Sınırları insan erdemleriyle belirlenmiş, ne sınıfsal ne de etnik nedenlere mahkum olmamış doğrularımızla özgürlük ve demokrasi mücadelesini sürdüreceğiz...

BURADAYIZ İŞTE...

OKURLARIMIN DİKKATİNE. BLOGUMDA TEKNİK BİR ARIZA YA DA BİR SALDIRI GERÇEKLEŞMİŞTİ.. ŞİMDİ HER ŞEY YOLUNDA...EMEKLERİMİZ BURADA... SAĞLICAKLA KALINIZ...

PARALEL BİR BLOG DA DEVAM EDİYOR...

Yeni blogun adresi: http://mirural.blogspot.com/

ŞU AN İZLEMEKTE OLDUĞUNUZ BLOG ADRESİ İLE YENİ BLOG ADRESİ BİRBİRİNE ÇOK YAKINDIR. İLGİNİZE TEŞEKKÜRLER.

MİHRAC URAL

...

...

...

...

TÜRK MODERNLEŞMESİ JAKOBENİZM VE BONAPARTİZM

Yener Orkunoğlu

Türkiye'de modernleşme hareketinin tarihini ve modernleşmenin toplum üzerinde yarattığı etkileri incelemek ve aynı zamanda modernleşme konusunda liberal entelektüellerin yarattığı yanılsamaları açığa çıkarmak zorundayız.
Liberal entelektüellerin çarpıttığı bir konu var. Siyasal İslam'ın yörüngesine girmiş bir çok entelektüel, Türkiye'deki Kemalistleri Jakoben olmakla suçlarlar. Yani Jakobenizm, darbeci ve anti-demokrat olmakla özdeşleştirilir. Böylesi bir değerlendirme, Jakobenizmin çarpıtılmasıdır. Kemalizm'i, Jakobenizm olarak değerlendirmek, Jakobenizme karşı bir haksızlıktır. Çünkü Jakobenizm, Fransız Devrimi döneminde küçük burjuvazinin (baldırı çıplakların) radikal bir devrimci hareketi olarak doğdu. Fransız Devrim hareketinin sol kanadını oluşturur.
((Devamı orta sol sutunda))

..

..

Mihrac Ural

Mihrac Ural

Yeniden felsefe okumak


Cumhuriyetin Doğuya sırtını dönmesinin mahkumu idik. Alfabe kırılmasının sonucu da, okuma adına nemiz var nemiz yok, arşivlerin küfüne terk edildi. Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle zaten olmayan okumalara, sıçramalardan oluşan, dengesiz ve sonuçta eksiklikten kaynaklanan bir topallamaya düştük. Bu da, ülkemiz felsefe bilincinin derinlik ve bütünlüğünü oluşturacak zincir halkalarının kopuk olmasını getirmiştir.
Yunan felsefesi akılcılığının Aristo’yla temsil edilen sunumunu, İslami bir yorum ve ilerleyişle ele alan Farabi’de ifadesini bulan akılcılığa karşı, “ Tahafüt el Felasife” diyerek, dünya ve ahiret işinde akıla yer bırakmayan Gazali’nin, bu güne kadar süren tutuculuğundan yana saf belirlemiştir. Gazalinin, “filozoflar”ın aklın hareketinden yana dünyevi olayları yorumlayan yaklaşımlarına karşı yaptığı eleştirilere, aklın bir militanı İbni Rüşt’ün ünlü cevabı olan “Tahafüt el Tahafüt” ü tanımazlıktan gelmiştir. Böylece sağ, Yunan ve batı felsefe okumaları eksiğiyle iki ayağı topal hale gelmiştir. Dayandığı felsefi okumaların karşıtlarını da bilmemekle, sığ kalmıştır.((Devamı sol ana sutunda))

****

****

24 Nisan soykırımı hepimizi katletmişti...

Mihrac Ural

Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi –soykırımı- hepimizi katletmişti. Tam 93 yıldır sürmekte olan zorunlu sürgün ile insanlık sucunda İttihat –Terakki’nin ‘SOYKIRIM’ imzası vardır.

Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır.

Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur.

“Resmi tarih” diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.**19. yy sonlarından başlayarak, Katolik ve Gregoryan (Ortodoks) diyerek birbirlerine kırdırılan, tenkil ve sürgünlerle, mal mülklerine el konularak baskı altında tutulan Ermenilere yönelik soy kırımı, I Dünya savaşının, malum bol bahaneleri altında girişilmiştir (24 Nisan 1915).

Savaş sırasında, önce Ermeni gençlerinin Askere alınarak silahsız bırakılması ve ardından toplu tasfiyelerin yapılması, geride kalan Ermeni halkının Tenkil ve sürgünlerine geçilmesi. Bu konuda talimatların dakik bir biçimde, en yetkili resmi merciler tarafından istenip, izlenmesi. O dönemin Sadrazamı (Başbakanı) Talat Paşa’nın, başından itibaren olayları, dikkatlice takibi, emirler vermesi, istatistik tutması (iskan edecekleri yerde dahi nüfusa göre oranlarının %5 geçmeyecek düzeyde tutulmaları talimatları da dahil) ve bunun en ince ayrıntısına kadar yazılı özel notlarla tescili, Ermenilere reva görülen her şeyin, planlı bir tarzda icra edildiğini göstermeye yeterlidir (Ermeni tehciriyle ilgili Talat Paşa’nın tutanakları için bkz. Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi, 24 Nisan 2006’dan itibaren yayınlanan dizi) Bu, Ermenilere ilişkin, adına ne konulursa konulsun, yapılacak olanların önceden planlanmış eylemler olduğunu gösterir.

Bundan sonra, sonuçlara bakılarak, yapılanlara verilecek ad, tanımlamaya geçilir.*Böylesine planlı ve en ince ayrıntısına kadar takip edilmiş ve bir etnik topluluğa yönelen, sonuçta en iyimser tahminlerle, el yazması tutanaklardaki rakamlarla bir milyon (1000 000) üzerinde Ermenin ölümüne yol açan, kimi şehirlerde nüfusu yüz binlerden sıfıra indiren, çoluk çocuk on binlerce canın etnik yapısını değiştirmek için farklı etnik toplumlara dağıtan, topraklara el koyan, binalarını yıkan, her türden maddi ve canlı servetine el koyup katleden girişimlere, soy kırımından başka bir ad verilemeyeceği görülür.

Bu bir soykırımdır. (..)Osmanlıdan, cumhuriyete süre gelen bu aklın, daha uzun süre yürürlükte olma tehlikesi tüm çıplaklığıyla kendini göstermektedir. Tarihimizle cesurca yüzleşmeden bu aklı toplumsal işlevlerimizden ve geleceğe ilişkin yaşam planlarımızdan söküp atmak güç gibi duruyor.
((*)Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı –Mihrac Ural)

**
Sıranın kendisine gelmeyeceğini sananların dikkatine, bu vatanın birimize değil, hepimize ait olduğunu bir kez daha, bin kez daha yeniden birbirimize kanıtlamakla yükümlü olduğunuzu artık anlamak zorundasınız.

Bilmelisiniz ki, farklılıkları içselleştirmek, onlarla barış içinde yaşamayı fiilen gösterip, haklarını anayasal ve kurumsal güvencelerle kökleştirmek ertelenmez bir görev haline gelmiştir, bu yapılmadıkça bu vatanın hepimize ait olduğuna kimseyi inandıramazsınız.

Mümkünü, imkansız hale getirmeye devam ederseniz, sizi biz farklılar, ayrı varlıklar bile kurtaramaz. Bunun vebali, Hrant Dink’in katline yol açan akıl sistematiğinin kıyımına tek tek ve topluca maruz kalmaktır bilesiniz.
((*)Hrant Dink'in Katli ve Tarihi Gerçekler –Mihrac Ural)


Murat Altunöz’ün Beklenen Kitabı Kırılgan Zamanlar Çıktı…

2002 Ocak ayında başladığımız yolculuğumuza 7 yıldır devam ediyoruz. Karalama Dergisi, ülkenin koşullarına göre bazen inişler ve çıkışlar yaşamamıza rağmen her geçen gün dergimizle daha da büyüyoruz.

Karalama Dergisi olarak;
Şair Nevruz Uğur ve Halil İbrahim Yıldız’ın kitaplarından sonra Karalama’nın Kurucusu ve halen Editörü olan Murat Altunöz’ün Kırılgan Zamanlar adlı kitabını yayımladık.
Geçmiş zamanların, kırılmış, yalnız ve hüzünlü dizelerinde bulduk kendimizi,
Her dize de bir direniş, bir sürgün, bir ayrılık ve özlem var.
((Devamı sol alt sutünda))

...

...

Yerel Çeteleşmenin Boyutu...

Murat Altunöz /Gazeteci

Çeteleşme yıllar sonra Ergenekon operasyonuyla tekrar gündeme geldi. Eskiden bildiğimiz mafya sistemi çökmüş artık daha organize ve daha profesyonel bir hal alan almıştır.Bazı yazarlar, Emekli Polisler ve Emekli askerlerinde içinde bulunduğu yeni bir yapı ortaya çıktı.Aslında bu tür çeteleşmeler yıllardır hep ülkemizde vardır. Ama bu hafta benim bahsetmek istediğim yerel çetelerdir. malesef son yıllarda ciddi anlamda yerel çeteleşme ve Organize suçlarda bir çoğalma vardır. Zaten Hatay il Emniyet Müdürü Osman Çapalı'da bu konuya dikkat çekerek " Bireysel suçlar artık organize suçlara kaymıştır" demiştir.
((Devamı sol ana sutunda))


İNTERAKSİYON

Faiz Cebiroğlu
Her gelişim, karşılıklıdır. Her ileriye yönelik değişim, bir interaksiyondur. İnteraksiyon, karşılıklı etkileşim oluyor. İnsanlar, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek sosyal yönlerini geliştiriyorlar. Sosyal yönünü geliştiren insan, aldığı öğreti ve deneyimlerle bireysel yönünü ”işleyerek” yapılandırıyor. Yapılanma, ”özbilinç” ve ”özgüven” ile nitelik bir hal alıyor.

İnteraksiyon ya da karşılıklı etki, yaşadığımız toplumda, değişik yer ve ortamlarda farklı farklı oluyor. Dille başlayan diyaloğa; insanların bulunduğu yaşam tarzları, çalışma biçimleri ve kısacası sahip oldukları sınıfsal konumları da ekleniyor. Sosyal sınıf, gelişimde ”ana halka” oluyor. Sosyal sınıf, ileriye yönelik değişimin ”can alıcı noktasını” oluşturuyor.

(Devamı orta ana sütunda )
http://mirural.blogspot.com/

...

...

Yabancılaşmanın Dinamiği


Mihrac Ural

Yabancılaşma, insanlık ailesini birbirine yakınlaştıran, farklarını hızla öteleyen özel mülkiyeti ve olumsuz sonuçlarını bile köşeye sıkıştırma işlevi gören sonuçlarıyla, olumsuz değil çok olumlu bir role sahiptir. Tarihsel süreciyle derinleşip geliştikçe gerçekleşen yabancılaşma, insana çok daha cüretkâr olma, çok daha özgürce beyin labirentlerinde kurguladığı fantezileri yaşama ve bunu yaparken de dar anlamda aile, mahalle gibi klancı darlığın etkiler altında kalmayıp, geniş anlamda da ulusal sınırları aşıp belki başlangıcı sanal âlemin nimetleriyle, bilgi çağının iletişim olanaklarıyla bu tutku ve arzularının doruklarını zorlama şansını elde etmektedir.Yabancılaşma olmasaydı, emeğin sosyal etkilerinden bahsetmemiz mümkün olamazdı. Emek ne kadar sahibinden uzaklaşır, ne kadar sahibine belirgin olmaktan çıkarsa, o kadar evrensel ölçeklerde hizmet sunmaya başlamış demektir. Ve bir o kadar kültürel farklılıklarını hesaba katmadan ( renk, ırk, ulus, coğrafya, bölge farkı tanımadan) insan türüne ait hale gelmiş demektir.
((Devamı orta ana sol sütunda: ))
http://mirural.blogspot.com/

..

..

MİLLİ MARŞLAR

Ayşe Hür
1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı ‘Tre Trallade Jantor’dur. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkar ve ‘Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr….’diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası olayı "centilmen Türk seyircisinden jest" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi…
“Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur/Katibimin setresi uzun eteği çamur… diye başlayan ünlü türkünün bestesi 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’daki Selimiye Kışlası’nda kalan ‘eteklikli’ İskoç Alayı’na moral vermek için yazılmış ‘Donsuz askerler…’ diye başlayan bir asker şarkısıdır. II. Mahmut döneminde (1808-1826) modernleşme çabaları sırasında askerlere giydirilen setre ve pantolon mutaassıp çevreler tarafından ‘sokağa donla çıkmakla’ eşdeğer görülmüş, özellikle de ‘gavur mukallitliği’ denilen bu modernleşme hareketine çabuk uyum gösteren eli yüzü katipler halkın diline düşmüştür. Bir İstanbul külhanbeyi, bu katiplerle alay etmek için, Üsküdar yolu üzerinde olan Selimiye Kışlası’nda kalan İskoç askerleri için yazılan marşın müziğine Türkçe sözler yazar ve ünlü Katibim türküsü ortaya çıkar.
1974 Kıbrıs ‘Barış Harekatı'ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkumları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.

((devamı sol büyük sütunda))

5 Kasım 2007 Pazartesi

Ordu ve Ülkü



Ordu ve Ülkü

“Politikanın hoyrat biçimi olan savaşı önlemenin en doğru yolu bizzat politikanın anlamını ve yönünü değiştirmektir” C.V. Clausewitz


Osmanlı’nın genlerinden doğan TC. ordusu üzerinde yükseldiği toprakların değerlerini taşımamaktadır. Tek boyutlu bir etnik yaklaşım içindedir. Ülkemizin farklılıklarını içselleştirmemiştir. Karar yetkisinde ülkemizin renklerine yer verilmemiştir.

‘Hasta adam’ sağlığına kavuştuğu ölçüler içinde ve midesinin hazmedeceği oranda genetik olarak nükseden ilhaklarına Hatay’ı alarak devam etmekte bir sakınca görmemiştir. . Osmanlı mantığı, cumhuriyetin ruhunda devam eden bir virüs olarak kendini her fırsatta gösterdi. TC’nin üzerinde kurulduğu Misak-i Milli toprakları tek bir milletin toprağı değildi. Bir etnik dokunun anavatanı değildir. Başka ulusal gerçekliklerin de ortak olduğu bir topraktır. Bu devletin bu gerçekler üzerine bindirilen Ordusu, bu anlamıyla ‘Anavatansız bir ordudur”. Misak-ı Milli ülküsü de aynı anlamda bir vehimden ibarettir. Böylesi ülküsüz bir ülkü üzerine kurulu ordunun, değil sınır ötesi operasyona ya da savaşa girişmesi, bir mahalle kavgasından başarılı çıkması düşünülemez.

Bedreddin mahir


Bedreddin.mahir@gmail.com


1 Kasım 2007



Ordular ve Ülküler


Tüm ordular, bir imparatorluğun, bir ulusun, bir ülkenin tarih içindeki yaşam seremonisinin özeti bilinçaltı gibidir. Ordunun ülküsü varlığının temeli olduğu kadar gücüdür de. Bu ülkünün gerçekliği, derinliği, o ordunun gerçekliği, başarısı ve insicamının temel kaynağıdır. Gerçekçi stratejik bilinç taşıyan bir ordu bunu, gerçekçi kaynaklardan alarak beslenir. Her siyasal yapılanma, her devlet, her ne çağda olursa olsun ordu kurabilir. Bu ordu çok güçlü de görülebilir. Ancak stratejik bilinci, ülküsü gerçekçi unsurlarca oluşmamışsa, bir vehim ise, bileşkesinin tecanüsü geçici ve sahte ise, o ordunun elindeki güç yeryüzünün en büyük gücü de olsa, ilk ciddi çatışmada kendini gösterecek ve başarısızlığıyla dağılıp gidecektir.


Orduların stratejik bilincini, ülküsünü oluşturan etmenlerin içinde binlerce unsur bulunur. Bu tarihsel stratejik bilinç yüzyılları devşire devşire ilerler. İstikrarlıdır; kökleri büyük oranda toprağa ve o toprakları yaşama ilk kez açmış ve yeniden açmaya devam etmiş yerli halklara, onların sosyal ilişki araçları arasındaki en önemeli unsuru ise anadile dayalıdır. Orduların stratejik bilincini tarih serüveni içinde daha ileri süreçleri taşıyacak gerçekçi yapı budur. Diğer unsurlar ise birer teferruat olarak kalır.

Teferruattan teferruata da fark vardır elbette. Mali gücün oynadığı rol gibi. Orduların tarihinde mali güçle ilgili yapılan çözümlemeler de haklıdır.

İspanyol kaptanların dediği gibi ‘Zafer, en son escudo kimdeyse ondadır” ya da Napolyon’a atfedilen ‘ordular midesi üzerinde yürür’ tabirinde anlam bulan mali gücün önemi gibidir; ve haklı olarak, “Tarihte, yokluk ve düzensizliğin mahvettiği orduların sayısı düşmanlarca mahvedilenlerden çok fazladır” denebilir. (Paul Kennedy, Büyük güçlerin Yükselişi ve Çöküşleri s:85. Türkiye İş Bankası kültür yayınları, 2. baskı) Ancak yeryüzünün hiçbir mali kaynağı, belli bir ideal, kanaat, amaç, etrafında stratejik bir bilinç taşımamış bir orduyu kalıcı bir zafere götüremez. Bu durumda, -varsa- savaş meydanlarında kazanılmış bir zafer o da büyük bir hezimetin ilk günü sayılacaktır.


Bu ilke ister ilkel çağların köleci imparatorluklarında, ister feodal çağların sınırsız din savaşlarında, ister ulus oluşumu ve sonrası ordularda olsun, ülküsüz bir ordu, ülküsü gerçekçi olmayan bir ordu hiçbir mali olanağı ayakta tutamaz. Mali olanakta orduların gücü ve kararlılığıyla ilgili çok önemli bir unsur olsa da teferruat sınıfından bir malzeme olarak görülmelidir.

Ordulara güç veren etmenler teferruatlar değildir. Hiç bir maddi kaynak, silah, teknoloji, lojistik güç, büyük eğitimlerden geçmek, sayıca üstün olmak, güç için yeterli değildir. Gücün kaynağı ve ana zemini, doğru siyasettir. Savaş, siyasetin başka araçlarla devamından başka bir şey değildir. Bu savaşı yürütecek olan ordu da, doğru bir siyasi temel üzerinde kurumlaşmamış ve doğru siyasi bir hedef üzerine yola çıkmamışsa, diğer tüm etmenler bir teferruat olarak kalmaya mahkumdur. Orduların kuruluş amaçları, ilkeleri, stratejileri yani ülküleri, toprağına bağlılıktan ve o toprağı ilk kez yaşama açmış ve açmaya devam eden halktan almamış ve o halkın ideallerini bütünsel olarak temsil etmiyorsa, en küçük bir sorunda tıkanıp kalmaya, sonuçta da çözülmeye mahkumdur. Savaşta ve barışta orduları güçlü ya da güçsüz kılan bu etmenlerdir. Ülküsü, kendi insan kaynaklarına ve bileşkelerine sağlıklı olarak dayalı olan ordular, söz konusu toplulukların, yaşadığı toprakları ve güvenliğini sağlamada çok daha etkendir. Bu ordular girdiği haklı her savaşı kazanırlar. Ve aynı zamanda bu stratejik bilinç, orduların ana yönelimini belirler; amaçlar, yapılanma, kısa ve uzun hedefleri belirler. Gerisi teferruat kalır, ne kadar önem taşısalar da!?

Bu açıdan her ordu, kuruluşundan itibaren, her yeniden yapılanmasında üzerinde önemle durulan değerleri vardır. Bu değerler, genellikle tarihsel kararlılığı olan verilerdir: Topraktır, ülkedir ve mütecanis olan ortak bir tarihi serüvenden çıkıp gelmiş, ortak acı ve iyi gün yaşamış bir biçim altında toplumsal olarak örgütlenmiş halktır, ulustur. Tarihin her döneminde Ordular bu bilinçle kendi doğrultularını belirlerler. Roma ordusu, Bizans ordusu, İngiliz, Fransız ordusu ve tüm dünya ordularının durumu budur.

Ancak kimi ordular vardır ki, tarihsel bilinçleri, ülküleri, inançları oldukça yapaydır!.. Verileri sahtedir. Gerçekleri yansıtmakta yetersizdirler ya da doğrulardan çok arzu edilen dar çıkarların ifadesidir. Yani teferruatlar üzerinde kurgulanmış ve kurumsallaştırılmıştır. Bu tür ordular, ilk büyük kapışmada, ilk büyük krizde, ilk sarsıntıda çözülüp gitme durumunda kalacaktır.

Stratejik bilinç, gerçeklere dayanmalıdır, kökleri olmalıdır. Ordular bu bilincin gerçekliğini toprağa bağlı halkın kesintisiz ve iradevi, gönüllü desteğiyle hissederek kendi gücüne ve ülküsüne inanma ve onunla tutarlı olma durumunda olmalıdır. Bu ister ilkel devletlerin orduları, ister feodal imparatorlukların isterse çağdaş ulusal devlet orduları ya da ülkeleri açısından bir ortak bölen olarak belirmektedir.

Feodal çağlardan kapitalist çağlara, modern ulusların oluşumuna yöneldikçe parçalanıp giden imparatorluk ordularının ya da ulus adı altında örgütlendiği sanılan zoraki birleşmelerle ortaya çıkmış çok uluslu devlet ordularının parçalanmasında bu etken temel rol oynamıştır. Stratejik bilinç, kararlılık oluşmamıştır. Geçici bir döneme ait kalmıştır ve dönem değişince de anlamı ve işlevi yok olmuştur. Roma ordularının stratejik bilinci, inancı ve ülküsü, Roma’yı ve sömürgelerini korumaktı; ancak orada kalınmayıp tüm dünyaya yayılmaya başlanınca gerçeklerinden koptukça, ilk sarsıntıda dağılıp gitmiştir. Bizans’ta öyle olmuştur. Ülküsünün gerçekliğinde ayakları yere basmasından çıkıp, Tüm dünyaya yayılmaya başlayınca gerçeklerinden kopmuş ve ilk sarsıntıda dağılıp gitmiştir.

Kimi ordular ülküsüzdür, sür git talan ve ileri doğru önüne gelen milletleri ve servetlerini gasp üzerine kurulmuştur. Böylesi orduların stratejik bilinci, fütuhatlar üzerine kurgulanmıştır. Fütuhatta başarı varsa bu ordular da vardır, tıkandığı yerde ise çözülme başlar. İlk büyük tıkanışta, ilk büyük yenilgide gerisin geriye giderek dağılır. Çünkü ne hükmü altına aldığı toprağın gerçek sahibi olan bir halk kitlesinin amaç ve çıkarları üzerinde yükselmiştir ne de bunun doğal sonucu ilgili halkı korumak için bir stratejik bilince sahiptir. Anavatansızdır, sürekli bir başkenti yoktur, vardığı yerde ikinci bir talan seferi için konaklamıştır. Bu tür ordular arasında bilenen ve bizi ilgilendiren en önemli örnek Osmanlı ordularıdır.



Osmanlı ve Ordusu


Osmanlı imparatorluğu, bütünsel yapısıyla, mülkiyet ilişkisi, vergi sistem, medenileşme perspektifi itibariyle de ordusunun bir ülküsü yoktu. Savunacağı ve kararlıca tutunmak durumunda olduğu ne bir anavatan ne bir etnik bileşkesi belli bir kararlığa sahip yerleşik bir halkın ideallerini temsil ediyordu. Aynı çağları paylaştığı diğer imparatorlukların, medenileşme trendleri, mülkiyet ilişkileri yeni bir uygarlığa geçit verecek özellikleri karşısında hiçbir kararlı yerleşim verisine sahip olmayan Osmanlı, orduları açısından da bu istikrarsızlığı gösteriyordu. Nitekim I. Viyana kuşatması (27 Eylül 1529) ve orta Avrupa’nın “Akıncı talanlarıyla alt üst edilmesi” Osmanlının, Kanuni döneminde doruğunun arifelerine kadar taşınmasıydı. Ama bu büyük tıkanmanın da başlangıcı gibiydi. Aynı yüzyılın sonlarında Osmanlı artık fütuhat için hantal bir genişleme içinde, iç sorunlarını denetlemek gibi gerçeklerle yüz yüze kalmıştı. Fütuhat ve sonuçları hükmü altındaki toprakları denetlemekte yetersiz kalan Osmanlı orduları da tıkanmıştı. Bu dönemin sonu II. Viyana kuşatmasıyla (14 Temmuz 1683) belirginlik kazanmıştır. II. Kuşatma fethedilenin yeniden fethedilmesi gibi, boşlukları kapatacak cinsten bir adım değildi. Buradan geriye dönülüp bakılınca Osmanlı Ordusunun, ne bir anavatan ne de o vatanın yerli halkının korunması adına giriştiği hiçbir kararlı stratejik bilinç taşıyan bir ülkü sahibi olmadığı kolayca görülür.

Amaçları kendilerine ait olmayan toprakları ve milletleri askeri baskı ile hükmü altına alıp servetlerini talan etme hedef ve duygusu dışında hiçbir kalıcı perspektifi olmayan bir ordu, gerçekte ‘ölümcül bir virüsle yaşamaktadır’ demek yanlış olmayacaktır. Böylesine bilinçsiz bilinç kuşatması içinde olan bir ordunun anavatan ya da belli bir toprak ya da belli bir etnik topluluğa aidiyet duyması, onun gerçekçi çıkarlarını ve umutlarını temsil etmesi diye bir şey olamaz.. Ülküsüz her ordu kimliksizdir. Binlerce yıl hüküm sürse de, durumu budur.

Osmanlı ordusu, belki tarihin bu kesitinden bakınca daha iyi anlaşılan bir tespitle, denebilir ki, kimliksiz ordudur. Aynı imparatorluğun dört başkent değiştiren seremonisinde, ordusunun da kimliksiz olması doğaldır. Söğüt’ten Bursa’ya, Edirne’den İstanbul’a giden süreç, ülkü birliği oluşturmamış bir ülke üzerinde kurulu tek boyutlu anti demokratik devlet hükmü altında, Ankara yerine yeni bir başkente taşınmak, ülkü birliği olmayan bir ordunun maceracı girişimlerin sonucunda tehlikeler yaşaması mümkündür.

Osmanlı sürecinde, var olanı korumak ve yeniden fethetmek gibi sonuçsuz bir kaos içinde Mondoros Mütarekesi’ne(30 Ekim 1918) gelinir. Uzun bir dönem gibidir. Ancak bu çözülme ile Sevr anlaşmasına kadar gelip dayanması konusunda anlatılması gereken ‘önemli’ nedenler vardır. Sevr Anlaşması’nı (10 Mayıs 1920) Türk ulusunun bilincinde bugüne kadar önemli bir kompleks haline getiren de, Orduların ülküleriyle ilgili konumuzun tam merkezinde yer almaktadır. Sevr ile Lozan anlaşması (24 Temmuz 1923) arasındaki fark, Türk ulusunu resmi tarih yazıcılarının abartmasına rağmen nitelik olmaktan çok nicelik olarak belirlemek gerek. 5 milyon kilometre kareyi denetleyen bir Osmanlı’dan geriye bu ölçekte küçülen bir toprak parçasının birkaç bin kilometre karelik farklılıklar taşıyan iki anlaşma arasındaki olayı, böylesine abartmanın ciddi hiçbir gerçekçi yanı yoktur. Sonuç gerçek bir anavatan ve üzerinde yaşayan gerçek bir yerli halkın olup olmamasıdır. İmparatorluklar da, devletler de ve onlarını en önemli tahakküm araçları olan ordularda bu temel kaynak üzerinde gerçekçi varoluşlarını tanımlarlar.

Buradan bakınca, Lozan ile Sevr arasında farkın büyük olmadığı görülür. Özellikle bugün ülkemizde yaşamakta olduğumuz ve doğrudan doğruya Lozan sonucu oluşan Misak-i Milli sınırlarının yeniden tartışılır hale geldiği ve bu sınır içindeki dokunun ne ülkü birliği açısından ne de ulus bileşkesi, dokuları açısından bir tecanüs içinde olmadığı gerçeğinin, Kürt ulusal özgürlük hareketinin ortaya çıktığı bir kesitte, tüm çıplaklığıyla belirmiş olması çok daha anlamlıdır. Buna Hatay Davası, ve diğer etnik sorunları da eklediğimiz de, gerçekte I. Dünya savaşının kapanmamış dosyalarının yeniden gündeme geleceğini ve bu temel üzerinde Devlet ve ordunun stratejik bilinç açısından taşıdığı değerlerin tartışma götürür konumlarıyla karşı karşıya kalacağımız açıktır.



Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve konumuz olan ordusu, Osmanlı aklı ve mirası üzerinde ve bunların devamı olarak kurulmuştur. Ancak kuruluşa giden kopuşta, geçmiş ile yeni Türkiye Cumhuriyeti arasındaki farkın kavranması açısından yeni devlet kendini farklı tanımlama ihtiyacı hissetmiştir. Atatürk Osmanlıyı genel olarak değerlendirirken haklı olarak şunları belirtiyor. “Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fetihlerin akasından serserilik etmiş ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir. Bu böyle bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde aynen olagelmiştir.” (Aktaran, Cemal Kutay,Türkçe İbadet, s;154)

Atatürk’ün ortaya koyduğu bu sarih ibare, bir Osmanlı değerlendirmesi olarak çok anlamlıdır. Osmanlı orduları üzerinde yaptığımız belirleme içinde, bir Osmanlı Paşasından gelmiş olması itibariyle de yerine oturmuştur. Bu cümlede geçen “sabanlarına sarılmışlar, varlıklarını korumuşlar” ibaresiyle kendi topraklarında yeril halklar olarak milletlerin varlıklarının nasıl korunacağına önemli bir göndermedir. “bizim milletimiz fetihlerin arkasından serserilik etmiş anayurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir” belirlemesiyle, Osmanlı tarihinin ana eksenini, yayılmacı, talan ve gaspçı özeliklerin belirterek, Ordularının ne türden bir ülküsüzlük içinde olduğu ve yenilmesinin tarihi bir kaçınılmazlık olduğunu vurgulamıştır. Bu anlamıyla yukarda anavatansız ordular tanımlamamız bir abartma sayılamaz.



Türkiye Cumhuriyeti ve Ordusu

Geçmişe yapılan bu göndermeler üzerinde “Türkiye Cumhuriyeti’nin, farklı bir plan üzerinde kurulması tasarlanmıştır”. Bunu anlamının bazı belirgin söylemleri ve zamanlamalarına dikkat çekmek gerek.

Kurtuluş savaşının tüm şiddetiyle sürdüğü bir kesitte (Ekim 1921), Atatürk Fransız diplomat Franklin Bouillon’e, “Mösyö Bouillon, milli yeminimizin özü tam bağımsızlıktır. Yani siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, kısacası her hususta bağımsızlık! Türk milleti kanını tam bağımsızlığı sağlamak için akıtıyor” (Nutuk’tan aktaran Age. s,136) ..Diyerek ayrıldığı özel toplantıdan, verdiği talimat gereği, Dışişleri Bakanı olarak Yusuf Kemal Tengirşek, “Evet Mösyö Bouillon, Milli Mücadele toprak için yapılmıyor (abç), Osmanlı topraklarının dörtte üçünü oralardaki halkın iradesine bıraktık. Biz istiklal için mücadele ediyoruz...” sözleriyle devam eder (Y.K Tengirşek’ten aktaran T. Özakman, Şu Çılgın Türkler s,136).( Aynı yöndeki bilgileri, farklı bir kaynaktan, Dr. Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım cilt 3. Sayfa 221 de izlemek mümkün).

Cumhuriyetin kuruluş planını en öz ve en kısa özeti işte bu cümlededir, “Milli mücadele toprak için yapılmıyor”. Bu cümle, basit bir diplomasi oyunu için söylenmemiştir. O günün şartlarını içinde, yakın tarih okumalarına sahip herkes, bu cümlenin samimiyetini teslim edecektir. Üreten, talana ve fetihlere bel bağlamayan, başka ülkelerin ve milletlerin emekleriyle ürettikleri değerleri kılıç zoruyla gasp etmeyen, kendi ürettiğiyle yaşayan “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesiyle çağdaş bir cumhuriyet kuruluş planı, tas tamam bu şekilde belirlenmiştir. Ancak bu söylemler, içinden çıkılıp gelinen Osmanlı mirasına galebe çalacak güçte ve derinlikte bir dayanak sahibi değildi. İradeler, tecrübeler, özelikle son Osmanlı paşalarının yaşadıkları travmalar, Orta Doğu’ndan Kuzey Afrika’ya, Balkanlardan Anadolu’ya kadar İmparatorluğun her alanında tanık oldukları gerçekler, Osmanlı diye bir birlikteliğin, bir ülkü birliğiyle mütecanis bir dokunun olmadığını gösteriyordu. Bu noktadan gerisin geriye varılan yerde yapılacak olan şey, elde kalanla yetinip, yeni bir yaşam planıyla tarihte bir varlık olma mücadelesiydi. Bu Türk ulusu için olduğu kadar kurulacak devlet ve ordu içinde geçerliydi.

Ancak veriler geride kalan toprakların da gerçekçi bir anavatan olup olmadığı noktasında tartışma götürür bir yapı arz etmekteydi. Anadolu, kurulacak yeni devletin resmi olarak tek etnik yapılı, tek boyutlu bir ulusala devlet olmasına, ordusunun amaç ve stratejik hedeflerine, ülküsüne uygun değildi.

Buna rağmen söylem ve amaçlarda cumhuriyetin kuruluş planı, ne toprak fethini ne de servet gaspını içeriyordu. Cumhuriyet, Osmanlı’dan arta kalan topraklarda bir millete vatan oluşturmak amacı ve yurtta sulh cihanda sulh ilkesiyle, kendisi için üreten ve başkasından bir talebi olmayan bir ilke üzerine yükseliyordu.

Türk milleti, Osmanlı’dan çıkışta, büyük bir kaçış psikolojisi altında Cumhuriyetini kurma mücadelesi verdi. Bu mücadeleyi yürütenler, geçmişin yapılanması ve sisteminde aktif rol alan kadrolardı; ancak dünya dengesinin farklılaştığı ve varoluşun sürdürülebilir eski dinamiklerinin kalmadığı bir ortamda geçmişten kaçışa, cumhuriyetle sonuçlanacak yeniden yapılanmaya yönelmek durumunda kaldılar. Bu bir ilerlemeydi. İlerlemenin en önemli yanı, Milleti fetihler arkasında sürüklemek yerine, yurt edinilmeye çalışılan topraklarda üretime yönelmeye, kendine yeterliliği, kendi milli emeklerinin ürünü olan sonuçlarla yaşamaya karar kılmaktı. Cumhuriyet bu yanıyla, başka milletlerin topraklarını ve servetlerini fetih ve gasplarla elde tutmaya karşı bir gelişmeydi; bu, kendisine ait olmayan yüklerden bir kurtuluş savaşıydı. Atatürk’ün, Osmanlıya ve onun her türden mirasına karşı, modern ulus örgütlenmesinin gerektirdiği yenilenme ve yeniden yapılanma adımlarını bir devrim girişimi olarak atmış olmasının nedeni budur. Yeni devlet başkalarının toprak ve servetlerini gasp ederek yaşama kolaylığını ve onursuzluğunu reddederek, Cumhuriyet girişimiyle kendi milli emeğinin üretimiyle yaşamayı seçmiştir. Bu yüzden, sahiplerine geçmiş olan Osmanlının topraklarını, hiçbir zaman milli topraklar olarak görmemiştir. Misak-ı Milli toprakları tabiri bir ölçüye kadar bunu, denetim dışı kalan topraklara karşı hiçbir manevi yükümlülüğün kalmadığını ifade ediyordu ( Bu her ne kadar Misak-ı Milli sınırlarının tartışma götürür ulusal sınırlar olduğu gerçeğini ortadan kaldırmasa da!).

Cumhuriyet dönemi ve sonrası sorunlara kaynaklık edecek olan gerçek te, işte tam burada doğmuştur. Zira Cumhuriyet kuruluş perspektifini, kalıcı bir dengeye kavuşturacak olan sonuna kadar ilerletmeyi başaramamıştır; Osmanlı’nın fütuhatı ve gasplarından miras kalan toprakların ve o toprakların gerçek sahipleri olan milletlerin konumu olduğu gibi sürmüştür.

Cumhuriyet korkular ve kaçışlar üzerinde kurulmuştu. Bu korkular gerçek korkulardı. Temeli vardı ve hala devam etmekteydi. Cumhuriyet tek uluslu bir devlet modeli olarak, tarihinin her döneminde çok milletli Anadolu toprakları üzerinde kuruldu. Toplumsal barış böylece doğmadan katlediliyordu. Osmanlı’dan alınan akıl sistemi mirası, cumhuriyeti vatandaşlarına karşı ön yargılı kılmıştı.

‘‘Türkiye Cumhuriyeti kuruluşuyla birlikte, Anadolu’nun tek ulusçu bir yapılanmaya boyun eğemeyeceğini görmüştür. Kürt isyanı bunun tecellisiydi. Henüz Kurtuluş savaşından yeni çıkılmıştı. Emperyalistlerin işgali Türk, Kürt, Arap, Laz, Çerkez, Abaza, tatar, Boşnak, Sünni, Alevi.. Kısacası tüm Anadolu birlikte kan dökerken, işgal altında olmayan şehirlerde de mitingler yapılıyordu” (Kurtuluş savaşı Günlüğü, 3. cilt. 148 den aktaran T. Özakman, Şu Çılgın Türkler s:448)


Ortak kan dökülmüştü ama ne anayasal ne de yasal ve kurumsal bir ortaklık oluşmamıştı. Atatürk’ün açık ifadelerle dile getirdiği farklı etnik yapıların özelikle de Kürtlerin haklarına ilişkin hiçbir adım atılmadı. Kürt isyanları (Cemil Çeto, Milli Aşireti isyanları (Mayıs ve sonrası1920), Koçgiri (Mart-Haziran 1921), Şeyh Said,(13 Şubat 1925), Dersim (Ağustos 1938), Genel Kurmay resmi belgelerinde 1924-1938 yılları arasında, 17 Kürt “ayaklanması” olduğu belirtilir) mesnetsiz suçlamalarla, Anadolu’nun gerçeklerine dikkat çeken anlamları görmezden gelindi. Türkiye Cumhuriyeti tek ulus tek millet tek bayrak olarak, konjonktürün de yardımıyla yoluna devam etti. Bu süreçte hasta adam sağlığına kavuştuğu ölçüler ve midesinin hazmedeceği oranda, genetik olarak nükseden ilhaklarına Hatay’ı almakla devam etmekte bir sakınca görmedi. Osmanlı mantığı, cumhuriyetin ruhunda devam eden bir virüs olarak kendini her fırsatta gösterdi.


Ancak yeni devletin kaygı ve korkuları sürdü durdu. Bu kaygıları hafifletmek üzere de, Anadolu’nun, tek uluslu bir anavatan toprağı olduğunun, tarihsel olarak kanıtlamak için trajik-komik girişimler yapıldı. Tüm dünya dillerinin Türk dilinden türediği iddiası “Güneş dil teorisi”yle yapıldı. Anadolu’nun geçmiş medeniyetleri, Sümerler ve Hititler’e, Sümer Türkleri ve Hitit Türkleri diye yeni bir nüfus cüzdanı belgesi kazandırıldı. Ancak bu çabalar gerçekleri değiştirmedi. 1000 yıllık Anadolu hükümranlığına rağmen, yerli etnik dokuları asimile edememiş, içselleştirip kaynaştıramamış, onlardan daha ileri bir uygarlıklarla kendi merkezine çekememiş olanların, tarihsel olarak kaçırdıkları uluslaşma sürecinin bugün gelip dayandığı noktada, mütecanis olmayan, kimlik bunalımlarıyla kavrulan, kendi etnik dokusunu dahi uluslaşma sürecinde yeterince hazmedememiş olan bir kaos olarak belirmiştir. Etnik Türk topluluğunun unsurlarının kendini tanımlarken müslüman ya da alevi gibi tanımlamalara sığınması, Türk ulus üst kimliğinin, diğer etnik dokulara da ait bir üst kimlik olarak dayatılmasının ne kadar geçersiz bir konumda olduğunu anlatmaya yeterlidir.

Bu ahval ve şerait altında Türk ordusunun yapısı ve ülküsü de şekillenmiştir. Atatürk bunu şöyle ifade eder; " Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti'nin ordusu istilalar yapmak veya saltanatlar yıkmak veya saltanatlar kurmak için şunun bunun elinde ihtiras âleti olmaktan uzaktır.

Ordu, insanca ve bağımsız yaşamaktan başka gayesi olmayan milletle aynı ideale sahip olmaktan gurur duyan ve yalnız onun emrine bağlı ve sadık öz evlatlarından oluşmuş saygıdeğer ve kuvvetli bir heyettir. ( 1922 ) (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:I, 1945)

Bizim askeri politikamız bir savunma politikası olmalıdır. ( 1923 ) (Arı İnan, Gazi M.Kemal Atatürk'ün 1923 Eskişehir-İzmit Konuşmaları

Türkiye Büyük Millet Meclisi ordularının vazifesi "Misak-ı Milli" (Milli Ant) hükümlerini sağlamaktır. (1922 ) (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:III)

Bu cümlelerle Atatürk Cumhuriyetin Osmanlıdan kopma eğilimiyle ilgili kuruluş planına uygun bir ordu stratejik bilinci, ülküsü belirlemesine gönderme yaptığı açıktır. Ancak bu belirlemelere hiçbir zaman sadık kalmamış; bir yakın tarihi bulunmakta ve üzerinde yükseldiği bu değerlerin tartışma götürür özelikleri olduğu söylenebilir.

Zamanın Cemiyet-i Akvamı (Bugünkü Birleşmiş Miletler Cemiyete kurumunun öncülü), onayıyla;

Anayasası, yasa ve kurumlarıyla kurulu bulunan Hatay Devleti’ni, halk meclisinin açılış yaptığı gün, 4 Temmuz 1938, Albay Şükrü Kanatlı komutanlığında istila ve ilhak eden ordu, Atatürk’ün “Bizim askeri politikamız bir savunma politikası olmalıdır” dediği ordudur ve kendi döneminde yapılmış bir “ülkü“ ihlalidir.

Bunu 1974 Kıbrıs istilası takip etmiştir. Kıbrıs halkının iradesine karşı yapılmış bu askeri istila, Ordunun gerçekte belli bir sınırın “Misak-i Milli”nin savunulması olgusu olmaktan çok, Osmanlı mantık ve genetik güdülerinin etkisi altında, fırsatını bulduğunda ganimete çullanmayı kaçırmayan bir davranış olarak sergilemektedir. Kıbrıs savaşı, toplam askeri gücü 10 000 milisi geçmeyen ama yerlisi olduğu, anavatanı olduğu toprakları savunmada sonuna kadar direnebilen bir halka karşı tecavüz olarak gündeme gelmiştir. İki çıkartma yapmak zorunda kalan ordu, başarısızlıklarıyla ve Askeri sanat açısından yetersizlikleriyle (kendi fırkateynlerini-Kocatepe- vurmak gibi), ülkede çekilen ekonomik sıkıntılarla bu girişimin söz konusu ülküyle tutarsızlığına tanık olunmuştur. Kıbrıs sorunun bugüne kadar ülkemiz sırtına yıktığı inanılmaz mali ve siyasi yüklerin ise fatura olarak ödetilmeye devam eden bir kefaret olduğu açıktır.

Bu ordu, 84 yıllık tarihi boyunca, içinden çıkıp geldiği Osmanlı geleneğinin bir uzantısı olarak iç sorunların çözümünde, barış yerine kıyım ve yıkımın edatı olarak işlev görmüştür. Cumhuriyet döneminin tüm siyasal sorunlarında halkın iradesine karşı yaptığı faşist askeri darbeler yanı sıra, Kürt isyanlarında insan aklına ziyan kıyımlara girişmiştir. Son dönem Kürt ulusu özgürlük hareketi mücadelesi süresince ortaya çıkan veriler ise, büyük savaş meydanlarındakini aratmayacak ölçekler içindeydi. Günümüzün önemli tarih araştırmacısı ve yazar Ayşe Hür bu dönemin bilançosunu özetle şöyle vermektedir;

“PKK’nın 1984 Eruh baskınından 1999’da Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesine kadarki dönemde, Avrupa'nın en büyük, dünyanın 6. büyük ordusuna sahip olan Türkiye, 20 bin civarındaki PKK üyesini etkisiz hale getirmek için 300 bin askerini ve 67 bin korucuyu seferber etti. 14 ilde 1987-2002 arasında “Olağanüstü Hal” (OHAL) ve sıkıyönetimler ilan edildi. Bunlar tam 57 kez uzatıldı. 24 kez sınır ötesi operasyon yapıldı. 14 yılda 96 milyar dolar harcandı. (Dışişleri Bakanlığı adına Büyükelçi Uluç Özülker’in açıklaması, 14 Kasım 1998, Hürriyet). Bazıları bu rakamın 400 milyar dolar olduğunu söyledi. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e göre 5.555’i güvenlik gücü 5.302’si sivil halktan olmak üzere 10.857 şehit verildi, bir o kadar kişi yaralandı. 23 bin 938 PKK üyesi ya da sempatizanı öldürüldü, 11.746’sı sağ ele geçirildi.” (Ayşe Hür. Mustafa Kemal ve Kürt sorunu makalesi)

Ordunun sicili temiz değildir, kimliği net olmayıp. açıklanan ülküsüne de bağlı değildir. Bunun sorumlusu, elbette ki bireyler değildir. Kuruluş’un ilk yapılanmasındaki yanlışlarla başlayıp süren ve bir sistem haline dönüşerek üzerinde hükümranlık sürdüğü toprakları ve halkları yeterince özümsememiş, farklılıklarını algılayamamış, etnik, kültürel, dinsel, mezhepsel bir renk panoraması olduğunu bilince çıkartamamış ve bunun sonucu gerçekliği tartışma götürür ülkülerin peşinde her fırsatta maceralara atılma hatasına düşen ordunun gerçekçi bir ülkü, stratejik bilinç taşıdığı iddia edilemez. Böylesi bir ordunun eli kandan, işlevleri maceralardan kurtulmaz. Bunu anlamak için, Türk ordusunun en belirgin ülküsü olan misak-i milli’nin (milli yemin) üzerinde kısaca durmak yeterli olacaktır.

Misak-ı Milli ülkü olabilir mi?

Misakı milli, Osmanlı mebusanı Meclisi’nin 28 Ocak 1920 tarihinde yapılan gizi oturumunda karar bağlanmış, 17 Şubatta yabancı parlamento ve basına açıklanma kararı alınan, barış kabul görüşmeleri andı, sınırı olarak belirlenebilecek 6 maddeden oluşmuş bir hedef listesidir. Bu misak gerçekte bir Osmanlı artığıdır ve hala başkalarına ait toprak ve egemenlik haklarından kendini sorumlu görme çabası gösteren ayakları yere basmayın bir taleptir. Ancak Türkiye cumhuriyetinin kuruluş felsefesinde, kurtuluş savaşı boyunca da adından sıkça söz edilen, tutarlılığı olmayan, arkasında durulmayan bir belgedir. Bir ülkü haline getirilen bu belgenin gerçekte doğumuyla birlikte işlevsizliğini bir makalesinde dile getiren Ayşe Hür’ün şu satırları dikkat çekicidir;

Misak-ı Milli belgesi ise, son Osmanlı Meclis-i Mebusan'ında, tutanaklara bile geçmeyen bir gizli oturumda, Mustafa Kemal'den habersiz, aralarında onun önderliğine şiddetle itiraz eden mebusların da bulunduğu bir grup Osmanlı mebusu tarafından kabul edilen bir yemin metnidir. Metnin aslı değil, müsveddesi arşivlerdedir ve 5. maddenin ve bazı kelimelerin üzeri karalanmış olduğundan tam olarak okunamamıştır. Bu konuların uzmanı olan Sina Akşin'e göre yeminde, Mondros Mütarekesi sırasında işgal altında bulunan ve Arapların çoğunlukta olduğu Osmanlı topraklarının; Kars-Batum-Ardahan sancağının ve Batı Trakya'nın geleceğinin bölge halklarının oyuyla belirlenmesi kabul edildikten sonra, işgal altında olmayan ve Osmanlı İslam çoğunluğunun bulunduğu toprakların bölünmezliğinin ilan edilmesi gayet çelişkili bir durumdur. Nitekim ileriki yıllarda Batı Trakya, Musul, Kerkük, Batum gibi Misak-ı Milli sınırları içinde bulunan yerlerin kavgasız gürültüsüz terk edilmesi, buna karşılık Misak-ı Milli'ye dahil olmayan Iğdır'ın elde tutulması bu belgenin dokunulmaz bir metin olmadığını gösterir.

Bir ordu düşünün, belli bir milli yemini kendine amaç, ülkü, stratejik bilinç olarak belirlemiş ancak bu yemin daha doğmadan madde madde delinerek tutarsızlaştırılmıştır. Böylesi bir tutarsızlık ülkü olmaya devam ederse, hangi orduya güç verebilir ki?! Böyle bir ordunun vehimler üzerine kurulan ideallerinin gücü ne olur? Bunun yanı sıra, Misak-i millinin en son haliyle elde kalan topraklardaki verileri, böylesi bir andın hiçte tutarlı olmadığını gösterir özellikler taşımaktadır.

84 yıl sonraki haliyle Osmanlıdan çıkıp gelmiş Türkiye Cumhuriyetinin hüküm sürdüğü alanlarda, ulusal devlet olarak örgütlenmiş gücü ve bunun en önemli kurumu ordusunun taşıdığı ülkü bir vehim olarak önümüzde durmaktadır. Bu devletin ordusunun ülküsünün aksine, bu topraklarda tek ulus yoktur, tek milli bilinç ve ülkü ortaklığı bulunmamaktadır. Ne tarihsel olarak uluslaşma süreci, egemen etnik dokunun içselleştirme olanakları içinde tamamlanmış ne de diğer etnik dokular, sıradan bir azınlık statüsünde görülebilecek kadar marjinal bırakılabilmiştir. Anadolu tüm çabalara rağmen Türkleştirilememiştir. Bir tek etnik yapının adıyla anılabilecek üst kimlik altında toparlanılamamıştır. Bu anlamda, tarihsel süreç içinde, onlarca etnik yapısı olan Almanlar, İngilizler, İtalyanlar, Fransızlar gibi bir üst kimlik altında bir olunmamıştır. 20. yüzyılın başlarında Cumhuriyetle birlikte yapılan atak ise geç kalmış, bu atakla yapılan ısrar ise, ilerleyen zaman içinde farklılıkların derinleşmesine yol açmıştır. Baskılar, kovuşturmalar, sürgünler, tehcirler ise daha da etkin isyanları tetiklemiş ulusal bilinç eğilimlerini artan oranda güçlendirerek, farklılıkların derin ayrılıklara tırmanmasına yol açmıştır.

Bu sürecin belirgin özelliği olarak Kürt ulusal hareketinin özgürlük mücadelesi, bir terör hadisesi, bir güvenlik sorunu olarak görülmesi mümkün olmayan özellikleriyle ülkemizde var olan kimlik bunalımının, kimlik haklarında ifadesini bulan özgürlük mücadelesi olarak kendini kabul ettirmiştir. Bu hareket Kürt ulusunun mutlak çoğunluğunu etkin olarak yönlendirebilmektedir. Tüm engellere karşın Devletin denetimi altında yapılan her seçimde kendi Kürt bölgesinde mutlak çoğunluğu elde etmiştir. Yasal, yasal olmayan barışçıl ve silahlı güçleriyle bilinebilen tüm ulusal özgürlük hareketlerinin bir benzeri olarak, varolan gerçekçi verilerin ürünüdür. Bu gücü “terör” olarak görmek ya da göstermek abesle iştigaldir. Bu güç tüm diriliğiyle Kürt ulusunun tarihte var mücadelesinin bir dinamiği olarak görülmelidir.

On yılların savaş politikalarına, özel harp dairelerinin devlet olanaklarının tümünü arkasına alan lojistiklerine karşın PKK’nın engellenemez yükselişi ve ağırlığı, bu hareketin Kürt ulusunun derinliklerinden, onu temsilen gündemde olduğunu ve yeryüzünün hiçbir askeri gücüyle yok edilmesinin mümkün olmadığını göstermeye yeterlidir. Bu yeterlilik aynı zamanda, Anadolu toprakları üzerinde hüküm süren Türkiye Cumhuriyeti devletinin ve ordusunun benimsediği amaç ve ülkünün önemli bir yanlış üzerinde kurgulandığına da kesin bir kanıttır.


MİSAK-I MİLLİ TOPRAKLARI,

TEK BİR MİLLETİN TOPRAĞI DEĞİLDİR !

Bu gerçekler bizi bir kez daha Ordunun üzerinde yükseldiği ülkünün ayakları yere basmayan bir ülkü olduğunu göstermektedir. Misaki milli toprakları bir milletin toprağı değildir. Bir etnik dokunun anavatanı değildir. Başka ulus gerçeğinin de ortak olduğu bir topraktır. Bu yüzden bu topraklar adına bu renkler taşınmadan, bu bütünün amaç ve çıkarları gözetilmedin, bu ortak ruha cevap olabilecek bir siyasal ortaklığın oluşturulmadan, söz konusu ülkünün vehimden başka bir şey olması düşünülemez! ..

Lafı hiçbir biçimde sulandırmadan belirlemeliyiz ki, ülkemiz birimizin değil hepimizin olmalıdır. Bunun anayasal yasal ve kurumsal güvencelerle ikamesi sağlanmalıdır. Ancak bunun ayakları yere basmadan, tek boyutlu tek renkli amaç ve ülkülerin ülkemiz gerçeğini temsil etmesi mümkün değildir. Türk Ordusu, Türkün ordusu olabilir, subay ve üst kademeleri “saf yedi batın” Türk’te olabilir, tarihçi İlber Ortaylı’nın belirttiği gibi Osmanlı’dan bu yana en kararlı kurumun Ordu kurumu olmasında bu çizginin, özelliğin hâkimiyetinin de rolü olabilir. Ancak bu gerçek ise, bu ordu ülkemizin farklılıklarını temsil etmekten uzak olduğu sonucu doğar. Yapısında ülkenin tüm unsurlarını barındırıyor ise, durum daha da olumsuzdur. Bünyesi ile ülküsü zıt bir kurum olarak ilk ciddi krizde sancılar içine düşecek anlamına gelir. Ve her iki halde de bu ordu, ülkemizin bütünlüğünü temsil edemez. Böylesi bir durumda Ordunun ülküsü de ayakları yere basmayan bir ülkü olur. Nitekim ordunun amaçları, hedefleri ve ortaya koyduğu tutum Osmanlı’dan bu yana değişmeyen işgalci orduların yerli halka karşı ölüm kıyım ve yıkım dayatan bir işlevde devam etmektedir.

Buradan hareketle, ordunun Kürt sorununa yaklaşımını, Kürt halkına reva gördüğü tutumu ve Kürdün anavatan topraklarına karşı gösterdiği refleksleri anlamak güç değildir. Bu refleks bir hırsız refleksidir. Kendine ait olmayan değerleri sahiplenme çabasının cahil inadı sonucu gösterdiği şiddetli tepkidir. Bu refleksi Osmanlı’nın balkan savaşı sonrası, Ortadoğu savaşları sonrası reflekslerine benzetmek yanlış olmayacaktır. Orda da kendine ait olmayan, ama her vesileyle “elden çıkan vatan toprağı“ diye terennüm edilen iştah refleksleri gündeme gelmiştir. Ama gerçekler, toprakların, anavatanların sahiplerine, özgürlük mücadelesi sonucu kavuştuğunu göstermektedir. Osmanlı’dan çıkıp gelmiş haliyle Cumhuriyet 100 yıl sonra aynı yanlış içinde, ülküsüz ordularıyla toprağın sahibi halklara karşı haksız bir savaş yürütmekle iştigal etmektedir. Bugün Kuzey Irak Kürdistan’ına yapılması istenen sınır ötesi operasyon bu haksızlığı ve çelişkiyi bağrında taşıyor.

Sınır ötesi operasyon gerçekte ne söz konusu olan Ordunun ülküsüyle (Misak-i Millinin korunması ve yurtta sulh, cihanda sulh) ne de doğru belirlenmiş siyasetin amaçlarıyla oluşturulmamıştır. Bu açıdan ordu gerçek güç kaynakları üzerinde yükselen bir ordu olmamanın zaaflarıyla, bu maceraya atılmaktadır demek yanlış olmayacaktır.

Ordu üzerinde yükseldiği toprakların değerlerini taşımamaktadır. Tek boyutlu bir etnik yaklaşım içindedir. Ülkemizin farklılıklarını içselleştirmemiştir. Karar yetkisinde ülkemizin renklerine yer verilmemiştir. Bu ordu ne toprağı ne de halkaları temsil etme genişliğinde değildir. Bu nedenle güçsüzdür. Yeryüzünün tüm silah ve teknolojilerini kullansa da, bir işgal kuvvetinden öte bir karşılık bulmayacaktır. ABD ordularının Irakta olmalarından farklı algılanmayacaktır. Medyanın yaygarası ise, bu gerçeği örtecek güç ve azmi orduya vermeyecektir. Kaynakları kurumuş bir ülküyle savaşa giden her ordu yenilmeye mahkumdur. Haklı temeller üzerinde yükselmeyen, arkasında toprağın ve halkın durmadığı, dışardan icazet alınmakla gösterilmek istenen askeri girişimlerin ömrü kısadır ve haksız oldukları içinde orduları kemirecek prestij kaybından, iç bölünmeye kadar uzanacak bir maceradan ibarettir.

MARATHON SAVAŞI

Savaşları sayılara, maliyelere, tekniğe indirme alışkanlığında olanlar, çağdaş tarihte Marathon savaşının tekrar etmesini güç görebilirler, ancak böylesine karmaşık dengeler içinde, TC . ordusunun Pers ordusu olmadığı gerçeğini hesaba katarak, Kürt halkı varlığına yönelen bu haksız savaşı, ikinci Marathon savaşına dönüştürecek bir iradeye ve haklılığı sahip olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Arkasında kimlik bunalımlarının en kaosunu, “stratejik belirsizliklerin” en tehlikelisini, sınırları tamamen askeri verilerle oluşmuş en zayıf ve en kararsız koşullar içinde TC. ordusunun ne bir askeri zafer kazanması ne de bunun siyasal bir sonuca dönüştürebilmesi mümkün değildir. Böylesine ahmakça bir girişimin boğazına kadar bataklığa girmesi, belki elde edilebilecek en ehveni şer sonuç olacaktır. Bunun için herkesin zararına işleyecek bu çılgınlığa dur demek, tarihi kinlerin ve düşmanlıkların önünü kesmek demektir. Bölgemizin bir barış coğrafyası olma şansı böylesi şaşkınlıkların engellenmesine bağlı olduğu açıktır.

Bugün ordu sınır ötesi operasyona gösterdiği tüm hazırlıklar ve bunun için halklarımızın sırtından kesilen vergiler, bu anlamıyla bir kez daha boşa harcanacak ve sonu fiyaskoyla bitecek kof bir böbürlenmenin, sonuçsuz bir girişimin, on yılardır fasit bir daire de devam eden çözümsüzlüğün tekrarı olacaktır. Bu politika, hoyrat bir savaşa aracılık etmektedir. Öncelikle değişmesi gereken, acilen durdurulması gereken de budur. “savaş politikanın başka araçlarla yürütülmesidir” diyen C.V. Clausewitz, “ Politikanın hoyrat biçimi olan savaşı önlemenin en doğru yolu bizzat politikanın anlamını ve yönünü değiştirmektir.” (Savaş Üzerine s.339) diyerek, ülkemizin içinde bulunduğu gerçeklerle ilgili algılanacak belirlemelerde yapmıştır.

Politik yönelimleriyle, ordularını haksız savaşlara sürenlerin, öncelikle ordularının ülkülerinden emin olmaları gerekmektedir. Bugünkü iktidarın, Ordu ile arasında var olan kararsız dengenin, sonuçta ordunun karizmasını çizecek bir maceraya yeşil ışık yakmasından elde edeceği kazanç, bir ülkenin farklılıklarını kanlı bir iç savaşa kadar götürebileceği tehlikesi taşıdığını bilmesi gerekmektedir. Bu hoyratlıkta ısrarın kefareti kimseye rahmet dağıtmayacaktır.

Ordu ise, bu ülküyle, bu ideallerle, bu tarihi bilinç ve amaçlarla bir mahalle kavgası bile vermekten acizdir. “Doğruları” vehimdir, yanlışlar üzerinde kaimdir. Kimliksizdir ve ülkemizi tüm farklılıklarıyla temsil etmekten uzaktır. Bu yüzden ülkemizin herhangi bir rengine karşı girişeceği serserice organize edilen girişimler, ağır bedeller ödemeye mahkum olacaktır.

Sözlerimi bu gelişmelerin ne türden bir tehlike arz ettiğini iyi bilen ve yaşayan Atatürk’ün şu çarpıcı cümlesiyle bitirmeyi yeterli görüyorum.Vatan içerisinde yenilginin sonucu son derece kötüdür, tehlikelidir. Bu gerçeği doğrulayan yakın ve uzak tarihi örnekler çoktur”. ( 1924 ) (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:II, 1952)



Hiç yorum yok: