Sınırları insan erdemleriyle belirlenmiş, ne sınıfsal ne de etnik nedenlere mahkum olmamış doğrularımızla özgürlük ve demokrasi mücadelesini sürdüreceğiz...

BURADAYIZ İŞTE...

OKURLARIMIN DİKKATİNE. BLOGUMDA TEKNİK BİR ARIZA YA DA BİR SALDIRI GERÇEKLEŞMİŞTİ.. ŞİMDİ HER ŞEY YOLUNDA...EMEKLERİMİZ BURADA... SAĞLICAKLA KALINIZ...

PARALEL BİR BLOG DA DEVAM EDİYOR...

Yeni blogun adresi: http://mirural.blogspot.com/

ŞU AN İZLEMEKTE OLDUĞUNUZ BLOG ADRESİ İLE YENİ BLOG ADRESİ BİRBİRİNE ÇOK YAKINDIR. İLGİNİZE TEŞEKKÜRLER.

MİHRAC URAL

...

...

...

...

TÜRK MODERNLEŞMESİ JAKOBENİZM VE BONAPARTİZM

Yener Orkunoğlu

Türkiye'de modernleşme hareketinin tarihini ve modernleşmenin toplum üzerinde yarattığı etkileri incelemek ve aynı zamanda modernleşme konusunda liberal entelektüellerin yarattığı yanılsamaları açığa çıkarmak zorundayız.
Liberal entelektüellerin çarpıttığı bir konu var. Siyasal İslam'ın yörüngesine girmiş bir çok entelektüel, Türkiye'deki Kemalistleri Jakoben olmakla suçlarlar. Yani Jakobenizm, darbeci ve anti-demokrat olmakla özdeşleştirilir. Böylesi bir değerlendirme, Jakobenizmin çarpıtılmasıdır. Kemalizm'i, Jakobenizm olarak değerlendirmek, Jakobenizme karşı bir haksızlıktır. Çünkü Jakobenizm, Fransız Devrimi döneminde küçük burjuvazinin (baldırı çıplakların) radikal bir devrimci hareketi olarak doğdu. Fransız Devrim hareketinin sol kanadını oluşturur.
((Devamı orta sol sutunda))

..

..

Mihrac Ural

Mihrac Ural

Yeniden felsefe okumak


Cumhuriyetin Doğuya sırtını dönmesinin mahkumu idik. Alfabe kırılmasının sonucu da, okuma adına nemiz var nemiz yok, arşivlerin küfüne terk edildi. Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle zaten olmayan okumalara, sıçramalardan oluşan, dengesiz ve sonuçta eksiklikten kaynaklanan bir topallamaya düştük. Bu da, ülkemiz felsefe bilincinin derinlik ve bütünlüğünü oluşturacak zincir halkalarının kopuk olmasını getirmiştir.
Yunan felsefesi akılcılığının Aristo’yla temsil edilen sunumunu, İslami bir yorum ve ilerleyişle ele alan Farabi’de ifadesini bulan akılcılığa karşı, “ Tahafüt el Felasife” diyerek, dünya ve ahiret işinde akıla yer bırakmayan Gazali’nin, bu güne kadar süren tutuculuğundan yana saf belirlemiştir. Gazalinin, “filozoflar”ın aklın hareketinden yana dünyevi olayları yorumlayan yaklaşımlarına karşı yaptığı eleştirilere, aklın bir militanı İbni Rüşt’ün ünlü cevabı olan “Tahafüt el Tahafüt” ü tanımazlıktan gelmiştir. Böylece sağ, Yunan ve batı felsefe okumaları eksiğiyle iki ayağı topal hale gelmiştir. Dayandığı felsefi okumaların karşıtlarını da bilmemekle, sığ kalmıştır.((Devamı sol ana sutunda))

****

****

24 Nisan soykırımı hepimizi katletmişti...

Mihrac Ural

Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi –soykırımı- hepimizi katletmişti. Tam 93 yıldır sürmekte olan zorunlu sürgün ile insanlık sucunda İttihat –Terakki’nin ‘SOYKIRIM’ imzası vardır.

Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır.

Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur.

“Resmi tarih” diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.**19. yy sonlarından başlayarak, Katolik ve Gregoryan (Ortodoks) diyerek birbirlerine kırdırılan, tenkil ve sürgünlerle, mal mülklerine el konularak baskı altında tutulan Ermenilere yönelik soy kırımı, I Dünya savaşının, malum bol bahaneleri altında girişilmiştir (24 Nisan 1915).

Savaş sırasında, önce Ermeni gençlerinin Askere alınarak silahsız bırakılması ve ardından toplu tasfiyelerin yapılması, geride kalan Ermeni halkının Tenkil ve sürgünlerine geçilmesi. Bu konuda talimatların dakik bir biçimde, en yetkili resmi merciler tarafından istenip, izlenmesi. O dönemin Sadrazamı (Başbakanı) Talat Paşa’nın, başından itibaren olayları, dikkatlice takibi, emirler vermesi, istatistik tutması (iskan edecekleri yerde dahi nüfusa göre oranlarının %5 geçmeyecek düzeyde tutulmaları talimatları da dahil) ve bunun en ince ayrıntısına kadar yazılı özel notlarla tescili, Ermenilere reva görülen her şeyin, planlı bir tarzda icra edildiğini göstermeye yeterlidir (Ermeni tehciriyle ilgili Talat Paşa’nın tutanakları için bkz. Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi, 24 Nisan 2006’dan itibaren yayınlanan dizi) Bu, Ermenilere ilişkin, adına ne konulursa konulsun, yapılacak olanların önceden planlanmış eylemler olduğunu gösterir.

Bundan sonra, sonuçlara bakılarak, yapılanlara verilecek ad, tanımlamaya geçilir.*Böylesine planlı ve en ince ayrıntısına kadar takip edilmiş ve bir etnik topluluğa yönelen, sonuçta en iyimser tahminlerle, el yazması tutanaklardaki rakamlarla bir milyon (1000 000) üzerinde Ermenin ölümüne yol açan, kimi şehirlerde nüfusu yüz binlerden sıfıra indiren, çoluk çocuk on binlerce canın etnik yapısını değiştirmek için farklı etnik toplumlara dağıtan, topraklara el koyan, binalarını yıkan, her türden maddi ve canlı servetine el koyup katleden girişimlere, soy kırımından başka bir ad verilemeyeceği görülür.

Bu bir soykırımdır. (..)Osmanlıdan, cumhuriyete süre gelen bu aklın, daha uzun süre yürürlükte olma tehlikesi tüm çıplaklığıyla kendini göstermektedir. Tarihimizle cesurca yüzleşmeden bu aklı toplumsal işlevlerimizden ve geleceğe ilişkin yaşam planlarımızdan söküp atmak güç gibi duruyor.
((*)Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı –Mihrac Ural)

**
Sıranın kendisine gelmeyeceğini sananların dikkatine, bu vatanın birimize değil, hepimize ait olduğunu bir kez daha, bin kez daha yeniden birbirimize kanıtlamakla yükümlü olduğunuzu artık anlamak zorundasınız.

Bilmelisiniz ki, farklılıkları içselleştirmek, onlarla barış içinde yaşamayı fiilen gösterip, haklarını anayasal ve kurumsal güvencelerle kökleştirmek ertelenmez bir görev haline gelmiştir, bu yapılmadıkça bu vatanın hepimize ait olduğuna kimseyi inandıramazsınız.

Mümkünü, imkansız hale getirmeye devam ederseniz, sizi biz farklılar, ayrı varlıklar bile kurtaramaz. Bunun vebali, Hrant Dink’in katline yol açan akıl sistematiğinin kıyımına tek tek ve topluca maruz kalmaktır bilesiniz.
((*)Hrant Dink'in Katli ve Tarihi Gerçekler –Mihrac Ural)


Murat Altunöz’ün Beklenen Kitabı Kırılgan Zamanlar Çıktı…

2002 Ocak ayında başladığımız yolculuğumuza 7 yıldır devam ediyoruz. Karalama Dergisi, ülkenin koşullarına göre bazen inişler ve çıkışlar yaşamamıza rağmen her geçen gün dergimizle daha da büyüyoruz.

Karalama Dergisi olarak;
Şair Nevruz Uğur ve Halil İbrahim Yıldız’ın kitaplarından sonra Karalama’nın Kurucusu ve halen Editörü olan Murat Altunöz’ün Kırılgan Zamanlar adlı kitabını yayımladık.
Geçmiş zamanların, kırılmış, yalnız ve hüzünlü dizelerinde bulduk kendimizi,
Her dize de bir direniş, bir sürgün, bir ayrılık ve özlem var.
((Devamı sol alt sutünda))

...

...

Yerel Çeteleşmenin Boyutu...

Murat Altunöz /Gazeteci

Çeteleşme yıllar sonra Ergenekon operasyonuyla tekrar gündeme geldi. Eskiden bildiğimiz mafya sistemi çökmüş artık daha organize ve daha profesyonel bir hal alan almıştır.Bazı yazarlar, Emekli Polisler ve Emekli askerlerinde içinde bulunduğu yeni bir yapı ortaya çıktı.Aslında bu tür çeteleşmeler yıllardır hep ülkemizde vardır. Ama bu hafta benim bahsetmek istediğim yerel çetelerdir. malesef son yıllarda ciddi anlamda yerel çeteleşme ve Organize suçlarda bir çoğalma vardır. Zaten Hatay il Emniyet Müdürü Osman Çapalı'da bu konuya dikkat çekerek " Bireysel suçlar artık organize suçlara kaymıştır" demiştir.
((Devamı sol ana sutunda))


İNTERAKSİYON

Faiz Cebiroğlu
Her gelişim, karşılıklıdır. Her ileriye yönelik değişim, bir interaksiyondur. İnteraksiyon, karşılıklı etkileşim oluyor. İnsanlar, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek sosyal yönlerini geliştiriyorlar. Sosyal yönünü geliştiren insan, aldığı öğreti ve deneyimlerle bireysel yönünü ”işleyerek” yapılandırıyor. Yapılanma, ”özbilinç” ve ”özgüven” ile nitelik bir hal alıyor.

İnteraksiyon ya da karşılıklı etki, yaşadığımız toplumda, değişik yer ve ortamlarda farklı farklı oluyor. Dille başlayan diyaloğa; insanların bulunduğu yaşam tarzları, çalışma biçimleri ve kısacası sahip oldukları sınıfsal konumları da ekleniyor. Sosyal sınıf, gelişimde ”ana halka” oluyor. Sosyal sınıf, ileriye yönelik değişimin ”can alıcı noktasını” oluşturuyor.

(Devamı orta ana sütunda )
http://mirural.blogspot.com/

...

...

Yabancılaşmanın Dinamiği


Mihrac Ural

Yabancılaşma, insanlık ailesini birbirine yakınlaştıran, farklarını hızla öteleyen özel mülkiyeti ve olumsuz sonuçlarını bile köşeye sıkıştırma işlevi gören sonuçlarıyla, olumsuz değil çok olumlu bir role sahiptir. Tarihsel süreciyle derinleşip geliştikçe gerçekleşen yabancılaşma, insana çok daha cüretkâr olma, çok daha özgürce beyin labirentlerinde kurguladığı fantezileri yaşama ve bunu yaparken de dar anlamda aile, mahalle gibi klancı darlığın etkiler altında kalmayıp, geniş anlamda da ulusal sınırları aşıp belki başlangıcı sanal âlemin nimetleriyle, bilgi çağının iletişim olanaklarıyla bu tutku ve arzularının doruklarını zorlama şansını elde etmektedir.Yabancılaşma olmasaydı, emeğin sosyal etkilerinden bahsetmemiz mümkün olamazdı. Emek ne kadar sahibinden uzaklaşır, ne kadar sahibine belirgin olmaktan çıkarsa, o kadar evrensel ölçeklerde hizmet sunmaya başlamış demektir. Ve bir o kadar kültürel farklılıklarını hesaba katmadan ( renk, ırk, ulus, coğrafya, bölge farkı tanımadan) insan türüne ait hale gelmiş demektir.
((Devamı orta ana sol sütunda: ))
http://mirural.blogspot.com/

..

..

MİLLİ MARŞLAR

Ayşe Hür
1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı ‘Tre Trallade Jantor’dur. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkar ve ‘Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr….’diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası olayı "centilmen Türk seyircisinden jest" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi…
“Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur/Katibimin setresi uzun eteği çamur… diye başlayan ünlü türkünün bestesi 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’daki Selimiye Kışlası’nda kalan ‘eteklikli’ İskoç Alayı’na moral vermek için yazılmış ‘Donsuz askerler…’ diye başlayan bir asker şarkısıdır. II. Mahmut döneminde (1808-1826) modernleşme çabaları sırasında askerlere giydirilen setre ve pantolon mutaassıp çevreler tarafından ‘sokağa donla çıkmakla’ eşdeğer görülmüş, özellikle de ‘gavur mukallitliği’ denilen bu modernleşme hareketine çabuk uyum gösteren eli yüzü katipler halkın diline düşmüştür. Bir İstanbul külhanbeyi, bu katiplerle alay etmek için, Üsküdar yolu üzerinde olan Selimiye Kışlası’nda kalan İskoç askerleri için yazılan marşın müziğine Türkçe sözler yazar ve ünlü Katibim türküsü ortaya çıkar.
1974 Kıbrıs ‘Barış Harekatı'ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkumları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.

((devamı sol büyük sütunda))

4 Mart 2008 Salı

Yener ORkunoğlu ve Mihraç Ural; küreselleşme' üzerine sohbetler

Küresellesme
Yener Orkunoglu ve Mihrac Ural Tartışıyor...


Küreselleşme çağından bahsediyorsun. Güzel. Ama ben küreselleşmenin yeni doğmaıdğını, kapitalizmin bir dünya sistemi olarak ortaya çıktığından beri küresel bir sistem olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle küreselleşmenin EVRELERİNDEN bahsetmek gerekir.
Bana göre KÜRESELLEŞME 3. evresini yaşıyor. Yani küreselleşmeyi 3 veya 4 evreye ayırmayı öneriyorum.

1. Küreselleşme, merkantilist dönem
2. Küreselleşme, sanayleşme ve meta ihracını içeren dönem
3. Küreselleşme, sermaye ihracı sonrası dönem
4. Küreselleşme, iletişim teknolojisi sonucu ortaya çıkan dönem

Bu söylediklerim sadece bir öneri. Amacım küreselleşmeyi hem tarihsel hem de çeşit bakış açılarından ele alan bir tartışmayı yaratmaktır. Faydalı olursa iyi.

Bir de şunları diyorsun: ‘Arap İslam medeniyetinin açtığı yenileşme çağını sekteye uğratarak başlamış. Fetihçiler, bölgemize ne kültür açısından bir yeniliği, ne dil açısından ne de ekonomik atılım açısından bir perspektif geliştirememiş, bölge halklarını ortak bir değer etrafında toplayabilme kabiliyeti olabilecek bir yönelim sunamamıştır. Bunu anlamak için, bölgemizde 500 yıl hüküm süren Osmanlının dili dahil, her hangi bir etnik öğesi yada ekonomik sunusunun egemenlik altındaki hiçbir millet tarafından ortak bir değer olarak kabullenilmemesine bakmak yeterli olacaktır.’

‘Klasik Ulusçuluk ve Demokratik ulusçuluk’ yazımda, yeni ulus teorilerine dayanarak Osmanlı hakkında yeni bir şey söyledim. Yazı kültürü yaygınlaşmadığından ve ticaret-ve sanayinin gelişim düzeyi ortak bir kültürü ve dili dayatmadığından, Osmanlı, ortak bir dil ve kültür yaratmazdı. Osmanlının, hümanist olduğu ve diğer dillere ve kültürlere KARIŞMADIĞI görüşü, çöpe atılmıştır. Umarım yazımı okurken, bunu keşfetmişşsindir.

Şimdilik bu kadar
Selam ve sevgiler

Yener


Mihrac Ural’dan


Kapitalizmin küreselliği

Değerli Yener,

İletini aldım. Ellerine sağlık.


Kapitalizmin küresel bir sistem olarak belirlemene bazı ihtiyatlarla yakalaşacağım. Küreselleşmenin bir tarihsel evre olarak bu gün için ifade ettiği anlam ile, yüz yıllar gerisinden gelip Sanayi devrimi ile kendini pekiştiren ve dünya ölçeğinde yaygın olan kapitalist üretim arasındaki ayrımı doğru algılamak için, bir ayraç konması gerekir derim. Bir sistemin dünyanın her yerinde var olması, bu gün kullandığımız anlamda bir küreselleşme değildir. Bu yaygınlığın dünya ölçüsünde kendini göstermesi ile küreselleşme çok farklı şeylerdir. Zira köleciliği de, tüm dünyayı saran ve yakın zamana kadar etkinliği hissedilen bir sistem olması itibariyle, “küresel bir sistem” olarak tanımlamak mümkündür. Aynı şey, feodalizm içinde geçerlidir. Hem köleci çağda hem de feodal çağda, her tür ürün ve üretim bilenen sınırlarıyla o günkü dünyanın dört bir köşesinde pazarlanabiliyordu; Finike şarabı ve kil kapları tüm ak deniz havzasında satılıyordu, uzak doğu malları ipek yoluyla dünyanın her yerinde pazarlanıyordu. Buna bakınca eski çağdan beri bu tür ve düzlemde bir evrensellik ve de uygarlık yaygınlığı bulunuyordu. İlk posta teşkilatını ve üniversiteyi kuran Endülüs Arapları, dünyanın her tarafına öğrenci prens ve krallar ihraç ediyordu. Ancak bu gibi evrensel olması kaçınılmaz olan ilişkiler, konumuz olan yeni bir uygarlık ve mülkiyet-üretim ilişkisi anlamındaki küreselleşmeyi tanımlamaz

Kapitalizmin, belirlediğin ilk iki evresinde, hatta üçüncü evresinde de “Küreselleşme, sermaye ihracı sonrası dönem” diye tanımladığın kesitte de, ulus merkezlilik tüm ağırlığıyla olması yanı sıra dünya ölçeğinde yaygınlığı nispiydi; bu dönemde emperyalist sermaye ihracı aracılığıyla dünyanın her alanına bir ahtapot gibi uzanması ayrı, dünyanın büyük bir çoğunluğun hala feodal üretim ilişkilerinde yaşıyor olması, klasik sömürgeciliğin bile ayakta tutuna bilmesi, dünya ekonomisinin birbirine bu günüden çok daha geri bir şekilde ilintili olması vb. durumlar daha ayrıdır. Bu evrenin ne sermaye ihracı ne de teknoloji ihracı, küreselleşmeden kastedilen, dünya ekonomisinin birbiriyle organik bağlanışını göstermez, tanımlamaz. Özellikle II. dünya savaşı sonrası, dünyanın siyasi ve askeri kamplara bölünüşü ve farklı sosyal sistemlere ayrılışı dolaysıyla da, böyle bir şeyden bahsedilemez. Benim algılayışımda, kolektif insan akıl ürünü bilimsel, teknik devrim ve bilgi çağının verileriyle oluşacak ve dünyayı tek bir ekonomiye bağlı hala getirerek yeni bir sosyal sistem ve bu anlamda yeni bir uygarlığı yaratacak olan küreselleşme, kapitalizmin her türünden nitelikçe farklıdır. Tarihin gelişmeleri ve bu güne kadar belirmekte olan ilerlemeler böylesi bir yeni uygarlığın ilk adımlarına işaret etmektedir. Bu da Kapitalizmin hiçbir evresine tekabül etmez. I ve II. Dünya savaşlarının dile getirdiği gerçekler de bunu anlatır.

Bu noktada, dördüncü evre diye tanımladığın “iletişim teknolojisi sonucu ortaya çıkan dönem”in her verisini, bence kapitalizme mal etmemek gerek. Bu evrede yeni doğan ama henüz güçlü olmayan, yeni mülkiyet ve üretim ilişki nüvesini, yeni bir uygarlığın belirtilerinin kapitalizm içindeki hali olarak algılanmalıdır derim. Eskiyen kapitalizmin hala egemen olduğu ancak onun içinden doğan ve daha uzun bir süre at başı yürüyecek olan ve sonunda hakim olacak yeni ilişkilerin ilk nüveleri, ip uçları olarak görmek gerek. Bu açıdan Dördüncü Evreyi de kapitalizmin küreselleştiğine bir veri olarak göstermek imkansız gibi geliyor bana. Bu doğal iktisadi evrimin iç içi gösterdiği gelişmede, iki tür küresellikten bahsetmek bence daha mantıklıdır;biri, bilişim çağının açtığı yolda ikame olmaya çalışan ve tüm insanlığın ortak yeni değerlerini tarihsel bir gelişme olarak tespit eden küreselleşme ki, egemenliği kaçınılmaz olan olumlu küreselleşme budur ve bunun taraftarı ve mücadelecisi olmak gerek, diğeri ise bu gelişmeyi kesintiye uğratmak için siyasi baskı ve dayatmalarını küreselleştiren tutumların insanlığa dünya ölçeğinde yaptığı olumsuzluklarla temsil edilen ve sonuçta mahkum olacak olandır.

Kapitalizme, bir mülkiyet ve üretim ilişkisi olarak ait olan hiçbir şey nitelikçe küreselleşmenin ifade ettiği niteliği tanımlamaz derim. Akademik ölçekte bir belirleme yapılacaksa durum budur. Yok günlük siyasal yazım ve söylemlerde bir tür yaygın olma halini, dünyanın her yerinde etkisini gösterme halini (evrensel siyasi baskılar, savaş dayatmaları , işgaller vb) anlatmak üzere bir olumsuz küreselleşmeyi ifade etmek ise, bizimde yaptığımız bir şeydir. Ancak bunlar, küreselleşmeyi tanımaz.

Bilindiği gibi, Batı uygarlığı her yönüyle (ekonomi, sosyal, siyasal, sanat, kültür vb.) dünyamızın her köşesinde etkin olarak yaşamaktadır. Bir uygarlık olarak diğer tüm uygarlıklar gibi evrenseldir (((Sümerlerin ekim biçim çizelgelerini, 60’lı zaman bölümlemelerini vb..., Firavunların sulama sistemlerini vb... bu gün hala kullananlar ve düne kadar dünyanın her alanında insanlığın kullandığı uygarlık unsurları olarak işlev görmüştür))). Etkin, en önde, en tercih edilen ve bu anlamda “küresel” olan bir uygarlıktır. Ancak bu uygarlığın üretim ilişkileri, her yerde birbiriyle rekabet içinde kendi yeterlilikleriyle kendini sürdürebilir konumda korumaktadır. Henüz üretim sistemi gerçek bir küreselliğe ulaşamamıştır. Şöyle bir örnekle izah etmeye çalışayım, bir ülke ya da ulus ölçeğindeki kapitalist üretimi düşünelim. Ulus ekonomisi ülkenin tüm köşelerine, Pazar açısından egemen olması bir yana, ulusal üretim birbirinin devamı zincir halkaları gibi birbirine bağlanmış durumdadır, bir köşeden elektir enerjisi gelir, bir başka köşeden hammadde gelir, bir başka uçtan işçilerin gücü, bir başka yerden, ulaşım etkinlikleri, bir başka taraftan üretimin bir kısmı ve diğer taraftan üretimin ana gövdesi oturur. Yani üretim ulus çapından birbirinden koparılamaz bir ağla bağlanmış olarak kendini ikame etmiş olur. İşte kapitalizm kendi özelliği dolaysıyla, üretimi bu tarzda, bir ülkede gerçekleştiği gibi dünya ölçeğinde, küreselleştirememiştir diyorum. Üretim ilişkileri ve üretimin dünya çapında küreselleştiği zaman ise o ilişki kapitalize ilişki olmayacaktır. Kapitalizm bu yanıyla (üretim sistematiğiyle) ülkesel, ulusal kaynaklı olmaktan henüz nitelikçe kurtulamamıştır. Doğası gereği de kurtulamayacağı kanaatindeyim, kurtulabileceğini iddia etmek, kapitalizmin insanlığın son uygarlığı, kendi kendini yeniden üretebilen ilk ve son uygarlığı, ölümsüz ve sonsuz uygarlığı olduğunu söylemektir ki, bu tarihin uygarlıklar kanununa ve doğasına aykırıdır. Bu yüzden, Kapitalizmin bağrında doğup büyümekte olan yeni mülkiyet ve üretim ilişkilerini kapitalizmin doğasından ayırarak algılamak çok önemlidir. Bu yeni ilişkilerin özgürleşmesine öznel katkının tek yolu da budur.

Tekrarla, küresel mülkiyet-üretim ilişkisi nüveleri olarak değerlendirilebilecek oluşumlar, kapitalizmin bütün sistemiyle çatışma halinde özgürleşmek, kendine ait kurum, kuruluş, yasa, kültür, sosyal ve siyasal ilişki ikama etme mücadelesini artan oranda vermeyecektir. Feodal dönemin krallıkları altında burjuvazinin durumunu göz önüne getirdiğinde, küresel ilişkilerin kapitalizm egemenliği altındaki konumlarını daha iyi anlamak mümkün olacaktır. Bu çerçeveden kurtulmaya başlayan eğilimlerin hızla kapitalizmi dönüştürmekte, yeni bir uygarlığın nüveleri olarak kendilerini ikame etme durumunda oldukları gözlemlenmektedir. Ve bu gelişmeye karşı kapitalizmin siyasal küreselleşmeyle karşı durma, bastırma çabalarının yükseldiğine tanık oluyoruz. Bir ince çizgiden bahsediyoruz, detayları dile getiriyoruz, yoksa normal bir yazıda “kapitalizmin evrenselliğinden”, “dünya çapındaki işlevlerinden” vb bahsettiğimiz hiçte az değildir. Ancak gerçek bir nitel küresel üretim ilişkisi, kapitalizmin değil onu aşacak olan ve bilimsel teknik devrimin tüm verilerini, bir üretici güç, üretim ve mülkiyet ilişkisi kapsamında ikame edecek olan sistem tarafından gerçekleşecektir. Sanırım böylesi, gelecek bir evrede sınırlar ve onlarla ilgili devlet türleri, yasalar ve kurumlar eski bir tarihin kayıtları olacaktır. Avrupa birliği (tutarlıca devem etmesi için, yeterli nesnel dinamikler bulunuyorsa), böylesi bir adımın, yerel adımı olarak ilk nüveleri için bir başlangıç sayılabilme ihtimali vardır. Bu bile küresel bir üretim ilişkisi ve mülkiyet ilişkisi anlamına gelmez. Bunun dünya ölçeğinde bir adım olması gereklidir. ((( Unutulmamalı kapitalizm feodalizmin bağrında, 800 yıl gibi bir uzun süre, gelişmesini sürdürdü, küresel ilişkilerin de bir süre daha koltuk altında olması kaçınılmaz gibidir )))

Küreselleşmenin ayrıcı özelliği, üretim niteliğinin evrenselleşmesidir. Yani üretimin tek bir coğrafyada kendi kendine yeterli olarak çalışamaz hale gelmesi tüm dünya ekonomik işlerliğinin birbirini tamamlaması ve bunun dışında kalanların var olma şansını kaybetmesidir (yaşarlar ancak dünya üretim ve tüketim mekanizmaları içinde niteliği belirleyecek konumda olamazlar; mesela bu günde organik tarım denilen şey yapılmaktadır. Sende bilirsin ki organik tarım, tarihin en ilkel tarımsal üretimidir, modern aletlerle yapılsa da, köleler, serfler yada tarım işçileriyle yapılsa da küresel üretimin belirleyici biçimi değildir.) Bu günkü verilerle Kapitalizm bu aşamaya gelmemiştir. Üretimin niteliğini belirleyen mülkiyet ve üretim ilişkileridir, (hammaddeler nereden gelirse gelsin, tüketim hangi ölçüde evrensel olursa olsun ki, bunlar, üretimin niteliğiyle ilgili veriler değildir.) Üretimin niteliğiyle ilgili veriler ki , bu bir “fabrika üretimi”dir, kapitalizm için, hammadde+iş gücü+üretim araçları> meta süreciyle temsil edilir. Bu gün bu süreç hala dünyanın dört bir köşesinde, her ülkede bir birinden bağımsız (göreli) gerçekleşebilir ve tüketim metasını üretip tüm dünyaya pazarlayabilir. Elbette ki, bilim ve teknoloji devrimleri, bilgi çağı ve bilginin üretim özellikleri bu sistemi zorlamaktadır ve gerçek anlamdaki küreselleşmeyi, üretimin niteliğini küresel yapmaya, geri dönülmez bir tarzda küreselleştirmeye doğru itmektedir. Zaten tarihin tüm ileri uygarlıkları ya da yeni üretim ilişkileri, eskinin bağrında böyle doğar, onunla uzun bir yolu da birlikte yürür, ama sonunda egemen olur.

Bu sürecin başlangıcında olduğumuzu gözlemlediğimi ifade edeceğim. Bu gün için, belirtmeye çalıştığım küreselleşmenin karşısındaki en büyük düşman kapitalizmdir. Çünkü bilgi çağının verileri üretimin niteliğini değiştiriyor. Mülkiyet daha da küçük parçalara bölünüyor, ileri teknoloji devreye girerek bu küçük mülkiyete inanılmaz bir üretim dinamiği kazandırıyor, bilgi üretimi diye bir olgu gelişti ve bunun üretimi artık bir fabrikada, kapitalist meta gibi üretilemiyor. Alınıp satılıyor ama kapitalist meta üretim tarzıyla üretilmiyor. Bilgi kapitalistlerin gölgesi ve kararları altında üretilse de onların üretim sistemine ait bir meta olarak üretilmiyor, kendine özgü ilişkileriyle kendini ayırıyor. Bilgi üretiminin niteliği tamamen değişik. Kolektif insan akıl birikimlerinin evrensel dönüşümünü iletişimini gerekli kılıyor. Bunun sonucu sanal bilgi ve sanal üretim denilen ve hızla evrensel üretimin omurgası haline gelmeye başlayan hiç bilmediğimiz yepyeni bir nitelik gelip kendini dayatmaya başladı. Bu gelişmeler (daha binlerce şey eklenebilir) kapitalizmi daha huysuz, siyasi tekelciliğe daha da eğilimli, küresel ölçekte daha sert ve acımasız bir tarzda eskimiş üretim tarzını koruma güdüsüyle davranır olmaya götürmüştür. Bilişim çağının verilerini olduğu gibi üretim sürecine sokması halinde,sisteminin tamamen dağılacağını sezinledikçe daha da tutucu davranıyor. Tıpkı, feodallerin verimsiz dev arazileri karşısında, nispeten küçük özel toprak mülkiyeti üzerinde yapılan, aletli ve kimyasal kapitalist tarımsal üretimin inanılmaz başarısı, bir başka düzlemde kapitalist üretime karşı küresel üretim tarafından icra edilmektedir. Bu da kapitalist üretimi boğmakta, siyasal müdahalelerle bu sürecin egemen olması engellenmektedir. İnsanlık için inanılmaz bir ilerleme sağlayacak, maliyetleri düşürecek, üretimi artırıp sosyal karakterini derinleştirecek küresel üretim kapitalizmin engelleriyle boğuşmak mecburiyetinde kalmaktadır. Bu gerici girişimler zaman zaman, tüm insanlığa yıkıcı sonuçlar dayatıyor. II. dünya savaşında bu yana inanılmaz sayıda bölgesel savaşların körüklenmesi ve Afganistan, Irak gibi büyük operasyonlar, bunun yakından ilgili yanlar taşıyor.

Bana göre kapitalizm, feodalizmin bağrında gelişirken feodal büyük toprak mülkiyetin ve üretim tarzını nasıl ki, daha küçük ama daha üretken mülkiyet ilişkisiyle, feodallerin boyun bağı haline getirdiyse, bu yeni tarihsel gelişme, gerçek küreselleşme de, kapitalist mülkiyet ilişkilerini, üretim ilişkilerini kapitalistlerin boyun bağı haline getirmektedir (işin başında olduğumuzu unutmadan). Şu an tüm verileri ortaya çıkmış değil, tıpkı 14-15. Yüz yılda kapitalizmin feodal sistemdeki hali gibi bir aşamadayız denilebilir (zamanın akış tarzının bu çağda çok hızlı olduğunu aklımızdan çıkarmadan, geçmişin yüz yılları bu kesitte on yıllar gibi değerlendirilebilir).

Yeni süreci tanımlayacak formüller önermek ve formüllerle çok karmaşık bir süreci basitleştirmek benim algılayış sınırlarım içinde olmasa da, kendimi bir falcı edasına koyup,anlatımlarımın daha basit algılanışı için, şöyle bir formül önerilebilir; Dev ve hantal “fabrika üretimi”nin aşılarak, ulus özelliği olmayan ve ulusal bir devlete bağlı bulunmayan (!) daha dar bir mülkiyet ve üretim ilişkileri ortamında, bilgi emeği (!) (bilgi+iş gücü)+Sanal madde+sanal bilgi>sanal üretim >>>> hammadde+iş gücünü tamamen tali palana itmiş, ileri yüksek teknoloji> kullanım değeri ağırlıkta ürün diye, formül önerisine bir giriş sunulabilir ((( samimi olarak belirteyim, gelecek üretim ilişkisi için bir formül önermek çok erken ve bunu erken yapmak ta ciddi bir çaba olmasa gerek derim, ben bu formülle, kapitalizmle farklı olacağı vurgusunu pekiştirmek amacını taşıdım. Formülde yer alan “sanal” tanımlamaları, sürecin tanımlanması açısındandır, bu formülün son halkasında bir üretim olacaktır ve insanlar, gerçek anlamda, yiyip, içip, giyinip, binip vb. tüketeceklerdir. Ancak dünya ekonomisinde, ulus ya da ülke sınırlarında yapılan, tamamlanabilen bir üretimin dünya çapında yaşama şansı imkansız olacaktır, el işçiliğinin fabrika üretimi karşısında uğradığı hezimet gibi, fabrika üretimi de küresel üretim karşısında hezimete uğrayacaktır))). Dikkat et bu formül bile kavramsal açıdan kendini kapitalist düzlemden kurtaramamıştır, nedeni de, henüz bu verilerin tüm yönleriyle açığa çıkmamasıdır. Gelecek kuşaklar, bunu tanımlamakta güçlük çekmeyecektir umarım. Bununla ilgili olarak, “devrimcilik ve devletçilik” başlıklı makalede ve diğer her makalelerimde vurgularla bunun üzerinde durdum.

Ayrıca, bana göre kapitalizm (ya da emperyalizm), küreselleşmeye karşı amansız bir savaş içindedir. Bunun en tipik ifadesi, bilim ve teknoloji devriminin doğal sonuçlarına götürmemesi, iktisadi açıdan dizginlemesi ve tekel, tröst, holding gibi ulusal sınırları da aşan, dev ekonomik etkinliklerin artan karları için siyasal küreselleşmeyi, yani siyasal kararları tüm dünyaya rağmen ve ona karşı kullanma çabası içindedir. Yeni bir uygarlığın, eski uygarlık içinde gelişirken, bir dönem iki zıt ilişki sisteminin birlikte yürümesi görüntüsü içinde bir geçiş süreci yaşanmasına karşın, Sistemini dönüştürme kapasitesine sahip olamayan kapitalizmin gösterdiği siyasal ve askeri direniş, dünyamızın tüm dengelerini de alt-üst ettiği gözlenmektedir. Ekonomik gelişmelerin dayattığı, yeni evrensel kurum ve kuruluşlar, mantar gibi türeyip yerleşirken emperyalistlerin, çıkarlarıyla çeliştiği noktada bu tür kurumları nasıl işlevsiz kıldığı ve bunların yaptırımlarından kaçınmak için türlü yöntemlere baş vurduğu gözlemlenmektedir. Ancak binlerce unsuruyla sıralanabilecek bu türden veriler, nesnel, ekonomik, bilimsel ve teknolojik ilerlemelerin üretim ilişkilerinde gerekli dönüşümü sağlayana kadar geçecek olgunlaşma ve egemen olama sürecinde, kapitalizmin gerici bir siyasal küresel dayatmalara, tek kutuplu adaletsiz bir dünyada ısrara devam edeceği açıktır. (bu sürecin süresi kolektif insan aklının etkin ve yoğun bilimsel üretimlerine, bu üretimlerin üretim tarzında yapacağı etkin ve geri dönülmez dönüşümlere ve bunların yaşamda ikamesi için gerekli öznel, ilerici mücadelenin etkinliğine bağlı olacaktır)


Satırlarımı sonlarken,

bu konudaki belirlemelere ısrarlı yaklaşımımın, belki bu günden yarına hiçbir faydası olmayacaktır. Doğmamış bebeğe don biçmek gibi bir şey. Ama aydınlanmanın başka yolu yok, düşünmek, yazmak, tartışmak, eleştirmek, değiştirmek, etkin ve edilgen olmak hepsi bir arada. Bu konulara öncelikle özgürlükçü, ilerici, demokrat, devrimci kesimlerin çok kafa patlatmaları gerek diyorum. Aksi durumlarda, bir bunalım ve çöküş sürecinde kafaların nerelere kadar dağılacağını kestirmek kolay olmayacaktır.


Taleplerimiz haklı ise, o taleplere uygun önermelere de sahip olmalıyız. Bunun için bu tartışmaları kesilmeden yapmakla yükümlü olduğumuzu hissediyorum. Gerçi bizim iletilerimiz birer hatırlatma sınırında duruyor. Bu bile, okuyucuya ulaşırsa, bir gün, bir yerde, satır aralarında da olsa, hakkettiği yeri bulmakta geç kalmaz.

(.............)


Azizim,
iletimin sonunda güzel çalışmaların için bir kez daha ellerine sağlık diyorum.

Baki selamlar. Mihrac Ural

Derleyen:Faiz CEBIROGLU

Hiç yorum yok: