Sınırları insan erdemleriyle belirlenmiş, ne sınıfsal ne de etnik nedenlere mahkum olmamış doğrularımızla özgürlük ve demokrasi mücadelesini sürdüreceğiz...

BURADAYIZ İŞTE...

OKURLARIMIN DİKKATİNE. BLOGUMDA TEKNİK BİR ARIZA YA DA BİR SALDIRI GERÇEKLEŞMİŞTİ.. ŞİMDİ HER ŞEY YOLUNDA...EMEKLERİMİZ BURADA... SAĞLICAKLA KALINIZ...

PARALEL BİR BLOG DA DEVAM EDİYOR...

Yeni blogun adresi: http://mirural.blogspot.com/

ŞU AN İZLEMEKTE OLDUĞUNUZ BLOG ADRESİ İLE YENİ BLOG ADRESİ BİRBİRİNE ÇOK YAKINDIR. İLGİNİZE TEŞEKKÜRLER.

MİHRAC URAL

...

...

...

...

TÜRK MODERNLEŞMESİ JAKOBENİZM VE BONAPARTİZM

Yener Orkunoğlu

Türkiye'de modernleşme hareketinin tarihini ve modernleşmenin toplum üzerinde yarattığı etkileri incelemek ve aynı zamanda modernleşme konusunda liberal entelektüellerin yarattığı yanılsamaları açığa çıkarmak zorundayız.
Liberal entelektüellerin çarpıttığı bir konu var. Siyasal İslam'ın yörüngesine girmiş bir çok entelektüel, Türkiye'deki Kemalistleri Jakoben olmakla suçlarlar. Yani Jakobenizm, darbeci ve anti-demokrat olmakla özdeşleştirilir. Böylesi bir değerlendirme, Jakobenizmin çarpıtılmasıdır. Kemalizm'i, Jakobenizm olarak değerlendirmek, Jakobenizme karşı bir haksızlıktır. Çünkü Jakobenizm, Fransız Devrimi döneminde küçük burjuvazinin (baldırı çıplakların) radikal bir devrimci hareketi olarak doğdu. Fransız Devrim hareketinin sol kanadını oluşturur.
((Devamı orta sol sutunda))

..

..

Mihrac Ural

Mihrac Ural

Yeniden felsefe okumak


Cumhuriyetin Doğuya sırtını dönmesinin mahkumu idik. Alfabe kırılmasının sonucu da, okuma adına nemiz var nemiz yok, arşivlerin küfüne terk edildi. Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle zaten olmayan okumalara, sıçramalardan oluşan, dengesiz ve sonuçta eksiklikten kaynaklanan bir topallamaya düştük. Bu da, ülkemiz felsefe bilincinin derinlik ve bütünlüğünü oluşturacak zincir halkalarının kopuk olmasını getirmiştir.
Yunan felsefesi akılcılığının Aristo’yla temsil edilen sunumunu, İslami bir yorum ve ilerleyişle ele alan Farabi’de ifadesini bulan akılcılığa karşı, “ Tahafüt el Felasife” diyerek, dünya ve ahiret işinde akıla yer bırakmayan Gazali’nin, bu güne kadar süren tutuculuğundan yana saf belirlemiştir. Gazalinin, “filozoflar”ın aklın hareketinden yana dünyevi olayları yorumlayan yaklaşımlarına karşı yaptığı eleştirilere, aklın bir militanı İbni Rüşt’ün ünlü cevabı olan “Tahafüt el Tahafüt” ü tanımazlıktan gelmiştir. Böylece sağ, Yunan ve batı felsefe okumaları eksiğiyle iki ayağı topal hale gelmiştir. Dayandığı felsefi okumaların karşıtlarını da bilmemekle, sığ kalmıştır.((Devamı sol ana sutunda))

****

****

24 Nisan soykırımı hepimizi katletmişti...

Mihrac Ural

Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi –soykırımı- hepimizi katletmişti. Tam 93 yıldır sürmekte olan zorunlu sürgün ile insanlık sucunda İttihat –Terakki’nin ‘SOYKIRIM’ imzası vardır.

Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır.

Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur.

“Resmi tarih” diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.**19. yy sonlarından başlayarak, Katolik ve Gregoryan (Ortodoks) diyerek birbirlerine kırdırılan, tenkil ve sürgünlerle, mal mülklerine el konularak baskı altında tutulan Ermenilere yönelik soy kırımı, I Dünya savaşının, malum bol bahaneleri altında girişilmiştir (24 Nisan 1915).

Savaş sırasında, önce Ermeni gençlerinin Askere alınarak silahsız bırakılması ve ardından toplu tasfiyelerin yapılması, geride kalan Ermeni halkının Tenkil ve sürgünlerine geçilmesi. Bu konuda talimatların dakik bir biçimde, en yetkili resmi merciler tarafından istenip, izlenmesi. O dönemin Sadrazamı (Başbakanı) Talat Paşa’nın, başından itibaren olayları, dikkatlice takibi, emirler vermesi, istatistik tutması (iskan edecekleri yerde dahi nüfusa göre oranlarının %5 geçmeyecek düzeyde tutulmaları talimatları da dahil) ve bunun en ince ayrıntısına kadar yazılı özel notlarla tescili, Ermenilere reva görülen her şeyin, planlı bir tarzda icra edildiğini göstermeye yeterlidir (Ermeni tehciriyle ilgili Talat Paşa’nın tutanakları için bkz. Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi, 24 Nisan 2006’dan itibaren yayınlanan dizi) Bu, Ermenilere ilişkin, adına ne konulursa konulsun, yapılacak olanların önceden planlanmış eylemler olduğunu gösterir.

Bundan sonra, sonuçlara bakılarak, yapılanlara verilecek ad, tanımlamaya geçilir.*Böylesine planlı ve en ince ayrıntısına kadar takip edilmiş ve bir etnik topluluğa yönelen, sonuçta en iyimser tahminlerle, el yazması tutanaklardaki rakamlarla bir milyon (1000 000) üzerinde Ermenin ölümüne yol açan, kimi şehirlerde nüfusu yüz binlerden sıfıra indiren, çoluk çocuk on binlerce canın etnik yapısını değiştirmek için farklı etnik toplumlara dağıtan, topraklara el koyan, binalarını yıkan, her türden maddi ve canlı servetine el koyup katleden girişimlere, soy kırımından başka bir ad verilemeyeceği görülür.

Bu bir soykırımdır. (..)Osmanlıdan, cumhuriyete süre gelen bu aklın, daha uzun süre yürürlükte olma tehlikesi tüm çıplaklığıyla kendini göstermektedir. Tarihimizle cesurca yüzleşmeden bu aklı toplumsal işlevlerimizden ve geleceğe ilişkin yaşam planlarımızdan söküp atmak güç gibi duruyor.
((*)Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı –Mihrac Ural)

**
Sıranın kendisine gelmeyeceğini sananların dikkatine, bu vatanın birimize değil, hepimize ait olduğunu bir kez daha, bin kez daha yeniden birbirimize kanıtlamakla yükümlü olduğunuzu artık anlamak zorundasınız.

Bilmelisiniz ki, farklılıkları içselleştirmek, onlarla barış içinde yaşamayı fiilen gösterip, haklarını anayasal ve kurumsal güvencelerle kökleştirmek ertelenmez bir görev haline gelmiştir, bu yapılmadıkça bu vatanın hepimize ait olduğuna kimseyi inandıramazsınız.

Mümkünü, imkansız hale getirmeye devam ederseniz, sizi biz farklılar, ayrı varlıklar bile kurtaramaz. Bunun vebali, Hrant Dink’in katline yol açan akıl sistematiğinin kıyımına tek tek ve topluca maruz kalmaktır bilesiniz.
((*)Hrant Dink'in Katli ve Tarihi Gerçekler –Mihrac Ural)


Murat Altunöz’ün Beklenen Kitabı Kırılgan Zamanlar Çıktı…

2002 Ocak ayında başladığımız yolculuğumuza 7 yıldır devam ediyoruz. Karalama Dergisi, ülkenin koşullarına göre bazen inişler ve çıkışlar yaşamamıza rağmen her geçen gün dergimizle daha da büyüyoruz.

Karalama Dergisi olarak;
Şair Nevruz Uğur ve Halil İbrahim Yıldız’ın kitaplarından sonra Karalama’nın Kurucusu ve halen Editörü olan Murat Altunöz’ün Kırılgan Zamanlar adlı kitabını yayımladık.
Geçmiş zamanların, kırılmış, yalnız ve hüzünlü dizelerinde bulduk kendimizi,
Her dize de bir direniş, bir sürgün, bir ayrılık ve özlem var.
((Devamı sol alt sutünda))

...

...

Yerel Çeteleşmenin Boyutu...

Murat Altunöz /Gazeteci

Çeteleşme yıllar sonra Ergenekon operasyonuyla tekrar gündeme geldi. Eskiden bildiğimiz mafya sistemi çökmüş artık daha organize ve daha profesyonel bir hal alan almıştır.Bazı yazarlar, Emekli Polisler ve Emekli askerlerinde içinde bulunduğu yeni bir yapı ortaya çıktı.Aslında bu tür çeteleşmeler yıllardır hep ülkemizde vardır. Ama bu hafta benim bahsetmek istediğim yerel çetelerdir. malesef son yıllarda ciddi anlamda yerel çeteleşme ve Organize suçlarda bir çoğalma vardır. Zaten Hatay il Emniyet Müdürü Osman Çapalı'da bu konuya dikkat çekerek " Bireysel suçlar artık organize suçlara kaymıştır" demiştir.
((Devamı sol ana sutunda))


İNTERAKSİYON

Faiz Cebiroğlu
Her gelişim, karşılıklıdır. Her ileriye yönelik değişim, bir interaksiyondur. İnteraksiyon, karşılıklı etkileşim oluyor. İnsanlar, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek sosyal yönlerini geliştiriyorlar. Sosyal yönünü geliştiren insan, aldığı öğreti ve deneyimlerle bireysel yönünü ”işleyerek” yapılandırıyor. Yapılanma, ”özbilinç” ve ”özgüven” ile nitelik bir hal alıyor.

İnteraksiyon ya da karşılıklı etki, yaşadığımız toplumda, değişik yer ve ortamlarda farklı farklı oluyor. Dille başlayan diyaloğa; insanların bulunduğu yaşam tarzları, çalışma biçimleri ve kısacası sahip oldukları sınıfsal konumları da ekleniyor. Sosyal sınıf, gelişimde ”ana halka” oluyor. Sosyal sınıf, ileriye yönelik değişimin ”can alıcı noktasını” oluşturuyor.

(Devamı orta ana sütunda )
http://mirural.blogspot.com/

...

...

Yabancılaşmanın Dinamiği


Mihrac Ural

Yabancılaşma, insanlık ailesini birbirine yakınlaştıran, farklarını hızla öteleyen özel mülkiyeti ve olumsuz sonuçlarını bile köşeye sıkıştırma işlevi gören sonuçlarıyla, olumsuz değil çok olumlu bir role sahiptir. Tarihsel süreciyle derinleşip geliştikçe gerçekleşen yabancılaşma, insana çok daha cüretkâr olma, çok daha özgürce beyin labirentlerinde kurguladığı fantezileri yaşama ve bunu yaparken de dar anlamda aile, mahalle gibi klancı darlığın etkiler altında kalmayıp, geniş anlamda da ulusal sınırları aşıp belki başlangıcı sanal âlemin nimetleriyle, bilgi çağının iletişim olanaklarıyla bu tutku ve arzularının doruklarını zorlama şansını elde etmektedir.Yabancılaşma olmasaydı, emeğin sosyal etkilerinden bahsetmemiz mümkün olamazdı. Emek ne kadar sahibinden uzaklaşır, ne kadar sahibine belirgin olmaktan çıkarsa, o kadar evrensel ölçeklerde hizmet sunmaya başlamış demektir. Ve bir o kadar kültürel farklılıklarını hesaba katmadan ( renk, ırk, ulus, coğrafya, bölge farkı tanımadan) insan türüne ait hale gelmiş demektir.
((Devamı orta ana sol sütunda: ))
http://mirural.blogspot.com/

..

..

MİLLİ MARŞLAR

Ayşe Hür
1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı ‘Tre Trallade Jantor’dur. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkar ve ‘Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr….’diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası olayı "centilmen Türk seyircisinden jest" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi…
“Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur/Katibimin setresi uzun eteği çamur… diye başlayan ünlü türkünün bestesi 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’daki Selimiye Kışlası’nda kalan ‘eteklikli’ İskoç Alayı’na moral vermek için yazılmış ‘Donsuz askerler…’ diye başlayan bir asker şarkısıdır. II. Mahmut döneminde (1808-1826) modernleşme çabaları sırasında askerlere giydirilen setre ve pantolon mutaassıp çevreler tarafından ‘sokağa donla çıkmakla’ eşdeğer görülmüş, özellikle de ‘gavur mukallitliği’ denilen bu modernleşme hareketine çabuk uyum gösteren eli yüzü katipler halkın diline düşmüştür. Bir İstanbul külhanbeyi, bu katiplerle alay etmek için, Üsküdar yolu üzerinde olan Selimiye Kışlası’nda kalan İskoç askerleri için yazılan marşın müziğine Türkçe sözler yazar ve ünlü Katibim türküsü ortaya çıkar.
1974 Kıbrıs ‘Barış Harekatı'ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkumları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.

((devamı sol büyük sütunda))

29 Nisan 2008 Salı

1 MAYIS DEĞİŞİM ZAMANI

Mihrac Ural


1 Mayıs 2008



1 Mayıs İşçi sınıfının birlik ve dayanışma günü. Bugün yüz yılı aşkın süredir çağdaş uygarlığın temel tüm değerlerini üreten işçilerin bayramıdır. Bugün, insan erdemleri açısından kazanılmış tüm değerlerin dünya emekçilerinin birlik ve dayanışmasında anlam buldukları bir gündür. Öyle ki, kutlandığı yüzyıl içinde kendine özgü dinamizmiyle gelişen, ilerleyip insanlığın hizmetine koşulan, tüm gelişmelere önemli dinamik katan bir halk kitlesidir.


İşçi sınıfı bu rolü, içinde yer aldığı tarihi kesiti doğru değerlendiren politikaların, doğru karar ve eylemleriyle gerçekleştirmiştir. İşçi sınıfı bu rolü oynarken, toplumun tüm emekçi kesimlerini etkilemiş, örgütsel olduğu kadar, döneminin tüm iktisadi, kültürel ve toplumsal düzlemlerinde egemen güçler dahil, toplumun tüm kesimlerini de etkileyen yeni açılımlara öncülük etmiştir. Tarihsel kesitlerle uyumlu olma esprisi olarak ortaya konulan bu sonuçlar, işçi sınıfının tüm etkinliklerini ve bayramlarını gerçek bir toplumsal değer olarak ortaya koyuyordu.


Bugün kıstaslar ve roller çok farklı bir bağlamdadır. Çeyrek asırdır işçi sınıfı böylesine önemli rolleri oynamaktan uzaktır. Gelişmelerin gerisinde kalan siyasal perspektiflerin yetmezlikleriyle bulanıklaşan, kendini kendi yerinden ifade edecek tutumlar ve kararlar yerine, tarihi geçmiş söylemler ve statülere bağımlı kalan karar ve tutumlarla toplumsal rolünü gittikçe zayıflatarak gerilemiştir. İlerleyen zamanla ortaya çıkan çok yönlü değişim, 1 Mayıs bayramının anlam ve içeriğinde ciddi mesaj değişikliklerine ihtiyaç duyan bir işçi sınıfı anlayışını dayatmıştır. Eski kıstaslarla, aynı rolü oynamanın olanaksız kaldığı dünyamızda işçi sınıfı da silkelenmek, ilgili tüm düzlemlerinde ciddi değişimlere yönelmek göreviyle karşı karşıya kalmıştır. Biz bunu, işçi sınıfının kendini dar sınıf çerçevesinden çıkışını sağlayacak bir genişlemeyi ifade eden "İşçi sınıfı halklaşmalıdır" sloganıyla ifade ettik.



Önemli olan; tarihi gelişmeyi sağlıklı algılamak ve onun izinde öznel çabaları yükseltmektir. Ancak tarihin tüm toplum mühendislik önermeleri kocaman bir aldatmacadan ibaret olduğunun açığa çıktığı bilinmelidir. İnsan önüne çıkan sorunların çözümünü yapabilir, bu süreç bir süreklilik içinde oldukça siyasal görevler gerçekçi tarzda ayakları yere basabilir. Bu açıdan, işçi sınıfı ve kültürü, işçi sınıfı ve diktatörlüğü, işçi sınıf ve refleksleri, bilinci vb söylemleri, öznel öğenin bu önemli tecellilerini yerli yerine yeniden oturtmak gerekiyor Bu söylemleri yeniden irdelemek ait oldukları, var oldukları sistem içindeki yerleriyle irdelemek gerekiyor. Bu hiç bir zaman işçi sınıfının dinamizmini, oynayacağı rolleri ve emeğin tarihteki rolünü küçümsemek değildir. Bu gün bile bu gücün çok önemli bir sosyal işlevi, adaletsizlikleri, toplumsal dengesizlikleri düzenlemek için derin reformlarla daha iyi bir yaşama yönelik girişim etkinlikleri olacağı açıktır. Bunu güçlendirmek de gereklidir. Ama buna yaslanarak işçi sınıfına ait olmayan misyonları, bir yük gibi sınıfın omzuna yıkarak ve bu misyonu yerine getiremediğinde ona sırt dönerek ortaya konacak bir duruş, toplumsal işlev açısından hiç bir şekilde ilerici ya da devrimci olamaz. İşçi sınıfı halklaşmalıdır deyişimizin ana eğilimleri budur. Artık, işçi sınıfını kitlesi olan işçiler açısından onun halkın bir parçası ve işlevleri arasında olan bir dinamik öğesi olarak ele alıp, fabrikada bir makinenin dişlisi ve onun dar ufuklarındaki önermeleri olmaktan çıkarmak gereklidir.


Bu noktada sınıf misyonlarının artık eskisi gibi algılanamayacağı da bilinmelidir. Bunların başında da işçi sınıfının çıkarlarının dar sınıf çerçevesine sığdırılamayacağı gerçeği gelir. Yani, artık işçi sınıfı fabrikalardaki makinelerin tamamlayıcı bir unsuru olarak, fabrikaları kale sanıp kendini de içinde tutsak yapan ve bu yolla toplumda rol oynanabileceğini sanan anlayışlara takılı kalamaz. İşçi sınıfının kalesi artık fabrikalar değil, tüm toplumsal, iktisadi, sosyal ve kültürel etkinliklerdir. İşçi sınıfı fabrikasından daha çok, mahallesinde, okulunda, sendikasında, dini ve kültürel tüm etkinliklerinde bir insan olarak halkın bir parçası olarak etkilenen ve etkileyen bir güçtür. Böylesi bir gücün yükümlülükleri de geçmişten oldukça farklı olacaktır. İşçi sınıfı bu düzleme son iki yüzyılın hızla gerçekleşen ve ağır bedeller ödenerek gelinen evriminin bir sonucu ulaşmıştır. Değişen dünyamızın verileriyle, işçi sınıfı dar anlamda bir sınıf ve eski kıstaslara mahkum olarak geniş anlamda bir toplumsal işlevi yerine getiremez, böylesi bir yükümlülüğü üstlenemez. Böylesi bir girişim zorlamalarla denense bile, sonuç ağır bir çöküş olur. Bu anlamda "işçi sınıfının bağımsız siyaseti" adı altında yapılanlar, tüm sonuçlarıyla bu gün açığa çıktığı gibi, işçi sınıfının hareketini, kendi ekonomik haklarını dahi korumaktan aciz sendikalara hapsetmekten daha ileriye götürememiştir. İşçi sınıfı adına bağımsız siyaset bir yana, siyasal varlık dahi olabilecek bir örgütlenme başarılamamış, sıradan demokratik hak ve talepler karşısında kararlı bir çizgi ve kalıcı bir katkı yapılamamıştır. Ülkemize musallat olan askeri darbeler karşısında ise, bir kıpırdanış gösteremediği gibi, kimi darbelere alkış tutulmuştur. Eşine dünyanın hiçbir ülkesinde rastlanmayan hantallık ve duyarsızlık, böylesi ekstrem sınıfçı takıntıların siyasal yönlendirmelerinin ürünü olmuştur.


İşçi sınıfı, insanlardan oluşmuş canlı bir unsur olan işçi kitleleri bu siyasetlerden hiçbir şey kazanamamıştır. Bu kısır siyasetlerin tutkunları, içinden çıkamadıkları marjinalliği dahi kavrayamamışlardır. Bir yandan egemen güçlerin anti demokratik dayatma ve ekonomik baskı kıskaçları, diğer taraftan dar sınıfçı marjinallerin önermeleriyle, siyasi yetileri kısırlaşan işçi sınıfı, ülkemizde yükselen demokratik hak arayışlarına ve bugün gelişen siyasal açılımlara katkıda bulunmaktan uzak kalmıştır; Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesine, tüm emekçi halklarımızın dolaysız kazanımları elde edebilecekleri Avrupa Topluluğu'na katılma sürecine hiç bir ciddi katkı yapamamıştır. Bu somut olaylarda hantal, tutucu ve marjinal kalınmıştır.


Bu marjinal siyasetler, işçi sınıfına tarihinde kazanılmış bir demokratik mevzileri olmadığı gibi zaman zaman elde edilen hakları dahi korumakta basiretsiz kalmıştır. Çok önemli bir demokratik ölçü olan Kürt halkının özgürlük ve demokrasi talebinde ise, on yıllardır sürdürülen hayır hah tutumlara, çirkin milliyetçi tutumlarla devam edilmektedir; Kürt ulusunun "ana dille eğitim" gibi doğal olan, doğumla kazanılmış olan haklarının talebi karşısında, "Emperyalistler bununla olmayan bir ulusu yaratıp ülkemizi bölmek istiyorlar" diyecek kadar ırkçı siyasi tutumlar sergileniyor. Bunlar, egemen güçlerin dahi ağızlarına alamayacakları aşırılıkla milliyetçilik oynama yarışına girmişlerdir. Ülkemiz solunun en solu ve en sağı top yekûn bu ilkel milliyetçi çizgide seyreder olmuştur. Aynı ilkel tutum, bugün, işçi sınıfının karşısında duran çok önemli bir toplumsal görevde de kendini göstermektedir.


Ülkemizin Avrupa Topluluğu'na katılımı konusunda, işçi sınıfı yine iki ateş arasında, bir yandan egemen güçlerin çok boyutlu kıskaçları, diğer taraftan onunla paralelleşmiş solun marjinal siyasi perspektiflerinin kesiştiği ilkel milliyetçi tutumlarla, toplumsal rolünü oynama hakkından yoksun bırakılmaktadır. Bu politikalar sonuçta, işçi sınıfını toplum nezdinde güvenilmez, kararsız ve ilkesiz bir güç konumuna düşürmüştür; işçi sınıfı içine girdiğimiz yeni yüzyılın başlamasıyla birlikte, karşı karşıya kaldığı en önemli tehlike, düşünen ve üreten insanlığın haklı bir kazanımı ve ürünü olan globalleşmeye karşı, emperyalistlerin politik müdahale ve yönlendirme çabalarından kaynaklanan yanlış algılar sonucu içine düşülen milliyetçi tutuculuktur.

"işçi sınıfının sınıfsal arılığının bozulmaması, ideolojik saflığı, bağımsız sınıf çıkarları" vb söylemler, artık bu çağın söylemleri olmaktan çıkmıştır. Bu yalnızca zayıfların, gelişmeler karşısında korkanların, korkularını işçi sınıfı sırtına yıkmak isteyenlerin ve politika üretmede yetmezliğe düşenlerin bir söylemi olmuştur. İşçi sınıfını makinelerin bir parçası görenler, fabrikaları kale ilan ederken, farkında olmadan işçinin insan olma özelliklerini ve bundan kaynaklanan genel kapsayıcılığı ve kapsanışını yok etmektedirler. İşçi sınıfı artık, İnsan haklarının ve erdemlerinin şiddetle ihtiyaç duyduğu özgürlük ve demokrasi mücadelesinde diğer tüm kesimler gibi bir dişli olarak yerini almalıdır. İşçi sınıfı toplumsal sorumluluklarını yerine getirirken, ne en önde ne en arkada, kendi yerinde, kendi etkinlik ölçekleri içinde, aktif bir unsur olarak yerini almalıdır. Yani İşçi sınıfı halklaşmalıdır. İşçi sınıfı kendi temsilcileri, ideolojik ve siyasal entelektüelleri bir bütün olarak tarihin bu aşamasında gündeme gelen gelişmeler uyarınca, içsel düzenlemelerini yapmalıdırlar. Herhangi bir vehime kapılmadan, İşçi sınıfının oynayacağı toplumsal bir rolü ciddi ve ayakları yere basan bir program perspektifi kazanmak durumundadır. Bu ihtiyaç ülkemizde çok daha büyük bir gereklilik olarak karşımızda duruyor.


Ülkemize dayatılan toplumsal sistem, iktisadi olduğu kadar ağır siyasal sorunların da kaynağı oldu. Globalleşen dünyada en arka sıralarda gelişmelerin dışında kalan ülkemizin 21. yüzyılda topluma karşı hiçbir ciddi yükümlülüğü yerine getirmemektedir. Çağdaş ülkeler topluluğu içinde, insan hakları ihlalleri, demokratik haklar ve adalet sisteminin yetersizliği nedeniyle yer bulamamaktadır. İnsanlık topluluğu içinde onur kırıcı sıralamaları işgal eden ülkemiz, yanlış politikalar ve işlevsizleşen sistemlerin mahkumu olarak halkın ciddi toplumsal iktisadi ve siyasal sorunlar girdabında boğulmasına yol açmaktadır. Bu durum, yöneten ve yönetilen tüm kesimlerin çok yönlü memnuniyetsizliği olarak kendini ifade ediyor. Bu noktada kimlik bunalımı ülkenin tek ayırt edici özelliği olmaktadır. Bu toplum, bu devleti sırtında daha fazla taşıyamaz. Biri ilkel bir muhafazakârlıkla, bir cumhuriyeti şer-i süreçlere sürükleme girişiminde, toplumun ortak olmayan bir kimlikle kuşatılıp geriye çekmeye çalışıyor. Diğeri kimden alındığı belli olmayan vehmi bir yetkiyi, tarihini doldurmuş dayatmalarla toplumun siyasi kaderi üzerinde ipotek koymayı ve artık, toplumu temsil etmekte yetersizliğe düşmüş bir kimliği sürdürme çabasında muhtıralar vermekte, darbelerle tehditler savurmaktadır. Bu ikili dayatmacılığın karşısında halkın doğal tepkisi, bir biçimde bu dev toplulukların organizatörü konumuna gelmiş olanların iradesine rağmen, meydanlarda, milyonluk kitleler halinde, özgürlük ve demokrasi arayışı içinde tavır geliştirmekte, siyasal bir duruş sergilemektedir. Halkın sezilerini, fiili bir protestoya yönlendiren siyasal eğilimler gerçekte, ülkemiz tıkanıklıklarının aşılması için, ifade özgürlüğünün bir tecellisi olarak belirmektedir. Bunun anlamı, ortak, adil ve coğrafyasının barışçıl geleceği için yeni bir kimlik arayışıdır. Bölgemizde ve ülkemizde gelişmekte olan tarihi olayların doğru algılanışını temsil eden bir siyasal tutumdur. Devletin, kurum, yasa ve kuruluşlarıyla kavramakta acze düştüğü, tehlikeleri kavrayış ve bunun karşısında yeniden düzenlenmiş ortak bir kimlikle ülkeyi ayakları üzerinde dikmenin bir ifadesidir. Demokrasi ve özgürlük güçlerinin bu kısa süre içinde ortaya koydukları siyasal tutumun ifade ettiği talepler, bu devleti artık aşmıştır. Ve devlet, birbirine göre ters yönde dönen bu çarklar altında, hiç kimseyi temsil etme durumunda değildir. Bunun adı kaostur. Kaosu, statüler bozulmadıkça dengeye getirmek mümkün değildir.


Türkiye kimliğini yitirmiş bir ülke olarak, artan oranda çözümsüzlük içindedir. Egemen sınıflar, Dünya'nın çeşitli egemen güçleriyle oluşturdukları çok yönlü bağımlılık ve egemenlik olanaklarını istismar ederek sorunlarını hafifletirken, halklarımız etkin direniş odaklarından yoksun olarak, krizlerin faturasını ödemektedir. Bunun anlamak için, Avrupa Topluluğu'na katılım sürecinde emperyalist ülke egemen sınıflarıyla, ülkemiz egemen sınıflarının karşılıklı oyunlarla oluşturdukları engellere rağmen, artan oranda çıkar birliklerini yükseltişlerini gözlemlemek yeterli olacaktır. Onlar artan oranda ülkemizi birlikte sömürürken, halklarının güç birliğini ve dayanışmasını engellemektedirler. Bu ise kriz faturalarının bir kez daha, en ağır şekliyle emekçi halklarımızın sırtına yıkılması demektir.


Bu yıkımda, işçi sınıfının takati inanılmaz bir vahşetle tüketilirken, hakları uğruna mücadelede yalnızlığa mahkum edilmektedir. "Vatan millet Sakarya" nidalarıyla kendini ortaya koyan sol güçler ise, "emperyalizm karşıtı" olma gibi kendi kendini aldatan söylemlerle, bu sürecin işçi sınıfı aleyhine daha da ağırlaşmasına katkıda bulunmaktadır. Böylece bir yandan Avrupa'nın ve ülkemizin egemen güçleri, diğer yandan ülkemizin sol güçleri birbirleriyle düşmanmış gibi görülen söylemlerle örtülü olarak el ele vermiş, başta işçi sınıfının ve genelde tüm halklarımızın çıkarlarını kösteklemektedirler. Bu iki egemen gücün ülkemiz soluyla kesişen dayanışmaları, en belirgin örneği Avrupa Topluluğu'na katılım sürecinde gösterdikleri ilkel milliyetçi tutumlarda belirginleşmektedir. Topluluk üyesi olmanın önünü kesmek için, akıl almaz engellerle sorun yaratan ülkemiz egemen güçleri, Avrupa'nın emperyalist tekelci güçleriyle her türden birleşme içinde çok boyutlu güçlerini yoğunlaştırmaktan geri kalmamaktadır. Emekçi halklarımız ise, Avrupalı kardeşleriyle ve onların tarihten gelen demokratik kurum ve kazanımlarıyla birleşip güçlenmeleri, vatan, devlet, dil, bayrak gibi kalıcı olmayan tarihsel olgular elden gidiyor aldatmacasıyla engellenmektedir.


Bu konuda sol güçlere ihale edilen söylemler, işçi-emekçi güçler lehine gibi görülen, ancak sonuçta tamamıyla egemen güçlerin yararına olan bir işlev görme konumuna düşmektedir. "Avrupa Topluluğuna katılmak, ülkemizi Avrupa tekelci güçlerine köle yapmak demektir" iddiası, sol söylemli gibi görülse de on yıllardır sürmekte olan çok önemli bir yanılgıyı, emekçi halklarımızın, her iki egemen güç tarafından on yıllardır köle edilip sömürüldüğü gerçeğinin anlaşılmamış olduğunu gösteriyor. Bu söylemler işçi sınıfını artan bir yalnızlığa, kısır ve milliyetçi tuzaklara, daha da kötüsü gericiliğin kendini siyasal İslam olarak ifade ettiği çıkmazlara kadar uzanan gerilemelere sürüklemektedir. Burada tekrardan Kürt ulusunun özgürlük ve demokrasi arayışında takınmakta olunan ilkel milliyetçi tutumun sol güçleri, egemen güçlerle aynı paralele getirdiğini hatırlatarak, işçi sınıfını öncelikle bekleyen iki güncel sınav ve tehlikeye dikkat çekmeyi zorunlu bir görev saymaktayız. 1 Mayıs bayramının bu gerçeklerin ışığında idrak edilmesi, özgürlük ve demokrasi, insan hakları ve adalet mücadelemizde emekçi halklarımıza olduğu kadar işçi sınıfının çıkarlarına da bu bütün içinde en olumlu sonuçları sunacaktır.


1 Mayıs bayramının, ülkemiz devrimci güçlerine, ilerici, demokrat, insan hakları savunucusu, barış güçleri, adalet ve özgürlük taraflılarına yüklediği en önemli görev; Dünya'da ve ülkemizde hızla tırmanışa geçmiş olan ilkel milliyetçi ve dinci siyasal gericiliğin, insanlığın ve halklarımızın temel çıkarlarına yönelik tehditleri karşısında birlik ve dayanışma içinde tutum almaktır. Bunun için, yeni politikalar üretmek, çoğunluğu gerçekten temsil eden perspektifler ortaya koymak, globalleşen dünyanın paralelinde tarihe ters düşmeyen açılımlarla kendi orijinalliğimizle bu büyük hareket mekanizmasının, olmazsa olmaz dişlisi olmayı başarmamız gerekmektedir. Bu görevler eski, tarihi dolmuş ve onlarca deneyde sınıfta kalmış kıstaslarla başarılamaz.


Ülkemizi yeni bir ortak kimliğe kavuşturmak için, tüm farklılıklarımızı içselleştiren ortak mücadeleye atılmalıyız. Çağrımız bu adım için gerekleri yerine getirme sorumluluğu üstlenmektir. Demokrasi ve özgürlük, bu sorumluluğun altına girilmeden kazanılamaz

25 Nisan 2008 Cuma

MİLLİ MARŞLAR

Ayşe Hür

‘Devşirme’ Marşlarla Milliyetçilik

“Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur/Katibimin setresi uzun eteği çamur… diye başlayan ünlü türkünün bestesi 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’daki Selimiye Kışlası’nda kalan ‘eteklikli’ İskoç Alayı’na moral vermek için yazılmış ‘Donsuz askerler…’ diye başlayan bir asker şarkısıdır. II. Mahmut döneminde (1808-1826) modernleşme çabaları sırasında askerlere giydirilen setre ve pantolon mutaassıp çevreler tarafından ‘sokağa donla çıkmakla’ eşdeğer görülmüş, özellikle de ‘gavur mukallitliği’ denilen bu modernleşme hareketine çabuk uyum gösteren eli yüzü katipler halkın diline düşmüştür. Bir İstanbul külhanbeyi, bu katiplerle alay etmek için, Üsküdar yolu üzerinde olan Selimiye Kışlası’nda kalan İskoç askerleri için yazılan marşın müziğine Türkçe sözler yazar ve ünlü Katibim türküsü ortaya çıkar.

1974 Kıbrıs ‘Barış Harekatı'ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkumları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.
AKP BİAT MI EDİYOR? Ama daha ilginci, Türklerin topluca ezbere söyleyebildikleri nadir marşlardan olan Gençlik Marşı, İstiklal Marşı ve 10. Yıl Marşı’nın bestelerinin de ‘gayri-milli’ olduğu yolunda iddialar var. Bunlardan 10. Yıl Marşı, 28 Şubat 1997 müdahalesinden beri rejime iman tazelemek isteyenlerin ilk aklına gelen marş. Geçenlerde AKP’nin Gençlik Kolları 2. Olağan Kongresi’nde, Başbakan Erdoğan’ın salona gelişi öncesinde 10. Yıl Marşı ve ‘Atatürk’ün İzindeyiz’ şarkısı çalınması, Erdoğan Deniz Baykal’ı eleştirirken sık sık Atatürk’e vurgu yapması aklımıza AKP de ‘iman tazeleyenlere katıldı?’ sorusunu getirmedi değil. Nitekim Hürriyet başyazarı Ertuğrul Özkök de kendilerini ‘marşa itibarını iade ettikleri ve zihniyet devrimi yaptıkları için’ kutlamıştı. AKP eğer düne kadar eleştirdiği merkezle ittifak yapmaya karar vermediyse, merkezi ‘Kim daha Atatürkçü?’ yarışmasıyla alt etmeyi düşünüyor demektir ki, bu gerçekten ilginç bir duruma işaret ediyor. Şimdilik işin bu yanını zamana bırakarak, “bu marşı 28 Şubat Marşı diye küçümsemek”, “çok ama çok kötü bir şeydir”, hatta ‘tehlikeli bir bölücülüktür’ diye gözdağı veren ‘Türkiye Türklerindir’ gazetesinin başyazarının gazabına uğramayı göze alarak, üç ‘milli’ marşımıza da yakından bakalım dedik.
‘Şakıyan Üç Genç Kız’
Türklerin en çok bildiği ve sevdiği üç marştan biri olan “Dağ başını duman almış, gümüş dere durmaz akar’ diye başlayan Gençlik Marşı, İsveçli besteci Felix Körling'e ait bir ormancı şarkısı. Marşın asıl adı ‘Tre Trallade Jantor’ yani ‘Şakıyan Üç Genç Kız’. Bazıları şarkının sözlerinin erotik olduğunu söylüyor ama İsveççe bilmediğim için kontrol edemedim. Marşın ‘millileştirilmesi’ 1900’lerin başında oluyor. İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından kurulan ‘paramiliter’ Osmanlı Genç Dernekleri’ndeki gençlerin ‘milli duygularının yoğunlaşması için’ Mektebi Sultani’nin idman hocalarından Selim Sırrı (Tarcan) Bey müzik eğitimi için gittiği Stocholm’den döndükten sonra aklına bir fikir geliyor. Gerisini İstanbul Erkek Muallim Mektebi Türkçe öğretmeni Ali Ulvi (Elöve) Bey’den dinleyelim: “Bir gün okulun uygulama odalarından birinde çalışırken, Selim Sırrı Tarcan ziyaretime geldi. O günlerde pek gözde olan bir İsveç marşı için yazmamı istedi. İstenilen güfte 4x4 veya 8 heceli olacaktı. Vakit geçirmeden çalışmaya koyuldum. I. Dünya Savaşı’nın aleyhimize döndüğü yıllardı o yıllar. Gençlik ve halk kaygıya kapılmıştı. Marş yazarken başlıca amacım bu havayı dağıtmak, gençlere azim, ümit ve kalp vermek oldu…”

MUSTAFA KEMAL ÇOK SEVİYOR. Marş ilk kez Ali Ulvi Bey’in okulunda (bugün St. Joseph Koleji) çalınır ve pek sevilir. Okul dışındaki ilk icrası ise 1916 yılının ilkbaharında Kadıköy’de İttihat Spor Çayırı’nda olacaktır. Marşın Cumhuriyet döneminin en sevilen marşı olmasını ise Mustafa Kemal’e borçluyuz. Önce Samsun’a giden Bandırma Vapuru’nun güvertesinde yıldızlara bakarak dalgaların sesini dinlerken; Samsun’dan Havza’ya giderken Çamlıbel mevkiinde arabası bozulduğunda ise yürüyerek Havza’ya giderken güç toplamak için, yanındakilerle bu marşı söylemiş. Milli Mücadele sırasında ordudaki subaylara moral veren marşın resmen ‘milli marş’ olması ise ancak 20 Haziran 1938 tarihli, 2400 Sayılı Kanun’la olmuş.
Bu bölümü eğlenceli bir anekdotla bitirelim: 1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı ‘Tre Trallade Jantor’dur. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkar ve ‘Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr….’diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası olayı "centilmen Türk seyircisinden jest" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi…
İstiklal Marşı ve Karmen Silva Opereti

“Bir gün Orta Tedrisat Müdürü odasında çalışıyordum. Kalpağımı masanın bir kenarına koymuştum. Kapı açıldı. İçeriye kısa boylu bir Erkanı Harbiye Albayı girdi. Onu görünce ayağa kalktım, kalpağımı giydim. ‘Buyurunuz’ dedim. Bu zat ‘Ben, Garp Cephesi Erkanı Harbiye Reisi İsmet’ dedi. Kendisini masamın önündeki iskemleye buyur ettim, oturdu. ‘Beni size Dr. Rıza Nur Bey gönderdi. Orduca karar verdik. Bir İstiklal Marşı istiyoruz. Bunun güftesini ve bestesini ayrı müsabakaya korsunuz. Her birini kazanana beşer yüz lira vereceğiz’ dedi. Emirlerini hemen yapacağımı söyledim. O da kalktı gitti.” Bu satırlar 1921’de Maarif Vekaleti’nde orta dereceli eğitimden sorumlu olan Kazım Nami (Duru) Bey’e ait.
O sırada Ankara’da ev bulamadığı için, Taceddin Dergâhı’nda misafir edilen ve Meclis’e Burdur Milletvekili olarak katılan ‘Çanakkale Şehitleri’ ve ‘Bülbül’ şiirlerinin sahibi Mehmet Akif (Ersoy)’un ‘Milletin başarılarının para ile övülemeyeceğini’ düşündüğü için yarışmaya katılmak istemediği, yarışmaya gönderilen 724 şiiiri gözü tutmayan ‘Türkçü’ Maarif Vekili Hamdullah Suphi (Tanrıöver) Bey’in kendisine yazdığı davet mektubundan sonra fikrini değiştirdiği bilinir.



MEHMET AKİF’İN ŞİİRİ SEÇİLİYOR. Ön elemeyi geçen yedi şiir, Mustafa Kemal’in oturum başkanlığını yaptığı 12 Mart 1921 günü tartışmaya açılır. İyi bir hatip olan Hamdullah Suphi, gür sesiyle Mehmet Akif’in şiirini okuduğunda milletvekilleri büyük bir heyecana kapılırlar. Hamdullah Suphi’nin başını çektiği bir ekip diğer şiirlerin okunmasına gerek bile görmez ve oylamaya geçmeyi önerir. Buna itiraz edenler olur. Çünkü diğer altı şiir Mehmet Akif’in şiirinden daha fazla ‘milli’ öğeler taşımaktadır. Örneğin bu şiirlerde ‘Türk’ sözü geçerken Akif’in şiirinde sadece ümmet anlamına gelen ‘ırk’ terimi vardır. Mustafa Kemal’in konuşmasını takiben şiir iki kez daha okunur ve oylamaya geçilir. Şiirin bazı yerlerinin tadil edilmesini gerektiğini ima eden Bolu Milletvekili Tunalı Hilmi Bey oylamanın oldu-bittiye getirilmesinin marşın meşruiyetini zedeleyeceğini ileri sürer ama sözünü dinletemez. Hamdullah Suphi’nin el kaldırma usulüyle yaptığı oylamada Akif’in şiiri ‘çoğunlukla’ ‘İstiklal Marşı’ olarak kabul edilir. Bunlar olurken Mehmet Akif, utangaçlığından başını kollarının arasına saklayarak, sırasının üstüne kapanır. Oylama sonucu belli olur olmaz da heyecanla Meclis’i terk ederek Taceddin Dergahı’na gidecek ve tebrikleri orada kabul edecektir. Daha sonra Hamdullah Suphi Bey’e “Ben bu kadar güzel yazmadım. Ama siz, çok güzel okudunuz.” diyecektir.
O günlerde büyük yoksunluk içinde yaşayan şair, yarışmanın başındaki tutumunu sürdürecek ve 500 liralık para ödülünü Darü’l Mesai adlı hayır kurumuna bağışlayacaktır. Mustafa Kemal daha sonra gazeteci İsmail Habib Sevük'e, İstiklal Marşı'nın en beğendiği beytinin "Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet/Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklâl" olduğunu söyleyecek ve "bu milletten asla unutmamasını istediğim mısralar işte bunlardır" diyecektir.

GÜFTECİ ÇOK BESTECİ AZ. Sıra beste yarışmasına gelmiştir. Aralarında yine Kazım Karabekir’in olduğu 24 ‘besteci’ eser göndermiştir, yani katılım düşüktür. Fakat o günlerde Yunan ordusu Polatlı’ya yaklaşmıştır. Hükümetin ve Meclis’in Kayseri’ye nakli düşünülmektedir. Sonunda, Meclis’te ordunun Sakarya’da savunma düzenine geçmesi fikri galip gelerek, Ankara’nın tahliyesinden vazgeçilir ama yarışma unutulur gider. Bunun üzerine bazı bestekarlar kendi bestelerini çevrelerinde ‘İstiklal Marşı’ diye yaymaya başlarlar. 1924 yılında bu kargaşaya son vermek için Milli Eğitim Bakanlığı’nda bir kurul oluşturulur ve Ali Rıfat (Çağatay) Bey’in Türk müziği etkisindeki ‘acemaşiran’ motifli bestesinde karar kılınır. Ancak 1930’da nedendir bilinmez, yeni bir emirle Riyaset-i Cumhur Orkestrası Şefi Osman Zeki (Üngör)’ün Batılı tarzdaki bestesinin ‘milli marş olarak kabul edildiği’ memleketin dört bir köşesine bildirilir. Batıcı modernleşme çabalarının bir sonucu olarak Türk musikisinin gözden düşmeye başlayacağının ilk işaretidir bu karar.


İLK MEZURLAR. “Nurettin Eşfak/mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak konuşuyor:/-Bizim İstiklâl Marşı'nda aksıyan bir taraf var/bilmem ki, nasıl anlatsam,/Âkif, inanmış adam, büyük şair/fakat onun/inandıklarının hepsine inanmıyorum./Meselâ, bakın: ‘Gelecektir sana vaadettiği günler Hakkın.’/Hayır,/gelecek günler için/gökten âyet inmedi bize./Onu biz, kendimiz/vaadettik kendimize./Bir şarkı istiyorum/zaferden sonrasına dair./ ‘Kim bilir belki yarın...’”
Yer sorunu yüzünden büyük bir ayıp işleyerek düzenini bozarak aktardığımız bu dizeler, Nazım Hikmet’in Kuvayı Milliye Destanı’ndan alınma. Nazım’ın itirazının neye olduğunu anlıyoruz ama, konumuz bu olmadığı için duymazlıktan geliyoruz. Ama başka aksayan yanlar da İstiklal Marşı’mızda. Hepimizin bildiği gibi 1930’dan beri “larda yüzen alsancak…”, “nim milletimin…” “bu celal sana…”, “kanlarımız sonra helal hakkıdır” gibi dizelerle savaşmak zorunda kalmıştır vatan evlatları. Çünkü marşta ‘prozodi’ hataları vardır, yani sözlerle müzik arasında ahenk yoktur. Marşın neden böyle olduğunu irdelemeden önce marşın besteleniş hikayesinin Zeki Üngör versiyonunu dinleyelim: “İstiklal Savaşı’nın devam ettiği sıralarda ben Muzıka-i Humayun muallimi idim. Yani doğrudan doğruya saraya ve Vahdettin’e bağlıydık (…) Kurtuluş ordusu süvarilerinin İzmir’e girdiklerinden iki veya üç gün sonra evimde, Talim-Terbiye Hey’eti azası ve terbiye mütehassısı dostum Haydar merhumla oturuyorduk. Kapı çalındı. İlkokul öğretmeni İhsan merhum geldi. Büyük bir heyecan içinde süvarilerin İzmir’e girişlerini anlatmaya başladı. Hepimiz coşmuştuk. Hemen kalkıp piyano başına geçtim. Ve derhal içimden doğan parçayı çalmaya koyuldum. Böylece marşın ilk ‘ti’ yerine kadar akordu çıktı. Bu şekilde iki üç mezur yaptım (…) İki gün sonra beste bitti. Götürüp arkadaşlara gösterdim. Çok beğendiler. Bunun üzerine bu müziği milli marş olarak takdime karar verdim. Kıymeti hakkında daha kat’i bir fikir edinmek maksadı ile besteyi Viyana Konservatuvarı direktörüne gönderdim. On gün sonra direktörden gelen bir mektupta eserin çok orijinal bulunduğu ve melodisinin Türk ihtişamına yakışacak şekilde olduğu belirtilerek tebrik ediliyordum. Bu mektup geldikten on beş gün sonra beni Ankara’dan çağırdılar, gittim. Bana Muzıka-i Hümayun-u bütün kadrosu ile Ankara’ya nakletmek vazifesi verildi (…) Vahdettin henüz padişah olduğu için bu işleri gizli yapıyorduk. Bir ay sonra da kimseye bir şey söylemeden Ankara’ya gittim. Ve hemen İstanbul’daki arkadaşları bir telgrafla çağırdım. Üç gün sonra geldiler. Böylece milli marşı bu heyete ilk defa olarak Ankara’da verilen o baloda Atatürk’ün huzurunda çaldık. İşte milli marş böyle bestelendi.”



DÖRTNALA ATLILAR NEREDE?. Osman Zeki Bey, marşın pek ölgün bulunan ritminin kabahatini de başkalarına atar: “Ben İstiklal Marşı’nı bestelerken kulaklarımda İzmir’e koşan atlıların dörtnal sesleri vardı. Bir de marşın bugün aldığı şekli düşünün. Eserin başında metronomu 1 dörtlük 80 olan bir eser hiç bir vakit cenaze marşına benzemez. Plaklardaki ağır tempolu çalınışı ise, ‘Sahibinin Sesi’ stüdyosunda orkestra ile plağa çaldığımız zaman teknisyenler, bunun çok süratli bir marş olduğunu söylediler. Bu sebeple plağın aynı yüzüne bir marş daha çalmamızı rica ettiler. Ben böyle bir teklifi kabul edemezdim. O anda aklıma bir şey geldi: ‘Marşı biraz ağır çalalım, böylece plak dolar. Sonra çalınırken gramofon biraz hızlıya ayarlanır, olur biter’ dedim. Bu fikir pek münasip görüldü ve dediğim gibi yapıldı. Fakat bilahare böyle bir fikir vermekle hata ettiğimi anladım. Çünkü marş çalınırken gramofonun hızlıya ayarlanması icab ettiğini kim bilebilirdi?” Bu açıklamaya inanıp ‘keşke böyle yapmasaydı’ deyip geçiyoruz çünkü çok daha vahim bir iddia var.
İNTİHAL Mİ?. O yıllarda TBMM’de Bursa Milletvekili olarak görev yapan askeri doktor Osman Şevki (Uludağ) Bey’e göre Osman Zeki Bey’in bestesi Karmen Silva adlı bir sokak şarkısından esinlenerek yapılmış, özgün olmayan bir eserdir. 1924’ten 1930’a kadar söylenen Ali Rıfat Bey’e ait besteyi prozodi açısından çok daha iyi bulan Osman Zeki Bey bu konudaki iddiasını defalarca Meclis kürsüsünde dile getirmiş ancak yetkililerden ve besteciden tatmin edici bir cevap alamamıştır. Şimdi sözü Osman Zeki Bey’e bırakalım: “…Sekiz ay sonra Ali Rıfat Bey’in kardeşi Samih Rıfat bey, Maarif Vekaleti’nden ayrılmış, onun yerine [Süleyman] Necati Bey geçmişti. Bu esnada Zeki Bey İstanbul’dan Ankara’ya gelerek yerleşmişti. Rivayete göre Zeki Bey kendi bestesinin Milli Marş olması için Latife Hanım’ın tavassutunu rica etmiş ve o da Necati Bey nezdinde iltimas ederek bu suretle Ali Rıfat beyin marşı men olunmuş ve sırada dördüncü olan Zeki beyin bestesi onun yerine geçmiştir. Bu rivayeti o zamanın mebusları hep böylece naklederler. Zeki Bey’in, kendi zamanında iyi bir viyolonist olduğunu söylerler. Fakat bu muhterem zatın besteciliği hakkında biz, ancak menfi bir kanaat sahibiyiz. Evvelce Maarif Vekaleti tarafından mekteplerde okutulan bir musiki kitabında ‘papatyalar’ adlı şarkının notaları üstüne kendisinin ‘bestekar’ diye imza atması ve eskiden Sâti Bey’in mektebinde musiki hocalığı ettiği esnada bunu talebesine kendi eseri olarak göstermesi hoş görülmez (…) Ben bunu 07/05/1940’da C.H.P. Meclis Gurubu’nda Maarif Vekili’nden sordum ve izahat istedim. Sonra da İstiklal Marşı’na geçerek bunun ilk kısmını teşkil eden on ölçüsünün Karmen Silva adında bir sokak şarkısından transpozisyon suretiyle alındığı rivayetini naklettikten sonra sordum: ‘Bu Marş, İstiklal Marşı olarak ortaya çıkarılmazdan evvel Vahdettin’e marş olarak takdim edilmiş midir, değil midir? Bu marşın orkestrasyonunu yapan Ermeni milletinden [Edgar] Manas Efendi değil midir?”

‘BİZDE BESTEKAR YOKTUR’. Maarif Vekili Hasan Ali Yücel kendisine şu cevabı vererek adeta iddiaları doğrular: “… Demek isteniyor ki bizim bestekarlarımız, kompozitörlerimiz yoktur, başka milletlerin bestelemiş oldukları şarkıyı alıp sözlerini değiştiriyor ve bu nağmeleri alıp kendi çocuklarımıza veriyoruz. Üstelik de bunları nereden aldığımızı söylemiyoruz. Arkadaşımızın bunda hakkı vardır. Çünkü hakikaten bir kısım şarkılarda ve marşlarda böyle iktibaslar, intihaller yapılmış ve bunu yapanlar da kemali cesaretle kendi adlarını altına koymuşlardır… adaptasyon mutlaka fena şey değildir. Fakat yalancılık, tercüme ettiği bir eser üzerine ‘Benimdir’ diye imza koymak ayıp bir şeydir….” Ve sonra İstiklal Marşı’na geçerek devam eder: “Mütehassısların bendenize söylediklerine göre bu bize Karmen operasından bir kısım değil de Karmen Silva diye bir vals varmış, revaçta imiş, onun bilmem kaç batutası benziyormuş. Zeki Bey bunun orkestrasyonunu Ermeni bir zata yaptırmıştır…”
Osman Şevki Bey’in ısrarlı sorularına rağmen, Zeki Üngör, eserini kısmen Karmen Silva adlı sokak şarkısından kopya ettiği yolundaki iddialara karşı suskun kalmıştır. Dolayısıyla İstiklal Marşı’mızın bestesi üzerindeki ‘gayri millilik’ şaibesi hala devam etmektedir! İlgililere duyurulur….

Kemalist Güzelleme: 10.Yıl Marşı
Müziği ‘devşirme’ olan marşlardan bir diğeri bazı kaynaklara göre İstiklal Marşı’nın yerine hazırlatıldığını söylenen 10. Yıl Marşı. Marş adından da anlaşılacağı üzere 1933 yılında Cumhuriyet’in 10. yıldönümü kutlamaları için hazırlanmış. Güftesi Faruk Nafiz (Çamlıbel) ve Behçet Kemal’e (Çağlar), bestesi Cemal Reşit’e (Rey) ait olan marş, tüm dünyaya bir zamanların ‘Hasta Adamı’ nın nasıl dirildiğini ve 10 yılda ne büyük işler başardığını anlatmayı amaçlıyor. Marşı ilk kez 14 Ekim’de dinleyen Mustafa Kemal’in marşı beğenmesi üzerine önce İstanbul’da Beyazıt ve Taksim meydanlarında, Şehir Bandosu’nun eşliğinde marş talimleri yapılmış, ardından bütün yurtta bir marş seferberliği başlatılmıştı. Ancak 1940’larda çocukların ağzında ‘Hamama da gittik nalınla/ Annem bizi yıkadı/Mis kokulu sabunla` şekline dönüşen marş, uzun süren bir kış uykusuna yattı. Aradan yıllar geçti, doğru dürüst bir ikinci marş bestelenemediği için olsa gerek 1990’larda Güneydoğu’da kan gövdeyi götürünce Cumhuriyet’in bekasına ilişkin kuşkulara kapılan kesimler tarafından tozlu raflardan indirildi ve yeniden dolaşıma sokuldu. Bunda Cumhuriyet’in 75. Yılı için bestelenen marşın tutmamasının da rolü büyüktü. 28 Şubat 1997’de TSK tarafından RP-DYP Koalisyonu’na verilen muhtıra sonrasında ise adeta Kemalist bir meydan okumaya dönüştü. O tarihten bu yana Türkiye’yi iç ve dış düşmanların saldırı altında hisseden kesimler, 10. Yıl Marşı’nı topluca okuyarak kendilerini güçlü hissetmeye çalışıyorlar. Aynen mezarlıktan geçerken ıslık çalanlar gibi…

DEMİR AĞLAR. “Çıktık açık alınla on yılda her savaştan/On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan/Başta bütün dünyanın saydığı Başkumandan/Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan” şeklindeki ilk kıtada, Mustafa Kemal’in asker kimliği öne çıkarılarak Milli Mücadele dönemindeki askeri ve sivil mücadeleler vurgulanıyor ve aslında 14 milyon civarında olan ülke nüfusu kafiye uğruna 15 milyona çıkarıldıktan sonra, Osmanlı İmparatorluğu döneminden beri yönünü Batıya çevirmiş bir toplum olarak, o dönemde medeniyetin sembolü olarak görülen ve eksikliği ciddi bir eziklik yaratmış olan demiryolu meselesine atıfta bulunuluyor. Marşın “Türk'üz, Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi/Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!” şeklindeki nakarat bölümünde ise o yıllarda pek beğenilen Nazi Almanyası ile Mussolini İtalyası’nın esintileri var.
TÜRK’ÜZ. “Bir hızla kötülüğü, geriliği boğarız/Karanlığın üstüne güneş gibi doğarız/Türk'üz, bütün başlardan üstün olan başlarız/Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız” şeklindeki ikinci kıtasının ilk dizesinde Cumhuriyet’in yerini aldığı Osmanlı Devleti ve onu oluşturan tüm unsurların nasıl algılandığına dair ipuçları var. İkinci dizede, malum ırkçı tema tekrar karşımıza çıkıyor. Son dizeler ise dünyadaki bütün dillerin Türkçe’den türediğini ileri süren Güneş Dil Teorisi ile, dünyadaki tüm kültürlerin kökeninde Türklerin olduğunu ileri süren Türk Tarih Tezi’ne bir gönderme.
“Çizerek kanımızla öz yurdun haritasını/Dindirdik memleketin yıllar süren yasını/Bütünledik her yönden İstiklâl kavgasını/Bütün dünya öğrendi Türklüğü saymasını” dizeleri ‘öz yurt’ tanımı ile Anadolu’nun Türklere ait olduğunu bir kez daha vurgularken, her ne kadar Birinci Dünya Savaşı sonunda imparatorluk topraklarının çoğu kaybedilmişse de, son Osmanlı Meclisi’nde alınan Misak-ı Milli kararı ile tarif edilen sınırların korunduğu tesellisiyle bitiyor.

SINIFSIZ KİTLE. “Örnektir milletlere açtığımız yeni iz/İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz/Uyduk görüşte bilgiye, gidişte ülküye biz/Tersine dönse dünya yolumuzdan dönmeyiz” dizelerinde önce toplumsal ayrışmayı ve sınıf oluşumunu rejime yönelik en büyük tehlike gören zihniyetin icadı olan ‘halkçılık’ ilkesinin ifadesi olarak Cumhuriyet rejiminin en kof hedefi vurgulanıyor, ardından bir İslam toplumundan Batılı bir toplum yaratmanın çelişkilerini çözmek için Ziya Gökalp’in icad ettiği ‘Batı medeniyeti-Türk/İslam kültürü’ sentezine atıfta bulunuluyor. Marşın noktasını rejimi tehdit eden iç ve dış düşmanlara verilen gözdağı oluşturuyor.

BESTE GAYRİ MİLLİ Mİ? İstiklal Marşı ile ilgili çarpıcı iddialarda bulunan Osman Şevki Bey’e göre, Cemal Reşit Rey’in bestesi de özgün değildir. Cemal Reşit eseri bestelerken, librettosu (güftesi) ve bestesi ünlü yazar Jean-Jacques Rousseau’ya ait olan ve ilk kez 1752 yılında Kral XV. Louis’in huzurunda sergilenen tek perdelik ‘Le devin du village’ (Köy Kâhini) adlı operanın “J’ai perdu tout mon bonheur/J’ai perdu mon serviteur” (bütün saadetimi kaybettim/hizmetçimi kaybettim) diye başlayan bölümden esinlenmiştir. Osman Şevki Bey, bestedeki ‘prozodi’ hatalarını bu kopyacılığa bağlar. Bu iddialara karşı uzun süre sessiz kalan Cemal Reşit Rey, sonunda böyle bir operanın tek bir notasından bile haberi olmadığını söylemekle yetinir. Ancak, Cemal Reşit Rey’in 1913’de, yani Jean-Jacques Rousseau’nun 200. doğum yılı etkinliklerinin düzenlendiği yıldan sadece bir yıl sonra, ailecek Paris’e yerleştiği; müzik eğitimini de bu ülkede aldığı düşünülünce ‘hiç duymadım’ savunması inandırıcı görünmez. Bu konuda kendi karar vermek isteyen okuyucularımız http://www.rousseauassociation.org/aboutRousseau/musicalWorks.htm adresinden Rousseau’nun operasını dinleyebilirler.

Kaynakça: Etem Üngör, Türk Marşları, Türk Kültürünü Araştırma Ens. Yayınları, Ankara, 1966; Ahmet Hatipoğlu, Türk Musıkîsi Prozodisi, TRT Yayınları, Ankara, 1988; Nusret Karanlıktagezer, İstiklal Marşı ve Mehmet Akif Ersoy, 1986; Musiki Mecmuası, 1 Nisan 1954, S.74.

21 Nisan 2008 Pazartesi

Kırılgan Zamanlar



Murat Altunöz’ün Beklenen Kitabı Kırılgan Zamanlar Çıktı…



2002 Ocak ayında başladığımız yolculuğumuza 7 yıldır devam ediyoruz. Karalama Dergisi, ülkenin koşullarına göre bazen inişler ve çıkışlar yaşamamıza rağmen her geçen gün dergimizle daha da büyüyoruz.



Karalama Dergisi olarak;


Şair Nevruz Uğur ve Halil İbrahim Yıldız’ın kitaplarından sonra Karalama’nın Kurucusu ve halen Editörü olan Murat Altunöz’ün Kırılgan Zamanlar adlı kitabını yayımladık.


Geçmiş zamanların, kırılmış, yalnız ve hüzünlü dizelerinde bulduk kendimizi,


Her dize de bir direniş, bir sürgün, bir ayrılık ve özlem var.



Murat Altunöz’ün Şiirleri Kırılgan Tarihimizi anlatır.


İncinmiş, geç kalmış haylaz çocukların yürekten söylediği şarkılar gibidir


Mutlaka bir dizede biz varız,


Çünkü Kırılgan Zamanlar


Bizim tarihimizin şiiridir.



Karalama Dergisi haylaz, düşleri çalınmış çocukların özlemlerini kavgalarını ve hüzünlerini yayınlamaya devam edecektir.



Murat Altunöz Kimdir ?



1977 yılında Antakya’da doğdu.


Gazetelerde yazdığı yazılar, çalıştığı sol dergiler ve Devletle bir türlü barışamamaktan dolayı yıllarca, çeşitli dönemlerde tutsaklıklar yaşadı. Sürgüne gitti, sürgün’deyken gazeteciğe başladı. Yerli ve yabancı çok sayıda Ajans,Tv ve Gazetede çalıştı. Halen Hayatını gazetecilik yaparak sürdürmekte.Şiirleri; Türkiye çapında çıkan edebiyat dergilerinde yayınlanmaktır.



Murat Altunöz, Türkiye Edebiyatçılar Derneği, Antakya Aalen Kültür Sanat Derneği, Çağdaş Gazeteciler Derneği ve Antakya Gazeteciler Cemiyeti üyesi olup evli ve Dicle İdil adında bir kızı vardır.


Karalama Dergisi


TÜRK MODERNLEŞMESİ



JAKOBENİZM VE BONAPARTİZM



Yener ORKUNOĞLU


Bir kaç haftadır Türk modernleşmesi üzerine yazıyorum. Modernleşen, ama burjuva aydınlanma sürecinden geçemeyen bir ülkedeki sorunlara dikkat çekmeye çalışıyorum. Amacım, sosyalistlerin çok kapsamlı görevlerle karşı karşıya kaldıklarına işaret etmek..



Türkiye'de modernleşme hareketinin tarihini ve modernleşmenin toplum üzerinde yarattığı etkileri incelemek ve aynı zamanda modernleşme konusunda liberal entelektüellerin yarattığı yanılsamaları açığa çıkarmak zorundayız.

Liberal entelektüellerin çarpıttığı bir konu var. Siyasal İslam'ın yörüngesine girmiş bir çok entelektüel, Türkiye'deki Kemalistleri Jakoben olmakla suçlarlar. Yani Jakobenizm, darbeci ve anti-demokrat olmakla özdeşleştirilir. Böylesi bir değerlendirme, Jakobenizmin çarpıtılmasıdır. Kemalizm'i, Jakobenizm olarak değerlendirmek, Jakobenizme karşı bir haksızlıktır. Çünkü Jakobenizm, Fransız Devrimi döneminde küçük burjuvazinin (baldırı çıplakların) radikal bir devrimci hareketi olarak doğdu. Fransız Devrim hareketinin sol kanadını oluşturur.

Robespierre, Marat, Danton gibi önderleri olan Jakoben hareket, eski feodal düzeni yıkarak, modern çağı başlatan bir harekettir. Jean-Jacques Rousseau'nun (1712-1778) düşüncelerinden etkilenen Jakobenler monarşiye karşı cumhuriyet yönetimini ve anayasal hakları savundular.

Bugün herkesin ağzına sakız ettiği 'Düşünce özgürlüğü'nün ilk savunucuları Jakobenler'di. 'Eşitlik', 'Özgürlük' ve kardeşlik düşüncelerinin esin kaynağı Jakobenizmdir. Fransa'da devrimin yürütücüleri ve taşıyıcıları Jakobenlerdi. Dolayısıyla bugün, hem fikir ve örgütlenme özgürlüğünü savunmak, hem de Jakobenizme küfür etmek bir tutarsızlıktır. Çünkü fikir özgürlüğünün ilk savunucuları Jakobenler olmuştur. Jakobenler 'iş' ve 'eğitim'i anayasal ve sosyal bir hak olarak savundular.


Kemalizm'i, Jakobenist bir hareket olmakla suçlayanlar, ya Jakobenizmin ne olduğunu bilmiyorlar, yada Jakobenizmi kasıtlı olarak çarpıtıyorlar. Çünkü Kemalizm, Jakobenizme özgü bazı eğilimler taşısa da, esas olarak Bonapartizme daha yakındır

Bonapartizm, sınıflar arası bir denge veya pata durumunda ortaya çıkan otoriter bir yönetim biçimidir. 2 Aralık 1851 yılında III. Napolyon olarak bilinen Louis Bonaparte (1808–1873) bir hükümet darbesi yaptı ve bu hükümet darbesini o dönemde Victor Hugo ve Proudhon gibi kişilikler analiz etmeye çalışmışlardı.

Viktor Hugo, Bonapartizmi, toplumsal koşulları dikkate almadan 'tek kişinin zorbalığı' olarak değerlendirir. Marx'a göre Bonapartizm, tek kişilik otoriter sistemdir. Ama Bonapartizm, belirli toplumsal koşulların ürünüdür: Bunlardan biri nüfusun çoğunluğunu oluşturan köylülüğün kendisini politik alanda temsil edememesidir. Bunun nedeni, köylülüğün bilinç seviyesinin düşük olması ve politik örgütsüzlüğüdür.

Marx şunları yazmıştı: 'Aşağı yukarı aynı zamanlarda yazılan ve aynı konuyu işleyen yapıtlar arasında yalnız ikisinin sözü edilmeye değer: Victor Hugo'nun Küçük Napoléon'u ve Proudhon'un Hükümet Darbesi.
Victor Hugo, hükümet darbesinin sorumlusuna karşı acı ve nükteli sövüp saymalarla yetiniyor. Olayın kendisi, ona, duru bir gökte çakan bir şimşek gibi görünüyor. Olayı, ancak, bir bireyin zora başvurması olarak görüyor. Böyle yapmakla, onu küçülteceği yerde, ona tarihte eşi görülmemiş kişisel bir girişkenlik gücü yükleyerek, büyüttüğünü fark etmiyor. Proudhon ise, hükümet darbesini, daha önceki tarihsel bir gelişmenin sonucu gibi sunmaya çalışıyor. Ama, hükümet darbesinin tarihsel yapısı, kaleminde, hükümet darbesi kahramanının bir savunmasına dönüşüyor. Böylece, sözde objektif tarihçilerimizin düştükleri yanılgıya düşüyor. Bana gelince, ben, tersine, Fransa'da sınıf savaşımının sıradan ve kaba bir adamın kahraman gibi görülmesini sağlayacak koşulları ve durumu nasıl yarattığını gösteriyorum
.'


Otoriter rejimler, emekçilerin geri bilinç ve yetersiz örgütlenmeleri durumunda ortaya çıkar. Çünkü politik olarak örgütlenmeyen halk tabakaları çıkarlarını koruyamazlar. Halk, çıkarlarını politik olarak temsil etme yeteneğine

kavuşamazsa, 'temsil edilirler'. Emekçiler, politik bakımdan örgütlenmemişse, dağınık durumdaysa, genellikle kendilerini koruyacak otoriteye ve güçlü devlete eğilim gösterirler. Demek ki, 'otoriter ve güçlü devlete' duyulan eğilim, emekçilerin politik parçalanmışlığının sonucudur. Emekçilerin politik güçsüzlüğü otoriter eğilimlere yakınlık duymasına neden olur


Marx Bonapartizm konusunda iki noktaya dikkat çeker:


Birinicisi, Bonapartist rejim, işçi sınıfı ve burjuva arasında sınıf dengesinin pata bir durumda olduğu dönemde gündeme gelmiştir.


İkincisi, Bonapartizm, parlamenter rejimi ortadan kaldırarak otoriter bir rejim kurar. Burjuvaziyi de politik iktidarın dışında tutar. Ama Bonapartizm, burjuvaziyi ekonomik olarak güçlendirerek sınıflar arası dengeyi burjuvazinin lehine çözer.

17 Nisan 2008 Perşembe

Yerel Çeteleşmenin Boyutu...









Murat ALTUNÖZ

Ülkemizde yıllardır çetelerden bahsedilir. Keza Susurluk çetesi ile gün yüzüne çıkan, en büyük çetenin ardından,Türkiye'de çok şeyler değişti. O gün Susurluk'ta ortaya çıkan çete ile devletin arasındaki bazı insanların çetelerle iş birliği yaptığı tam anlamıyla kesinleşmiş oldu.

Çeteleşme yıllar sonra Ergenekon operasyonuyla tekrar gündeme geldi. Eskiden bildiğimiz mafya sistemi çökmüş artık daha organize ve daha profesyonel bir hal alan almıştır.Bazı yazarlar, Emekli Polisler ve Emekli askerlerinde içinde bulunduğu yeni bir yapı ortaya çıktı.

Aslında bu tür çeteleşmeler yıllardır hep ülkemizde vardır. Ama bu hafta benim bahsetmek istediğim yerel çetelerdir. malesef son yıllarda ciddi anlamda yerel çeteleşme ve Organize suçlarda bir çoğalma vardır. Zaten Hatay il Emniyet Müdürü Osman Çapalı'da bu konuya dikkat çekerek " Bireysel suçlar artık organize suçlara kaymıştır" demiştir.

Geçen yıl malesef Dursunlu Beldesinde bir grup çete elemanı köy ortasında akrabalarımın da içinde bulunduğu halka saldırarak birinin ölümüne birinin ise ağır yaralanmasına neden olmuştur.

Nedense olaydan 2 yıl geçmesine rağmen halen faillerin başı yakalanmadı.

Şimdi bir kaç sorum olacak:

· 17-18 yaşlarındaki gençler otomatik silahları nereden buldu ?

· Bu silahları onlara kim sattı ?

· Bu silahları almak için bu insanlar paraları nerden buldu ?

· Devlet, neden bunu daha önce önleyemedi ?..

Malesef geçtiğimiz haftalarda, Hatay, Harbiye'de, bir çeteye haraç vermediği için öldürülen Seyfettin Karadaş’ın cenazesine katıldım. Gerçekten de Harbiye'de son dönemler başlayan bu çeteleşme her geçen gün daha da büyümekte.

Ama Harbiye'deki çeteleşmeye karşı halk ortak bir tavır almaya başladı, bu çok sevindirici bir durum. Böylesi ortak çalışmaların, tüm Hatay'a yayılmasından yanayım. Çeteleşmenin önüne, ancak böyle geçilebilir, diye düşünüyorum...13. Nisan 2008

İNTERAKSİYON

Faiz Cebiroğlu


İNTERAKSİYON



Her gelişim, karşılıklıdır. Her ileriye yönelik değişim, bir interaksiyondur. İnteraksiyon, karşılıklı etkileşim oluyor. İnsanlar, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek sosyal yönlerini geliştiriyorlar. Sosyal yönünü geliştiren insan, aldığı öğreti ve deneyimlerle bireysel yönünü ”işleyerek” yapılandırıyor. Yapılanma, ”özbilinç” ve ”özgüven” ile nitelik bir hal alıyor. İnteraksiyon ya da karşılıklı etki, yaşadığımız toplumda, değişik yer ve ortamlarda farklı farklı oluyor. Dille başlayan diyaloğa; insanların bulunduğu yaşam tarzları, çalışma biçimleri ve kısacası sahip oldukları sınıfsal konumları da ekleniyor. Sosyal sınıf, gelişimde ”ana halka” oluyor. Sosyal sınıf, ileriye yönelik değişimin ”can alıcı noktasını” oluşturuyor.

Karşılıklı etkileşimde kullandığımız ilk araç, dildir. Karşılıklı bir anlayış ve tesir için, yazılı, sözlü, vücut v.b dil çeşitlerinden yararlanıyoruz. Fakat burada kullanılan dil, yalnızca ”kelime” ”doğru telafüz” veya ”cümle kuruluşu” , kısacası dilbilgisi, gramatik değildir. Bizler, vücut duruşlarımızla, mimik ve vücut ifadeleriyle de birbirimizi anlamaya ve etkilemeye çalışıyoruz. Bizler, bu yöntemlerle, içinde yer aldığımız sınıfsal konuma göre, gelenek ve normlarımızı ifade ediyoruz.
Burada ifade edilen normlar ya da örnekler, içinde yer aldığımız sosyal konuma göre, değişiklik arz ediyor. Bu değişiklikler nedir, nasıl oluyor? Şudur:

Bir: Yaşam tarzımız: Yani aile, barınma, bütçe, giyim, eğlence v.b imkanlar.

İki: Çalışma biçimi: Yaptığımız iş ve işyeri. Yaptığımız işin hayatımızdaki yeri ve rolu.

Üç: Düşünce bakışımız: Yani dünyaya bakışımız; insan ve toplum modeline ilişkin görüşümüz.

Dört: Yaşadığımız yer: Yani yaşadığımız yer şehir mi, köy mü? Yaşadığımız yerde sosyal netvörk (aile, komşu, arkadaş ve dostlar arasındaki bağıntı) nasıl?



Görüldüğü gibi, interaksiyon, toplumsal yaşamın karmaşık ve bir çok yönüne hitap eden ve bunları ihtiva eden karşılıklı bir enformasyon, yani malümat alışverişidir.

Bütün bu faktörler, karşıklı gelişimde belirleyici bir rol oynadıkları açıktır. Bizler, hayatımıza tesir eden bu faktörlerin (olumlu – olumsuz) yönlerini tanımak zorundayız. Bu faktörler üzerinde durmak, bu faktörlerin yaşamımızda etkilerini ”tahlil” etmek, harmonik ve ileriye yönelik gelişim için zorunludur.

Her gelişim, karşılıklıdır. Doğrudur. Ama doğru olan bir başka nokta da var, her karşılıklı etkileşimin, bir gelişim olamayacağı gerçeğidir. Böylesi interaksiyonlarda, ”seçici” olmak yükümlülüğü ortaya çıkıyor. Açık ki, interaksiyonlarda ”seçici” olmayanlar, kendilerini de geliştiremiyorlar. İnteraksiyonlarda ”seçici” olmayanlar ne kendilerini, ne de talihlerini değiştirebiliyorlar.

16 Nisan 2008 Çarşamba

Yeniden Felefe Okumak



Mihrac Ural



Sağ'ın ve solun önemli eksiklerinden biri olan, felsefenin belli bir tarihi süreç içinde kavranması olayı üzerinde düşünüyorum. Biz solcular olarak Yunan ve Batı felsefesini çok geç okuduk. 75 sonrası. Ama bunun arasında kalan ve Batıya, Yunan felsefesini taşıyan Arap-İslam felsefesini okumadık. Önemsemedik. Cumhuriyetin Doğuya sırtını dönmesinin mahkumu idik. Alfabe kırılmasının sonucu da, okuma adına nemiz var nemiz yok, arşivlerin küfüne terk edildi. Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle zaten olmayan okumalara, sıçramalardan oluşan, dengesiz ve sonuçta eksiklikten kaynaklanan bir topallamaya düştük. Bu da, ülkemiz felsefe bilincinin derinlik ve bütünlüğünü oluşturacak zincir halkalarının kopuk olmasını getirmiştir.


Sol açısından bu kopukluk, Özelikle Arap-İslam felsefesi noktasında gündeme gelmiştir. Geç okumaların hazmedilmemiş bilgilerine karşın, Yunan ve batı felsefeleri dar bir açıdan, aktarmalardan ve daha çok, materyalist Marksist kaynak ve yönelimlerden algılanmaya çalışılmıştır. Solun bir ayağı topal kalmış felsefi süreçlerin, evrim ve birikimlerinin algılayışı zaman içine yayılmış kavrayışın da gerisinde kalmıştır demek yanlış olmayacaktır.


Sağ ise, solun eksik olan bu halkasında takıldı kaldı. Ne Yunan ne de Batı felsefesi okuması yapmadı. Sağın akılla bir savaşı vardı. 1400 sene önceki okumalarda takılı kalan ve o kesitlerin, en olumsuzunda saf tutan çizgi üzerinde takılı kalmıştır. Arap-İslam uygarlığı her tarihi uygarlık olarak kendi içinde taşıdığı farklılıklar, felsefenin kendi farklılıklarını da ihtiva ediyordu. Sağ, o günün ölçüleriyle bir doruk olan ve bu günün akıl yürütmelerine temel teşkil eden tartışmalarda, akla karşı dövüşen taraftan yana saf belirlemiştir. Yunan felsefesi akılcılığının Aristo’yla temsil edilen sunumunu, İslami bir yorum ve ilerleyişle ele alan Farabi’de ifadesini bulan akılcılığa karşı, “ Tahafüt el Felasife” diyerek, dünya ve ahiret işinde akıla yer bırakmayan Gazali’nin, bu güne kadar süren tutuculuğundan yana saf belirlemiştir. Gazalinin, “filozoflar”ın aklın hareketinden yana dünyevi olayları yorumlayan yaklaşımlarına karşı yaptığı eleştirilere, aklın bir militanı İbni Rüşt’ün ünlü cevabı olan “Tahafüt el Tahafüt” ü tanımazlıktan gelmiştir. Böylece sağ, Yunan ve batı felsefe okumaları eksiğiyle iki ayağı topal hale gelmiştir. Dayandığı felsefi okumaların karşıtlarını da bilmemekle, sığ kalmıştır.


Her iki durumda da, ülkemizin felsefi kimlik bunalımı içinde olduğunu söylemek abartma olmayacaktır. Bu bunalımı, ülkenin tüm sosyal siyasal kütler hayatındaki kimlik bunalımlarının bir uzantısı olarak görmek gerek.


Şimdi yeller sağdan yana esiyor. Mantar gibi çoğalan, topallığa yeni topallık ekleyecek İslam Arap Felsefe okumaları ve yorumları ortalığı kaplamaya başladı. Bu hamlenin uzantıları, komşu Arap ülkelerinden akmaya başlayan Gazali medresesi kitap trafiğini de tetiklemiş bulunuyor. Sağ, engelliliğini aşmak yerine onu, bir kez daha katmerleştirmek, çağdaş söylem ve verilerin aromasıyla, toplumun temel felsefi kimliği haline getirme çabasındadır. Sol ise her şeyden bi-haber olduğu gibi, bu gelişmenin farkında değildir.


Düşünüyorum da, Bu olumsuz çöküşü olumluya hizmet edecek bir veri haline getirmek mümkün mü? Bunun mümkün yanı, solun bu alandaki eksikliğinin giderilmesiyle sağlanabilir. Sol, felsefe okumalarının tarih sürecinde eksik halkalarını tamamlayabilir. Bunun bu gün için önemi nedir deye bir soruya verilecek cevap, felsefi birikimlerimizin dengesi içindir, felsefe tarihi taşlarını yerli yerine oturtmak içidir, felsefenin bu günkü düzleminin ayakları havada kalmaması içindir, bunlar kadar önemli olan, aynı toprakları paylaştığımız aynı kültür kuşağı içinde olduğumuz, sosyal, siyasal yaşamımızın farklılıklarıyla sağlıklı bir diyalog ve eleştirel süreçler oluşturmak içindir diyebilirim. Bu olmaksızın, demokrasi ve özgürlük anlayışımızın tek boyutluluktan çıkması, bir bütünün tüm farklılıklarıyla var olmasının kabulü ve hazmedilmesinin güç olduğunu düşünüyorum. Bu elbette, tek başına felsefi okuma dengeleri ve tarihsel bütünselliğine kalmamıştır. Ancak bu makalenin konusunun felsefe olduğu unutulmamalıdır.


Dünü yeniden okumanın zaman kaybı olduğunu düşünmüyorum. Dünün okunmasını, bu günü derinliğine kavramanın bir unsuru olarak görüyorum. Bu mirastan mahrum okumalarımın boşluklarını gidermek istiyorum. Bu dünyayı yeniden keşfetmek gibi sanılsa da, aynı toprakları paylaştığım insanlarla olan bin bir bağımın, ilişki ve çelişkilerimin bu alanda eksik kalan unsurlarını gidermek istiyorum. Bu, solun önünde duran önemli görevlerden biridir. Dünyanın sorunlarını çözecek hiçbir veriye sahip olmasa da bu okumalar, düşünsel kimliğimizin kaybolan asaleti için bu süreci değerlendirmek gerektiğine inanıyorum. Bu okumaların değeri, bu güne kadar insanlığı kurtardığı görülmemiş ama, okuma yaygınlığında şampiyon olan felsefe okumalarının değerinden daha az olmadığını biliyorum. İki ayağı topal sağ okumaların, bir ayağı topal Sol okumaların halk nezdindeki etki farkının doğal olduğuna inanmıyorum. Bu eksikliğin kaynaklarından birinin, bu okuma yetmezliği olduğunu görüyorum.



Ne Farabi’nin (muallim el Sani) ne Razi, Havarizm'i ve İbni Rüşd'ün varoluşu açıklayabilecek ve ekstradan çağdaş dünyayı kurtaracak bir yaklaşımı olmasa da. Nas'ı (Kuran-vahi) verilerini, Aristo’nun skolâstik aklıyla birleştirme çabası olsa da, çoğu akıl sorgulamalarıyla insanın dünyayı tanıma şansının olduğunu öğretiler. Dönemine göre çok ileri bir adımdı bu. Olayları bugünün gözüyle değil o kesitin nesnelliğiyle kavradığımızda bu gün çok sıradan olan şey, geçmişin çok ağır faturalarının ödenmesinin ürünü olduğu görülecektir. Yunan felsefe çözümlemeleri, İsal-Arap felsefesinin kuruluşunda önemli bir maya olarak kullanan bu hattın, batı uygarlığının kültürel açılımlarına, rönesansına, refornmuna önemli katkılar sunmuştur. Batı felsefesi, İslam-Arap felsefesinin aracılığıyla, Yunan felsefi değerleri tanımış ve insan kolektif aklının bir devamı olan bu zincirin halkaları birbirine bağlanmıştır. Bu akılcılıktır, Papa 16. Benediktus'un Avrupalılık üzerine, Avrupalı olmayı ve birliğini oturtmaya çalıştığı temeller sandığı gibi sadece Yunan felsefesinin ürünü değildir. Dışlamaya çalıştığı bu zincirin olmasa olmaz halkası, bağlacı da, İslam-Arap felsefesidir. Bu gün de felsefenin tarih içindeki seremonisini kavramak açısında bilince çıkartılması gereken bu büyük felsefe birikim öbeklerini kavramak eksik halka bırakmadan bilince çıkartmaktır.



İslam-Arap felsefesi tek başına değil, Yunan ve bu günün birçok felsefesi idealizmden kopmamıştır. Metafiziktir. Aklı denklemlerini bile bu amaçla çalıştırmıştır. Hegel gibi bir duayenin dünyasında kavrayış başı üstü durmaktadır. Ayakları üzerine hala oturtulmamış olma ihtimali de zayıf değildir. Ama kolektif insan aklının serüveni, bu süreçlerden geçmekte, birikimlerle bu süreçlerin içselleştirilmesiyle ilerlemektedir. Okumak eylemi olmadan birikim gibi bir sonuç olmuyor. Bunun için yine belli ortamların oluşması gerekiyor. Bu gün bunu bu günün ortamı sayesinde söylüyorsak, gereklerinin de bu günün verilerinde yatmasındandır.

13 Nisan 2008 Pazar

Yabancılaşmanın Dinamiği

Mihrac Ural

mircihan@gmail.com
http://mihracural.blogspot.com/

21 Mart 2008
Hayatta kalma mücadelesinin sonuçlarından biri olarak, sosyal-kültürel süreçlerle doğasından kopan insan türü, içinden çıkıp geldiği doğaya artık geri dönmeyecektir. Bilinebilen tüm nesnel veriler, bu süreçlerin daha da ilerleyeceğine, bu kopuşu derinleştireceğine işaret etmektedir. Bu süreç aynı zamanda doğanın değişmesini, eğitilmesini ve insan doğasının da değişerek, eğitilerek farklılaşmasına yol açacaktır.
Farklılaşma bu boyutuyla da bir yabancılaşma olarak karşımızda yer alacaktır. Bence bu tarihin ilerici yüzüdür.
Yabancılaşma, insanlık ailesini birbirine yakınlaştıran, farklarını hızla öteleyen özel mülkiyeti ve olumsuz sonuçlarını bile köşeye sıkıştırma işlevi gören sonuçlarıyla, olumsuz değil çok olumlu bir role sahiptir.
Tarihsel süreciyle derinleşip geliştikçe gerçekleşen yabancılaşma, insana çok daha cüretkâr olma, çok daha özgürce beyin labirentlerinde kurguladığı fantezileri yaşama ve bunu yaparken de dar anlamda aile, mahalle gibi klancı darlığın etkiler altında kalmayıp, geniş anlamda da ulusal sınırları aşıp belki başlangıcı sanal âlemin nimetleriyle, bilgi çağının iletişim olanaklarıyla bu tutku ve arzularının doruklarını zorlama şansını elde etmektedir.
Bu konu üzerine yazılacak çok şey bulunuyor, bu gelişme ve yabancılaşmayı bir yozlaşma ve çöküş olarak görmediğimi, tarihin ilerleyişiyle uyumlu bir adım olarak, evrensel bir boyut ve insan türünden kabul görerek ilerlediğini, bu anlamda ilerici olduğunu söylüyorum. Doğadan koparken insanın kadın üzerinde baskıcı sistemlerin kuruluşuna yol açan zeminleri de dizginlediği kanısındayım. Bu ilerlemeyi yozlaştıranın ise, doğrudan doğruya küresel üretim ve yeni uygarlık unsurlarının gelişimiyle tarihi sürecini tamamlamış olan kapitalist-emperyalist ilişkilerin, küresel ölçekteki siyasal baskıların bir sonucu olarak dayatıldığını düşünüyorum.
Bu anlamda sık sık kullanılan, “her şeyin metalaştırılması” söylemini, bilgi çağında her şeyin bir değer kazanma şansı yakaladığı şeklinde söyleme durumunda olmamız gerekecektir. Çünkü tarihin bu ileri çağlarında, evrensel ölçekte değişim değeri olacak ürünlerin, yoğun bir mübadele değeri, yani soyut emek yoğunlukları çok yüksek olan ürünler olma zorunluluğu vardır. Duyguların bile mübadelesinin bu özgürlük ortamında çok yoğun ölçekte soyut emek taşımaları kaçınılmazdır. Bunu da duygu satımı olarak değil, değişimi olarak kavramamız gerek.
Bu konudaki söylemimin anlaşılması bir ölçüde yabancılaşmayla ilgili kanaatlerimi açıklamayı zorunlu kılıyor gibi. Zira yabancılaşma bize çok tehlikeli bir fenomen olarak ezberletildi..
Yabancılaşma “kendinden uzaklaşma” öncelikle bir Hegelci kavramdır. Bu kritik kavram Marksist söylemde (“işbölümü, emeğin toplumsal özelliğinin yabancılaşma çerçevesinde iktisadi ifadesidir” 1844 el yazmaları) söyleminde ayakları yere bastırılmaya çalışılır. Marksist süreçlerin başlarında önemle yer almasına karşın, kapital ve sonraki yazımlarda izini kaybettirmiştir. Sistemin tıkanıklık kesitlerinde ise yeniden parlatılmış ve öne önemle sürülmüştür.
Evet gerçekte de, yabancılaşma kavramı, içerik açısından önemli bir durum belirlemesidir. Ancak, bu günkü algılayışım itibariyle insan türünün yaşamını sürdürme ikamesiyle başlayan doğadan kopuş sürecinde, binlerce tür yabancılaşmadan ve artan işbölümüyle derinleşen bir yabancılaşmadan söz etmek mümkündür. Bunun en doruğunun, Marksizm’in temel tezleri arasında da olan, kapitalizmin insan emeğini kendine yabancı kılmasıyla doruğa ulaşmıştır. Marks “Burjuva toplum, tarihin en gelişmiş ve en çok yönlü üretim örgütlenmesidir”(Grundrisse, s:176) derken de dile getirdiği gerçek budur.
Yabancılaşmanın tarih serüveninin oynadığı olumlu bir kesit ve üretim ilişkileriyle üretici güçlerin çatışmasıyla gelinen tıkanma süreçlerinde oynadığı olumsuz bir sürecin olduğuna vurgu yapacağım. Bunun böyle olmasıdır ki, bir önceki topluma göre bir sonraki toplumsal yükselişin tarihte oynadığı devrimci rolü de açıklar. Kapitalizmin sistem olarak tarihte oynadığı devrimci rol tespitinin başka bir anlamı yoktur. Şöhreti hiçte iyi olmayan “yabancılaşma”ya tutunmaktan ziyade, üretici güçlerin gelişimi, bilgi ve enformasyon çağının kolektif insan aklı ürünleriyle çeşitlendirdiği, detaylandırdığı işbölümü sonucu; artık küresel bir üretime katkı içinde ürüne katılan emeklerin, sahiplerine yabancılaştığı oranda her şeye sahip olma gibi bir imkana ve etkinliğe kavuşabildiğine vurgudur.
Tıpkı meta gibi; meta üretimindeki katkılar gibi, bilginin de katkıları çok boyutludur. Binlerce yıldır insan bilgi birikimlerinin, yazınsal görsel vb kaynakların katkısıyla oluşan yeni bilgilerin içinde, artık şuna ya da buna ait bir bilgi emek yerine, ne kadar geniş çevreye yararlı olabileceğinden bahsetmek mümkün oluyor. Dolaysıyla bu yeni üretilen bilgide hiçbir emek sahibine doğrudan doğruya dönmüyor ama bir biçimde mensup olduğu insanlık topluluğuna hizmet sunuyor. Küreselleşme çağında bu çok daha belirgin hale geldi. Milyarlarca kaynaktan süzülen, sahibinden derinlemesine ve genişlemesine yabancılaşmış bilgilerin senteziyle yeni bilgilerle üretime katkılar yapılmaktadır. Bu sentezlemeleri yapanların, bilgiyi kendi mülkleri olarak da pazarlama şansları olmaktadır. Bu pazarlamayı yaptıklarında da o andan itibaren bilgi üreticisine yabancılaşıp insanlığın malı olma yolunu tutuyor.
Üretici güçler üzerindeki mülkiyetin, bu gün hala egemen olan burjuva tarzının tarihsel işlevini yitirdiği yerde oluşturduğu olumsuz çöküş, bu tarzı tasfiye edecek daha derin ve geniş kapsamlı iş bölümü ve mülkiyet ilişkisinin iktisadi ifadesi olan yabancılaşma gerçeği; insanlık için yeni bir kurtuluş, özgürleşme müjdesi gibi algılanmalıdır. Elbette ki son özgürlük ve kurtuluş olmayacaktır. Ancak feodalizmden çıkışta burjuvazinin sistemiyle oynadığı rol ne ise, kapitalizmden çıkışta küresel üretimin (bilgi çağıyla açılan yeni uygarlık ufuklarının) oynadığı rol bu olacaktır.
Ezberlerimizde kazılı olan tarihin materyalist-diyalektik kavrayışı bu yöne işaret eder. Bu, tarihi süreci içinde insan emeği ve bunun tüm sonuçları, mülkiyet ilişkilerinin ve bununla birlikte üretim ilişkilerinin ilerleyen her kesitinde artan bir yabancılaşmaya yol açmasıyla gerçekte tarihin ilerici yönünü temsil etmiştir.
Emeğin, emekçiden yabancılaşması yadsınacak, kaçınılacak veya kötülenecek bir durum değildir. Yabancılaşma bu yanıyla tarihin önemli dinamiklerinden biridir.
Yabancılaşma olmasaydı, emeğin sosyal etkilerinden bahsetmemiz mümkün olamazdı. İlk toplumlardan bu yana emeğin hızlı bir tırmanışla artan oranda derin ve geniş sosyal sonuçlar üretmesinin altında bu yabancılaşma vardır. Emek ne kadar sahibinden uzaklaşır, ne kadar sahibine belirgin olmaktan çıkarsa, o kadar evrensel ölçeklerde hizmet sunmaya başlamış demektir. Ve bir o kadar kültürel farklılıklarını hesaba katmadan ( renk, ırk, ulus, coğrafya, bölge farkı tanımadan) insan türüne ait hale gelmiş demektir. Üreticisinden yabancılaşmamış emek ilkel topluluklara ait süreçleri temsil eder, bu gün için bunun sanat eserlerinde bile önemli bir fonksiyonu yoktur. Mübadeleye girmeyen bir başka emek ürünüyle, yeryüzümüzün herhangi bir yerinde mübadele kabiliyeti olmayan, yabancılaşmamış emeğin ne sosyal ne kültürel bir etkinliği yok demektir. Yabancılaşma kelimesi çok talihsizdir, iticidir de. Gerçekte bu kelimeyle ifade edilen şey evrenselleşme, küreselleşme, bir biçimde insan ürünü olan her şeyde daha etkin bir ortaklaşma halidir.
Küresel üretim emeği daha çok yabancılaştırarak insan ve bu arada kadın cinsinin özgürlüğüne hizmet edecektir diyorum. Emperyalizm ise, bunu dizginleme çabasındadır diye de ekliyorum. Bunu anlamak çok zor değil. Bilgi çağında, bilginin üretime bir hammadde olarak da katılmaya başlayıp üretimin karakterini değiştirmeye başladığı bu çağda; üretim artık ne bir ulus, ne bir şirket mahkumu olarak dizginlenemez hale gelmiştir. Sınırları aşmakta, her türden tek boyutlu dayatmaları yıkmaktadır.
Bir geçiş sürecinde hızla değişen mülkiyet ilişkileri ve onunla birlikte değişmeye başlayan üretim ilişkileri, gerçek anlamda bir küresel üretime, yeni bir uygarlığa geçişi temsil etmektedir. Emperyalist güçler ise; bu gidişe karşı küresel bir siyasal gerici saldırı ile durmaya çalışmakta, yeryüzüne bölgesel savaşlar, yasaklar, kovuşturmalar dayatmaktadır.
Bunları aktarmamın nedeni şudur; küresel üretim yaygınlık anlamında küresel üretim değildir. Kölecilikte küreseldi, yani dünyamızın her yerinde vardı, kapitalizm de öyle.
Bu gün olan üretimin, küresel ölçekte, bir fabrikaya koyun gibi sokulmadan, bir sitede yerleşme biriminin sürüsü olmadan, sanal üretimin öncülük yaptığı bir üretim süreci dünyanın neresinde olursak olalım katkımızı yapabileceğimiz bir üretim tarzı olarak geliştiğini izah etmek istiyorum.
Zira buradan, tarihin önemli bir trendi olan mülkiyetin artan oranda küçülmesi ve buna karşın sosyal ve üretimsel etkinliklerinin nitelikçe artışına dikkat çekerim. Buradan da varacağım sonuç, emeğin emekçiden derinlemesine ve genişlemesine yabancılaştığını göstermektir. Ve emek bu ölçekte yabancılaşmasının ilerici bir durum olduğunu ve bunun olması önünde yalnızca emperyalistlerin durduğunu söylemek istiyorum. İnsanlık işte tam bu noktada tıkanıyor.
Oysa özgür gelişme dinamikleriyle, doğadan kopup gelen ve her defasında daha ileri bir sosyal-kültürel oluşumla, bu kopuşu türü için olumlu bir işleve dönüştüren insan, bu tıkanma karşısındaki direnişini, eskiyi aramada değil, daha ileriye yönelimle başarıya ulaştırabilecektir. Bu da, insanın doğadan kopuş mantığıyla, doğayı kendi türü için daha da olumlu hale getirme istenciyle ve kendi doğasını bu süreçlerle uyumlu hale getirme doğrultusuyla uyumludur diyorum.
Bu mayandaki yaklaşımlarımı mülkiyetin alacağı olası biçimlenişle sürdürüp, görüşlerime zemin olan tespitlerimi tamamlayacağım:
Tarihin ileri uygarlıklarına yöneldikçe mülkiyetin küçüldüğünü, daha da parçalandığını tespit ediyorum. Artık dev fabrikaların üretiminden daha kaliteli, daha dayanaklı, daha az maliyetli üretim daha küçük özel mülkiyet aracılığıyla, daracık yerlerde üretilebilmekte ve üretimin sosyal, kültürel gelişmenin daha insanı bir eşitlik içinde dağılımına yol açmaktadır. Emek yabancılaşmasının ve bunun sonucu artan oranda gelen diğer boyutlardaki yabancılaşma, insanlık arasında çok önemli bir iletişim, bir yakınlık, bir ortaklık, üretilen her şeyde kendinden bir pay olduğu psikolojisi yaratmaktadır. Artan iş bölümü ile daha çok emek daha çok insan için yararlı olacaktır, bu birbirinden bağımsız ve habersiz emek yoğunlukları, sahibinden önce tüm insanlığın hizmetine giderken, aynı zamanda başkasının emeğinden de tek tek diğer emekçilerde en iyi sosyal sonuçları elde edecektir. Yeniden genişleyerek dönecek bu çember zincir halkaları gibi, çok ötesinde dursa da birbirine bir biçimde yararlı bir bağlılıkla yaşamın ihtiyaçlarını üretecektir. Bu anlamda gelecek toplumun emek verenleri kendi emeklerinin yabancılaşmasından, başka emekçiye yabancılaşmış emekten yararlandıkları yoğunlukta zevk alacak mutlu olacaktır. Tarihi ilerleten bu dinamik, yani yabancılaşma artık tu kaka değildir; tersine bireyciliği yok eden önemli bir unsur olarak rolünü oynayan bir fenomendir.
Yabancılaşma bu anlamda yakınlaşmanın da temelidir. Sınıfsız toplum umutları taşıyan eski ezberlerimizin esasında bir biçimde bu yeni gelişme içinde belli düzlemlerdeki yansımasını görmek gerek.
Yeni uygarlık elbette ki, son uygarlık olmayacaktır ama tarihin tüm verileri, yeni uygarlığın eski uygarlığın tıkanıklıklarını aşarak insanın özgürleşmesinde önemli roller oynayacağını göstermektedir. Bundan yana olmak benim açımdan devrimci olmanın bir tecellisidir. Sadece sosyal-siyasal açıdan değil kültürel açıdan ve kadın cinsinin özgürleşme eğilimlerinin gerçekçi sonuçlarının ikamesi açısından da bu yol devrimci tek yoldur. Tek dediğime bakmayın, bu satırların yazarı akıl yolunun bin bir olduğuna kanaat getirmiştir, doğrunun da tek olmadığına… Bin bir yoldan bin bir doğruya gidilebilmesi ise, insanın doğayı da denetleyebilme derinliklerine bir işarettir. Bilgi çağında bu daha da gerçekçi bir yaklaşım olarak algılanmalıdır.
Bu konuda Marks’ta katılmadığım bir belirleme vardır. Yanılgı, teknolojinin artan oranda üretime katılmasıyla emeğin üretimdeki fonksiyonlarının azalacağı yanılgısıdır ( Bkz. Mir - Y. Orkunoğlu sohbetleri, Marks’ın Gurndrisse’de belirlediği ve bu gün için geçersiz olan tespitleri, 7. ileti). Bilgi ve teknoloji çağında olan en küçük bilgi kırıntısı, en küçük emek; dev boyutta bir sosyal, kültürel, üretimsel sonuçlar üretmektedir. İşin özü budur.
Ne kadar çok bilgimizi kendimize yabancılaştırır insanlığa yararlı kılabilirsek, o kadar üretim kolektivitesine ve paylaşımına imkan sağlamış oluruz. Dostluk adına, yakınlık adına, klan ilişkileri adına, bilgiyi dar alanda tutmak, başka bilgilerle sentezleştirmekten, bölgecilik, milliyetçilik, ırkçılık, akrabalık, ahbap çavuşluk adına alıkoymakla yabancılaşmasını engellediğimizi sandığımız bilgiler ise yararsız ölü bilgilerdir. Ne bize ne de toplumsal işlev içinde insanlığa bir yararı vardır. Bu durumda biz bize kalırız yabancılaşmayız, birbirimizi bir süre sonra yemesek de çürümeye, durağanlaşmaya ve kendimizi tekrar etmeye başlarız.

II. bölüm
Bu bölümde kadın hakları ve sınıf mücadelesi emek sermaye çelişkisindeki yeriyle ilgili yaklaşımları irdeleyeceğim.
Kadın haklarının sınıf mücadelesine bağlanmasını olumlu görmüyorum. Bu gerçekçi bir hak ikamesi olduğu kanısında da değilim. Zira kapitalizm sistem olarak kadına verebileceği ne ise bunu son sınırına varmış ve vardığı emperyalist aşamada girdiği genel tıkanıklıkla da verdiğini çürütmeye, soysuzlaştırmaya, işlevsizleştirmeye başlamıştır. Bu durumda kapitalizmin temel bir unsuru olan ve olmazsa olmaz koşullarından biri olan işçi sınıfının, kendi sistemi dışında kadına ne verebileceği sorunu gündeme gelmektedir. Bana göre, işçi sınıfının kadına işçi olmaktan daha ileri bir hak vermesinin olanağı ve nesnel icabı yoktur. Teorik olarak kadın için işçi sınıf sözcüleri, kurumları vb tarafından ortaya atılan kadın programları ise, soyut iyi niyetten öteye geçmeyecektir. Zira iddia edilen önermeler, propagandanın sınırlarını aşması mümkün olmayan önermelerdir. Bunun nedeni ise, birey olarak işçiler ya da işçi sınıfının sözcülerinin, aydın olarak iyi niyetlerindedir; amaçları da bu değildir. Olay tamamen sınıfın yapısı ve sistem içinde ve sonrası için konumuyla ilgilidir. İşçi sınıfını bu açıdan tanımak gerekirse, bu güne kadar süren ezberlerimizin bozulduğunu görmekteyim.
İşçi sınıfı, kapitalizmin temel var oluş unsurlarından biridir. Burjuva sınıfla birlikte oluşturduğu zıtlıkla, kapitalist sistemin varlığını tanımlarlar. Bu açıdan işçi sınıfı sınıf olarak sistemin dışında bir varlık değildir. Yani kapitalizmi yıkacak ya da aşacak yeni bir toplumsal sistemin temel kurucu unsuru olması mümkün değildir. Engels bunu şöyle ifade eder;
“ Üretim araçlarının toplumsal mülkiyete dönüşümüyle birlikte, ücretli iş de, proletarya da ortadan kalkacaktır” ( Engels, Ailenin özel mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s: 98.) Kapitalist mülkiyet tarzının değişimiyle, kapitalizmin tarihe karışması ve bu tarzın temel sınıflarının da tarihe karışması anlamında çok doğru bir tespit olan Engels’in bu yaklaşımı, siyasi bir kararla toplumsal mülkiyetin ilanıyla sağlanabilecek bir şey olmadığı ve olamayacağını ayrıca burada söylemeye gerek yoktur.
İktidarı bir biçimde ele geçirip (ayaklanma, darbe, kızıl ordunun Avrupa’yı istilası sonucu, sömürgeciliğe karşı mücadeleyle vb.) bir gecede ilan edilen bir siyasi kararla hukuki olarak toplumsal mülkiyetin ilanının ise, ne kapitalizmi ne de ücretli işi, ne de proletaryayı ortadan kaldırmadığını çok iyi biliyoruz. Bu gün itibariyle de kapitalizmi ve ona ait tüm verileri tarihsel olarak aşacak yeni uygarlığın, yeni üretim tarzı ve mülkiyet ilişkisinin “üretim araçlarının toplumsal mülkiyet dönüşümüyle” gerçekleşmeyeceği açıktır; bilgi ve enformasyon çağının, insan kolektif akıl ürünü gelişmeleriyle ortaya çıkma eğilimi gösteren yeni uygarlık, yeni üretim ilişkisi ve mülkiyet ilişkisi küresel üretimde kendini ifade eden bir farklı süreç olarak belirginleştirmektedir.
Bunun bütün verileri ise olgunlaşma halinde olup yeterli olgunluklara erişmesiyle evrensel bir yeni sistem olarak kendini ortaya koyması mümkün olacaktır. Bu anlamda kapitalizmi yıkma görevi onun temel sınıflarından biri olan işçi sınıfının misyonu olmayacaktır. İşçi sınıfına bu misyonu zorla yüklemek, omuzları üzerine kaldıramayacağı tarihsel roller yüklemektir. Bu durumda yerine yığılmasına yol açmak demektir ki, bu hiçbir zaman devrimci bir tutum değildir.
Bu tutuma bağıl ezberlerle kadın hakları, ailenin yapısal değişimleri, fuhuş sorunlarının çözümü, erkeklerin poligami özgürlükleri ve kadının cinsel aşktan yasaklı monogamisinin sona ermesini beklemek beyhude bir bekleyiştir. Bu noktada Engelsin “üretim araçlarının toplumsal mülkiyete dönüşümüyle birlikte, ücretli iş de, proletarya da ortadan kalkacaktır; öyleyse, aynı zamanda belirli bir sayıda kadın için (bu sayı istatistiklerde hesaplanabilir) para karşılığı kendini satma zorunluluğu da ortadan kalkacak demektir. Fuhuş ortadan kalkınca, monogami tehlikeye düşmek bir yana, nihayet gerçek haline gelir, hatta erkekler için bile.
“Öyleyse, erkeklerin durumu, herhalde, adamakıllı değişmiş olacaktır. Ama kadınların, bütün kadınların durumu da, büyük bir değişikliğe uğrayacaktır” ( Age. s; 98) Engels’in bu yaklaşımının, bir temenniden ibaret olduğunu söylemek zor değildir. Ailenin tarihsel sorunları ve evrimi, kadın hakları ve “cinsel aşk” tecellilerinin böylesi temennilerin ardından çözüme kavuşacağını beklemek, belki 19. yüz yılın soyutlamaları arasında anlaşılabilir bir beklenti olabilir. Ancak bunu 21. yüz yılın verilerinde çok anlamlı görmeye devam etmek ciddi bir yanlıştır ve ilerici devrimci bir çabanın teorik söylemi olarak kabul etmek mümkün değildir.
Böylesi bir teorik adımın, pratikte nelerle sonuçlandığını, Sovyet deneyiminde olduğu gibi, tüm geri ülkelerde kurulan sosyalist sistemlerde de yeterince açığa çıkmıştır. İşçi sınıfı diktatörlüğü ise, yeni bir uygarlık ve sosyal sistem kurmak bir yana, kadın cinsini erkek cinsinden daha katmerli bir fabrikaların, üretim araçlarının kölesi yapmıştır. Bu satırların yazarı bu gelişmeyi bir talihsizlik olarak yorumlamamaktadır. Bin kez kurulsa da kurulan bu sosyal sistemden başka bir türünün kurulamayacağını, hataların ne şahıs ne program ne de öznel herhangi bir şeyle ilgili olmadığını tespit eder. Bir ileri sosyal sistemin verileri, nesnel olarak araçları ve unsurları buna uygun değilse, kurulacak sosyal sistem hangi adı alırsa alsın, sosyalizm, komünizm vb hiçbir zaman gerçek anlamda daha ileri bir sosyal sistem olamayacaktır. Bu nedenle haklar ve özgürlükler daha ileri bir noktaya ulaştırılmış olmayacaktır. Olan da bundan başka bir şey değildir.
Bu anlamda devrim ve devrimcilik, işçi sınıfının nesnel konumuyla uyumlu değildir. Bu rolü ve konumu burjuvaziyle birlikte işçi sınıfı feodalizme karşı oynamıştır; bundan sonraki ise, birlikte kurdukları kapitalist sistem alanında, burjuvaya karşı haklarını genişletme mücadelesinden ibarettir, bunu da kimse ne devrim ve ne de devrim mücadelesi olarak belirleyemez. Bu söylemler belli bir kitle çalışması ve propaganda amacıyla anlaşılabilir yanı olsa da gerçekçi değildir. Özellikle işçi sınıfı kültürü gibi söylemlerin, işçinin içinde olduğu bin bir etkinin cirit attığı dini, ilkel, mahalle kültür etkileri altında yada fabrikasının yalıtılmış evrensel açılımları mümkün olmayan koşullar altında oluşmuş bir kültürü 21. yüzyılın evrensel kültür gelişmeleriyle boy ölçüşecek bir bel bağlama alanı görmek ve buradan hareketle kimi sonuçlar çıkarmak artık trajikomik bile değildir, doğrudan komiktir. Olguları bilimsel olarak yerli yerine oturtmak istersek ve olguları adlarıyla gerçekten çağırmak istiyorsak durum bundan ibarettir. Ezberlere, duygulara takılı olacaksa isteyen istediğini söylemekte özgür; ancak isteyen istediğini kazanmakta hiçte başarılı olmayacaktır.
Emek sermaye çelişkisine tamamen bu pencereden bakıyorum; birbirini tamamlayan zıtlığın bir bütün oluşturduğu yerde, o bütün içindeki temel unsurlarla aranacak hak, daha ileri bir kazınım olamaz diyorum. Bu günün tıkanması içinde işçi sınıfının emek mücadelesinin kadına katacağı hiçbir şey yoktur. Katmakta olduğu söylenen şey olsa olsa sistemin kendi genliği içinde hala tamamlanmamış, alınmamış haklardan başka bir şey değildir. Bunun için, kadın hakları sistemin hukuki, sosyal ortamı içinde kendine bir yer açma mücadelesine indirilmekte ve kadını bu parçacıklarla, özgürlük ve eşitliğin asla sağlanamayacağı, hatta işlevi çok tartışmalı olan bu unsurlarla oyalamaktan başka bir sonuca gidilemeyeceği anlaşılmaktadır. Buradaki tespitlerim, süreçteki çalışmalara karşı olmak değil, tersine bunları bir vaka olarak gerçeklikleriyle açıklama çabasıdır, yadsıma değil.
Yorumum, her şeyi eleştiren ama ortaya bir alternatif koymayan yaklaşımlar gibi duruyor olabilir. Ancak öyle değildir, ben söylemlerimde kendimi aldatacak ve kadın konusunda aldanmış olmaktan çıkmak üzere umutla sarılan söylemlerin, gerçek bir umut olmadığını savunuyorum.
Bu benim doğrularım, çünkü bu yaklaşımların tümünde toplumsal-kültürel-siyasi-hukuki vurguları yaparken ve üstelik bunları gerçekçi temellerde bile tutarlı yapmazken, “cinsel aşk” söyleminde dile gelen tutkuların, istençlerin özgür gerçekleşimi için istenen alanda bu çerçevenin dışına çıkılmamıştır. Oysa kadın haklarının, kadın doğası ve bu doğanın toplumsal kültürel süreçlerdeki işlevleri hep ihmal edilmiştir. Doğada eşit ve adil bir denge içinde olan iki cinsin, doğadan çıkıp gelmiş halleriyle oluşan toplumsal ve kültürel süreçlerde doğaları nedeniyle içine düştükleri tutsaklık hiç konu edilmemiştir. Bu süreçlerin kadın cinsi aleyhine olan dengelerin değişimi için, bu doğanın eğitilmesiyle ilgili bir yaklaşım gösterilmemiştir. Bu nedenle her defasında yeniden, en etkin haliyle kazınıldığı sanılan haklar, eskiyi tekrar etmekten başka bir sonuç vermemiştir. Kadın gerçek anlamda hak kazanımına ya da her iki cins için geçerli bir istem olabilecek cinsel aşk tecellilerine ulaşılmamıştır. Kadın erkek arasındaki eşitsizlik, erkek istemese de her zaman erkek cinsi lehine sonuçlanmıştır.
Bu noktadan bakınca, Engels’in “evlilik içinde erkeğin üstünlüğü, onun iktisadi üstünlüğünün yalın bir sonucudur ve bununla birlikte kaybolacaktır” (Age, s:106) demek gerçekçi bir yaklaşım, yerinde bir beklenti değildir. Tarihsel evrimi içinde, belli başlı aşamalardan ( Engels’in, Morgan’dan aktardığına göre “ ard arda dört biçimden geçmiş” Age, s:107 beşinci biçimi olan bu günkü tek eşli, “monogamique” aileye varmış) ailenin yeni versiyon gidişte kendine has kuşaklar yetiştirmesi, ahlak ve ilişki sistemleri kurması, kadın cinsi için yine gerçekçi bir adalet, eşitlik ve özgürlük olarak ikame edilmeyecektir. “Kendi pratiklerini ve herkesin davranışını yargılayacakları kamuoyunu kendileri yaratacaklardır” (age. s:107) demek hiçbir şekilde kadın cinsinin hak kazanımlarını dengeye getiremeyecektir. Engels’in bu sayfalarda belki söylediği en önemli şey, “cinsel ilişkilerin düzenlenme biçimi üzerinde bu günden düşünülebilecek şey, özelikle olumsuz bir nitelik taşır ve öz bakımından, ortadan kalkacak olanla yetinir.” (Age. s:106) devamla da buna, Morgan’ın sözlerini teyit edecek şekilde yaptığı aktarmayla “ Eğer uzak bir gelecekte, monigamique aile, toplumun gereksinmelerine karşılayamaz duruma gelirse, onun yerini alacak olan ailenin nasıl bir öz alacağını şimdiden söylemek olanaksızdır” (Age. s:108) Engels için ve sonrası Marksist söylemler için bunun kadın haklarına ilişkin çok iyi bir perspektif olmadığını, kısır bir yaklaşım, absürd olduğunu söyleyeceğim.
Bu önermelerin en iyisinde bile, mitolojik kahramanlardan biri olan Sisyphos’un hikayesini, kadın için tekrar etmek yani bir Sisypohosa dan bahsetmek yanlış olmayacaktır. Kadın bu tür önermelerle özgürlüğünü değil tutsaklığını zevke dönüştürmekten başka çaresi kalmamış olarak her defasında yeniden, tepeye yerleştirmek üzere taşımaya mahkum edildiği kayanın yuvarlanmasıyla yeniden başa dönen, bitip tükenmez acı sürecin devamı içinde olacaktır.
Biz geçiş kuşaklarının eski ile yeniyi yaşamakta olanların kaygıları, yeni kuşakların kendi dünyalarında çok anlamlı olmayacaktır. Gelecek kuşaklar bilgi çağının etkinlikleri içinde, bin bir bağla bağımlılaşmış eski aşkların, evliliklerin, kadını köşeye sıkıştırmış kısır işbölümü ve sunuların ortamından insanlık tür olarak, ‘kadın cins olarak’ daha ileri bir özgürlük içinde olacaktır. Bu nesnel gelişmeler, kadın cinsinin hak kazanımlarını gerçekçi hak kazanımları olarak belirleyebilecektir. Cinsel aşkın özgür, bilinçli, tutarlı ve perspektifi geniş bir eylem olarak tecellisi için de sonuçları olan bir yaklaşımdır.
Hep tekrar olacak bir daha söyleyeyim, kadın doğası kadını, doğadan çıkışla tutsak etmiştir. Bunu erkek, tek başına ne ekonomik üstünlüğü nedeniyle ne de iradeci bir müdahaleyle kazanmıştır. Tüm koşullar eşit olsa da doğayı ve kendi doğasını sosyal kültürel süreçlerle dengeye getiremeyen kadın ve hatta erkek cinsi, adaleti, eşitliği ve özgürlüğü sağlayamayacaktır. Bu alandaki tumturaklı söylemler hatta yasal ve kurumsal tecelliler gerçekçi bir sonuç yaratamayacaktır.



Yabancılaşmanı Erdemi



MİR-EMİR sohbetinden


kısa bir kesit




Emir:

Yabancılaşma gerçek bir devrimci süreçtir derken bundan ne anlamalıyım ben? Örneğin sana yabancılaşmam tu kaka değil mi?



Mir:


Hayır öyle değil.Ben yazıda da Marks'tan bir alıntı yaptım okudun mu? “işbölümü, emeğin toplumsal özelliğinin yabancılaşma çerçevesinde iktisadi ifadesidir” (1844 el yazmaları) İş bölümü arttıkça yabancılaşma derinleşir. Yani birey emeğini ürüne katarken yalnızca kendisine dönecek bir kullanım değeri olarak üründen yararlanma durumunda kalmaz. İş bölümü arttıkça birey emeği toplumsal bir yarar, genişleme içinde daha geniş bir çevrenin kullanım değerleri arasına girer. Bu aynı zamanda ürün içindeki soyut emeğin mübadele değerine de önemli bir katkı olarak kendini gösterir. Yabancılaşma daha çok kişinin emeğini ürüne katma olanağı sağlar, gerçek kolektif üretimdir. Ki kapitalizm tarihte önceki tüm sistemlerden daha kolektif bir üretim sistemi olarak gelişmiştir. Burjuvazinin üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetine rağmen, artan iş bölümüyle gündeme gelen yabancılaşma, ürüne artan bir toplumsal karakter kazandırmıştır; artık ürün, üretici emekçi için değil tüm insanlık için bir ürün olarak yaşama girmiştir: Bu da tamamen, iyi olmayan sözlük anlamına rağmen yabancılaşma sayesinde olmuştur. Bilimsel anlamda yabancılaşma budur.



Mir:


Bu ilerlemedir ve tarih bu yönde, artan iş bölümüyle ilerliyor ve ne kadar yabancılaşma olursa yani iş bölümü derinleşirse, bir üründe daha çok emekçinin emeği olacaktır. Yani yabancılaşma bu anlamda toplumsal üretim karakterini bilim ve teknik yardımıyla artıracaktır. Bu süreç sistemlere bağlı olmadan ilerleyecektir. Yani kapitalizmin tarihe karşıması iş bölümünü dolaysıyla yabancılaşmayı da sona erdirmeyecektir, tersine yoğunlaşacaktır ve bu başlı başına tarihin önemli bir ilerleme alanıdır. Kapitalizmin mülkiyet karakteri nedeniyle ve özellikle tekelci düzeyiyle yabancılaşmış emeğin emekçiye gerisin geriye dönüş düzenlenmesi olumsuz etkileniyorsa da, bu yabancılaşmanın olumsuzluğundan değildir. Kapitalizm sonrası egemen olacak üretim ilişkilerinde daha da artan bir yabancılaşmanın olumlu etkileri olacaktır. Artan iş bölümü ile daha çok emek daha çok insan için yararlı olacaktır, bu birbirinden bağımsız ve habersiz emek yoğunlukları, sahibinden önce tüm insanlığın hizmetine giderken, aynı zamanda başkasının emeğinden de tek tek diğer emekçilerde en iyi sosyal sonuçları elde edecektir. Yeniden genişleyerek dönecek bu çember zincir halkaları gibi, çok ötesinde dursa da birbirine bir biçimde yararlı bir bağlılıkla yaşamın ihtiyaçlarını üretecektir. Bu anlamda gelecek toplumun emek verenleri kendi emeklerinin yabancılaşmasından, başka emekçiye yabancılaşmış emekten yararlandıkları yoğunlukta zevk alacak mutlu olacaktır. Tarih ilerleteni bu dinamik, yani yabancılaşma artık tu kaka değildir; tersine bireyciliği yok eden önemli bir unsur olarak rolünü oynayan bir fenomendir.



Mir;


Bu durumda da, seninle yaptığım sohbet sonucu bana kattığın bilgiler, ya da benim sana kattığım bilgiler ve buna benzer bin bir kanaldan akıp gelen bilgiler, benim beynimde ( ya da senin) harmanlanıp yararlı bir ürün gibi, bilgi olarak insan yararına sunulması, yani sana yabancılaşıp (ya da bana), senin mülkiyetinden çıkıp (ya da benim) tekrar sana dönmesinin ( ya da bana) tu kaka olan yanı nedir? Bu bir zenginliktir ve herkesin katılımıyla oluşup sentezlenerek dolaşabilmekte, yararlı olabilmektedir. Tıpkı meta gibi; meta üretimindeki katkılar gibi, bilginin de katkıları çok boyutludur. Binlerce yıldır insan bilgi birikimlerinin, yazınsal görsel vb kaynakların katkısıyla oluşan yeni bilgilerin içinde, artık şuna ya da buna ait bir bilgi emek yerine, ne kadar geniş çevreye yararlı olabileceğinden bahsetmek mümkün oluyor. Dolaysıyla bu yeni üretilen bilgide hiçbir emek sahibine doğrudan doğruya dönmüyor ama bir biçimde mensup olduğu insanlık topluluğuna hizmet sunuyor. Küreselleşme çağında bu çok daha belirgin hale geldi. Milyarlarca kaynaktan süzülen, sahibinden derinlemesine ve genişlemesine yabancılaşmış bilgilerin senteziyle yeni bilgilerle üretime katkılar yapılmaktadır. Bu sentezlemeleri yapanların, bilgiyi kendi mülkleri olarak da pazarlama şansları olmaktadır. Bu pazarlamayı yaptıklarında da o andan itibaren bilgi üreticisine yabancılaşıp insanlığın malı olma yolunu tutuyor. Bakma bu gün kapitalist egemenlik hala hüküm sürdüğünden ve mülkiyet ilişkisi bu tarz bir özellik içinde olduğundan, yabancılaşmanın söz konusu olumlu boyutu tüm yönleriyle kendini göstermekte zorlanmaktadır. Bu da kapitalist çağ ortamında ki yabancılaşmanın düzeyidir. Bir sonraki ileri çağlarda bu daha da sağlıklı bir sürece girip, yabancılaşmanın geniş insani yararı belirgin olacaktır. Yukarıda dediğim gibi, iş bölümü arttıkça, derinleştikçe yabancılaşma daha geniş alanda sosyal bir işlev görecektir. Dolaysıyla, ne kadar çok bilgimizi kendimize yabancılaştırır insanlığa yararlı kılabilirsek, o kadar üretim kolektivitesine ve paylaşımına imkan sağlamış oluruz. Sonuçta benim sana ya da senin bana yabancılaşman, bizlerin toplumsal işlevlerdeki başarımızı gösterecektir, işe yararlılığımızı gösterecektir diye algılamanı tavsiye ederim.Dostluk adına, yakınlık adına, klan ilişkileri adına, bilgiyi dar alanda tutmak, başka bilgilerle sentezleştirmekten, bölgecilik, milliyetçilik, ırkçılık, akrabalık, ahbap çavuşluk adına alı koymakla yabancılaşmasını engellediğimizi sandığımız bilgiler ise yararsız ölü bilgilerdir. Ne bize ne de toplumsal işlev içinde insanlığa bir yararı vardır. Bu durumda biz bize kalırız yabancılaşmayız, bir birimizi bir süre sonra yemesek de çürümeye, durağanlaşmaya ve kendimizi tekrar etmeye başlarız. İşte böyle değerli dostum, yabancılaşma ilerlemedir, tarihin önemli devrici yönelimlerinden biridir, harekettir ve ilerlemedir.


Emir:


Yazını basitleştirmek zorunda kaldığım için senden özür dilerim. Sonuç olarak böylece daha iyi anlamış oldum. Bu kavrayış üzerinden yazının bütününü algılayabileceğimi sanıyorum.