Sınırları insan erdemleriyle belirlenmiş, ne sınıfsal ne de etnik nedenlere mahkum olmamış doğrularımızla özgürlük ve demokrasi mücadelesini sürdüreceğiz...

BURADAYIZ İŞTE...

OKURLARIMIN DİKKATİNE. BLOGUMDA TEKNİK BİR ARIZA YA DA BİR SALDIRI GERÇEKLEŞMİŞTİ.. ŞİMDİ HER ŞEY YOLUNDA...EMEKLERİMİZ BURADA... SAĞLICAKLA KALINIZ...

PARALEL BİR BLOG DA DEVAM EDİYOR...

Yeni blogun adresi: http://mirural.blogspot.com/

ŞU AN İZLEMEKTE OLDUĞUNUZ BLOG ADRESİ İLE YENİ BLOG ADRESİ BİRBİRİNE ÇOK YAKINDIR. İLGİNİZE TEŞEKKÜRLER.

MİHRAC URAL

...

...

...

...

TÜRK MODERNLEŞMESİ JAKOBENİZM VE BONAPARTİZM

Yener Orkunoğlu

Türkiye'de modernleşme hareketinin tarihini ve modernleşmenin toplum üzerinde yarattığı etkileri incelemek ve aynı zamanda modernleşme konusunda liberal entelektüellerin yarattığı yanılsamaları açığa çıkarmak zorundayız.
Liberal entelektüellerin çarpıttığı bir konu var. Siyasal İslam'ın yörüngesine girmiş bir çok entelektüel, Türkiye'deki Kemalistleri Jakoben olmakla suçlarlar. Yani Jakobenizm, darbeci ve anti-demokrat olmakla özdeşleştirilir. Böylesi bir değerlendirme, Jakobenizmin çarpıtılmasıdır. Kemalizm'i, Jakobenizm olarak değerlendirmek, Jakobenizme karşı bir haksızlıktır. Çünkü Jakobenizm, Fransız Devrimi döneminde küçük burjuvazinin (baldırı çıplakların) radikal bir devrimci hareketi olarak doğdu. Fransız Devrim hareketinin sol kanadını oluşturur.
((Devamı orta sol sutunda))

..

..

Mihrac Ural

Mihrac Ural

Yeniden felsefe okumak


Cumhuriyetin Doğuya sırtını dönmesinin mahkumu idik. Alfabe kırılmasının sonucu da, okuma adına nemiz var nemiz yok, arşivlerin küfüne terk edildi. Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle zaten olmayan okumalara, sıçramalardan oluşan, dengesiz ve sonuçta eksiklikten kaynaklanan bir topallamaya düştük. Bu da, ülkemiz felsefe bilincinin derinlik ve bütünlüğünü oluşturacak zincir halkalarının kopuk olmasını getirmiştir.
Yunan felsefesi akılcılığının Aristo’yla temsil edilen sunumunu, İslami bir yorum ve ilerleyişle ele alan Farabi’de ifadesini bulan akılcılığa karşı, “ Tahafüt el Felasife” diyerek, dünya ve ahiret işinde akıla yer bırakmayan Gazali’nin, bu güne kadar süren tutuculuğundan yana saf belirlemiştir. Gazalinin, “filozoflar”ın aklın hareketinden yana dünyevi olayları yorumlayan yaklaşımlarına karşı yaptığı eleştirilere, aklın bir militanı İbni Rüşt’ün ünlü cevabı olan “Tahafüt el Tahafüt” ü tanımazlıktan gelmiştir. Böylece sağ, Yunan ve batı felsefe okumaları eksiğiyle iki ayağı topal hale gelmiştir. Dayandığı felsefi okumaların karşıtlarını da bilmemekle, sığ kalmıştır.((Devamı sol ana sutunda))

****

****

24 Nisan soykırımı hepimizi katletmişti...

Mihrac Ural

Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi –soykırımı- hepimizi katletmişti. Tam 93 yıldır sürmekte olan zorunlu sürgün ile insanlık sucunda İttihat –Terakki’nin ‘SOYKIRIM’ imzası vardır.

Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır.

Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur.

“Resmi tarih” diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.**19. yy sonlarından başlayarak, Katolik ve Gregoryan (Ortodoks) diyerek birbirlerine kırdırılan, tenkil ve sürgünlerle, mal mülklerine el konularak baskı altında tutulan Ermenilere yönelik soy kırımı, I Dünya savaşının, malum bol bahaneleri altında girişilmiştir (24 Nisan 1915).

Savaş sırasında, önce Ermeni gençlerinin Askere alınarak silahsız bırakılması ve ardından toplu tasfiyelerin yapılması, geride kalan Ermeni halkının Tenkil ve sürgünlerine geçilmesi. Bu konuda talimatların dakik bir biçimde, en yetkili resmi merciler tarafından istenip, izlenmesi. O dönemin Sadrazamı (Başbakanı) Talat Paşa’nın, başından itibaren olayları, dikkatlice takibi, emirler vermesi, istatistik tutması (iskan edecekleri yerde dahi nüfusa göre oranlarının %5 geçmeyecek düzeyde tutulmaları talimatları da dahil) ve bunun en ince ayrıntısına kadar yazılı özel notlarla tescili, Ermenilere reva görülen her şeyin, planlı bir tarzda icra edildiğini göstermeye yeterlidir (Ermeni tehciriyle ilgili Talat Paşa’nın tutanakları için bkz. Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi, 24 Nisan 2006’dan itibaren yayınlanan dizi) Bu, Ermenilere ilişkin, adına ne konulursa konulsun, yapılacak olanların önceden planlanmış eylemler olduğunu gösterir.

Bundan sonra, sonuçlara bakılarak, yapılanlara verilecek ad, tanımlamaya geçilir.*Böylesine planlı ve en ince ayrıntısına kadar takip edilmiş ve bir etnik topluluğa yönelen, sonuçta en iyimser tahminlerle, el yazması tutanaklardaki rakamlarla bir milyon (1000 000) üzerinde Ermenin ölümüne yol açan, kimi şehirlerde nüfusu yüz binlerden sıfıra indiren, çoluk çocuk on binlerce canın etnik yapısını değiştirmek için farklı etnik toplumlara dağıtan, topraklara el koyan, binalarını yıkan, her türden maddi ve canlı servetine el koyup katleden girişimlere, soy kırımından başka bir ad verilemeyeceği görülür.

Bu bir soykırımdır. (..)Osmanlıdan, cumhuriyete süre gelen bu aklın, daha uzun süre yürürlükte olma tehlikesi tüm çıplaklığıyla kendini göstermektedir. Tarihimizle cesurca yüzleşmeden bu aklı toplumsal işlevlerimizden ve geleceğe ilişkin yaşam planlarımızdan söküp atmak güç gibi duruyor.
((*)Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı –Mihrac Ural)

**
Sıranın kendisine gelmeyeceğini sananların dikkatine, bu vatanın birimize değil, hepimize ait olduğunu bir kez daha, bin kez daha yeniden birbirimize kanıtlamakla yükümlü olduğunuzu artık anlamak zorundasınız.

Bilmelisiniz ki, farklılıkları içselleştirmek, onlarla barış içinde yaşamayı fiilen gösterip, haklarını anayasal ve kurumsal güvencelerle kökleştirmek ertelenmez bir görev haline gelmiştir, bu yapılmadıkça bu vatanın hepimize ait olduğuna kimseyi inandıramazsınız.

Mümkünü, imkansız hale getirmeye devam ederseniz, sizi biz farklılar, ayrı varlıklar bile kurtaramaz. Bunun vebali, Hrant Dink’in katline yol açan akıl sistematiğinin kıyımına tek tek ve topluca maruz kalmaktır bilesiniz.
((*)Hrant Dink'in Katli ve Tarihi Gerçekler –Mihrac Ural)


Murat Altunöz’ün Beklenen Kitabı Kırılgan Zamanlar Çıktı…

2002 Ocak ayında başladığımız yolculuğumuza 7 yıldır devam ediyoruz. Karalama Dergisi, ülkenin koşullarına göre bazen inişler ve çıkışlar yaşamamıza rağmen her geçen gün dergimizle daha da büyüyoruz.

Karalama Dergisi olarak;
Şair Nevruz Uğur ve Halil İbrahim Yıldız’ın kitaplarından sonra Karalama’nın Kurucusu ve halen Editörü olan Murat Altunöz’ün Kırılgan Zamanlar adlı kitabını yayımladık.
Geçmiş zamanların, kırılmış, yalnız ve hüzünlü dizelerinde bulduk kendimizi,
Her dize de bir direniş, bir sürgün, bir ayrılık ve özlem var.
((Devamı sol alt sutünda))

...

...

Yerel Çeteleşmenin Boyutu...

Murat Altunöz /Gazeteci

Çeteleşme yıllar sonra Ergenekon operasyonuyla tekrar gündeme geldi. Eskiden bildiğimiz mafya sistemi çökmüş artık daha organize ve daha profesyonel bir hal alan almıştır.Bazı yazarlar, Emekli Polisler ve Emekli askerlerinde içinde bulunduğu yeni bir yapı ortaya çıktı.Aslında bu tür çeteleşmeler yıllardır hep ülkemizde vardır. Ama bu hafta benim bahsetmek istediğim yerel çetelerdir. malesef son yıllarda ciddi anlamda yerel çeteleşme ve Organize suçlarda bir çoğalma vardır. Zaten Hatay il Emniyet Müdürü Osman Çapalı'da bu konuya dikkat çekerek " Bireysel suçlar artık organize suçlara kaymıştır" demiştir.
((Devamı sol ana sutunda))


İNTERAKSİYON

Faiz Cebiroğlu
Her gelişim, karşılıklıdır. Her ileriye yönelik değişim, bir interaksiyondur. İnteraksiyon, karşılıklı etkileşim oluyor. İnsanlar, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek sosyal yönlerini geliştiriyorlar. Sosyal yönünü geliştiren insan, aldığı öğreti ve deneyimlerle bireysel yönünü ”işleyerek” yapılandırıyor. Yapılanma, ”özbilinç” ve ”özgüven” ile nitelik bir hal alıyor.

İnteraksiyon ya da karşılıklı etki, yaşadığımız toplumda, değişik yer ve ortamlarda farklı farklı oluyor. Dille başlayan diyaloğa; insanların bulunduğu yaşam tarzları, çalışma biçimleri ve kısacası sahip oldukları sınıfsal konumları da ekleniyor. Sosyal sınıf, gelişimde ”ana halka” oluyor. Sosyal sınıf, ileriye yönelik değişimin ”can alıcı noktasını” oluşturuyor.

(Devamı orta ana sütunda )
http://mirural.blogspot.com/

...

...

Yabancılaşmanın Dinamiği


Mihrac Ural

Yabancılaşma, insanlık ailesini birbirine yakınlaştıran, farklarını hızla öteleyen özel mülkiyeti ve olumsuz sonuçlarını bile köşeye sıkıştırma işlevi gören sonuçlarıyla, olumsuz değil çok olumlu bir role sahiptir. Tarihsel süreciyle derinleşip geliştikçe gerçekleşen yabancılaşma, insana çok daha cüretkâr olma, çok daha özgürce beyin labirentlerinde kurguladığı fantezileri yaşama ve bunu yaparken de dar anlamda aile, mahalle gibi klancı darlığın etkiler altında kalmayıp, geniş anlamda da ulusal sınırları aşıp belki başlangıcı sanal âlemin nimetleriyle, bilgi çağının iletişim olanaklarıyla bu tutku ve arzularının doruklarını zorlama şansını elde etmektedir.Yabancılaşma olmasaydı, emeğin sosyal etkilerinden bahsetmemiz mümkün olamazdı. Emek ne kadar sahibinden uzaklaşır, ne kadar sahibine belirgin olmaktan çıkarsa, o kadar evrensel ölçeklerde hizmet sunmaya başlamış demektir. Ve bir o kadar kültürel farklılıklarını hesaba katmadan ( renk, ırk, ulus, coğrafya, bölge farkı tanımadan) insan türüne ait hale gelmiş demektir.
((Devamı orta ana sol sütunda: ))
http://mirural.blogspot.com/

..

..

MİLLİ MARŞLAR

Ayşe Hür
1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı ‘Tre Trallade Jantor’dur. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkar ve ‘Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr….’diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası olayı "centilmen Türk seyircisinden jest" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi…
“Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur/Katibimin setresi uzun eteği çamur… diye başlayan ünlü türkünün bestesi 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’daki Selimiye Kışlası’nda kalan ‘eteklikli’ İskoç Alayı’na moral vermek için yazılmış ‘Donsuz askerler…’ diye başlayan bir asker şarkısıdır. II. Mahmut döneminde (1808-1826) modernleşme çabaları sırasında askerlere giydirilen setre ve pantolon mutaassıp çevreler tarafından ‘sokağa donla çıkmakla’ eşdeğer görülmüş, özellikle de ‘gavur mukallitliği’ denilen bu modernleşme hareketine çabuk uyum gösteren eli yüzü katipler halkın diline düşmüştür. Bir İstanbul külhanbeyi, bu katiplerle alay etmek için, Üsküdar yolu üzerinde olan Selimiye Kışlası’nda kalan İskoç askerleri için yazılan marşın müziğine Türkçe sözler yazar ve ünlü Katibim türküsü ortaya çıkar.
1974 Kıbrıs ‘Barış Harekatı'ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkumları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.

((devamı sol büyük sütunda))

2 Mart 2008 Pazar

Bu İsyan, Bu Kaçıncı Harekat?

Ayşe hür


26 Şubat 2008

Resmi tarihe göre, Kürtler 1803'ten 1914'e kadar 12 defa ayaklandılar. İslamcı padişah II. Abdülhamit döneminde Sünni Kürtlerle uzlaşma sağlandıysa da Alevi (Kızılbaş) Dersimlilere söz geçirmek mümkün olmamıştı. 1919 ile 1921 sonu arasında, Ankara Hükümeti'ne karşı 23 isyan çıktı. Bu isyanlardan sadece dördü Kürtlerin oturduğu bölgelerde gerçekleşti ve sadece üçüne Kürt aşiretleri katıldı. Diğerleri Türkler ve Çerkezler tarafından çıkarılmıştı. Ankara’yı en fazla uğraştıran ise Şubat-Mart 1921’de meydana gelen Koçgiri Ayaklanması oldu.
Dersim’deki Alevi Kürt aşiretleri bölgenin ulaşılmazlığı ile Osmanlı Devleti’ne vergi ve asker vermeyen özerk beyliklerdi. Hafik (Koçhisar), Zara, İmranlı, Refahiye, Kemah, Divriği, Kangal, Kurucay ve Ovacık coğrafyasındaki 135 köy, Koçgiri konfederasyonunun kontrolündeydi. Koçgirilere İbolar, Geriyalar, Sefolar, Sarolar, Balolar, Laçinler bağlıydı. Bunların Alevi Kürt kökenli mi yoksa Alevi Türk kökenli mi olduğu yönünde hala tartışmalar varsa da, genel olarak ilk tez kabul edilir. Bu aşiretler 1916’da Ruslar yaklaştığında Sivas merkezli bir Kürdistan için görüşmelere başlamışlardı, fakat Ruslar bölgede bağımsız bir Ermenistan kurulmasını tercih ettiği için anlaşma sağlanamamıştı. Bu aşiretler daha sonra Kürt Teali Cemiyeti ile işbirliği yaptılar ve Ankara’daki yeni meclise temsilci göndermediler.
1920’ye gelindiğinde, Koçgiri konfederasyonunun başında II. Abdülhamid tarafından paşalık rütbesi verilen İboların reisi Mustafa Paşa’nın oğulları Alişan ve Haydar beyler vardı. Haydar Bey, 1919-20 Paris Konferansı sırasında bağımsız Kürdistan kurulması fikrini savunmak üzere kurulan Kürt Teali ve Teavün Cemiyeti’ne üye olurken, Mustafa Kemal Alişan Bey’e Sivas Valiliğini önermiş ama hedefi bağımsız bir Kürdistan kurmak olan Alişan Bey bu teklifi kabul etmemişti.
Alişan ve Haydar beylerin maslahatgüzarı olan Alişer’in (Alişir) 150 adamı ile Kemah çevresinde başlattığı olaylar Meclis’te önce ciddiye alınmamış hatta ‘Dersim’de Kürtlük ve Türklük diye bir hadisenin bulunmadığı’ iddia edilmişti. Ama, Mart 1920’ye gelindiğinde Ovacık ve Hozat’ta 45 bin kişilik bir güç toplanmıştı bile. Temmuz ayında bir jandarma karakoluna yapılan baskınla isyanın ilk işareti verilince, Ankara Alişan Bey’i Refahiye’ye, Haydar Bey’i ise İmranlı’ya yönetici atayarak isyanı önlemeyi düşündü. Alişan Bey ile Kürt milliyetçisi baytar Nuri Dersimi, Kasım 1920’de Hozat’ta bir araya gelerek bir deklarasyon hazırladılar ve Ankara’ya Sevr Anlaşması’ndaki Kürdistan otonomisini tanıyıp tanımadığını sordular. Deklarasyon Ankara’ya ulaşınca Ankara Beyazıt (Ağrı) Kürtleri’nin ileri gelenlerinden Şefik Ağa’nın başkanlığında bir ‘Nasihat Heyeti’ oluşturdu. Ama Batı Dersim aşiretleri 25 Aralık 1920’te Meclis’e bir telgraf çekerek Diyarbakır, Elazığ, Van ve Bitlis’i kapsayan bağımsız bir Kürdistan kurulması taleplerini yinelediler. Ankara’nın cevabı, Diyap ve Meço Ağa, Ahmet Ramiz, Hasan Hayri gibi Koçgiri liderlerini meclise katılmaya ikna etmek oldu. Ankara’nın ikna çabaları sonucu 72 Kürt lideri da Ankara’ya bağlılıklarını bildirdiler.
Bölgeye sığınmış asker kaçaklarını ve eşkıyaları yakalamak üzere 14 Şubat 1921’de İmranlı’ya gelen 6. Süvari Alayı’nın Alişir’in adamlarının saldırısı sonucu Zara’ya sığınmak zorunda kalması, ardından da silahlarını teslim ederek asilere teslim olması üzerine isyancılar bir adım daha attılar. 11 Mart’ta 1921’de Ankara’ya, Koçgiri, Divriği, Refahiye, Kuruçay ve Kemah bölgelerinin Kürt olduğu ve buralara yerel Kürt beylerinin atanması gerektiğini söyleyen bir telgraf daha gönderildi. Eğer bu talep yerine getirilmezse, isyanın Erzincan, Van, Diyarbakır ve Erzurum’a yayılacağı tehdidinde bulunuyorlardı. Bu telgraf üzerine Ankara uzlaşma yolunu terk etti ve önce Sivas, Erzincan ve Elazığ’da sıkıyönetim ilan etti, ardından 14 Mart 1921’de “Türkiye'de Zo [Ermeniler] diyenleri temizledik. Lo [Kürtler] diyenlerin köklerini de ben temizleyeceğim" diyen Sakallı Nurettin Paşa komutasındaki Merkez Ordusu ve Mustafa Kemal’in Muhafız Alayı Komutanı Giresunlu Topal Osman'ın 47. Müfrezesi bölgeye gönderildi. 17 Haziran 1921’de Alişan ve Haydar Beyler sarıldı. 300 civarında isyancı ölüm dahil çeşitli cezalara çarptırıldı. Ancak Nuri Dersimi ve Alişer dışında kalanlar affedildi. Böylece Alevi Kürtlerin isyanı tamamen bastırılmış oldu. Ancak isyan o kadar sert yöntemlerle bastırılmıştı ki, Meclis’te Sakallı Nurettin Paşa’nın aleyhine büyük bir tartışma başladı. Nurettin Paşa’yı cezalandırılmaktan kurtaran Mustafa Kemal olacaktı.
1924-1938 arasındaki 18 ayaklanmadan sadece biri, Menemen Olayı Batı bölgesinde idi. Diğer 17 ayaklanmadan sadece biri, Nasturi Ayaklanması’ doğrudan Kürtlerle ilgili değildi. Buna karşılık diğer 16’sı ‘Kürt’, ‘Zaza’ veya ‘Dersimlilerin katıldığı olaylardı. Genel Kurmay belgelerinde bu olayların yarıya yakını ‘harekat’, ‘tedip’ (terbiye etme) ve ‘tenkil’ (örnek olarak ceza verme) olarak adlandırıldı ama ‘Kürt Sorunu’ diye bir sorun olduğu kabul edilmedi. Hatta bu ülkede Kürtlerin yaşadığı bile kabul edilmedi.
Dönüm Noktası: Şeyh Said İsyanı
13 Şubat 1925’de varlıklı ve eğitimli Nakşibendi Şeyhi Said’in, Bingöl'ün (o zamanki adıyla Çapakçur'un) Ergani ilçesinin Eğil bucağına bağlı Piran köyündeki evine sığınan bir grup asker kaçağını almak üzere gelen jandarma birliğine ateş açılmasıyla başlayan isyan, Cumhuriyet tarihine damgasını vurmuştur. Nakşibendi Zazaların etkili liderlerinden biri olan Şeyh Said, bir süredir Hilafetin kaldırılmasına tepki gösteriyor, Sultan Abdülhamid'in en büyük oğlu olan ve o sıralar Beyrut'ta yaşayan Mehmed Selim Efendi'yi başa geçirerek Saltanat ve Hilafet'i yeniden kurmak istiyordu. O günlerde aşiret reislerinin en önemli geliri olan Aşar’ın kaldırılmak üzere olması da etkenler arasında olmalıdır. Ancak isyanın arkasında Cibranlı Miralay Halit Bey, Bitlisli İhsan Nuri, Süleymaniyeli İsmail, Mülazım Hakkı Saveş gibi milliyetçi Kürt aydınlarının kurduğu Hizbe Azadiya Kürdistan (Kürdistan’a Özgürlük Partisi, kısaca Azadi) adlı seküler bir örgüt vardı. Jandarma ile çatışınca paniğe kapılan Şeyhin “Artık bu işi durdurmak elimde değildir. Ne netice verirse versin harekata devam edeceğiz. Kürtlerin bulundukları yerleri Türklerin elinden alacağız. Topraklarımız verimlidir. Madenlerimiz çoktur, bunlardan yararlanacağız” dediği rivayet edilir. Şeyh Said’in adamı Palulu ‘Kör’ Said’in, isyan öncesinde İstanbul’da kendisine İngiliz ajanı ‘Mr. Templeton’ süsü veren Nizamettin Bey adlı bir istihbaratçı ile temasa geçmesi, ‘İngiliz parmağı’ iddialarına yol açmışsa da, bugüne dek bu konuda ciddi bir kanıt bulunamamıştır.
İsyancılar kısa sürede Genç, Hani ve Lice’yi ele geçirmişler ama Elazığ ve Diyarbakır gibi şehir merkezlerinde başarılı olamamışlardı. Ancak, olaya müdahale eden Üçüncü Ordu da başarılı olamamıştı. Bunun üzerine hükümet 13 ilde sıkıyönetim ilan etti. 1920 tarihli Hiyanet-i Vataniye Kanunu’nda değişiklik yapılarak dini esaslı cemiyet kurmak ve dini siyasete alet etmek vatana ihanet kapsamına alındı. Mustafa Kemal’in radikal önlemlerden yana tavrını koyması üzerine, ‘pasif’ bulunan Ali Fethi (Okyar) Bey hükümeti düşürüldü ve yerine ‘şahin’ İsmet Paşa hükümeti kuruldu. 4 Mart 1925’te, ülkedeki tüm özgürlükleri rafa kaldırmaya olanak veren Takrir-i Sükun Kanunu çıkarıldı. Ardından isyancıları yargılayacak Şark İstiklal Mahkemeleri kuruldu. İstanbul ve Anadolu’daki İslamcı, muhafazakar ve solcu gazeteler de kapatıldıktan sonra ‘tenkil’ harekatına başlandı.
Bölgeye gönderilen 20 bin kişilik ordu, Fransa’nın izniyle Suriye sınırından geçen demiryollarını kullanarak isyancıların arkasını sardı. Şeyh Said ve yanındakiler, 14 Nisan’da, Ankara’nın Azadi örgütündeki casusu olan Cibranlı Binbaşı Kasım Bey tarafından yakalanarak hükümete teslim edilince isyanın sonu geldi. Azadi liderleri Halit Bey, Yusuf Ziya Bey ve üç kişi o gün Bitlis’te kurşuna dizildiler. 81 kişi Diyarbakır’a götürüldü. Yargılama sonucu 12 kişi beraat etti, Şeyh Said’le birlikte 49 kişiye idam cezası verildi. Diğer sanıklar bir ila 10 yıl arasında hapis cezalarına çarptırıldılar. İdamlardan ikisi 10 yıl hapse çevrildi, geriye kalan 47 kişi 28 Haziran 1925’te, Diyarbakır’da halkın da katılımı ile idam edildiler.
Milletler Cemiyeti’nin bir raporuna göre 15-20 bin isyancı öldürülmüş, 206 köy, 9 bine yakın ev yıkılmıştı. Resmi rakamlara göre isyan bölgesindeki İstiklal Mahkemelerinin görev yaptığı Mart 1927’ye kadar 5.110 kişi yargılanmış, 420 idam, 1911 hapis cezası verilmişti. Gayri resmi kaynaklara göre 7.800 aile bölgeden sürülmüş, 60 milyon lira harcanmıştı. Bu para Milli Mücadele sırasında harcanandan fazlaydı. İsyan bahanesiyle Mustafa Kemal’in tepesini attıran Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatılmış, muhalif gazeteciler İstiklal Mahkemelerinde yargılanmış ve sürgüne gönderilmişti. Peki mesele hallolmuş muydu?
Ağrı İsyanları
Hallolmadığı çok değil, bir yıl sonra görülecekti. Mustafa Kemal, 22 Haziran 1926’da İsviçreli sanatçı ve gazeteci Emile Hüderbrand’a alışılmadık bir açıklıkta “geçmişte, birçok durumlarda Kürdistan'da ve Anadolu'nun diğer iç bölgelerinde, Cumhuriyet 'in iradesine karşı çıkmak eğilimi gösterdikleri zaman, onları demirden bir elle ezdim. Örneğin bir keresinde önderlerinin altmışını şafakla astırdım. O unsur dersini almıştır ve bir daha benimle kılıç ölçüştürmeye kalkışmayacaktır” diyeli daha birkaç ay olmuştu ki, ‘o unsur’ un pes etmediğini gösteren bir olay yaşandı. Yezidi, Sünni ve Alevi Kürt aşiretlerinden oluşan Celali konfederasyonu ayaklanarak
Ağrı Dağı’na sığındı.
1927’de bir grup Kürt aydını tarafından Lübnan’da kurulan ve bazı kaynaklara göre Ermeni aydınlarının da katıldığı Xoybun (Bağımsızlık) örgütünün kontrolü almasıyla işin niteliği değişti. Bir ordu kurularak başına uzun yıllar Osmanlı Ordusu’nda görev yapmış olan kurmay yüzbaşı İhsan Nuri Bey ‘Paşa’ rütbesiyle atandı. Çeşitli dönemlerde İran, Irak ve Suriye’ye kaçmış olan Kürt aydınları, aristokratları, aşiret beyleri Ağrı’ya doğru akmaya başladılar. İran’daki Şakan aşiretinin de katılımıyla olay iyice büyüdü. Bir ara öyle bir hal aldı ki, ‘Ağrı Cumhuriyeti’ diye bir yönetim kurup, Milletler Cemiyeti’ne bile başvurdular. Cumhuriyetin yeşil, sarı kırmızı bantların üstünde Ağrı Dağı motifli bir bayrağı, Agıri adlı bir yayın organı vardı.
Ağrı Dağı’nın o yıllarda İran’la Türkiye arasında bölünmüş olması hükümetin elini bağlıyordu. Türkiye önce İhsan Nuri Paşa’yı çeşitli vaatlerle komutanlıktan vazgeçirmeye çalıştı, ardından isyancılara af ilan etti ancak başarılı olamadı. Öyle ki, Haziran 1929’da özerk Kürt yönetimi Van’a ve Bitlis’in kuzeyine kadar egemen olmuştu. En sonunda Sovyetler Birliği’nin desteği sağlanarak İran topraklarına girildi ve Ağrı Dağı arkadan kuşatıldı. Bu açık sınır ihlali İran’la ciddi sorunlara neden olmuştu ama isyancıları da gafil avlamıştı.
Salih [Omurtak] Paşa komutasındaki birliklerin harekatı önce kamuoyundan gizlenmeye çalışıldı. Ancak olayın dış basında yer alması üzerine hükümet olayı kabul etmek zorunda kaldı. Ardından gazetelerde ‘imha planı’, ‘çekirge mücadele usulüyle tepeleme’ gibi ifadeler boy gösterdi. Sonunda Başbakan İsmet İnönü yaşananları ‘kıyam hadisesi’ olarak adlandırmak zorunda kaldı.
Ama Ağrı’da nelerin yaşandığını en açık şekilde, 16 Temmuz 1930 tarihli Cumhuriyet gazetesi yazmıştı: "Ağrı Dağı tepelerinde kovuklara iltica eden 1500 kadar şaki kalmıştır. Tayyarelerimiz şakiler üzerine çok şiddetli bombardıman ediyorlar. Ağrı Dağı daimi olarak infilak ve ateş içinde inlemektedir. Türkün demir kartalları asilerin hesabını temizlemektedir. Eşkıyaya iltica eden köyler tamamen yakılmaktadır. Zilan harekatında imha edilenlerin sayısı 15.000 kadardır. Zilan Deresi ağzına kadar ceset dolmuştur (.) Bu hafta içinde Ağrı Dağı tenkil harekatına başlanacaktır. Kumandan Salih Paşa bizzat Ağrı'da tarama harekatına başlayacaktır. Bundan kurtulma imkanı tasavvur edilemez."
Zilan Deresi cesetlerle dolup da harekat başarı (!) ile tamamlanınca İsmet Paşa noktayı koyacaktı: “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur” (Milliyet, 31 Ağustos 1930) Ödemiş'te bir konuşma yapan Adalet Bakanı Mahmut Esat (Bozkurt) ise daha açık konuştu: “Biz Türkiye denen dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Mebusunuz inançlarından samimiyetle bahsetmek için buradan daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için hislerimi saklamayacağım. Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler!” (Milliyet, 19 Eylül 1930)
Yine de isyan ancak 1931’de tümüyle bastırılabildi. Asilerden 34 kişi idam cezasına çarptırıldı. Celali Aşireti’nin bir bölümü İran’ın Tebriz ve Tahran bölgelerine; bir bölümü Türkiye’nin Ege ve Trakya bölgelerine sürgün edildi. İsyanı bastırmak için yapılan harcamalar, 1929 Dünya Büyük Buhranı’nın etkileri ile birleşerek bir ekonomik krize neden oldu. 1932’de İran, sınır güvenliği için Küçük Ağrı Dağı’nı Türkiye’ye vermeye razı edildi, ardından bir dizi anlaşma ile bölgedeki Kürt aşiretleri denetim altına alındı. Ama çok değil, dört yıl sonra hükümeti yeni bir isyan bekliyordu.
Dersim Ayaklanmaları
“O bölgeye ayıracak zaten fazla para yoktu. Yani ülkenin olanakları bu kadardı ancak, özellikle de fazla yatırımdan kaçınılırdı. ‘Bunları uyandırmamalıyız, yol yaparak, okul yaparak milliyet hissi uyandırılmamalı’ yaklaşımı egemendi. Fevzi Çakmak, 'ne okulu bunların cahiliyle baş edemiyoruz, okumuşu ile nasıl baş edeceğiz' demişti”.
Bu sözler 1932-1948 arasında emniyet teşkilatında görevler alan, 1965-1978 arasında ise aralıklarla Dışişleri Bakanlığı yapan İhsan Sabri Çağlayangil’e ait. Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın ‘o bölge’ dediği yer ise şimdiki adı Tunceli olan Dersim havalisiydi. Zazaca ve Kurmancı konuşan, Kızılbaş (Alevi) bölge ahalisi kendilerine Kürt veya Zaza değil, ‘Dersimli’ diyordu.
Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey, Şubat 1926’da hükümete sunduğu raporda, “Dersim, Cumhuriyet hükümeti için bir çıban başıdır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliye yapmak ve elim ihtimalleri önlemek, memleket selameti için mutlaka lazımdır” demişti. Dersim’i hükümetin gözünde ‘çıban başı’ yapan, bölgenin Osmanlı’dan beri alışık olduğu gibi ‘özerk’ yaşamak istemesi, devlete vergi ve asker vermeye yanaşmaması idi. Devlet ülkeyi bölgeyi ne pahasına olursa olsun merkezi denetim altına almaya kararlıydı. Aralık 1935’te Dersim adını Tunceli’ye çeviren ve bir dizi baskıcı önlemi içeren 2884 Sayılı Tunceli Kanunu çıkarıldı. Kanunların ‘genelliği’ ve ‘eşitliği’ ilkeleri açıkça ihlal edilerek çıkarılan bu özel kanunla Elazığ, Tunceli, Erzincan, Bingöl, Sivas, Malatya, Erzurum ve Gümüşhane illerini kapsayan Elazığ merkezli Dördüncü Genel Valilik kurulmuş, başına da Dersim Valisi ve Kumandanı sıfatıyla, 1921’de Koçgiri Ayaklanması’nı şiddetle bastıran Sakallı Nurettin Paşa’nın damadı Abdullah Alpdoğan Paşa atanmıştı.
Tunceli yasak bölge ilan edilip, giriş çıkışlar izne tabi tutulunca gerginlikler arttı. Dersimliler Ankara’dan, jandarma ve ordu mensuplarının bölgeden çekilmesini, askeri amaçlı olduğunu düşündükleri köprü, demiryolu vb. yapımlarının durdurulmasını, silahlarını koruma hakkı verilmesini ve vergilerin hafifletilmesini istediler. Bu isteklerine cevap alamayınca Abbasan Aşireti reisi Seyit Rıza’nın öncülüğünde ayaklandılar. Haydaran, Demanan, Yusufan aşiretlerinin desteklediği ayaklanmayı 1921 Koçgiri İsyanı’nın önderlerinden Alişer ile baytar Nuri Dersimi örgütlüyordu.
Olaylar patlak verdikten sonra, 1935’te bir ‘Doğu Raporu’ hazırlamış olan İsmet Paşa Mustafa Kemal’le düştüğü anlaşmazlık yüzünden görevden alınarak yerine Celal Bayar getirildi, bütçelerine büyük bir tahsisat konuldu. Ardından Diyarbakır’dan kalkan üç uçak filosu bölgeye bombalar yağdırdı. Bu uçaklardan birini Mustafa Kemal’in manevi kızı ve Türkiye’nin ‘ilk kadın pilotu’ Sabiha (Gökçen) Hanım kullanmıştı. Önce Alişer ve karısı öldürüldü. Seyit Rıza ve iki adamı, bazı kaynaklara göre 5 Eylül’de bazılarına göre 10 Eylül’de, kendisine güvence veren Erzincan Valisi’ne teslim olmaya giderken Erzincan Köprüsü’nü geçerken yakalandı (ya da teslim oldu). İsyanın önderlerinden Baytar Nuri Dersimi ise yurt dışına kaçmayı başardı.
Mahkemenin verdiği 11 idam cezasının dördü yaşlılık gerekçesiyle 30 yıla çevrildi, Seyit Rıza ve altı yandaşının idam hükmü, 15 Kasım 1937'de Elazığ’da (bir iddiaya göre Buğday Meydanı’nda) infaz edildi. Seyit Rıza’nın ölü bedeninin, ibret olsun diye Elazığ'da dolaştırıldıktan sonra ‘mezarları türbe olmasın diye’ bilinmeyen bir yere gömüldü ya da yakıldı.
Evlad-ı Kerbelayıh!
İhsan Sabri Çağlayangil anılarında, Elazığ’da bekleyen ‘beyaz donlu 6 bin Doğulu’, 16 Kasım’da Pertek-Hozat (Çağlayangil yanlış olarak ‘Diyarbakır’daki’ der) arasındaki Singeç Köprüsü’nü (törenden önce adı Soyungeç’tir) açmaya gelen Mustafa Kemal’den, Seyit Rıza'nın hayatını bağışlanmasını istemesin diye, her türlü hukuk ilkesini çiğneyerek, bir Pazar gecesi, araba farlarının ışığı altında davayı alelacele nasıl sonuçlandırdığını güzelce anlatır. Usule itiraz eden savcı izinli sayılarak göreve yardımcı getirilmiş, okuma yazma ve Türkçe bilmeyen sanıklara ne iddianame, ne avukat verilmişti. 75 yaşlarında olan Seyit Rıza, yaş haddinden idamdan kurtulmasın diye Seyit Rıza’nın oğlundan bile küçük birinin şahitliği ile yaş tespiti yapılmış, bölge komutanı Alpdoğan Paşa, kararın yazılacağı boş kağıdı önceden imzalamıştı.
Çağlayangil idam anını şöyle anlatır: “Seyit Rıza sehpaları görünce durumu anladı. 'Asacaksınız' dedi ve bana döndü 'Sen Ankara'dan beni asmak için mi geldin?' dedi. Bakıştık. İlk kez idam edilecek bir insanla yüz yüze geliyordum. Bana güldü. Savcı namaz kılıp kılmayacağını sordu. İstemedi. Son sözünü sorduk, 'kırk liram ve saatim var, oğluma verirsiniz' dedi. Oğlunun asılacağını bilmiyordu (.) Hava soğuktu ve etrafta kimseler yoktu. Ama Seyit Rıza meydan insan doluymuş gibi sessizliğe ve boşluğa hitap etti: “Evladı Kerbelayıh. Bihatayıh. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir” dedi. Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap rap yürüdü, çingeneyi itti. İpi boynuna geçirdi. Sandalyeye ayağı ile tekme vurdu infazını gerçekleştirdi”.
Ancak olaylar, idamlardan sonra da devam etti. Ağustos 1938’de 14. Süvari Tümeni, savaştığı yörede 381 kişilik bir grubu, Batı’ya göndermek için, Elazığ’a götürdü. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya tarafından seçilen 3.470 kişiden oluşan 347 aile Tekirdağ, Edirne, Kırklareli, Balıkesir, Manisa ve İzmir gibi Batı illerine serpiştirilerek yerleştirildiler. Mustafa Kemal, hastalığı dolayısıyla Celal Bayar tarafından okunan 1 Kasım1938’deki Meclis’i açış konuşmasında Dersim’de ‘haydutluk ve eşkıyalık olaylarının bitirilerek ulusal egemenliğin sağlanmasından duyduğu kıvancı dile getirmiş, İsmet İnönü “Dersim müşkilesinden kurtulduk” demişti. Halbuki, dağlara sığınanların mücadelesi 1946 affına dek sürecek, bölgenin yasak bölge olmasına ise ancak 1948’de son verilecekti.
Bitirirken
Genel Kurmay belgelerinde bu olaylar ‘harekat’, ‘tedip’ (terbiye etme) ve ‘tenkil’ (örnek olarak ceza verme) olarak adlandırıldı ama hiçbir zaman ‘Kürt Sorunu’ diye bir sorun olduğu kabul edilmedi. Hatta yakın zamana kadar bu ülkede Kürtlerin yaşadığı bile kabul edilmedi. Halbuki, PKK'nın 1984’teki Eruh baskını ile başlayan dönem 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e göre ‘29. Kürt İsyanı’ idi. ‘İsyanı’ bastırmak için Türkiye, 1987-2002 arasında 300 bin askerini, en modern silahlarını ve 67 bin korucuyu seferber etti. Bu süre içinde, 14 ilde ‘Olağanüstü Hal’ ve sıkıyönetimler ilan edildi, bunlar 57 kez uzatıldı. Tam 24 kez sınır ötesi operasyon yapıldı. Sivil ve asker 10.857 şehit verildi, bir o kadar kişi yaralandı. 23.938 PKK üyesi ya da sempatizanı öldürüldü, 11.746'sı sağ ele geçirildi. Resmi kaynaklara göre 96 milyar, gayri resmi kaynaklara göre 400 milyar dolar harcandı. Ancak, Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye getirildiği 1999’dan beri sorunun çözümü için ciddi bir adım atılmadığı gibi yine bombalardan, sınır ötesi harekatlardan medet umuluyor. Tarihten ders almasını bilenlerin bir an önce duruma el koymasını dileyerek lafı bitirelim…

Ek Bilgi İçin: Ahmet Süreyya Örgeevren, Şeyh Sait isyanı ve Şark İstiklal Mahkemesi: Vesikalar, olaylar, hatıralar, Temel Yayınları, 2002; İsmail Beşikçi, Tunceli Kanunu (1935) ve Dersim Jenosidi, Belge Yayınları, 1990; Emin Karaca, Ağrı Eteklerinde İsyan, Karakutu Yayınları, 2003; Naci Kutlay, 21. Yüzyıla Girerken Kürtler, Peri Yayınları, 2002; İhsan Sabri Çağlayangil, Anılarım, Güneş Yayınları, 1990.

Hiç yorum yok: