla elde tutmaya karşı bir gelişmeydi; bu, kendisine ait olmayan yüklerden bir kurtuluş savaşıydı. Atatürk’ün, Osmanlıya ve onun her türden mirasına karşı, modern ulus örgütlenmesinin gerektirdiği yenilenme ve yeniden yapılanma adımlarını bir devrim girişimi olarak atmış olmasının nedeni budur. Yeni devlet başkalarının toprak ve servetlerini gasp ederek yaşama kolaylığını ve onursuzluğunu reddederek, Cumhuriyet girişimiyle kendi milli emeğinin üretimiyle yaşamayı seçmiştir. Bu yüzden, sahiplerine geçmiş olan Osmanlının topraklarını, hiçbir zaman milli topraklar olarak görmemiştir. Misak-ı milli toprakları tabiri bir ölçüye kadar bunu, denetim dışı kalan topraklara karşı hiçbir manevi yükümlülüğün kalmadığını ifade ediyordu. Bu her ne kadar, Misak-ı milli sınırlarının tartışma götürür ulusal sınırlar olduğu gerçeğini ortadan kaldırmasa da. Cumhuriyet dönemi ve sonrası sorunlara kaynaklı edecek olan gerçekte, işte tam burada doğmuştur. Zira Cumhuriyet kuruluş perspektifini, kalıcı bir dengeye kavuşturacak olan sonuna kadar ilerletmeyi başaramamıştır; Osmanlının fütuhatı ve gasplarından miras kalan toprakların ve o toprakların gerçek sahipleri olan milletlerin konumu olduğu gibi sürmüştür.

Cumhuriyet korkular ve kaçışlar üzerinde kurulmuştu. Bu korkular gerçek korkulardı. Temeli vardı ve hala devam etmekteydi. Cumhuriyet tek uluslu bir devlet modeli olarak, tarihinin her döneminde çok milletli Anadolu toprakları üzerinde kuruldu. Tek ulusa da yer vardı ama, gerçek yerlilerin bu plana karşı tutumları güvenilmez olarak görülüyordu. Toplumsal barış böylece doğmadan katlediliyordu. Osmanlıdan alınan akıl sistemi mirası, cumhuriyeti korkaklaştırmış, vatandaşlarına karşı ön yargılı kılmıştı. Cumhuriyet ayrıca büyük bir kaçış psikolojisi altında eziliyordu. Orta Asya’dan Batıya doğru durmadan süren, Atatürk’ün deyişiyle, “Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fetihlerin akasından serserilik etmiş ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir. Bu böyle bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde aynen olagelmiştir.” (Aktaran,Cemal Kutay,Türkçe İbadet, s;154) Böylesi bir sürecin içinden çıkıp gelmekte olan Türk milleti, kuşaklar boyu genetik kalıtıma dönüşmüş kaçışının, dayanılmaz ağırlığı altında ezile gelen konumuyla, yeni devleti yapılandırılıyordu.” (Mihrac Ural, Tarih ve Cesaret başlıklı makale).

Bu makalede anlattıklarımı, bu aralar okunması revaçta olan Turgut Özakman’ın ”Şu Çılgın Türkler” kitabında da görünce, görüşlerimi bu kitaptan bir aktarmayla da desteklemek istedim. Konumuz Fransız diplomat Franklin Bouillon’un Ankara’ya gelerek Başta Mustafa Kemal ve Ankara hükümetiyle görüşmesi sırasında geçiyor. Bu görüşmede, “ Ankara’yı M. Kemal, Fevzi Paşa ve Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Tengirşenk temsil ediyordu; Fransa’yı Franklin Bouillon ve Albay Sarou.” (Turgut özakman, Şu Çılgın Türkler, s:134), Fransızların Karadeniz Ereğlisi’nden çekilecekleri bildiriliyor ve yeni anlaşma için Sevres anlaşmasıyla Bekir Sami’nin imzaladığı anlaşmanın temel alınması isteniyor. Bu dayatma karşısında M. Kemal sert tutum takınır ve “Sevres Antlaşması’nı kafasından silmeyen hükümetlerle anlaşmamız mümkün değildir. Türkiye Büyük Millet Meclisi milli yeminimize (Misak-ı Milli’ye) Aykırı bir anlaşmayı kabul etmez” ( Age. s. 135) diyerek, “Misak-ı Milli” diye bir yeminden habersiz Fransız diplomata bu konuda bilgiyi Yusuf Kema’lin vereceğini belirterek şunları söyler, “Mösyö Bouillon, milli yeminimizin özü tam bağımsızlıktır. Yani siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, kısacası her hususta bağımsızlık ! Türk milleti kanını tam bağımsızlığı sağlamak için akıtıyor” (Nutuk’tan aktaran Age. s,136)

M. Kemal, Fevzi Paşayla oturumdan ayrılır. Fransız diplomat şaşkın, Yusuf Kemal’e “yoksa siz aklınızdan kapitülasyonları kaldırmayı mı geçiriyorsunuz?” diye sorar. Ankara hükümeti Dışişleri Bakanı, M. Kemal’den aldığı, Misak-ı Milli’yi açıklama yetkisiyle konumuz için önem taşıyan şu açıklamayı yapar, “Evet Mösyö Bouillon, Milli Mücadele toprak için yapılmıyor (abç), Osmanlı topraklarının dörtte üçünü oralardaki halkın iradesine bıraktık. Biz istiklal için mücadele ediyoruz...” ( Yusuf Kemal Tengirşenk’ten aktaran Age. s,136).( Aynı yöndeki bilgileri, farklı bir kaynaktan, Dr. Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım cilt 3. Sayfa 221 de izlemek mümkün)

Evet Cumhuriyetin kuruluş planını en öz ve en kısa özeti işte bu cümlededir, “Milli mücadele toprak için yapılmıyor”. Bu cümle, basit bir diplomasi oyunu için söylenmemiştir. O günün şartlarını içinde, yakın tarih okumalarına sahip her kes, bu cümlenin samimiyetini teslim edecektir. Üreten, talana ve fetihlere bel bağlamayan, başka ülkelerin ve milletlerin emekleriyle ürettikleri değerleri kılıç zoruyla gasp etmeyen, kendi ürettiğiyle yaşayan “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesiyle çağdaş bir cumhuriyet kuruluş planı, tas tamam bu şekilde belirlenmiştir. Bu ilke, Hatay davası sorunu sürdüğü kesitte de defalarca, Atatürk tarafından da, tekrar edilmiştir.

Hatay bu ilkelerin bir eksiğini giderecek bir fenomen değildi. Ancak Atatürk’ün bilinç altında, Osmanlıdaki son komutanlığı sırasında Anadolu topraklarına ilişkin oluşan askeri ve güvenlik kaygıları ve Ordusunun tutunduğu son hatta gündeme gelen sorunların saikleriyle, Hatay davasında ısrar etmesini gündeme getiriyordu. 7. Ordunun tutunduğu hattı koruma, Anadolu’nun güvenlik kapısını tutma kaygısı temel unsurdu.

Bu mücadele sırasında Hatay Arap halkı, Mustafa Kemal’le birlikte olmuştur. 7. Ordu’nun bahsettiğimiz hatlarda, Hatay Arap halkının erzakı ve Amik ovasının bereketiyle beslenerek tutunmuştur. Hicaz çöllerinden, Filistin cephelerinden aç susuz dönen askerlere, Hatay Arap halkı ev sahipliği yapmış yememiş yedirmiş, giymemiş giydirmiştir, iaşesini sağlamıştır. Ortak düşmana karşı Türk askerini yalnız bırakmamıştır. Dağınıkta olsa, beli belirsizde olsa milis kuvvetler gibi olanakları ölçüsünde, şehrini, işgalci emperyalistlere karşı savunmuş, İngilizlerin İskenderun limanını kullanarak, içinde evlatlarının da olduğu 7. Orduyu kayıtsız şartsız teslim almak ve Anadolu’yu top yekun istila etme amacına karşı, canla başla mücadele etmiştir; bu satırların yazarının dedesi Süreyya El Kasım (soyadı kanunundan sonra Süreyya Ural ), Yıldırım Ordular gurubu subaylarındandı ( 4. 7. 8. Orduları içinde kapsayan ordular gurubu), Lübnan’da görevliydi. Hatay Arap halkının diğer evlatları gibi Atatürk ordularında kurtuluş savaşında ön cephelerde, subaylara en çok ihtiyaç duyulan ve en kıt oldukları koşulda, savaşmıştır. Dedem Süreyya, Mondros mütarekesi ardından dağılan Osmanlı ordularının sayılı cesur subayları safında, Anadolu’nun Emperyalizme karşı savaşında onurla görev almıştır. Arap halkının bu vatanın kurtuluş ve kuruluşunda evlatlarıyla yaptığı katkının küçük bir örneği olarak sunduğum bu anektod, “Dedem Süreyya’nın seyir defteri” başlığı altında, Arap halkının emperyalizme karşı kurtuluş savaşındaki rolü üzerine bir belgesel yazıya dönüşerek yerini alacağını belirtmeliyim. O dönemin tüm kesitlerinde, Hatay Arap halkının varını-yoğunu ortaya koyarak direndiğini ve bunun faturasını çekmekten de geri kalmadığını söylemeliyim.

Fransız işgali ve mandaterliği gelip dayatınca da, direnme bayrağını Fransızlara karşı yükseltmiş, mahalle mahalle, köy köy direnmiş, yiğitlerini şehit vermiştir. Savaş galibi sömürgeci güçlere karşı özgürlük için elinden gelen tüm çabasını sarf etmiştir. Protestolarını kitlesel gösterilerle de destekleyerek, Manda yönetimine ve bu yönetimin yıkıcı etkisine ve toprakları üzerindeki pazarlamalara karşı durmuştur. Bu yanıyla da Mustafa Kemal’in kurmakta olduğu cumhuriyete destek olmuş, kendi özgürlüğünün ikamesi için, Komşu ülke olarak Türkiye’de cumhuriyetin doğuşunu umut saymıştır. Özellikle Hatay Arap halkı arasında bu günü kadar süren Atatürk sevgisinin kaynaklarında bunlar bulunmaktadır; cumhuriyet özgürlüktü, yüz yılların teokratik ve mezhep kıyımlarına dayılı köhne sisteme bir sondu. Hatay halkı Türkiye’deki bu olumlu gelişmeleri kendisi içinde büyük bir kazanım saymıştır. Ama bu umut özgürlüğü için dayanışmasını beklediği komşusunun işgali ve ilhakıyla sonuçlanarak yıkıma uğramıştır.

Osmanlının son günlerinde Hatay sahasında cereyan eden gelişmeler özetle bu mihverdeydi. Bu verilerin yıllar ilerledikçe her bir unsurunun kendine ait bir önemle gündeme geldiğine tanık olunmuştur. Bu verilerin gündeme gelen ve hala gelmeye devam edip gelecek olan unsurlarının çok iyi anlaşılması, bu toprakları vatan sayan tüm etnik toplulukların barışçıl yaşamı için çok önemli olduğunu belirtmeliyiz.

Doğrularıyla yanlışlarıyla Hatay davası Atatürk’ün bilincinde böylesi bir yere sahipti; “Hatay benim şahsi meselem”demesinin anlamı da budur. Bu günün Ortadoğu olaylarıyla kıyaslandığında, Irak’ın Kuveyt, İran’ın Ebu Musa, büyük ve küçük Tumb adaları, Suriye’nin Lübnan, Türkiye’nin Hatay sorunu, bir çok farklılığına rağmen, yaklaşık aynı kapsamda mütalaa edilir gibidir. O da, güvenliği bir ileri hatta sağlama algılayışıdır. Bunu için kırk dereden kırk su getiren iddialar, işin makyajını oluşturmaktan başka bir anlama sahip değildir.

Atatürk’ün, Fransız Büyükelçisi Ponsot’a “...ben Sancak’ın Türkiye’ye ilhakını istemiyorum, Sancak Türkiye ve Fransa’nın ortak denetiminde olur. Hatta ordusu da bulunmasın, jandarma ve polis yeterlidir...” ya da “Türk-Fransız dostluğu korunmalıdır. Sancak işine bir çözüm bulunması için yaptığım çağrı Fransız Hükümetine iyi anlatılmalıdır. Çözüm, Fransa ve Türkiye’nin onurlarını korumalıdır. Bir toprak değişikliği düşünmüyoruz...” demesinin ve Suriye Başbakanı Cemil Mardam ve Suriyeli siyaset adamı Emir Adil Aslan’a “Fransızlar Hatay’da bir Alevilik işi çıkardılar. Aleviler Türk’tür. Alevi, aleve tapan demektir. Dillerinin Arapça olması köklerini değiştirmez. Acaba Suriyeliler hangi ırktandır? Biz aynı ırktanız... Hatay nedir? Küçük bir şey, bizim için sorun bir toprak işi değildir, namus sorunudur. Sizin tam bağımsızlık işinizi Fransızlar engellerse Ordumuz yeterlidir. Size söz veriyorum, gerekirse girer, sonra yine çıkarım” demesinin başka bir anlamı yoktur.

Atatürk’ün yaklaşımında “40 asırlık Türk yurdu” gibi iddialar, ancak siyasal bir propaganda olarak algılanabilir. Ezelden beri Türk olma, Sümerlerin, Hititlerin Türk olması, tüm dünya dillerinin Güneş Dil Teorisi gereği, Türk dilinden türemiş olması gibi aslı astarı olmayan iddialar bunun gibidir. Atatürk bu temelsiz iddiaları, Türk milletine, ulusal bir vatan oluşturmak için fiili bir işleve, stratejik bir palana bağlı olarak ileri sürmüştür. Anadolu’nun tarihi yeniden yazılıyordu. Viyana kapıları önünde başlayan gerileme, Orta Asya’ya kadar gidememiş, gelip dayandığı hatta, Osmanlıdan arta kalan son topraklarda ulusal vatan oluşturmak üzere durmuştu. Oysa, bu toprakları yaşama açan Türkler değildi. Ve ancak, Tarihte ilk kez yaşama açılan bir toprak, açan etnik toplumun vatanı olabilirdi. Bunu ilk kim yaptıysa o topraklar onun vatanıdır; özellikle tarihin her türden zulmüne karşı direnerek o topraklarda yaşamaya ve hak talebinde bulunmaya devam ediyorsa. Bu gerçekler, 7. Ordunun tutunduğu hat kadar, güçlü yeni hatların oluşmasını gerekli kılıyordu. Anadolu tarihini yeniden yazma çabalarını, bu güvenlik gerekçelerinde bulmak zor değildir.

Atatürk bu tehlikeli gerçekleri çok iyi biliyor ve “Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fetihlerin akasından serserilik etmiş ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir. Bu böyle bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde aynen olagelmiştir.” (Aktaran, Cemal Kutay,Türkçe İbadet, s;154) diyerek, Anadolu’nun bir Türk vatanı olabilmesi için, toprağı işleyerek onu gerçek bir vatana dönüştürmesi gerektiğini belirtiyor. Atatürk’ün“ulusal egemenlik” vurgusunun mesajı da tas tamam burada yatar. Bunu “Osmanoğulları, zorla Türk Ulusunun egemenliğine el koymuşlardır. Bu yolsuzluklarını altı yüz yıldan beri sürdürmüşlerdi. Şimdi de Türk Ulusu bu saldırganlara, artık yeter diyerek ve bunlara karşı ayaklanarak egemenliğini eline almış bulunmaktadır.” (Nutuk.II, s:475) diyerek açıkça ifade etmiştir.

Cumhuriyetin kuruluş palının, Osmanlının tam karşıtı bir yörüngeye oturması, üreten ve üretimiyle yaşayan bir toplum modeli oluşturması da buradan geliyor. Burada, bilimle uzak yakın bir ilişkisi olmayan abartmalarla da olsa yeni bir tarih tezi yazma gereği “anlam” kazanıyor. Bu da askeri güvenlik kaygıları gibi, Atatürk’ün genel kaygılarından biridir; ulusal vatan haline getirmek istediği topraklarda, o toprakları tarihte yaşama ilk kez açmış olan ulusların hala yaşıyor olması, cumhuriyet döneminde tanık olunan bilim dışı tespitlere ve abartmalara yol açıyordu. Atatürk, kendi ulusuna hizmetteki başarısı, zaman zaman başka ulusların mağduriyetine yol açsa da, o tarihi kesitin ilişki ve çelişkileri arasında özgün bir anlam kazanıyor.

Buradan hareketle Fransa’nın 20 yıllık işgaline karşı dava açanların, hak ve hukuk açısından tutarlılıkları, tarihi gerçekleri doğru bilmek ve hazmedilmiş doğru tarih bilgisiyle olaylara yaklaşmaları, her türlü işgale karşı aynı duyarlılıkta olmalarını gerekli kılar. Bu insan olarak kendi açılarından olduğu kadar milletlerinin onuru açısından da çok önemli bir tutumdur. Yoksa başka milletin işgaline tu kaka derken, kendi milletinin işgaline paye biçme durumuna düşülür ki, bunun adı şovenizmdir. Şovenizmin, uluslarının onurunu koruduğu, tarihin hiçbir evresinde görülmemiştir.

Yarın bir gün, Hataylı Arap vatandaşlarımız kendi etnik ve kültürel hakları için, tarihte uğradıkları haksızlık için, “bizi anavatanımızdan koparmakla kalmadınız, ulusumuza ait tüm değerlerden uzaklaştırıp, tarihin en büyük dil katliamını da yaparak ezdiniz, şikayetimiz var” derlerse ne olacak. İnsan hakları mahkemesine, bireysel baş vuru hakkını kullanmak üzere de, yüz binler akın edince ne tutum takınılacak, işte hak ve hukuk tutarlılığı da orada görülecektir. Beyler siz başlatıyorsunuz, müsaade edin gerçek mazlumlar da haklarını çağdaş araç, olanak ve kurumlarla arasınlar.


Demokrasi mücadelesinde
Hatay davasının yeri





Bu satırların yazarı, Demokrasi, insan hakları ve hukuk mücadelesi başlığı altında toplanabilecek 35 yıllık mücadele sürecinde, ilkelerinden ödün vermeden, etnik milliyetçilik ve bölücülüğe taviz vermeden, ancak zamanın ilerleme ve değişimine paralel olarak, mücadele araç tercihlerinde değişimler geçirerek geldiği bu günde, Hatay davasının Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde önemli bir yer alacağı ve rol oynayacağı kanısındadır. Bu kanı, Anadolu toprakları üzerinde, ortak yaşam süreci içine hasbelkader girmiş, tüm etnik toplulukların barış ve kardeşliğinin, tarihi bir zorunlulukta kesişen çıkar birliği içinde olmalarından kaynaklanmaktadır.

Anadolu, yaşama ait tüm olanaklarıyla verimli bir coğrafyadır. Bu yüzden, fetih yoluyla gelenler de, onu ilk kez yaşama açarak gerçek bir vatan haline dönüştürenler de, her türden tarihsel acılara katlanmalarına karşın Anadolu’yu terk etmemiş, kök salmıştır. Her bir etnik topluluk için yeterli oranda bir vatan olan bu coğrafyada, demokratik bir cumhuriyet etrafında, adil bir paylaşımla, demokrasi, insan hakları ve hukuk kurallarıyla düzenlenmiş toplum sözleşmesiyle, barış içinde, binlerce yıl daha ortak yaşama şansını kullanılabilir.

Bunun için, öncelikle, tarihe karşı cesur bir davranış sergilemek gerekiyor. Tarihimizle yüzleşerek, hatalarımızın aşılması için cesur bir siyasal adım atmak gerekiyor. Bu adım ortak yaşamın güvencesi olacaktır. İlkel milliyetçilik sonuçta bölücülüğe götürdüğü tarihin tüm örneklerinden anlaşılmaktadır. Ülkemizin en önemli sorunlarından biri de budur. 40 asırlık Türk yurdu algılayışıyla, böylesi bir adım atılamaz. Üzerinde yaşadığımız toprakların tarihte ilk kez yaşama açanların hala üzerinde yaşadıkları ve hak talebinde bulunmaya devam ettikleri bir koşulda, tek ulusçu ilkel milliyetçilik, yalnızca bölücülüğe neden olur. Bu topraklar birimizin değil hepimizindir ilkesini bilince çıkartmadıkça, bunun için her etnik toplumun aydınlarından başlayan bir öncü girişimle bu süreç yükselmedikçe, Anadolu’nun halklar barışını sağlamak mümkün değildir.

Emniyet güçleriyle, ordu ve silahlarla susturulmuş insanların görüntüsü toplumsal barış değildir. Bu nokta anlaşılmadığı için, Kürt ulusal hareketi özgürlükleri için mücadeleyi tırmandırmak zorunda kalmış, acılar çekilmiş yıkım ölüm olmuştur. Ama bunun sonucu, ülkemizde demokrasi ve özgürlükler daha derinlemesine tartışılır ve kimi olumlu sonuçlar alabilme durumuna gelmiştir. Avrupa topluluğunun baskıları da bu gerçekler altında artan bir olumlu sonuç yaratmaya yönelebilmiştir. Yirmi yıldır Kürt sorunu ülkemizin demokratik gelişiminde önemli bir rol oynamıştır. Bu rolün barış ortamında çok daha verimli olacağı da kesindir. Statükoda ısrar edenlerin ne tür yıkımlara yol açtıkları artık yeterince belirgin olmuştur. Yüz milyarlarca dolarlık servetin yıkımı ve on binlerce vatandaşın ölümü. Bunun tek sorumlusu egemen olan anlayıştır. Hak talebinde bulunanların gelip kıstırıldıkları yerde gösterdiği tepkinin sonuçlarından sorumlu tutulması adil değildir. Hatalı olan yalnızca devlettir ve onun içindeki siyasal aptallardan oluşmuş derin devlettir, tetikçileri değil.

Bu açıdan ülkemiz halklarının demokrasi ve özgürlük mücadelesinde Kürt halkına ve siyasal mücadelesine borcu büyüktür. Bu denenmiş tarihi yolun güvenceleriyle denilebilir ki, Anadolu’nun tüm etnik toplumsal dokuları, Kürtlerin vermeye zorlandıkları acılarla dolu mücadeleye zorlanmadan, ülkemizin demokrasi ve özgürlük mücadelesine etkin katılımını sağlayacak yolları bulmak ve siyasal mücadelenin temel eklemlerinden biri haline getirmek gerekmektedir. Zira sesini çıkardı diye Kürtlere hak tanımak “dağlı Kürt” olmaktan çıkarıp “Kürt realitesi”ne yükseltmek ve “ağlamayan çocuğa mama verilmez” diyerek, geride kalan her türden etnik yapıyı tanımaktan kaçınmak, eskinin tekrarını yenilemektir. Bu ise, hak talebini zora, silahlı mücadeleye, kıran karına bir ölüme endekslemek demektir. Anadolu’nun uygar etnik toplulukları bunu istemiyor ve bunun dışındaki yollarla ortak olacak bir vatana demokrasi ve özgürlük katkısı yapmak istiyor.

60-70’li yıllar Türk halkının önde yürüttüğü bir demokrasi mücadelesini, 80-90’lı yıllarda Kürt halkının öne geçen mücadelesiyle derinleştirmiştir. 2000’li yıllar, zoru zorlamadan, zora kimseyi mecbur edecek sıkıştırmalara yönelmeden tüm Anadolu etnik topluluklarının özgür katkılarını sağlayacak bir demokrasi, insan hakları ve hukuk kazanımlarına katkı yapmalarına olanak sağlamak gerekmektedir. Bu mayanda Kürt kardeşlerimizin üzerinde de önemli sorumluluklar bulmaktadır. Bunların başında, Ortak ülkemizde Kürt sorunu dışında ulusal sorunların olduğuna dikkat etmeleri ve demokrasi mücadelesinin sonuçlarından milliyetçi tekelci bir kazanıma prim vermemeleridir. Bu satırların yazarı, kendi deneylerinden yola çıkarak, bu açıdan hiçbir kaygı taşımadığını belirtir.

Hatay davasının burada, önemle üzerinde durulacak bir anlamı vardır. Bunun başlangıcı Fransızları işgallerinden dolayı mahkemeye vermekten önce, Hatay’ın Arap etnik toplumsal dokusuna karşı yarım asırdan fazla zamandır sürdürülen yasakların tarih karşısından cesurca mahkum edilmesini sağlayacak demokratik ve özgürlük atılımlarını yapmak ya da bunun için mücadele etmek gerekmektedir. Bu sağlanırsa mahkemelere iltica etmenin de belki bir anlamı kalmayacaktır ya da mahkeme gerekiyorsa gerçek suçlular topluca sanık sandalyesine oturtulacak ve bundan dolayı kimse milli bir onur kırılmasına uğradığını hissetmeyecektir. Bunun için tarafsız, bir tarih bilinci ve yüksek bir insanlık erdemi taşımak gerekmektedir; Kürtlere Kürt demek için kaç kuşak acı çektik, zindanlar yattık, vatandaşlıktan atılıp göçe zorlandık, gurbette öldük. Bunu bilen acılarını da çekenlerdir, ancak acı çekmenin bir erdem olmadığını her defasında yeniden gördük. Bu yüzden aynı acıları bir kez daha çekmek zorunda bırakılmamalıyız. Her kesim diğerinin bir ayrı varlık olduğu bilinciyle, hak ve hukuk kapsamına giren değerlerini teslim etmekte zorluk çıkarmamayı öğrenmelidir.

Hatay sorununun tartışıldığı 1930’lu yıllarda bu soruna bir isim verme sıkıntısı çekilmiştir. Sonuçta gerçeğe çok yaklaşan bir isimle “Ayrı varlık” denilmiştir. Evet Hatay bir ayrı varlıktır, özeldir ve kendine has özelliğiyle, ülkemiz demokrasi ve özgürlüğüne katacağı inanılmaz ölçekte potansiyelleri vardır. Bu potansiyellere girmeden önce, ülkemiz değer yargıları arasına her ayrı varlığın yaşama ve özgürlüğünün sınırlarına saygı duymanın benimsenmesi gereğine vurgu yapmamız gerekir. Demokrasinin temel ölçütü de budur. Kürtler de ayrı varlıktır ve onları kabul ettikçe, tanıyıp haklarını teslim ettikçe onlarla birlikte hepimiz kazanmaktayız, ülkemizin taşı, toprağı da kazanmaktadır. Ülkemizde daha nice ayrı varlıklar vardır ki, üstü zorun zulmüyle örtülmüş ülkemizin değer yitirmesine neden olunmuştur. Bu tıpkı, turizmde Antalya’nın değeriyle yetinmek ile bu değere yeni değerleri katmak için ülkemizin ayrı turizm varlıklarını gün yüzene çıkartmak arasındaki fark gibidir. Ülkemiz siyasal gelişimine katkı yapacak tüm ayrı varlıkların yaşama hakkını tanımadan, her açıdan zenginliğimizi artırmanın mümkünü yoktur. Bilişim çağının küreselleşme değerleri, ayrı varlıkların özgürlüğü ölçüsünde toplumsal bir yarar haline dönüşmektedir. Hiç kimse başkasına ait değerlerin üstünü örterek, kendine aitmiş gibi göstererek bir yere varamıyor. Kendin gibi olma, olduğun gibi görülme esprisidir bu. Cumhuriyeti kuran akıllı lider Atatürk’ün kuruluş palının Osmanlıdan nitelikçe ayrıldığı yer burasıdır. Her ne neden ve yolla gelinmişse de, üzerinde yaşanılan toprağı gerçek bir vatana dönüştürmek için, onu bir üretim alanı haline dönüştürmekten geçer. Yani ayrı varlık olarak yaşamayı bilmek demektir. Çağdaşlığın da yolu budur. Bu ilke her alan, ülke ve toplumsal örgüler için de geçerlidir. Bu yüzden Türk’ün ayrı varlık olması kadar, Kürdün de ayrı varlık olarak tanınması ve değerlerini kendi orijinalitesiyle birlikte ortaya koyama özgürlüğünü sağlamak gereklidir. Bu Hatay davası içinde aynıyla geçerlidir. Hatay davası ayrı varlığın davasıdır ve bunun tanınıp değerlerinin ortak değerlerimize katılması davasıdır. “Arkadaş, ben Ayrı varlığım beni tanı, bana saygı duy, kendine layık gördüğün haklara benim de sahip olma hakım olduğunu unutma”, diyecek Hatay’lıya bu özgürlüğü tanımakla yükümlüyüz.

Hatay ayrı varlığının değeri, tarihinden, sosyal ve kültürel doğasından ve coğrafi konumundan ileri gelir. MÖ 3000 yıllarına kadar uzanan bir derinliği ifade eder bu tarih. Hititlerden başlayan ve ardılları boyunca, Persler (MÖ.600), Makedonlar (MÖ.333), Helenler(Yunan) (MÖ. 323), Romalılar (MÖ. 27), Bizanslar (395), Sasaniler (538) ve Arap İslam (638 sonrası), uygarlıklarına merkez teşkil eden bir yerleşim alanıdır.

Antakya kuruluşundan itibaren bölgenin önemli bir merkezidir. Bir başkenttir. Büyük İskender’in generali Seleukos tarafından MÖ. 323’te, kuruluşundan itibaren, Roma, İskenderiye ve Atina’dan sonra dünyanın en büyük kentidir. Roma ve Yunan ilahlarının oluşturduğu inanç kültürü, farklı sıfat ve icra ile bu güne kadar kesintisiz süren değerleri yanı sıra, üç semavi dinin ve bir dizi mezhebin bir arada barış içinde yaşama uygarlığı gösterdiği bir alandır. Tarih boyunca bölgeye gelen her uygarlık ilk adımda Antakya’da kendini toplum huzuruna sunma gereği duymuştur. Hıristiyanlık bu topraklarda tüm milletler için bir din olarak başlar. İncil’de bu vakıa “ Pavlus ve Barnabas, Cesaretle söyleyip dediler: Allah’ın sözleri önce size söylemek gerekti. Mademki siz onu kendinizden atıyorsunuz ve ebedi hayata layık olmadığınıza sız hükmediyorsunuz, işte, biz de milletlere dönüyoruz.” (Resullerin İşleri 13/44) denilerek belirtilir. Milletlere Antakya’da gidiliyor, Yahudileri Musa şeriatına dönmeye çağıran Hz. İsa’nın öğretileri işte tam bu sözlerle, Pavlus ve Barnabas’ın çağrısıyla tüm milletler ve insanlık için bir din haline gelir. Hıristiyanlık tarihinin ilk kilisesi bu nedenle Antakya’da kuruldu, ilk Patriği adına Saint Pierre Kilisesi adını aldı. “Hıristiyan” adı da ilk olarak Antakya’da kullanıldı.

Antakya, tarihinden gelen etkin kültür dokusu, Hıristiyan dini mezhepsel ayrımlarında da kendine özgün tercihleriyle belirgin roller oynamıştır. İznik Konisli (381), Efes Konsili (449) kararları gereğince ilan edilen İsa peygamberin tanrı olduğu, Allah ile aynı cevherde bulunduğu (monophysiste) doktrinine karşı, İsa peygamberin insan tabiatının, tanrı tabiatından bağımsız olduğu tezini savunmuş, bununla İstanbul patriği Nestorius’u etkilediği ve bu akılcı bakışın, Roma’dan, Bizans’a kadar etkin bir çevre edindiği ve sonuçta, 600 piskoposun katılımıyla 8 Ekim 451’de bağlanan Kadıköy konsili kararlarıyla Hıristiyan aleminde etkin bir yer edinmiştir.

Bizans imparatorluğunun en görkemli dönemi sayılan Justinianus (527-565) döneminde,ilk kuruluşundan sonraki en önemli merkez olmaya yeniden inşasıyla bir kez daha hak kazanmıştır. O günün tarihi hakkında bizlere bir çok bilgiyi aktaran Procope’nin Binalar adlı kitabında “ Justinianus harabeleri kaldırttı ve alan temizlenince, onu büyük taşlarla kaldırım yaptı. Sonra meydanların, sokakların sütunlu galerilerin yerlerini tespit etti; kemerler yaptırarak suyu mahallelere dağıttı; bir şehrin bereketinin ve halkının mutluluğunun en olağan işaretleri sayılan tiyatroları, hamamları ve diğer süsleme kuruluşlarını vücuda getirdi... Böylece Antakya’yı, herhangi zaman sahip olduğundan daha fazla bir ihtişamla yeniden inşa etti. Meryem Ana şerefine de bir kilise bina etti ki,ne büyüklüğünü ne de güzelliğini sözlerimle anlatamam...” (Aktaran, Anguste Bailly, Bizans İmparatorluğu Tarihi s:62) Aynı dönem, günümüze kadar sürecek olan Antakya ve havalisinin ipek böcekçiliği ve ipek üretimi, Çin ve uzak doğu üretimlerine karşı bir alternatif olarak geliştirilmiştir. Kültür ve zanaat merkezi olarak Antakya, Roma’dan, Bizans’a tarihin en önemli birkaç metropolünden biri olarak, kelimenin taşıdığı geniş anlamdaki tüm rolleri hakkıyla oynamıştır. Buna, bu gün kullanmakta olduğumuz Gregoryen takvimine yakın, “Antakya Takvimi” adıyla bir takvim geliştirmiş olduğunu da eklemeliyiz.

Antakya Bizans imparatorlarına, Kostantinapolis’ten (İstanbul) sonra taç giydire bilen bir merkezdi. Bizans imparatoru Herakleios I, Persleri yendiği zaman (630), onlara ait olan “Şahin-şah”, Şahların Şahı (bkz. Arif Etik, “Farsça-Türkçe Lügat”, Atilla Ofset Basımevi 1968) büyük kral anlamına gelen bu kavramına, yunanca bulunan karşılığı Basileus unvanını almıştır. Bu unvan sonraki Bizans imparatorları için kullanılır olmuştur. 25 aralık 820’de, Antakya’da Frigyalı Mihail bu unvanla basileus ilan edilmiştir. Frigyalı Mihail, ikonaklasm taraftarı bir imparatordu (ikona tapınmacılarına karşı olan, bu günkü anlamına en yakını “laik” olan diyebileceğimiz, kilise ve keşişlerin doğmalarına karşı savaşan, ikonaları kırarak onlara tapınmasını, puta taparlık olarak görülen, tanrıyı ikonalarla eşitleyip tapınmayı yasaklayan bir akımdır ki, Bizans tarihinde imparatorlarla kilise arasındaki çatışmanın en belirgin özelliğini yansıtır). Bu da Antakya’nın, Monofizizme (Hz. İsa’yı, tanrıyla aynı cevherden sayan, kilise keşişlerinin ısrarla tutundukları ve bir iktidar aracı haline getirmeye çalıştıkları öğreti, ikonalara tanrısal önem verip onlara tapınamaya kadar uzanan bir öğreti) karşı geliştirdiği akılcı, “laik” tutumun bir öğreti olarak 400’lü yılların başından itibaren gelişip kökleşmesinin, bu şehre kazandırdığı konumu anlatması açısından önemlidir. Bu güne dek hala, bir çok Hıristiyan mezhep (Süryani, Maruni, Rum, vd.) Antakya Patriyarkı olarak kendini tanımlayan dini otoriteye bağlı olarak ibadetini yerine getirir.

Haçlı seferlerinin hedefi ve merkezlerinden biri de Antakya’dır. 14 Temmuz 1099’da, Hz. İsa’nın kıyam gününe denk gelen o günde, Kudüs’ün fethiyle birlikte, 200 yıl sürecek bir prenslik haline gelmiştir. O gün bu gündür, 14 temmuzu, Aştar’ın kocası bereket tanrısı Temmuz adına, kutlamaya devam etmektedir. 14 Temmuz’un daha bir çok kutsal değerlere atfen anılmasının taşıdığı anlam, bu topraklardaki kültür devamlılığı açısından önem taşır. Devamlılık gerçekte, bu toprakları tarihte ilk kez yaşama açan halkın devamlılığıdır. Dinler ve inanışlar ardı ardına gelip gidiyor, ilerliyor değişiyor, en eski tanrı yeni adlar altında, farklı şekillerde kutsallığını koruyarak yaşıyor, bu süreklilik ve kararlılık, medeniyete dayalı, yerleşik bir halkın varlığına en kesin kanıttır. Sosyoloji bilimi açısından durum budur.

O dönemin bu sürecinde önemli bir ayrıntı da, Antakya prensliğinin, Bizans için “Batıyı sınırlarına yerleştiren” bir Latin adımı olarak görülmesidir. Roma mirası üzerine, Bizans mirasını da içselleştiren Antakya, bin yıl önceki Batı–Doğu sınır hattını teşkil etmesi ve o günün önemli bir sorunu haline gelmesi taşıdığı anlam, bu kentin kültür ve siyasal derinliklerinde hangi değerlerin bulunduğunu anlatır niteliktedir. Bu gün için bun değerlendirmek, sanki tarihin bir tekerrürüne tanık olmak gibidir; Avrupa birliğine katılmış bir Türkiye için Antakya yeniden Batı ile Doğu’nun sınırı rolünü üstlenmesi demektir. Antakya, tarihinde bu tür aşamaları hazmetmiş olmanın rahatlığıyla bu rolü hakkıyla oynayabilecek yegane kenttir demek yanlış olmayacaktır. Bu zemin üzerinde Antakya kadınlarının hakkını vermek gerekecek; Bizans imparatoriçesi Antakyalı Mari’den (1180-1185), Hanım Ağa kültürünün merkezi ve beşiği, Türkiye’nin ilk “kadınlar Kulübü”nü kurma onuru da, bu kentin hanımlarının bilincinde ve eyleminde tesadüf olarak ortaya çıkmadığını teslim etmek gerek.

Hatay halkı böylesine köklü ve medenileşmiş bir halk olarak, tüm inanç türleri ve uygarlık uzantılarını, kardeşlerin farklılıklarından ortaya çıkan bir zenginlik olarak, bu nedenle hazmedebilmektedir. Ayrı varlıkların toplamı olabilmektir bu.

İslam uygarlığı dönemi açısından Antakya önemli bir merkez olmayı sürdürmüştür. Yunan felsefesi akılcılığı ile İslam’ın önemli bir sentezini yapan, bu günün çağdaş kavramlarıyla laik bir İslam anlayışının, bir mezhep boyutunda şekillenmesine yol açan ilim adamları yetiştirmiştir. Arap Aleviliği, böylesi bir tarih ve kültür birikiminin üzerinde şekillendirmiştir. Bu yerli halkın, fütuhatla gelen yeni kültür tarafından hazmedilmek yerine, onu hazmetme şeklinde bir duruşu ifade eder. Antakya halkı bunu tarihin derinliklerinde yatan dev mirasıyla başarmıştır. İslam’ın, onlarca risale ile kendini biçimlendiren bu yeni algılanış şekli, gerçekte tarihin kültür mirası üzerinde Suriye sahil şeridinde yaşayan yerli halkın kültür devamlılığına, köklü şehirli yapısına ve yeni uygarlığı hazmedebilme ve ona katkı yapabilme gücüne önemli bir işarettir. Bu, o gün itibariyle yapılabilecek önemli bir direnişin de ifadesidir. O direniş aynı dinamikle devam etmesi ise kararlılığını göstermesi açısından olduğu kadar, bir halkın geliştirdiği yeni kültürel yaklaşımın ne ölçüde sağlam temellere oturduğunun da bir göstergesidir. Bin yıllık bir sürecin tüm baskı zulüm ve kıyımına karşın, bu güne kadar, dimdik gelebilmiş olmasının anlamı da budur.

Hatay’ın bu özellikleri coğrafyasıyla da yakından ilgilidir. Bir köprüdür Hatay. Batıyı doğuya bağlayan. Kuzeyi güneye kavuşturan. Batıdan doğuyu uzanan ipek yolunun karadaki ilk adımı Antakya’da atılır. Kuzeyden güneye uzanan, fetih yolları, inanç yolları, hac yolları Antakya’dan geçer. Her adım bu topraklara ayrı bir zenginlik katmıştır. Ayrı varlığına yeni bir farklılık ve ayrıntıyla güç vermiştir. Bu süreçler, büyük acı ve alt üst oluşları bağrında taşısa da, tarihin bu tür zenginliklerinin başka yollarla oluşmadığı bilinciyle bu toprakların halkları tarafından kolayca hazmedilmiştir. Bu yüzden bu toprağın insanı, uygar bir genişlik içinde farklılıkları kabullenir, aşırılıklara geçit vermez, özgürlüğü yaşamın temel unsuru sayar. Tarihi deneyleriyle, farklılıkların bir arada yaşamasının tek yolunun özgürlük olduğunu bilince çıkartmıştır. Hatay halkının bu tarihi birikimlerinin ülkemiz demokrasi ve özgürlük mücadelesine ayrı varlık olarak katacağı değerlerin az olmayacağı açıktır.

Hatay halkının bu mücadele için küçümsenmeyecek birikimleri olduğunu da belirtmeliyiz. 60 yıllardan itibaren yükselen demokrasi mücadelesinde ön saflarda yer alma çabası gösteren Hataylı aydınlar, bu dönemin birikimlerini 70’li yıllarda farksı demokrasi mücadelesi veren örgüt çatısı altında onlarca kadrosuyla yerini alarak göstermiştir. Öyle ki, Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi (Acilciler) örgütünde kendi ayrı varlıklarını daha iyi ifade edebilme olanağı bulanlar, bu örgütün en etkin ve en üst mevkilerinde ülkelerinin demokrasi mücadelesine atılmışlardır. Yüzlerce tutuklu, mahkum, yurtdışı sürgünlerine maruz kalmış kadrolarıyla bu güne kadar bu mücadelenin ayrılmaz bir parçası olarak, birikimlerinin değerleriyle haklı bir alan kapsamaktadırlar. Bu gün, bu kadroların Hatay davasını bölücülüğe ve ilkel milliyetçiliğe taviz vermeden, toplumsal barış ilkeleriyle uyumlu mücadele araçlarıyla mücadeleyi yükseltme avantajına en çok sahip kadrolar olarak, ülkemizde demokrasi mücadelesi verenlerle birlikte deney ve birikimlerini paylaşma duyarlılığı göstermektedirler. Ülkemizin demokrasi, insan hakları ve hukuk mücadelesinde, böylesine kendine özgü ve ayrı varlık olmanın avantajlarını taşıyan bir gücün katacağı önemli bir zenginlik olacağı açıktır.

Tarihsel dengeleri içinde gelişmiş çok sesli toplum, tıpkı çok sesli müzik gibidir. Her enstrümanın kendine ait sesiyle oluşan senfoniler, büyük bir şölenin ortak bir tabloda yaşam bulmasını sağlarlar. Mozaik gibidir. Toplumlar bu renk bolluğu içinde baharı daha iyi tanımlarlar. Ülkemizde, birbirleri kadar değerli başka milletlerinde olması ve her birinin özgür ve uyumlu bir tarzda bir ifade tarzı olarak kendini ortaya koymasının ülkemiz birliğine katacağı inanılmaz zenginlik, küreselleşen dünyamızda etkin olma fırsatı için de büyük bir şans olarak görülmelidir. Tek sesli olmak, tarihin bu kesiti içinde, teklemek, düşüp kırılmak demektir. Bölücülüğün mayası da, tek sesli olma zorlamalarında yatmaktadır. Bunu aşmak için Hatay Arap halkının katacağı çok önemli değerleri bulunuyor.

Son olarak, taşranın kaderi gibi görülen, çok ciddi bir olumsuzluğun, metropol şehirler dışında yükselen demokrasi mücadelesini örtülmesi, etkisiz gibi algılanması sorununa dikkat çekmek gerekir. Bu sorun uzun yıllar ülkemiz demokrasi mücadelesinin gelişimini boğan bir rol oynadı. Bu gün bile medyanın bir metropol şehir medyası olmaya devam etmesi aynı tehlikeyi çağrıştırır gibidir. Ancak bu olumsuzluk, Kürt halkının yükselttiği özgürlük ve demokrasi mücadeleyle etkin bir şekilde kırıldığından söz etmek yanlış olmayacaktır. Kürt halkı ülkemizdeki demokrasi mücadelesinin içeriğine olduğu kadar, coğrafyasına da büyük bir genişlik kattı. Bu genişliğe Hatay Arap halkının katacağı daha da çok unsur olacaktır.

Hatay davası bu açıdan değerlendirilmeli, ülkemizde Kürtlerin yaşamaya zorlandığı deneylerden geçirilmeye zorlanmamalıdır. Her kesin kazandığı bir süreçte, her kesin bir birini hazmetmesi gerek. Bu ülke, birimiz değil, hepimizin olduğuna birbirimizi ikna etmeliyiz.

Hiç yorum yok: