Sınırları insan erdemleriyle belirlenmiş, ne sınıfsal ne de etnik nedenlere mahkum olmamış doğrularımızla özgürlük ve demokrasi mücadelesini sürdüreceğiz...

BURADAYIZ İŞTE...

OKURLARIMIN DİKKATİNE. BLOGUMDA TEKNİK BİR ARIZA YA DA BİR SALDIRI GERÇEKLEŞMİŞTİ.. ŞİMDİ HER ŞEY YOLUNDA...EMEKLERİMİZ BURADA... SAĞLICAKLA KALINIZ...

PARALEL BİR BLOG DA DEVAM EDİYOR...

Yeni blogun adresi: http://mirural.blogspot.com/

ŞU AN İZLEMEKTE OLDUĞUNUZ BLOG ADRESİ İLE YENİ BLOG ADRESİ BİRBİRİNE ÇOK YAKINDIR. İLGİNİZE TEŞEKKÜRLER.

MİHRAC URAL

...

...

...

...

TÜRK MODERNLEŞMESİ JAKOBENİZM VE BONAPARTİZM

Yener Orkunoğlu

Türkiye'de modernleşme hareketinin tarihini ve modernleşmenin toplum üzerinde yarattığı etkileri incelemek ve aynı zamanda modernleşme konusunda liberal entelektüellerin yarattığı yanılsamaları açığa çıkarmak zorundayız.
Liberal entelektüellerin çarpıttığı bir konu var. Siyasal İslam'ın yörüngesine girmiş bir çok entelektüel, Türkiye'deki Kemalistleri Jakoben olmakla suçlarlar. Yani Jakobenizm, darbeci ve anti-demokrat olmakla özdeşleştirilir. Böylesi bir değerlendirme, Jakobenizmin çarpıtılmasıdır. Kemalizm'i, Jakobenizm olarak değerlendirmek, Jakobenizme karşı bir haksızlıktır. Çünkü Jakobenizm, Fransız Devrimi döneminde küçük burjuvazinin (baldırı çıplakların) radikal bir devrimci hareketi olarak doğdu. Fransız Devrim hareketinin sol kanadını oluşturur.
((Devamı orta sol sutunda))

..

..

Mihrac Ural

Mihrac Ural

Yeniden felsefe okumak


Cumhuriyetin Doğuya sırtını dönmesinin mahkumu idik. Alfabe kırılmasının sonucu da, okuma adına nemiz var nemiz yok, arşivlerin küfüne terk edildi. Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle zaten olmayan okumalara, sıçramalardan oluşan, dengesiz ve sonuçta eksiklikten kaynaklanan bir topallamaya düştük. Bu da, ülkemiz felsefe bilincinin derinlik ve bütünlüğünü oluşturacak zincir halkalarının kopuk olmasını getirmiştir.
Yunan felsefesi akılcılığının Aristo’yla temsil edilen sunumunu, İslami bir yorum ve ilerleyişle ele alan Farabi’de ifadesini bulan akılcılığa karşı, “ Tahafüt el Felasife” diyerek, dünya ve ahiret işinde akıla yer bırakmayan Gazali’nin, bu güne kadar süren tutuculuğundan yana saf belirlemiştir. Gazalinin, “filozoflar”ın aklın hareketinden yana dünyevi olayları yorumlayan yaklaşımlarına karşı yaptığı eleştirilere, aklın bir militanı İbni Rüşt’ün ünlü cevabı olan “Tahafüt el Tahafüt” ü tanımazlıktan gelmiştir. Böylece sağ, Yunan ve batı felsefe okumaları eksiğiyle iki ayağı topal hale gelmiştir. Dayandığı felsefi okumaların karşıtlarını da bilmemekle, sığ kalmıştır.((Devamı sol ana sutunda))

****

****

24 Nisan soykırımı hepimizi katletmişti...

Mihrac Ural

Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi –soykırımı- hepimizi katletmişti. Tam 93 yıldır sürmekte olan zorunlu sürgün ile insanlık sucunda İttihat –Terakki’nin ‘SOYKIRIM’ imzası vardır.

Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır.

Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur.

“Resmi tarih” diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.**19. yy sonlarından başlayarak, Katolik ve Gregoryan (Ortodoks) diyerek birbirlerine kırdırılan, tenkil ve sürgünlerle, mal mülklerine el konularak baskı altında tutulan Ermenilere yönelik soy kırımı, I Dünya savaşının, malum bol bahaneleri altında girişilmiştir (24 Nisan 1915).

Savaş sırasında, önce Ermeni gençlerinin Askere alınarak silahsız bırakılması ve ardından toplu tasfiyelerin yapılması, geride kalan Ermeni halkının Tenkil ve sürgünlerine geçilmesi. Bu konuda talimatların dakik bir biçimde, en yetkili resmi merciler tarafından istenip, izlenmesi. O dönemin Sadrazamı (Başbakanı) Talat Paşa’nın, başından itibaren olayları, dikkatlice takibi, emirler vermesi, istatistik tutması (iskan edecekleri yerde dahi nüfusa göre oranlarının %5 geçmeyecek düzeyde tutulmaları talimatları da dahil) ve bunun en ince ayrıntısına kadar yazılı özel notlarla tescili, Ermenilere reva görülen her şeyin, planlı bir tarzda icra edildiğini göstermeye yeterlidir (Ermeni tehciriyle ilgili Talat Paşa’nın tutanakları için bkz. Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi, 24 Nisan 2006’dan itibaren yayınlanan dizi) Bu, Ermenilere ilişkin, adına ne konulursa konulsun, yapılacak olanların önceden planlanmış eylemler olduğunu gösterir.

Bundan sonra, sonuçlara bakılarak, yapılanlara verilecek ad, tanımlamaya geçilir.*Böylesine planlı ve en ince ayrıntısına kadar takip edilmiş ve bir etnik topluluğa yönelen, sonuçta en iyimser tahminlerle, el yazması tutanaklardaki rakamlarla bir milyon (1000 000) üzerinde Ermenin ölümüne yol açan, kimi şehirlerde nüfusu yüz binlerden sıfıra indiren, çoluk çocuk on binlerce canın etnik yapısını değiştirmek için farklı etnik toplumlara dağıtan, topraklara el koyan, binalarını yıkan, her türden maddi ve canlı servetine el koyup katleden girişimlere, soy kırımından başka bir ad verilemeyeceği görülür.

Bu bir soykırımdır. (..)Osmanlıdan, cumhuriyete süre gelen bu aklın, daha uzun süre yürürlükte olma tehlikesi tüm çıplaklığıyla kendini göstermektedir. Tarihimizle cesurca yüzleşmeden bu aklı toplumsal işlevlerimizden ve geleceğe ilişkin yaşam planlarımızdan söküp atmak güç gibi duruyor.
((*)Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı –Mihrac Ural)

**
Sıranın kendisine gelmeyeceğini sananların dikkatine, bu vatanın birimize değil, hepimize ait olduğunu bir kez daha, bin kez daha yeniden birbirimize kanıtlamakla yükümlü olduğunuzu artık anlamak zorundasınız.

Bilmelisiniz ki, farklılıkları içselleştirmek, onlarla barış içinde yaşamayı fiilen gösterip, haklarını anayasal ve kurumsal güvencelerle kökleştirmek ertelenmez bir görev haline gelmiştir, bu yapılmadıkça bu vatanın hepimize ait olduğuna kimseyi inandıramazsınız.

Mümkünü, imkansız hale getirmeye devam ederseniz, sizi biz farklılar, ayrı varlıklar bile kurtaramaz. Bunun vebali, Hrant Dink’in katline yol açan akıl sistematiğinin kıyımına tek tek ve topluca maruz kalmaktır bilesiniz.
((*)Hrant Dink'in Katli ve Tarihi Gerçekler –Mihrac Ural)


Murat Altunöz’ün Beklenen Kitabı Kırılgan Zamanlar Çıktı…

2002 Ocak ayında başladığımız yolculuğumuza 7 yıldır devam ediyoruz. Karalama Dergisi, ülkenin koşullarına göre bazen inişler ve çıkışlar yaşamamıza rağmen her geçen gün dergimizle daha da büyüyoruz.

Karalama Dergisi olarak;
Şair Nevruz Uğur ve Halil İbrahim Yıldız’ın kitaplarından sonra Karalama’nın Kurucusu ve halen Editörü olan Murat Altunöz’ün Kırılgan Zamanlar adlı kitabını yayımladık.
Geçmiş zamanların, kırılmış, yalnız ve hüzünlü dizelerinde bulduk kendimizi,
Her dize de bir direniş, bir sürgün, bir ayrılık ve özlem var.
((Devamı sol alt sutünda))

...

...

Yerel Çeteleşmenin Boyutu...

Murat Altunöz /Gazeteci

Çeteleşme yıllar sonra Ergenekon operasyonuyla tekrar gündeme geldi. Eskiden bildiğimiz mafya sistemi çökmüş artık daha organize ve daha profesyonel bir hal alan almıştır.Bazı yazarlar, Emekli Polisler ve Emekli askerlerinde içinde bulunduğu yeni bir yapı ortaya çıktı.Aslında bu tür çeteleşmeler yıllardır hep ülkemizde vardır. Ama bu hafta benim bahsetmek istediğim yerel çetelerdir. malesef son yıllarda ciddi anlamda yerel çeteleşme ve Organize suçlarda bir çoğalma vardır. Zaten Hatay il Emniyet Müdürü Osman Çapalı'da bu konuya dikkat çekerek " Bireysel suçlar artık organize suçlara kaymıştır" demiştir.
((Devamı sol ana sutunda))


İNTERAKSİYON

Faiz Cebiroğlu
Her gelişim, karşılıklıdır. Her ileriye yönelik değişim, bir interaksiyondur. İnteraksiyon, karşılıklı etkileşim oluyor. İnsanlar, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek sosyal yönlerini geliştiriyorlar. Sosyal yönünü geliştiren insan, aldığı öğreti ve deneyimlerle bireysel yönünü ”işleyerek” yapılandırıyor. Yapılanma, ”özbilinç” ve ”özgüven” ile nitelik bir hal alıyor.

İnteraksiyon ya da karşılıklı etki, yaşadığımız toplumda, değişik yer ve ortamlarda farklı farklı oluyor. Dille başlayan diyaloğa; insanların bulunduğu yaşam tarzları, çalışma biçimleri ve kısacası sahip oldukları sınıfsal konumları da ekleniyor. Sosyal sınıf, gelişimde ”ana halka” oluyor. Sosyal sınıf, ileriye yönelik değişimin ”can alıcı noktasını” oluşturuyor.

(Devamı orta ana sütunda )
http://mirural.blogspot.com/

...

...

Yabancılaşmanın Dinamiği


Mihrac Ural

Yabancılaşma, insanlık ailesini birbirine yakınlaştıran, farklarını hızla öteleyen özel mülkiyeti ve olumsuz sonuçlarını bile köşeye sıkıştırma işlevi gören sonuçlarıyla, olumsuz değil çok olumlu bir role sahiptir. Tarihsel süreciyle derinleşip geliştikçe gerçekleşen yabancılaşma, insana çok daha cüretkâr olma, çok daha özgürce beyin labirentlerinde kurguladığı fantezileri yaşama ve bunu yaparken de dar anlamda aile, mahalle gibi klancı darlığın etkiler altında kalmayıp, geniş anlamda da ulusal sınırları aşıp belki başlangıcı sanal âlemin nimetleriyle, bilgi çağının iletişim olanaklarıyla bu tutku ve arzularının doruklarını zorlama şansını elde etmektedir.Yabancılaşma olmasaydı, emeğin sosyal etkilerinden bahsetmemiz mümkün olamazdı. Emek ne kadar sahibinden uzaklaşır, ne kadar sahibine belirgin olmaktan çıkarsa, o kadar evrensel ölçeklerde hizmet sunmaya başlamış demektir. Ve bir o kadar kültürel farklılıklarını hesaba katmadan ( renk, ırk, ulus, coğrafya, bölge farkı tanımadan) insan türüne ait hale gelmiş demektir.
((Devamı orta ana sol sütunda: ))
http://mirural.blogspot.com/

..

..

MİLLİ MARŞLAR

Ayşe Hür
1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı ‘Tre Trallade Jantor’dur. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkar ve ‘Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr….’diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası olayı "centilmen Türk seyircisinden jest" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi…
“Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur/Katibimin setresi uzun eteği çamur… diye başlayan ünlü türkünün bestesi 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’daki Selimiye Kışlası’nda kalan ‘eteklikli’ İskoç Alayı’na moral vermek için yazılmış ‘Donsuz askerler…’ diye başlayan bir asker şarkısıdır. II. Mahmut döneminde (1808-1826) modernleşme çabaları sırasında askerlere giydirilen setre ve pantolon mutaassıp çevreler tarafından ‘sokağa donla çıkmakla’ eşdeğer görülmüş, özellikle de ‘gavur mukallitliği’ denilen bu modernleşme hareketine çabuk uyum gösteren eli yüzü katipler halkın diline düşmüştür. Bir İstanbul külhanbeyi, bu katiplerle alay etmek için, Üsküdar yolu üzerinde olan Selimiye Kışlası’nda kalan İskoç askerleri için yazılan marşın müziğine Türkçe sözler yazar ve ünlü Katibim türküsü ortaya çıkar.
1974 Kıbrıs ‘Barış Harekatı'ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkumları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.

((devamı sol büyük sütunda))

31 Mart 2008 Pazartesi

TEK PARTİ OLSUN, TEMİZ OLSUN !

Ayşe Hür
16 Eylül 1924’te Trabzon’da bir konuşma yapan Mustafa Kemal, başkanı olduğu Cumhuriyet Halk Fırkası’nın meziyetlerini, kendisinin ülke için ne önemli işler yaptığını anlatmış, parti başkanlığını bırakmadan cumhurbaşkanı olduğu için kendisini eleştirenlere adeta meydan okuyarak “Bütün cihan bilsin ki benim için bir taraflık vardır, O da cumhuriyet taraftarlığı” demişti. Ama herkes bu ‘bir taraf’ın aslında Cumhuriyet Halk Fırkası olduğunu anlamıştı. Nitekim birkaç gün sonra Samsun’da konuya açıklık getirdi: Ona göre mevcut partiden ayrılmak fikri ‘alelade particilikti ki memleket ve milletin huzur ve emniyet şartları, henüz böyle bir parçalanmaya izin verecek durumda’ değildi! Görülen oydu ki, çok partili düzene geçmeye hevesli olanlar, ‘memleketi bölmeye niyetli hainler’ olarak yaftalanacaklardı. Ancak bunu göze alanların olduğu kısa sürede anlaşıldı.
TERAKKİPERVERLER. 17 Kasım 1924’te, yeni bir partinin kurulduğu haberi kamuoyuna bomba gibi düştü. CHF’li 22 milletvekili tarafından kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın (TpCF) kurucuları arasında Kazım (Karabekir) Paşa gibi muhafazakar milliyetçiler, Rauf (Orbay) gibi meşrutiyetçiler, Ali Fuat (Cebesoy) gibi sabık Bolşeviklik sempatizanları, İsmail (Canpolat) gibi İttihatçılar, Adnan (Adıvar) gibi bilim adamları, Hüseyin Avni (Ulaş) gibi liberaller vardı ama adları hemen ‘Sarıksız Muhafazakarlar’a çıkmıştı. Halbuki parti programı, Prens Sabahattinci liberalizmden izler taşıyordu. Partinin, esas olarak, yeni devlette yapılması kaçınılmaz olan devrimlerin hızı ve derinliği konusunda Mustafa Kemal’den farklı düşündüğü, daha tedrici bir dönüşümü savundukları anlaşılıyordu. Yani en iyi ihtimalle, CHF’den daha az otoriter, daha az merkeziyetçi ve daha az köktenciydiler.
Beklendiği üzere parti, Mustafa Kemal’in büyük tepkisi ile karşılaştı. Mustafa Kemal, 21 Kasım 1924’de The Times gazetesinin İstanbul muhabiri Mr. Macartney’e “Terakkiperverlerin cumhuriyetçilikleri içtenliksiz, programları sahte, kendileri de düpedüz gerici” demişti. Üstelik Gazi bunları söylerken çok öfkelenmiş, yüzü kıpkırmızı kesilerek, muhalefetin her bir üyesini teker teker anmış; onların her şeylerini borçlu bulundukları kendisine karşı nankörlük ettiklerini ve vatan haini olduklarını söylemişti. Hatta gazeteci bu hiddet karşısında, Paşa’yı yatıştırmak zorunda kalmıştı.
İRTİCA ÖCÜSÜ. Mustafa Kemal’in bir diğer iddiası partinin kendisini kıskanan bir dizi gözden düşmüş general ve siyasetçi tarafından oportünist kaygılarla kurulmuş olduğu idi. Daha sonra Nutuk’ta ‘Akim Kalan Paşalar Komplosu’ olarak yer alan bu iddiaya göre, bazı paşalar, Meclis’teki muhalif milletvekillerinin oluşturduğu İkinci Grup üyeleri aracılığıyla bütün yurtta halkı Mustafa Kemal’e karşı kışkırtmak için yurt içinde bir takım gizli örgütler kurma çabası içindeydiler. Bir diğer suçlama ise TpCF’nin programının ve tavrının ‘irticayı cesaretlendirdiği’ idi. Oysa bu iddianın dayandırıldığı 6. maddede sadece şunlar yazıyordu: “Parti dinsel düşünce ve inançlara saygılıdır.” Ayrıca programda Halifeliğin geri getirilmesi talebi olmadığı gibi dinin önemine dair en ufak bir atıf yoktu.
‘KAN DÖKÜLECEKTİR’. İlk parti örgütü Urfa’da kuruldu. Bunu Sivas, İstanbul, Ankara ve İzmir izledi. Ancak, 13 Şubat 1925’te patlak veren Şeyh Said İsyanı, ülkedeki tüm muhaliflere yönelik genel bir sindirme kampanyasının başlamasına vesile olurken, fırtınadan TpCF de nasibini aldı. İddialara göre, ülkede demokrasinin yıllarca askıya alınmasını sağlayan 3 Mart 1924 tarihli Takrir-i Sükun Kanunu çıkmadan bir süre önce, Başbakan Fethi Bey, TpCF Genel Başkanı Kazım Karabekir’i ziyaret ederek “Size fırkanızı kendi kendinize dağıtmanızı tebliğe beni memur ettiler. Dağıtmazsanız istikbali karanlık görüyorum. Kan dökülecektir” demişti.
Karabekir bu tehdite papuç bırakmadı ama isyancılar için kurulan Şark İstiklal Mahkemesi’nde ‘ayaklanmayı dolaylı olarak kışkırtmak’ suçlamasıyla yargılananlar arasında TpCF Urfa Genel Sekreteri Fethi Bey de vardı. Hiçbir kanıt olmadığı halde Fethi Bey 5 yıl hapse mahkum edildi ve bölgesindeki TpCF şubeleri kapatıldı. Ankara İstiklal Mahkemesi ise partinin İstanbul şubesinden bir grup aleyhine ‘dini siyasete alet etmek’ suçundan dava açtı ve 5-15 yıl arasında hapis cezaları verdi. Parti 3 Haziran 1925’te Hıyanet-i Vataniye Kanunu uyarınca kapatıldıktan sonra da devletin TpCF’cilere kini bitmedi. 1926 yazında İzmir’de Mustafa Kemal’e İzmir’de suikast girişimine katıldıkları gerekçesiyle TpCF’li milletvekillerinden Halit (Akmansü) Bey dışındakilerin hepsi tutuklandı, bunlardan altısı şüpheli delillerle idam edildi.
99 GÜNLÜK ‘GÜDÜMLÜ’ MUHALEFET
1929 Dünya Büyük Buhranı halkın mevcut yönetimden şikayetlerini şiddetlendirmişti. Halkın tepkisini mevcut sistemde radikal bir değişiklik yapmadan yatıştırmak için güdümlü bir parti kurulmasına karar verildi. Bunun için, 1925 Takrir-i Sükun Kanunu görüşmeleri sırasında güvensizlik oyu verilerek istifaya zorlanan, ardından milletvekilliğinden istifa ederek Paris büyükelçiliğine gönderilen Ali Fethi (Okyar) Bey seçilmişti. Mustafa Kemal’in çok eski bir arkadaşı olan Fethi Bey, 22 Temmuz 1930’da, iki aylığına Paris’ten İstanbul’a döndüğünde, Yalova’da bulunan Mustafa Kemal’e bir telgraf çekerek hürmetlerini arz etmek istemiş, ama kendisinden Yalova’ya gelmesi istenmişti.
İSTİBDAT MANZARASI. Arkadaşı Rize mebusu Fuat (Bulca) Bey’in “Sana bir muhalif fırka teşkili teklif olunacaktır. Sakın bu teklife kapılma (..) Sana yazık olur” uyarısını dinlemeyen Fethi Bey, Yalova’da Mustafa Kemal’in “Bugünkü manzaramız aşağı yukarı bir diktatüre manzarasıdır (..) Halbuki ben cumhuriyeti şahsi menfaatim için yapmadım. Hepimiz faniyiz. Ben öldükten sonra arkamda kalacak müessese, bir istibdat müessesesidir. Ben ise millete miras olarak bir istibdat müessesesi bırakmak ve tarihe o suretle geçmek istemiyorum” şeklindeki sözleri üzerine “Rica ederim, beni İsmet Paşa ile karşı karşıya getirmeyiniz” demişti. Mustafa Kemal ise, İsmet Bey’le Fethi Bey’i yüz yüze getirerek bu direnişi kırmıştı. Bu toplantıda İsmet Bey, kurulacak yeni partiye 40-50 milletvekili vermeyi vaat etmiş, Fethi Bey, 120 milletvekili istemiş, sonunda 70 milletvekilinde anlaşılmıştı. Fethi Bey ardından Mustafa Kemal’e tarafsız kalıp kalmayacağını sormuş, Mustafa Kemal “Tabii, ben bitaraf[tarafsız] olacağım” diye söz vermişti. Demek ki, 1924’te Trabzon’da ‘elbette bir tarafın’ diyen Mustafa Kemal yoktu artık…
Fethi Bey bu görüşmeyi şöyle özetlemişti: “Gazi ile görüştük. Bana ille ikinci bir fırka kurup başına geçeceksin, dedi. Kabul ettim. Anlaşmamıza göre, kuracağım fırkanın CHF’den esaslı bir farkı olmayacak. Zaten iki fırkanın da yüksek idareleri ellerinde olacaktır. Gazi benim fırkamın da taraflısıdır. Seçimlerde her iki fırkanın namzetlerini o tayin edecektir. Anlaşılıyor ki, tek fırkanın doğurduğu murakabesizlikten, idaresizlikten bıkmıştır.”
BATI’NIN GÖZÜNE GİRME. Mustafa Kemal’in bu partiyle bir süredir başına buyruk davranan İsmet İnönü’ye gözdağı vermeyi veya gizli muhaliflerini ortaya çıkarmayı hedeflemiş olması da mümkündür ancak o günlerde ABD’nin Türkiye Büyükelçisi olan Joseph C. Grew dikkatimizi başka bir konuya çeker: “Gazi yavaş yavaş şu görüşe varmıştır ki, tek parti sistemi Avrupa ve Batı ile karşılaştırılınca Türkiye için bir aşağılık işaretidir. Amerikalı ve Avrupalı yazarlar son günlerde çoğunlukla şekil bakımından Batılı, fakat gerçekte Doğulu olarak tasvir ettikleri Türk diktatörlüğünden çok söz etmişlerdir. Türkiye’nin bu şekilde gösterilmesi Gazi’nin gözüne çarpmış ve hiç hoşuna gitmemiştir.”
Gerçekten de, TBMM Başkanı Kazım Özalp, Yalova’da Mustafa Kemal’e şunları söylemişti: “Geçenlerde Viyana’da bulunduğum zaman Neue Freie Presse gazetesi benden mülakat istemiş ve ‘Türkiye’de kaç siyasi parti vardır?’ sualini sormuştu. ‘Bizde yalnız bir fırka vardır’ cevabını verdim.Gazeteci hayret etti: ‘Hükümet işleri sadece bir fırka ile nasıl kontrol edilebilir. O halde sizde parlamento murakabesi de yok demektir’ dedi. Kendisine tatmin için bizdeki sistemi izah edip ‘Hayır, bizde murakabe vardır, fakat bizim kendimize mahsus tarzımız vardır. Biz hükümeti fırkada ve encümenlerde kontrol ederiz. Böylelikle de ülkemizde çok fırkaların varlığından kopup gelen sakıncaların tesirlerini önledik’ dedim. Gazeteci ertesi gün söylediklerimi aynen yazmakla beraber –kendi tabiriyle- ‘Şu budalaya bakın: Avrupa’nın ortasında bize parlamento dersi vermeye gelmiş’ mealinde bir de fıkra ilave etmişti. Hakikaten bizim Meclis’in vaziyetini izah etmek güçtür.”
Batı’ya hoş görünmenin alt başlığı olarak, Fransız bankacılık sektörü tarafından tanınan ve sevilen bir kişi olan Fethi Bey sayesinde, ihtiyaç duyulması halinde, Lozan’la yüklenilen Osmanlı borçlarının ertelenmesi ya da Fransa’dan kredi alınmasının kolay olacağı da düşünülmüş olabilirdi.
DANIŞIKLI MEKTUPLAŞMA. Mustafa Kemal, kamuoyunun tepkisini ölçmek için yeni partiye ilişkin birkaç haberin yayınlanmasını istemişti. Bu amaçla Vakit gazetesinden Asım Us, Yalova’ya çağrıldı ve ne tip haberler yayınlanacağı üzerinde anlaşıldı. Fethi Bey, TpCF deneyiminin doğurduğu ihtiyatla, ileride ‘vatana ihanet’le suçlanmaktan korktuğunu ima edince Mustafa Kemal “Bana fırka teşkili arzusunda bulunduğunuzu bir mektupla bildirir ve bunu nasıl telakki edeceğimi sorarsınız. Ben de cevaben hüsnü telakki edeceğimi bildirdikten sonra ise başlarsınız” demişti. 7 ağustosta Fethi Bey ‘danışıklı’ mektubu yolladı. Mustafa Kemal 110 Ağustos’ta Cumhuriyet gazetesi aracılığıyla olumlu cevabını verdi. Başbakan İsmet İnönü ve Meclis Başkanı Kazım Özalp’den de olumlu mesajlar gelince Fethi Bey’in içi iyice rahatlamıştı.
HALKIN İLGİSİ. 12 Ağustos 1930 tarihinde –resmi adıyla- ‘Serbest Layık, Cumhuriyet Fırkası’ (Serbest Fırka, SCF) kurulduğunda halk durumu yorumlamakta evvela güçlük çekti. Ancak Fethi Bey’in“Her şeyden evvel müzmin hale gelen iktisat buhranına çare bulacağız, mecliste hükümeti açıkça tenkit edeceğiz” şeklindeki açıklamalarıyla ortalık hareketlenmeye başladı. Mustafa Kemal’in nezaretinde yazılan parti programının hem ticaret burjuvazisine, hem büyük toprak sahiplerine hem de çalışan kesimlere aynı anda seslenmesi bile garipsenmemiş hatta bu kapsayıcılık herkesi sevinmişti. Bir süre sonra şu veya bu nedenle iktidardan memnun olmayanlar partinin etrafında kümelenmeye başladılar.
BÖLÜCÜLÜK VE İRTİCA. Ağustos sonlarına doğru, partiye 13 bine yakın üye kaydı yapılmıştı. İlgi arttıkça Fethi Bey işi daha çok ciddiye almaya başlamıştı. Her gün, CHF’yi köşeye sıkıştıran yeni eleştiriler yapıyordu. Bu bağlamda CHF’nin demiryolları, memur maaşları, şeker tekeli politikaları mercek altına alınmıştı. Ancak, bu durum doğal olarak CHF’de rahatsızlık yaratmaya başladı. Zaten ‘transfer’ söz verilen 70 milletvekili, 14’te kalmıştı. Ardından SCF üyelerinin niteliklerini karalayıcı yayınlar başladı. CHF Genel Sekreteri Hilmi Uran bu kesimleri şöyle tarif ediyordu “…Ağrı’nın hesabını soracağız diyen Kürtler, milliyetleri kabaran Araplar, belediyeden ceza gören esnaf, polis tazyikinden kurtulmak isteyen irili ufaklı her çeşit serseri, kumarbaz, esrarkeş ve kaçakçı, hatta komünizm fikrini benimseyenler, inkılaplara son verileceğini zanneden mutaassıp tabaka…” Gazetelerde SCF’nin irticaya açık kapı bıraktığı iddiaları boy gösteriyor, ‘S.C. Fırkasında Sarıklılar’ şeklinde haberler çıkıyordu.
GAZİYE RAKİP Mİ?. Fethi Bey’in eylüldeki Ege seyahati iplerin iyice gerilmesine neden oldu. Halk meydanları dolduruyor, kürsüye fırlayanlar ateşli konuşmalar yapıyorlar,SCF yanlıları “Yaşasın Gazi, yaşasın Fethi Bey” diye bağırıyorlardı. SCF’nin kalesi olan İzmir’de, limandaki ameleler grev yaparak Fethi Bey’e hoş geldin demişler, hapishanelerde bile olaylar çıkmıştı. Bir de ölüm olayının olması sonun başlangıcını getirdi. İddialara göre Mustafa Kemal çıkan olaylardan rahatsız olmuştu ama asıl rahatsızlığının Fethi Bey’e gösterilen ilgi olduğu tahmin edilebilirdi. Başta tarafsızlık sözü veren Mustafa Kemal, 10 Eylül’de Anadolu gazetesine “Ben Halk Fırkası ile beraberim ve o fırkanın başıyım!” şeklinde bir beyanat verdi. Adeta, SCF’ye destek verenlere aslında kime muhalefet ettiklerini hatırlatıyordu.
‘TÜRK-GAYRİ TÜRK’ ÇEKİŞMESİ. Ekim ayındaki belediye seçimleri sırasında CHF ile SCF arasındaki gerginlik en üst seviyeye çıktı. Cumhuriyet ve Anadolu gazetelerinde SCF’nin listesinde altı Rum, dört Ermeni ve üç Yahudi olmasından bahisle, gayri Müslimlerin ‘Türklük karşıtlığı’ esasında SCF etrafında toplandığı, CHF’nin listesinde ise sadece Türklerin olduğu anlatılarak kadim gayrimüslim düşmanlığından medet umuluyordu.
Seçimler, İttihatçıların 1912’deki ‘Sopalı Seçimleri’ni andıran bir sertlikte geçti. Bazı yerlerde SCF’lilerin oy kullanmalarına engel olundu, Edirne’de seçmenlere silahlı saldırılar oldu. Bütün baskılara rağmen SCF’nin 502 belediyeden 22’sini kazandığı anlaşılacaktı. (Resmi açıklama 15 Aralık’ta yapılmıştı.) Bu sayı aslında yüksekti, çünkü SCF zaten çok az yerde seçime katılabilmişti. Öte yandan genel olarak katılım çok düşüktü. Örneğin İstanbul’da halkın ancak yüzde 17’si seçimlere katılmıştı ki, bu halkın rejimi bir anlamda protesto ettiğini düşündürüyordu.
VE OYUN BİTİYOR. Sonunda beklenen oldu ve ‘particilik oyunu’nun hesaplandığı gibi gelişmediğini gören Ankara duruma el koydu. Fethi Bey, Mustafa Kemal ve İsmet İnönü ile birlikte hazırladığı dilekçeyi 17 Kasım 1930'da Dahiliye Vekâleti'ne verdi. Fethi Bey, dilekçede "...fırkanın,Gazi hazretlerine karşı siyasi mücadeleye girmesi ihtimalini hadd-i zatında bertaraf ediyorum…" diyerek SCF'nin feshine karar verdiğini açıklıyordu. Böylece 99 günlük ‘oyun’ bitirilmiş, güvenli totaliter rejime dönülmüş, herkes rahat bir nefes almıştı.
VATAN HAİNLERİ MEMLEKET DIŞINA!
Sadece CHF’ye tehlike yaratacak partilere karşı değil, küçük partilere karşı da acımasız davranılmıştır. Örneğin 1930’da üç küçük parti girişimi daha vardı. Bunlardan Ahali Cumhuriyet Fırkası (ACF), Abdülkadir Kemalî (Öğütçü) Bey tarafından Eylül ayında kuruldu. Abdülkadir Bey, Birinci Meclis’te Kastamonu mebusu idi ve bir ara İstiklal Mahkemesi başkanlığı yapmıştı. Daha sonra rejimle ters düşmüş ve Adana’da yayınladığı Tok Söz gazetesindeki yazılarından dolayı Takrir-i Sükun döneminde İstiklal Mahkemelerinde yargılanmıştı. Partisi, birkaç güney ilinde şube açmaktan ileri gidemediği halde, Aralık 1931’de kapatıldı. 29 Aralık 1931 tarihli Vakit gazetesi “Abdülkadir Kemalî İskenderun’a kaçmış” diye müjdeyi veriyordu. (İskenderun o sırada Suriye sınırları içindeydi.) Cumhuriyet gazetesi kaçışı, Ankara’nın gözünden yorumluyordu: “Vatana ihanetini en evvel kendisi anlamıştır”. 18 Mart 1931 tarihli Cumhuriyet’teki “Antakya’da bulunan Abdülkadir Kemalî’nin vaziyeti pek fenadır. Arzuhalcilikle geçinmeye çalışmaktadır” satırları ise ‘vatana ihanet eden’ pek çok aydını bekleyen kaderi özetliyordu.
Aynı günlerde kuruluş dilekçesini veren Türk Cumhuriyet Amele ve Çiftçi Partisi (TCAÇP), kurucusu Edirneli Mimar Kazım Tahsin Bey’in siciline yanlışlıkla düşüldüğü sanılan ‘komünist’ notu yüzünden daha başından engellendi. Böylece, parti tüzüğündeki ‘Gazi Mustafa Kemal Hazretlerinin yol gösteriliciliğinin benimsendiği’ ibaresi güme gitti!
ARİF ORUÇ’UN ÇİLESİ. Lâyık Cumhuriyetçi İşçi ve Çiftçi Fırkası (LCİÇF) ise, o sıralarda 35 yaşında olan gözükara gazeteci Arif Oruç’un girişimi idi. Arif Oruç, Milli Mücadele sırasında Eskişehir’de, Çerkez Ethem’in desteği ile Yeni Dünya adlı ‘komünist’ gazeteyi yayınlamış, Haziran 1926’da Mustafa Kemal’e İzmir’de yapılan suikast girişiminden dolayı yargılanmış ama beraat etmişti. 1930’da Serbest Fırka’ya girip, gazetesi Yarın ile partiye destek verdiğinde Ali Naci’nin (Karacan) gazetesi İnkılap Arif Oruç’u ‘vatan haini’ ilan etmişti. Nitekim, SCF kapatıldıktan sonra Arif Oruç hapse mahkum oldu, gazetesi kapatıldı. Hayatını kazanmak için kundura boyası dükkanı açtı. Ama devlet peşini bırakmadı. 1933’te bir gece yarısı evinden apar topar alınarak Bulgaristan’ın Şumnu şehrine postalandı.
Bulgaristan’da medrese hocalığı yaptı ve Yarın’ı yayınlamaya devam eden, 1934’te Türkiye’nin isteği üzerine Bulgarlar tarafından Yugoslavya’ya sürülen Arif Oruç, 1937 yılında Türkiye'ye döndü ve idam talebiyle yargılandığı Ağır Ceza Mahkemesi'nde beraat etti. Kendisi hakkında bir zamanlar ‘vatan haini’ başlığını atan Ali Naci Karacan, 1950 yılında Milliyet gazetesini çıkardığında, muhtemelen vicdan azabı ile, Arif Oruç’u ‘Ayhan’ takma imzasıyla kadrosuna almıştı. Bir gün bu esrarlı ‘Ayhan’ın yazıları çıkmaz oldu. 10 Ekim 1950’de Milliyet'te, Ali Naci Karacan imzalı yazı fazlasıyla ironikti: "Fikir ve siyasi hayatımızda yeni merhaleler açmış olan kıymetli mütefekkir ve muharrirlerimizden Arif Oruç'u kaybettik..."
Baştaki sorumuza dönersek, Mustafa Kemal ve arkadaşları halkı demokrasiye hazırlama konusunda samimiydiler? Kanımca hayır. 1923’ten 1945’ e kadarki süreç halkı demokrasiye hazırlamayı amaçlayan ‘vesayetçi demokrasi’ olarak tanımlanabilecek geçici bir dönem değildir, aksine başından beri hedeflenen bir durumdur. Kemalist elitler, mirasçısı oldukları İttihatçı geleneğe uygun olarak, bilinçli olarak liberal ideolojiyi ve parlamentarizmi reddetmişler, devleti merkeze koyan, ordudan güç alan, liderliği yücelten otoriter bir rejimi seçmişlerdir. Örneğin Mustafa Kemal’in yakın çevresinden Falih Rıfkı’ya göre “Demokrasi dedikleri şey, bizzat şeriattır. Hürriyet dedikleri şey, katillerin başıboşluğu, hırsızların serbestliği, cürümsüz, cezasız ve inzibatsız bir serseriler saltanatıdır. Bu, dolandırıcının polise, müfterinin mahkemeye karşı hareketidir. Bu bir anarşist hareketidir. Ahlak, namus, haysiyet, şeref, aile, her şey paçavraya çevrilmiştir.” Bütün bu olumsuzlukları göğüsleyerek, hatta kellerini koltuğa alarak, muhalefet yapmaya yeltenenleri yola getirmek hiç de zor olmamıştır.
Kaynakça: Ahmet Ağaoğlu, Serbest Fırka Hatıraları, Nebioğlu Yayınları, İstanbul; Cem Emrence, 99 Günlük Muhalefet: Serbest Cumhuriyet Fırkası, İletişim Yayınları, İstanbul, 2006; Joseph C. Grew, Gazi ve İsmet Pasa: Çalkantılı Dönem: 1922-1932, Örgün Yayınları, İstanbul, 2005; Ali Fethi Okyar, Serbest Cumhuriyet Fırkası Nasıl Doğdu, Nasıl Fesh Edildi, İstanbul, 1987; Üç Devirde Bir Adam, Yay. Haz. Cemal Kutay, Tercüman Tarih Yayınları, İstanbul, 1980; Eric Jan Zürcher, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (1924-1925), İletişim Yayınları, 2003; Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetimi’nin Kurulması, 1923-1931, Tarih Vakfı Yayınları, 2005; Hilmi Uran, Hatıralarım, Ankara, 1959.
Not: Taraf Gazetesi’nin 23 Mart 2008 tarihli nüshasında yayınlanmıştır.

30 Mart 2008 Pazar

Nato; ölüm, savaş, istila...demektir!

Bedreddin mahir

Bedreddin.mahir@gmail.com

3 Nisan 2008

Romanya’nın başkenti Bükreş’te 2-4 Nisan 2008 de, 26 üye ülkenin liderlerinin yapacağı NATO zirve toplantısın da, temel konu enerji kaynaklarının denetimi oldu. Bu toplantıda iki önemli konu daha var,
ABD'nin Doğu Avrupa'ya konuşlandırmayı planladığı füze kalkanı projesi konusu ve Genel Sekreter de Hoop Scheffer’in açıklamalarında dile gelen “siber savunmada örgütün sorumluluğunun artırıl”ması konusudur.

NATO tarihi, ölüm, savaş ve istilaların tarihidir. Bu tarihin insanlık nezdinde açtığı yaralar daha yüzyıllar sürecek izlerle yaşamaya devam ederken, pervasız yenilenmelerin yapılmakta olduğu da gözlemlenmektedir. NATO’nun bu zirvesi, ABD dayatmaları altında, dünya ölçeğinde sürdürmek istediği tek kutuplu egemenliği, Avrupa birliğini kendi çıkarları için işlevlendirme çabaları, ve en önemlisi enerji kaynaklarını kendi çıkarları lehine yeniden denetim almayı güçlendirme girişimleriyle belirginleşti. NATO’nun Ukrayna ve Gürcistan’ı da üye yapma önermesiyle bir biçimde yeni soğuk savaşların düzenlenişine yönelerek Avrupa’yı ihtiyacı olmayan sorunlarla boğmak istemektedir. Avrupa bir maşa olarak Ruslarla gerginlik içinde sürecek ve alabildiğine karmaşıklaştırılacak ilişkileriyle kaos ortamı içinde etkisizi hale getirilirken, Rusların kuşatılması ve en yakın temas noktalarında tedirginlik içinde bulunması sağlanacaktır. “Füze kalkanı projesi” budur. Bu projenin en önemli acil işlevi ise ABD’nin Kafkas ve Ortadoğu enerji kaynakları ve yolları üzerindeki denetiminin de rahatlatılmasına bir hizmet olarak tırmandırılmaktadır. Bu amaçla üyelerden Afganistan’a askeri yığınak için talep dayatmalarının ardı arkası kesilmeden sürmektedir. Amerikan Dışişleri Bakanlığının, 18 Mart 1949 tarihinde okuduğu Kuzey Atlantik Antlaşmasıyla kurulan NATO artık Kuzey Atlantik Ülkeleri güvenlikleriyle ilgili olmayı bırakalı çok oldu. Zaten amacı da hiçbir zaman bu değildi. 1990’dan bu yana, soğuk savaşın bitiminden bu yana düşmansız yaşanmayacağı güdüleriyle, her türden özgürlük ve kurtuluş hareketini “terörizm” adı altında düşman ilan ederek yeni işlevler yüklenmiştir: bu yeni işlevler gerçekte eskinin devamını yeni söylemlerle örtmekten ibarettir. Bunun altında da en temel sorun enerjidir ve enerji kaynaklarına giden yolların güvenliğini kendi çıkarları için korumaktır. Bu çıkar denkleminde tüm ülkelerin, halkların ulusların, insani olan her şeyin tepelenip geçilmesi önünde hiçbir güç bırakılmamaktadır. Birleşmiş Miletler ve güvenlik konseyinin düştüğü haller bunun açık anlatımıdır. ABD küreselleşmenin karşısında küresel bir siyaset, dayatma kıyım ve yıkım projesiyle çıkmakta en yakın müttefiklerine bile rahmet göstermemektedir. Bunu da açıkça, ilan ederek, yeryüzündeki tüm güçlere haddini bildirmekten geri kalmamaktadır. Bu zirvenin temel sloganlarından biri de 'terörizme karşı ortak mücadele'dir. NATO, terörizm diye kendine ihdas ettiği yeni düşmanla iştigal ettiği abesler, özellikle bölgemizdeki emelleri için hayati bir araç olmuştur. Afganistan’da Ruslara karşı savaşın olmazsa olmaz müttefikleri Talibanlar ve el kaideler, ABD’nin bin bir amaç taşıyan yeryüzündeki müdahalesi için bir gerekçe figürü olarak dile dolanırken, “siber savunma” adı altında, bilgi ve iletişim çağının tüm etkinliklerini de çıkarlarının hizmetine sunma projeleriyle gelmektedir. Bu projelerde müttefiklerinin bile denetlenmesi, takip edilmesi, dinlenmesi, kontrol altında tutulması amaçlanmaktadır: NATO siber savunmada etkin yer alışı bu genelleme içinde ABD’nin hedeflerine varma çabası ön plandadır. Bölgemizde istihbarat faaliyetlerinin önemli bir dayanağı olan bu siber savunma projesinde, İsrail’le birlikte ABD, bölgemiz enerji kaynaklara uzanan ölümcül tutsaklık için ikame edilmektedir.
“Teröristlerin siber saldırısı” adı altında yaptıkları tanımlamalar: “Bilgi sistemleri doğrultusunda elektronik araçların bilgisayar programlarının ya da diğer elektronik iletişim biçimlerinin kullanılması aracılığıyla ulusal denge ve çıkarların tahrip edilmesini amaçlayan kişisel ve politik olarak motive olmuş amaçlı eylem ve etkinliklerdir. ”Olarak ortaya sunulurken, gerçekte bunu yapabilecek tek gücün kedileri olduğu gerçeğini gizleme amacı taşımıştır. Bunu, bu alanın teorisyenleri Desouza ve Hensgen, “İnsanları öldüren silah değil, silahı kullanan insandır.” Diyerek, siber araçların “iyi amaçlarla kullanılması” (!) gerektiğini dile getirerek, “siber savunma” adı altında, zayıf ülkelere saldırı yöneltmeyi meşrulaştırmaktadırlar. Böylesi bir etkinliğin, dünyamızda ABD başta olmak üzere belli başlı NATO ülkesi dışında kimsenin elinde olmayacağı düşünülürse, siber savunmanın ne anlama geleceği açıktır. Bunu da şu söylemle örtme çabasındadırlar; “Hemen hemen bütün ülkelerin gitgide bilgisayar ve iletişim teknolojilerine kaçınılmaz olarak bağımlı olması, içinde bulundukları risk durumlarının da, buna bağlı olarak artmasına yol açmaktadır. Pollitt’in ‘Amerika, tamamen bilgisayarlara bağımlıdır. Bu yüzden artan bir şekilde risk altındadır’ sözü bu gerçeği yeterice yansıtır özeliktedir.

Bütün bu hengamede ülkemiz tehlikenin tam ortasınadır. Bölgemizdeki çıkarlarına göre, ülkemizi ordusundan toprağına kadar, üslerinden siyasilerine kadar her yön ve işlevde çıkar planlarına göre mevzilendirmek isteyen ABD, NATO birliği adı altında amaçlarına daha etkin varmak istemektedir. Stratejik maşadan öte bir değer biçmedikleri ülkemizi, ateş çemberinde stratejik müttefik diye aldatan bu güçler, bölgemizde komşularımızla ebedi düşmanlıklar için her yola başvurmaktan çekinmemektedir. İran sorununda yapılmakta olan hazırlıkların da, kirli bir unsuru haline getirilmek istenmektedir. Afganistan ve sonra Irak işgalinde gösterilen askeri başarının devam edememesi ve bunun bölgede istenen politik sonuçlarının oluşmaması nedeniyle yeni cehennemi planlar üreten ABD, NATO güçlerini de içine alan hamleler için roller dağıttığı gözlenmektedir. Akıllara ziyan bu gelişmeler, ülkemiz ve bölgemiz üzerinde karanlıkların doğuşunu müjdeliyor gibidir.

Görülen o ki, “ortak savunma” adı altında NATO’nun kirli amaçlarına, “terörizm saldırıları” aldatmacası altında siber tutsaklık sürecine doğru tırmanın gelişmeler, ülkeleri ve ulusları ABD’nin evrensel çıkarlarına adapte olma dayatması yükseltilmektedir. Bu güne kadar ortaya çıkan tüm veriler, ABD’nin müttefiklerini de bu sürece başarıyla sürüklediği görülmektedir. Tarihin en büyük yalanıyla Irak’a yapılan saldırıda, müttefiklerin oynadığı gayri ahlaki rolü örtecek hiçbir şey yapılmamıştır. Bu uyumlaşama özellikle de zayıf ülkelere yaşamın tek alternatifi olarak dayatılmaktadır. Bu süreçte halkların önünde ye teslim olma ya direnme çizgisi dışında bir seçenek bırakılmamıştır.

Tüm zorluklarına karşın direnme çizgisi, halkın dik duruşunu sürdürebileceği tek seçenek olduğunu göstermiştir. Irak, Filistin, Lübnan, Hatta Afganistan’da durum budur. Direnme hattı, yeryüzünde halkın iradesini yenilgiye uğratacak bir silahın olmadığını göstermiştir. ABD’nin ve NATO gibi güçlerin insanlığa tasallutlarından kurtulmanın olası tek yolunun direnme olduğu belirgin hale gelmiştir. Ortak ülkemiz ve halklarımız açısından da durum budur. Aksi davranışlar sahiplerine çıkar sağlamayacak bir handikaptan ibarettir.


20. ARAP ZİRVESİ

Bedreddin Mahir

29 Mart 2008

20. Arap zirvesi, (29-30 Mart 2008) Suriye’nin başkenti Şam’da toplandı. Bölgemizin ciddi sorunlardan geçtiği bir kesitte, Arap aleminin derin bir bölünme içinde olduğu, ABD-İsrail müdahalelerinin, tehdit, baskı işgal ve dayatmalarının en dorukta olduğu bir kesitte Arap zirvesi, Arapların içler acısı siyasal hallerini yansıtan bir tabloyla toplandı.

Zirvenin Suriye’de bağlanmasına pervasız müdahalelerle karşı çıkan ABD, Arap gericiliğinin baş aktörleriyle, son ana kadar kararsızlık içindeki Arap liderlerinin katılımını engelleme çabalarını sürdürdüler; ABD başkanı ve bakanlarının kararsız Arap liderlerine zirvenin toplanma gününe Beyaz Saray’da verdikleri buluşma randevusu dahil (Bahreyn kralıyla görüşme), Dışişleri bakanı Condoleezza Rice‘ın bölgeyi aniden ihdas edilen gezisiyle zirveye katılımları engelleme çabası, akıllara ziyan bir çirkinlikle sergilenmeye devam etti; Filistin yönetimi lideri Mahmut Abbasa’nın, zirve toplantıları ortasına denk gelen görüşme randevusunun verilmesi ve buna mecbur bırakılması, bölgemizde insanı çileden çıkaran onur kırıcı süreçleri göstermesi açısından hayretle izlenmektedir. Her türlü Bizans oyununun yapıldığı bir koşulda zirveyi toplamak, bölgemizin anti-emperyalist direnme güçleri için bir başarı olarak tecelli etmiş oldu.

Zirveye katılan belli başlı liderler, Arap ulusunun bağımsız kararında direnen, haklarını korumak için ABD’ye boyun eğmeyen, Filistin direnişini destekleyen, komşuları ve özellikle İran’la iyi ilişki kurmak isteyen, Irakta halkın direnişinden yana olan, Lübnan’da ilerici güçlerden taraf olduğunu ilan edip, İsrail’e karşı tutum alan liderlerdi; Cezayir, Libya, Sudan bunlar arasında önde gelen ülkelerdi. 1970’li yılların Red cephesini hatırlatan bu güçlerin bir araya gelişi, yakın gelecekte bölgemizle ilgili stratejik kararlarda ortaya çıkacak saflaşmanın da sinyallerini verir gibidir.

Zirveye katılmayan Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün gibi ülkeler ise, ABD’nin dayatmalarına boyun eğen ve bu boy eğişten halkını zül (onursuzluk) içinde tutmaktan başka bir şey kazanmayan ülkeler olmuştur; Enver Sedat önderliğindeki Mısır’ın, İsrail’le 1977 Camp David anlaşmasından bu yana, ABD ile İsrail’le uyuşma çabasından sürekli zararla çıkan ve hiçbir sonuç elde etmeyip barışa ait tüm etkinliklerini kaybeden bu ülkelerin, bölgemiz dengesinde manda (korunma) ister konumdaki siyasal eğilimleri, tüm çirkinliğiyle zirveye karşı takındıkları uydu tutumlarla açığa çıkmıştır.





Suriye Dışişleri Bakan yardımcısı Faysal Mikdad, “ABD virüsü olmadan toplanan ilk Arap zirvesidir” diye yaptığı espri, gerçeği tam yansıtmasa da zirve öncesi çekilen zorlukları anlatması açısından önemle hatırlanacaktır.

Zirve, Arap bölünmesinin son halini yansıttığı kadar, Araplar arası başlayacak derin soğuk savaşın da habercisi olarak bağlandı. Araplar arası kirli çamaşırların alenen serileceği söylentileri, zirveye olan anlam ve önemi artırmakla kalmadığı gibi, gergin bekleyişin de işareti sayıldı. ABD ve Arap gericiliğinin istemediği hiçbir zirve bağlanamaz dayatmasına rağmen, Şam zirvesinin bağlanışını bir zafer olarak gören bölgemizin anti-emperyalist direniş güçleri için, yeni dönemin önemli bir soluğu sayılmaktadır. Zirvenin ardından beklenen soğuk savaşın, Hizbullah’ın 12 Temmuz 2006 savaşında İsrail’i hezimete uğratan askeri komutanı İmad Muğniye’nin katledilmesinde Suudi Arabistan istihbaratının ABD-İsrail’le birlikte oynadığı rolün ifşa edilmesiyle başlayacağı söylentileri, yeni süreçte ne türden handikapların belireceğini de gösterir gibidir.

Tüm zorluklarına, çekişme ve bölünmelerine karşın Arap zirvesi her zamanki temel sorunu Filistin davasına olan bağlılığını yeniden ilan etti. Bir yıllığına Suriye’nin başkanlık edeceği zirve, Suriye’nin Filistin davasına ilişkin bilinen hassasiyetleri ve desteğinin çok farklı bir boyut alacağı yönünde görüşlerin haklı olarak oluşmasını gündeme getirdi. Suriye’nin çağdaş tarihini bilenler, bu ülkenin Filistin davasıyla kopmaz bağını kader birliğini de iyi bilirler; İsrail devletinin kuruluşundan bu yana süren tüm savaşların bir tarafı olan Suriye’nin hala işgal altında duran Golan tepeleri, anavatanına katılmayı, halkıyla birlikte direnerek beklemektedir. Filistin-Suriye kader birliği, kamplarda yaşamını sürdüren yarım milyon Filistinliye ev sahipliğiyle Suriye’nin bu süreçte üstelendiği onurlu sorumluluğu gözler önüne sermektedir. Hiçbir Arap devletinin kabul etmediği Filistin direniş örgütleri ve liderlerine de ev sahipliği yapan Suriye’nin, bölgemiz direniş güçlerinin ön safında yer alan bir direniş dayanağı olarak görülmesi doğru bir durum tespiti olarak önümüzde durmaktadır. Şam zirvesi bu yüzden, dünya emperyalistlerinin saldırılarına, Arap gericiliğinin de katılımdan kaçışına sahne olan gelişmelere yol açtı.

Zirvenin açılışını Suriye devlet başkanı Dr. Beşşar el Esad yaptı. Zirvenin açılış konuşmalarının yıldızı ise Libya Devlet Başkanı Mumammer El kaddafi oldu. Arap Birliği Başkanı Amru Musa ve İslam Birliği Başkanı Ekmelleddin İhsanoğlu’nun konuşmaları dikkat çeken özellikler taşıyordu.

Zirvenin yeni dönem başkanı olarak Beşşar el Esad, konuşmasında özellikle Filistin davası, Arap dayanışması, Bölge barışı ve Lübnan konusuna ağırlık verdi.


Filistin halkının uğradığı kanlı kıyım ve yıkıma karşın Arapların gösterdikleri sessizliğe tepkisini dile getiren Suriye lideri “İsrail aradığı güvenliği bu yöntemlerle asla alamayacaktır” dedi. Filistin halkının ve Arap liderlerinin tüm barış çabalarına karşın, İsrail’in katliamlarla cevap vermesinin artık bir yere kadar olacağını, buna karşı Arapların yeni alternatiflere yönelerek, İsrail’e karşı tutumda daha etkin olmaya çağırdı. Savsaklamalarla öldürülen zaman içinde İsrail’in Arapların haklı davalarını unutturacağı üzerine kurgulanmış tutumların hiç fayda vermeyeceğine de işaret eden Esad, gelecek kuşakların çok daha katı bir tutumla topraklarına sahip çıkacağını; dün verilmeyenin yarın asla verilmeyeceğini, arkasında durulan hakların asla yok olmayacağını belirterek direnmenin hak kazanımında önemli bir unsur olduğuna göndermeler yaptı..

Konuşmasına, bölge barışının temel yolunun, İsrail’in işgal ettiği Arap topraklarından kayıtsız şartsız çekilmesiyle gerçekleşebileceğini belirterek devam eden Esad, Lübnan sorunuyla ilgili her türlü çözüm yaklaşımına destek olacağını dile getirdi. Lübnan konusunda Suriye’ye Lübnan içişlerine karışması yönünde dayatmaların yapıldığını, ayrı bir devlet olan, kendi yasaları, anayasası, siyasal kurum ve kadrolarıyla kendi sorunlarını çözebilecek durumda olan Lübnan’ın, bu zorluğu da kendi gücüyle aşabileceğini belirterek, bu güne kadar Suriye’nin, Lübnan’ın iç işlerine karışmakla suçlanmasının anlamsızlığına işaret etti.

Bu yılı Arap Kültür merkezi olarak başkent Şam’ın ilan edildiği hatırlanacak olursa, bu kadim Emevi kentinin Arap uygarlığı ve kültür derinlikleri için taşıdığı anlam zirvede de yankısını buldu. Başkan Esad, konuşmasında Arap kültürü ve dili konusunda kararlı adımların atılmasına yer vererek, “Arapçanın özendirilip etkinleştirilmesi için özverili çabaların verilmesi gerektiği”ni ısrarla vurguladı.

Beşşar El Esad’ın konuşması tüm gözlemciler tarafından oldukça yumuşak olduğu yönünde yorumlandı. Zirve sonrası beklenen soğuk savaş işaretlerinin yer almadığı açış konuşması, Suriye’nin bu sürece ne ölçüde hakim olduğu ve olayların tutumları yönetmediği, tersine olaylara yön verebileceği yönünde değerlendirildi. Fırtına öncesi sessizlik olarak da görülen açış konuşmasının, zirve sürecinde süren ikili görüşmelerin olumlu seyrini koruma amacına da dönük bir politika olarak yorumlandığı izlendi.

Açılış konuşmalarının yıldızı ise Libya lideri Kaddafi idi. Arapların bölünmesi, güçsüzlükleri, olayların arkasında sürüklenişleri, baskılara boyun eğişleriyle kişiliklerini, varlık olma etkinliklerini kaybettiklerini ve bu sürecin sonucunda da bir ulus olarak da yok olmanın eşiğine geldiklerini dile getirdi. Kaddafi devamla ve zirvede yer alan liderlere hitap ederek “birer manda ( korunma altında) ülkeler halindesiniz” dedi. Arapçada genellikle hayvan türlerini korumak için koruma altına alınan bölgeler için söylenen bir terim olan muhmiyi terimini tercih ederek “ülkelerinizin sonu emperyalistlerin nükleer artıklarının defnedileceği yer olmaktan başka bir anlamı olmayacaktır” dedi. Kaddafi, ABD ile dostluğunuzda işe yaramayacaktır, hepinizin, Saddam gibi asılma sıranız gelecektir” diyerek zirveyi şoktan şoka soktu. Bu noktada, “Saddam’da ABD dostuydu, Ramsfeld’in en samimi arkadaşıydı ve ABD icazetiyle İran’a karşı savaşıyordu, işi bitince de onu asmaktan geri kalmadılar” diyerek sürdürdüğü konuşmasını, “Siz Arap liderleri düşmandan daha çok birbirinize düşmansınız, birbirinize karşı muhbirlikle müptelasınız” diyerek tırmandırdı. İran’la, Türkiye’yle, tüm komşularıyla düşmanlık yerine dost olması gereken Arapların, çevresiyle sorunlarını barışçıl yollarla, uluslararası kurumlar yardımıyla çözmeleri gerektiğine vurgu yaparak, İran ile Haliç ülkeleri arasında kimi küçük adaların işgaliyle ilgili sorunlara gönderme yaptı. Afrika’da yer alan Arap ülkelerinin büyük Afrika birliği içinde varlıklarının etkinliğini korumaları gerektiğine de deyinen Kaddafi, zirvenin yıldızı olarak geldiği ve devam ettiği açış konuşması kürsüsünden, siyasi bir ağırlığı var sayılmasa da, Arap halkının gönlünden geçenleri söyleyen bir lider olarak ayrıldı.

Kaddafi, her zamanki tutumuyla sokakların nabzını en iyi tutan bir lider olduğunu gösterdi. Arap halkı adına konuştu, gerçekleri acımasızca liderlerin yüzüne haykırdı. Bu güne kadar bir milyon km² lik bir ülkede beş milyon nüfusla, kocaman beyinli sıska bacaklı bir dengesiz görünümü arz eden Kaddafi, sokaktaki halkın bitip tükenmeyen bu tür zirve ve toplantıların sonuç almayacak bir rutin olduğu gerçeğini göstermiş olmakla oynadığı rolle, yararlı olan liderler arasında yer aldı.

Arap zirvesi genel sekreteri Amru Musa’nın raporu, zirveyi en yakın ortamda canlı olarak izleyen bu satırların yazarı için dikkate alınacak çok önemli mesajlar taşıyordu. Evet Araplar dağınık, çatışmalı, kararsız, etkinlikleri olmayan varlıklar vb olarak tanımlansalar da, gerçekler çok farklıydı. Musa’nın raporu, Arapların dünya ölçeğinde taşıdıkları yaygınlık, bilgi birikimleri, ilgi alanları ve Arap birliğinin gerçekleştirdiği bölgesel zirvelerle, gerçekleştireceği kıtasal zirveler, ele aldığı konular ve ortaya koyduğu açılımlarla yeryüzünün yükselme yönünde kendi dinamikleriyle çabalayan bir ulus olduğuna kesin işaretler taşıyordu. Bu rapordan çıkarılması mümkün olan sonuç; dev coğrafyası, serveti, kaynakları ve insan potansiyeliyle Arapların 21 yy da küreselleşme çağının orijinal bir dişlisi olma yönünde kararlı adımlarla yürüdüğüdür.

Zirve yarın (30 Mart 2008) sonuç bildirisiyle kapanacaktır. Zirvenin kapanışıyla bölgemizde yeni süreçlerin açılacağına ilişkin yaklaşımları hayata geçirip geçirmeyeceği ise kısa süre içinde kendini göstereceği beklenen olaylarla anlaşılacaktır. Irak işgalini bölgede amaçladığı siyasal bir dönüşüme götüremeyen ABD, Irak bataklığındaki çıkışsızlığı sürdükçe, İran’a karşı amaçladığı darbe hazırlığı gerginlikleri tırmandırdıkça, bölgemizde barıştan bahsetmek, güven içinde yaşamdan söz etmek bir hayaldir. Kaddafi’nin dediği gibi, sıra herkese gelecektir. Buna karşı bir biçimde direnmek, gerçekte de bölgemizde yaşamın ve güvenliğimizin tek yoludur. Bize dayatılan budur, cevabi seçenekler ise elimizdedir.

MEVCUT DURUMU DOĞRU KAVRAMAK



Mihrac Ural

27 Mart 2008

Kimse kukla doğmaz. Bazen kukla olunur, bezen kukla edilir, bazen de kukla olma durumuna düşülür. Bölgemizde bunların tümü günü birlik tüketilir. Dünya ve bölge işlerini kavramayanların kukla durumuna düşmemeleri, düşürülmemeleri çok güçtür. Bu satırların yazarı komplo mantığını her zaman hafife almıştır; aklın verilerini iyi değerlendirememenin ucuz düşünce yoludur komplocu algılayış. Ama bu, ne komployu yok eder ne de kuklaları. Ortak ülkemizde bu anti demokratik inat devam ettikçe, daha çok kuklayla yüz yüze geleceğimizden herkes emin olabilir. Bunları üreten, bataklık devletin artık çürümüş olmasındandır. Birbirine düşmüş kurumlarıyla bu devlet, ilk fırsatta halkına karşı birleşip, dıştan destek alarak sınır dışı operasyon düzenleyebilmektedir. Dış müdahalenin kapılarını sonuna kadar açan da bu devlettir. Dış mihraklar suçlamasıyla kendini aklamaya çırpınan aynı bu devlettir. Bu devletin siyasal, askeri ve bürokratik kadrolarının sorunu ne ülke nede halktır; kim ne biçimde olursa olsun ele geçirdiği iktidarı sürdürmek ve bunun sistemini oturtmaktan başka bir erek ve ideal taşımamaktadır. Ergenekon kadar AKP'nin kapatılma davaları bu anlamda sorunun hiç bir temel yönüne işaret etmez. Yasamanın hukuk kadar, ordunun yürütme kadar çürüdüğü bir koşulda felç olmuş devletin, insafsızlıkla tecelli eden rahmeti altında birlikte yaşamak bir tür paranoyaklıktır. Bundan bir biçimde kurtulmanın yolu, halkın özgürlük ve demokrasi kıyamını gerektirir. Bu olmazsa, bu ülkede sürmekte olan uluslararası operasyonların sonu gelmeyecektir. Bu operasyonlarda hiç kimsenin kazanmayacağı ise; Irak, Lübnan örneğinde olduğu gibi gayet açıktır.
Dr. DENİZ ÜLKÜ ARIBOĞAN'IN ÇIKIŞLARI



Kimse sizi aldatmasın, Ergenekon, Kızıl Elma, Turan diye dikkatlerinizi dağıtmasın. Denklemin unsurları da çözümü de farklı yerde. Bahçeşehir Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Deniz Arıboğan'ın iddiaları bunları anlamak için iyi birer veri olabilirler. Baba Mahir Kaynaklı, ekstrem yönlerine rağmen, söylediklerini algılamak mevcut durum tahlilleri için olumludur. Rektörün bir durum belirlemesi olan sözleri, milliyetçi refleksleriyle dile getirdiği çözüm önerileri ve isteklerini bir kenara bırakacak olursak, işlenmeye değer başlıkları ihtiva ettiği görülecektir.
Rektörün belirlemeleri şunlar;


1. Türkiye`de, bir devleti oluşturan bütün bacakların tümünün kırıldığının görüldüğünü, yargı sisteminin iflas etmiş durumda


2. Yasama, yürütme ve yargının en önemli bacaklarından bir tanesi olan yargının şuan şaibe altında siyasallaştırılmış durumda


3. Hem yasama hem yürütmede kriz vardır. Devletin hukuk sistemi iflas ettiğinde, devletin meclisi, hükümeti iflas ettiğinde ordusunun ne vaziyette olduğuna bakmak gerekir. Devletin ordusu üzerindeki şaibelerde hem bu Ergenekon davası hem de Kuzey Irak operasyonu sonrası yapılan spekülasyonlarla oldukça zedelenmiştir. Orduyu kıpırdayamaz hale getirmiş durumda… Devletin en güçlü kurumlarından bir tanesi Ordu`nun üzerinden siyaset yapılması kabul edilemez bir şeydir.



4. Artı bu ülkenin en önemli yapıştırıcılarından biri olan Müslümanlık denilen konu tamamen irtica veya şeriatla örtüştürülmüş durumdadır. Kısaca bu devleti, bu toplumu bir arada tutan bütün bacakların üzerine çok direk bir saldırı var şu anda ve devlet çökmek üzere... Türkiye`de çok ciddi bir uluslararası operasyon var.

5. Böyle bir çöküşten ya kaos ya askeri darbenin ortaya çıkması beklenir. Her iki durumda da ortaya çıkacak görüntü çok nettir. Türkiye `de askeri bir yönetim gelirse, istikrarlı ya da çok demokratik bir yönetim sağlasalar bile uluslar arası kamuoyu nezdinde bunun bir askeri yönetim olacağıdır ve bir Kürt devletinin kurulmasını anormal şekilde kolaylaştıracaktır

6. Sistemin böyle gitmesi ve devletin kendi içinde çatışmaya devam etmesi halinde iki yıl sürmez bir Kürt devletinin ortaya çıkacağını

7. Olası bir ekonomik krizi durdurabilecek Türkiye`nin güçlü bir alt yapısı olmadığını da açıklayan Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan , ekonomik krizle birlikte Güneydoğu `da çok şiddetli tepkiler ortaya çıkabileceğine

8. “Hiçbir siyasi partinin Türkiye `de İslami sahiplenmeye hakkı yoktur. Çok tehlikeli bir gidiş olduğunu düşünüyorum ve konunun tamamen Kürt sorununa bağlanacağını ve Kuzey Irak`tan Nevruz hadiseleri ile şiddetli bir dalga geleceğini düşünüyorum. Türkiye `nin karşısına dev gibi bir sorun çıkacak. Uluslar arası kanallarda Türkiye `ye müdahale edilebilir. Birleşmiş Milletler kanalı ile gelip oraya bir kanal çizerler ve “senin askerin oraya gidemez” der. Masaya oturmazsak zaten birileri kendi masalarını kurmuş durumdalar.” Dedi


YARGI AYNI YARGI

Rektör Deniz Arıboğan’ın, Amerika’yı yeniden keşfetmiş gibi “Yasama, yürütme ve yargının en önemli bacaklarından bir tanesi olan yargının şu an şaibe altında siyasallaştırılmış durumda” söylemi ise, ülkemizi ne kadar tanıdığına işarettir. Bu ülkenin Osmanlıdan bu yana tarihinin hiçbir döneminde, siyasallaşmamış haliyle bir hukuk süreci olmamıştır. Tarihi tüm verilerince ve tüm kesitlerince belirgin olan bu durumu “şu an şaibe altında” diye tanımlamak; bilgi eksikliği değilse, durumun vahametinden duyulan panikten başka bir şey değildir. Osmanlı teokratik yapısından kaynaklanan hukuk algılayışını bir kenara koyalım. Türkiye Cumhuriyeti kuruluş ve oturma sürecinin malum hukuksuzluk süreçlerini de geçelim. Yakın bir dönemde yargının en önemli merkezi yerinde olanların açıklamalarını bir makalemde şöyle dile getirmiştim:


“6 Eylül 99 yeni yargı döneminin başlangıç günüdür. Bu gün vesilesiyle açış konuşması yapan Yargıtay Başkanı Dç. Dr. Sami Selçuk, …konuşmasının veciz yanları oldukça çarpıcıdır; “Sırt sırta dönmüş iki Türkiye” belirlemesiyle, “bir yanda halk Türkiye’si ki, gerçek Türkiye budur ile kendi koyduğu hukukuyla halkla cebelleşen Türkiye” açıklaması, ülkenin yöneticileri eliyle, nasıl bir bölücülüğe maruz kaldığını yeterince açığa vurmuştur. Bu noktada dile getirdiği “İnsanın ortak özelliği farklılığıdır” belirlemesinin, Tüm kültürlere saygılı bir toplum olunması, farklı kültürlerin bölücülükle suçlanmayacağı, böyle davranışların zayıflık olduğu “Toplum ve insan teslim alınamaz, devletleştirilemez, devlette insanlaştırılamaz” diyerek, insanın ve insan haklarının devletten üstün olduğu bağlamına getirmiştir. Bu bağlamda “Hukuk kimliğinin evrensel olduğunu, hukukun olmadığı yerde insanın köle olduğunu, siyasetin bulaştığı kuşkulu yargının, kirli adalet salgılayacağını” dile getirerek, yargıyı siyasi iradeye bağımlı kılmak isteyen bir devletin toplumu ne tür açmazlara sürüklediğine işaret etmiştir.” ( bkz. Mihrac Ural. Demokratik Devlet üzerine adlı makalesi.)


Bu satırlarda dile gelenler, ülkemizin her dönemi için geçerli hukukun siyasallaşmasını tanımlar. Bunun en yakın örneği ise, 22 temmuz erken seçimlere gidişe yol açan 11. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Anayasa Mahkemesi’nin gösterdiği hukuksuzluk örneğini belirtmek gerek. Kime ve neden yapıldığının hiç önemi olmayan kararıyla, Anayasa Mahkemesi ciddi bir hukukun ülkemizde ne ölçüde siyasallaştığına bir veri oluşturdu. Bununla ilgili makalemde de şunları dile getirdim: “Anayasa mahkemesi 1 Mayıs 2007 tarihi itibariyle, TBMM’de birinci turu yapılmış Cumhurbaşkanlığı seçimini iptal ettiği kararını açıkladı… Anayasa Mahkemesi gibi, yüksek adalet duygusunun en önemli beslenme kaynağı olan bir kurumdan, siyasete alet olan kararların alınması, toplumun adalete olan güven duygusuna ağır bir darbe olmuştur. Bu süreci pekiştiren ve önceden tasarlanmış bir senaryo gibi birbirini tetikleyen tutum ve davranışlara, siyasi denetimin altında, atanmış olmanın sınırları içinde olması gereken bir silahlı kuvvetler kurumunun, kendine has bir devlette karar alır gibi, siyasi erke muhtıra vermesi, önemli bir gelişme olarak karşımıza gelmiştir. Bu gelişme halkın siyasal tercihleri üzerinde bir ipotek koyma pervasızlığı olduğu kadar, Anayasa Mahkemesi kararlarını etkilemesiyle, ülkede zaten kaybolmuş her türden adalet duygusunun yıkıma sürüklenmesine yol açmıştır. ( Bkz. Mihrac Ural. “Anayasa Mahkemesi Kararı” adlı makale)


Bu iki örnek arasında on yıl yoktur. Örneklerimize binlercesini eklemek mümkündür. Adaletin tecellisi ülkemizde her zaman siyasal bir işleve sahip olmuştur. Rektör, 24 partiyi kapatmakla, dünyada en çok parti kapatan bir ülkenin hukuk sisteminde yaşadığını, bu arbede de unuttuğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu açıdan gerekçesi ne olursa olsun AKP‘nin ve DTP’nin kapatılma istemiyle hukuka müdahalenin en pervasız cinsini sürükleyen egemen güçlerin, siyasete bulaşmamış bir hukuka sahip olmadıklarını söyleyeceğim.

Rektör, kurgularının esiri olarak sürdürdüğü konuşmasında, devletin en güçlü birliğini ve ayakları üzerinde en sağlam duruşunu sergilediğine inandığı koşullar olan, halkın özgürlük ve demokrasi istemi karşısındaki birlik duruşundan yola çıkarak ordu ve dine, çağdaş aklın asla tasvip etmeyeceği ve doğruluğu çok tartışmalı payeler vehmetmektedir.

ORDUNUN ŞAİBELERİ


Rektör, “Devletin ordusu üzerindeki şaibelerde hem bu Ergenekon davası hem de Kuzey Irak operasyonu sonrası yapılan spekülasyonlarla oldukça zedelenmiştir. Orduyu kıpırdayamaz hale getirmiş durumda… Devletin en güçlü kurumlarından bir tanesi Ordu`nun üzerinden siyaset yapılması kabul edilemez bir şeydir.” diyor. Bu cümleler bir bilim kadınından değil de ilkel milliyetçi, ulusalcı ucuz bir siyasiden gelmiş olsa anlaşılır bir refleks olarak algılanabilirdi. Ancak ortak ülkemizin yüksek çıkarları etrafında bu tür toptancı söylemlerin, yarardan çok bilinç bulanıklığına yol açtığı görülmektedir.



Bilinmelidir ki, ordu tarihinin hiçbir döneminde şaibeden arınmış bir ordu değildi. 1683, II. Viyana kuşatmasından bu yana askeri anlamda hiçbir başarısı olmayan ordunun, bu gün vatandaşını katletmek için sınır dışı operasyonlara yabancı bir güç odağının icazetiyle çıkması ve operasyonunu aynı kaynaktan emirle sonlandırması ise, gizlenmesi gereken değil, tersine halka açık açık söylenmesi gereken bir gerçektir. Ülküsü, halkın ortak iradesiyle ve yüksek çıkarlarıyla oluşmamış bir ordunun şaibesiz bir ordu olması düşünülemez. Ordunun, ortak ülkemizin vatandaşları olan Kürtlere karşı geliştirdiği refleksler, şaibelerinin en önemli unsurudur. Tüm vatandaşlardan alınan vergilerle, ülkenin kaynakları ve değerleriyle beslenen ordunun bunu düşman bir saldırı etkinliği olarak sahiplerine iade etmesinden daha şaibeli bir şey olamaz. Ordunun tarihi hezimetlerinin ve son operasyondaki hezimetinin temelinde bu vardır.

Koruculuk sistemi ile ordu arasındaki bağlar ise şaibelerin en renklisidir. Bu sistem, ordunun kirli işler için nasıl da kendi vatandaşlarına karşı maşalar kullanabileceğine, her türden gayri meşru işlere bulaşacağına bir göstergedir.


Ordu faili meçhul cinayetlerin öbeğidir ve örgütçüsüdür. Ülke sınırlarını dış bir düşmandan halkı için korumakla görevli olması gereken ordunun emir komuta zincirine sıkıca bağlı “intikam Tugayları” gibi cinayet şebekeleri örgütlemesi ve kuvvetler ayrılığına tamamen aykırı olarak kendini yargı yerine koyarak infazlarda bulunması ve bunu gizli yaparak dehşet ortamları yaratması, bu ordunun kirli tarihinde küçük bir ayrıntıdır. Vatandaşına dışkı yedirecek kadar zıvanadan çıkmış ordunun temiz bir işine rastlanmamıştır.


Ordunun yüksek kademelerin ülke mozaiğini temsil etmekten uzak olması bunun bir uzantısıdır. Albay rütbesini aşan Kürt, Arap ya da başka bir etnik yapıdan insanın bile yer almaması şaibelerin en büyüğüdür. Böylesine tek boyutlu, tek renkli bir ordunun çok renkli ortak ülkemizin temsilcisi olması ve onun ülküsünü taşımasının mümkün olmayacağını anlamak güç değildir. Bu yüzden Kürt sorunu bir iç savaş olarak, birilerine ait ordunun Kürt ulusunu katletme girişimi olarak algılanmaktadır. Arıboğan’ın bilincini oluşturan erkenden kendi masamıza oturalım önermesinin kaynağı, bu adaletsiz ve şaibeli ordu yapısıyla da ilgilidir. Bunu değiştirme yönünde önermeler yerine orduyu kutsamak, kendi vatandaşlarına karşı operasyonlarını zafer diye lanse etmek, bu masaya hangi amaçlarla oturulacağını gösterir. Böylesi bir ön yargıyla bu masadan anlaşma değil, yeni yıkımlar çıkar.

Ordunun şaibesi, Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle devam eden ittihatçı mantık dokusuyla devam etmiştir. Üç kez darbe yaparak siyaset kimyalarını bozup, ülkenin siyasi miras birikimine ait bilinçleri karartan bir ordunun ülke ve halk yararını olumlu bir mevzi içinde olması düşünülemez. Kendini yasamanın ve yargının üstünde gören bu ordunun halkına karşı sorumlu olmayı, onun emri altında bulunmayı hiçbir zaman içselleştirmemiştir. Zaman zaman yargıya kadar uzanan kuvvet komutanlarının görev suistimalleri, rüşvet skandalları bu çöplükte bulunması normal veriler olarak karşımızda durmaktadır.

Bu ülkenin birliği önünde en tehlikeli kurum da tastamam işte bu kurumdur; ordu ideolojisiyle, kurumsal yapısı ve statüleriyle ülkemizin ilerlemesi karşısındaki en büyük engeldir demek yanlış olmayacaktır. Rektör hanımın bunu anlamamak için gösterdiği direnç, orduyu bir yedek terek gibi siyasete karışmasın ama iyiden iyiye korunsun diyerek yapmaktadır.


DİN VE BİRLİK

Bu noktadan “bu ülkenin en önemli yapıştırıcılarından biri olan Müslümanlık”tır söylemine geçebiliriz.

Arıboğan, “hiçbir siyasi partinin Türkiye`de İslami sahiplenmeye hakkı yoktur.” diyor. Din herkese birleştirici bir çimento olarak lazımdır, bunu tekele almak Kürt sorununa daha da kışkırtıcı etkiler yapar diye belirlemeler yapıyor. Bu söylem, dinin tarih içindeki rolleriyle ilgili ciddi bir bilgi eksikliğiyle söylenmemişse, daha vahimi olan, dünyevi işlerimizi kıymeti kendinden menkul uhrevi iddialara bağlamak demektir. Bu tarihi olarak geri atılmış bir adım olduğu kadar, her türden ilerleme zeminini de yok edici bir yaklaşımdır.

Buna rağmen bu bapta söylenmesi gereken şey, dinin tarih içinde hiçbir zaman hiçbir şeyi birleştiremediğidir. Dinin böylesi bir işlev için ne hacim açısından ne de dokusu itibariyle buna elverişli olmadığını belirtmeliyim. Dinin sık sık gündeme geldiği kesitlere baktığımızda bunun sosyal-siyasal çöküş dönemleri olduğunu görüyoruz. İnsanlar kendilerini farklı tanımlarken yaşadığı ülkenin içinde bulunduğu ciddi sorunlara da böylelikle işaret etmektedir; kimileri kendini Kürt, Türk, Arap, Alevi, Sünni, kapalı, açık olarak tanımlayarak bunu dile getirmektedir.
Kimlik bunalımının olduğu ülkelerde yaşanan üst kimlik sorunu, bu yöndeki arayışları yoğunlaştırdıkça karışıklığı da arttırdığı bilinmektedir. Yasakçı mantık, kişilerin ve toplulukların kendini ifade etme özgürlüklerinin kısıtlılığı bu tür karmaşaya sürekli dinamik katmaktadır. Dinin bir üst kimlik olarak birleştirici etkinliği konusu ise, dünyevi akılların çözüm bulma ya da bulmak istememe durumlarıyla yakından bağlantılı olarak işi Allaha havale etme kolaycılığından ileri gelmedir. Ülkemizde bu durum, ayrıları zorla tekleştirme çabalarının bir uzantısı olarak gündeme gelmektedir.

Üst kimlikle ilgili dinin işlevlerinin sınırlarını ele aldığım bir makalede bu konuyu etraflıca belirtmeye çalıştım ve konuyu şöyle bağlamıştım; “Din bir üst kimlik olamaz, birey ile Allah’ı arasındaki ilişkiyi insanlar ve toplumlar arasında bir ilişkiye düşürmek, tarihin hiçbir döneminde olmadığı gibi bu gün de gerçekleşmeyecek duaya amin demektir. Din bir tanımlama değil, işlevsel bir fonksiyonlar bütünüdür; kişi fiilen din emirlerini ve özel olarak, dinin beş şartını yerine getirmekle Müslüman olur. Oysa üst kimlik taşımak için -özel bir durum yoksa- ağırlıklı bir ortak bölen etrafında yazılı ya da tarihsel süreçle onaylı toplum sözleşmesi yapmış belli bir insan topluluğu içinde bir unsur olmak yeterlidir. Üst kimliğini değiştirmeden, dinini değiştiren toplumlar tarihte az değildir. Ortaçağ din ve mezhep savaşları (otuz yıl savaşları, yüz yıl savaşları), fetih savaşlarıyla fethedilen ülke halklarının topluca din değiştirmelerine rağmen üst kimlikleri egemen din tarafından belirlenmemiştir. Protestanlığı kabul etmelerine rağmen ne İngilizler ne de Almanlar, etnik temelde belirlenen üst kimliklerini değiştirmediler. Türk üst kimliğine sahip toplumların tarih içinde Şamanizm’den İslam’a ya da Şamanizm’den Yahudiliğe (Hazar Türkleri), Hıristiyanlığa (Moldavyalı Türkler) geçerek din değiştirmelerine rağmen, üst kimliklerini korumaları gibi. Arapların durumu daha açık bir örnektir. Araplar İslam dininin kurucusu olan bir millettir; aynı etnik kökenden, ortak dil ve coğrafyadan olmalarına rağmen, kültürel açıdan olduğu kadar siyasal talepleri açısından, sorunları, stratejik güvenlikleri ve ortak büyük hedefleri aynı olmasına rağmen, kurulu Arap devletleri vatandaşlarını ortak bir üst kimlikte tanımlamak oldukça güçtür. Arapların, dünyanın her yerinde kendilerini Arap olarak tanımlarken beraberinde mutlaka ya Mısırlı, ya Suriyeli, Iraklı, Libyalı, Ürdünlü, Cezayirli, Tunuslu vb. olarak tanımlamayı tercih ettikleri bilinmektedir. Kafkaslarda yaşayan etnik yapıları Türk olan, dinleri de Müslüman olan ancak üst kimlikte Kırgız, Türkmen, Özbek olan toplulukları hatırlamak bu fasıl için yeterli olacaktır. “ (Bkz. Mihrac Ural. “Baykal ve Üst Kimlik” makalesi)
Kaldı ki, dünyanın hiçbir Müslüman ülkesinde, hatta Suudi Arabistan’da bile mezhep farklılıkları nedeniyle din birleştirici bir çimento olmamıştır. Her topluluk şu an mensup olduğu dinden önceki süreçlerin tarihi kültürel bağlamında oluşturduğu ruhi şekillenmelerin sayikiyle kendi aidiyetini tanımlamaktadır. Bu kural dışında yeryüzünde başka bir örnekte yoktur. Yargıtay kararıyla din derslerine Alevilerin girmeyebileceği kararı bile ülkemizde kaç İslam’ın olduğuna ve bunun birlikte nasıl bir yere sahip olduğuna önemli bir gönderme sayılmalıdır.

Ama denize düşen yılana sarılır misali, Arıboğan dini tek başına kİmse sahiplenmesin diyerek bir yedek teker arayışına yönelen söylemleri, ülkemiz sorunlarının çözümünde, gerçekçi verilere dayanılmak istenmediğini gösterir niteliktedir diyorum.
MASAYA OTURMAK
Rektör Arıboğan’ın tüm söylemlerinde en çok dikkat çeken vurgu, üzerinde tedirgince, kaygı ve korkularla durduğu şey; Kürtlerin siyasal hakları olarak beliriyor. Ancak konuyu ele alışı bir bilim kadını olarak değil, bir medyum gibi olması, Arıboğan’ın söylemlerinde tekrar eden bir çizgi olarak bu konuda da kendini göstermektedir; iktidar partisinin kapatılması ve Ergenekon davasının gerçekte Kürt sorununu çok ciddi biçimde gündeme getirilmek amaçlı yapıldığına dair endişelerini “iki yıl sürmez bir Kürt devletinin ortaya çıkacağını” ifade edip, "bunu söylememin en önemli sebeplerinden bir tanesi Leyla Zana`nın en son yaptığı açıklama; ‘Abdullah Öcalan’ın 2010 yılında bizlerle beraber olacak’ diye kaynak göstermesi, bilim öğreten insanların düştükleri, düşünde oluşturma traji-komik hallerine bir işaret gibidir.

Kürt ulusunun tarih içinde yetiştirdiği en önemli lider figürlerinden biri olan Öcalın’ın özgürlüğe kavuşması er ya da geç gerçekleşmesi gereken ve her şeye rağmen gerçekleşecek olan bir taleptir. Ancak bunun iyi niyet dileği olarak dile getiren Leyla Zana’nın verdiği tarihe bağlayarak işlemenin kıymeti, Kürt sorununa iyi niyetle yaklaşmaktan gelmemektedir. Arıboğan, elinizi çabuk tutun, siz bu sorunu kendi çıkarınıza göre çözemezseniz birileri gelip kendi çıkarına göre çözecektir endişesiyle yapmaktadır. “Masaya oturmazsak zaten birileri kendi masalarını kurmuş durumdalar.” cümlesindeki panik bunu yeterince ele vermektedir.

Buradan da anlaşılıyor ki Rektör Arıboğan, ülkemizin sorunlarına bir bilim kadını olarak sosyal ve siyasal algılayışla yaklaşmıyor. Kulvarda yarıştığı dış güçlere karşı ipi ilk önce göğüslemekle ilgili bir yarış olarak algılıyor. Bu noktada “masaya oturma” gibi ülkemizin çok önemli bir sorununu net olarak belirleme durumunda olmuyor.


Evet masaya oturmak mutlak olarak gereklidir; ama kiminle ve hangi koşulda?... Diğer taraf kim olacak bu belirgin değil. Kutsadığı ordunun hezimetini muzaffer ilan ettiği son sınır dışı operasyon Kürt ulusal kurtuluş güçlerine yönelik olduğuna göre, masaya oturma önerisi Kürt ulusunun bu günkü gerçek temsilcileri olan PKK’lılarla olmayacağını bilmek güç değildir. Zaten bu özgürlük gücüne “terörist, bölücü“ gibi ahlaki olmayan haksız tanımlamalarla saldırılmaktadır. Geriye kim kalır, Türkiye Kürt sorununu kiminle masaya oturarak çözer, Kürt ulusunun gerçek temsilcileriyle masaya oturmadan hangi sorun, hangi düzlemde çözülebilir bu açık değildir. Bu açıdan Arıboğan’ın, masa önermesi en iyi niyetle ayakları havada tutarsız bir önerme olarak ortaya atılmıştır demek yanlış olmayacaktır. Türkiye’nin açık ve net sorunlarını olduğu kadar muhataplarını da belirlemeye ihtiyacı vardır.

Arıboğan’ın, masaya oturma esprisinin mantık dokusu da çok sakattır. Taraflar masaya barış amacıyla gelip oturduklarında iki eşit güç olarak, ön şartsız otururlar. Ancak Arıboğa’nın masasında durum tam tersidir. Devlet için en güçlü kurum diye methettiği ordu için, Türkiye`de askeri bir yönetim gelirse, istikrarlı ya da çok demokratik bir yönetim sağlasalar bile uluslararası kamuoyu nezdinde bunun bir askeri yönetim olacağıdır ve bir Kürt devletinin kurulmasını anormal şekilde kolaylaştıracaktır” diyerek, masaya oturmanın en önemli şartını Kürt ulusunun siyasal haklarının geciktirilmesi olarak belirlemiş olmaktadır; Kürt ulusunun kendi kaderini bir devlet kuruluşuyla belirleme hakkına, Kürtlerin böylesi bir acil talep dayatması olup olmadığına bakmadan, baştan yasak koymaktır. Bu duruş, bu akılla birleşince masayı başkalarının kurması da kaçınılmaz olacaktır. Dış müdahale yaygarası yapanların gerçekte dış müdahaleyi davet edenler olduğunu burada da görmek güç değildir.
Arıboğan’nın masa davetindeki paniğin bir ucu da, Barzani fobisine odaklanmış gibidir. Tarihi Kürt-Arap düşmanlığı, Türkiye’nin yanı başında bir Kürt-Arap birliğine, federasyonuna dönüşme ihtimaline karşı, ortak ülkemizin temel sorunu olan Kürt ulusal sorununu gerçekliğiyle kavramaktan çok, komşularımızla kaşık atma yarışına çevirmeye endeksli olarak öneriliyor gibidir. Barzani’nin uluslararası meşruiyetine yapılan göndermelerden de bunu anlamak güç değildir. Sorunları kendi gerçekliğimiz temelinde değil de, bir tarafa bağlı olarak kavrama hatası gerçekte, sorunlarımızın çözümü değil nedenidir. Bu hataya bilim adamlığı adına düşmek ise çok vahim mesajlar içermektedir. Ülkemizin gelecek kuşaklarına bağlanacak umutları da alıp götürür mesajlardır bunlar…

Onlarca makale yazdım, tekrar olacak; Kürt ulusal gerçeği kuzey Irak için olduğu kadar, Türkiye için de temel bir sorundur. Bölgemizin Filistin sorunundan sonraki en önemli ulusal sorunu Kürt sorunudur. Bu gerçeği görmeyenler, Kürt ulusunun siyasal özgürlüğü için yürüttüğü ve başarısı muhkem olan yürüyüş karşısında, siyasetleri her defasında yeniden iflas etmeye mahkumdur.
Öncelikle bilinmelidir ki, Kürt ulusu bir gerçektir. Bu gerçek kendi anavatanında, kendi tarihi, kültürü, dili, coğrafyasıyla ekonomik iç içe modern bir ulusun tüm vasıflarına sahiptir. Bu ulus tarihin karanlık dönemlerinden bu güne kadar, parçalanmışlığına rağmen hiçbir bölge devleti tarafından asimile edilmemiş olmasının da gösterdiği gibi, bilgi ve enformasyon çağında, küreselleşmenin insanlığı birbirine yakinen bağladığı bir tarih kesitinde artık ne asimile ne de yok etmeye muktedir bir güç yoktur. Bu ulusu özgürlük ve demokrasi talebini dile getiren etkinliklerini, yeryüzünün tüm silahlı orduları birleşse de yenilgiye uğratamaz. Sınır dışı değil gökyüzü ve yeryüzüne ait tüm operasyonlar ölüm yağdırsa da Kürt ulusunun siyasal haklarından vazgeçmesi mümkün değildir. Bunun için Kürt ulusu her defasında yeniden yeni kuşaklarını bu haklı dava için sunabilecek kadar hakkının arkasında durma kararlılığındadır. Bu gerçekler ülkemiz sosyal, siyasal sorunlarının derinliğinde olan temel sorunlardır. Bu gerçek kavranmadan yapılacak bir önerme ya da durum tespiti sorunu çözmeye yeterli olmayacaktır. “Masaya oturma” olayı ise bu anlamda, dış güçlerin masasının hazır olmasından değil, ortak ülkemizin vatandaşlarının sorunlarını demokratik olarak çözme iradesinden kaynaklanmalıdır. Bu algılayışın öncülük edeceği bir barış oturumu olmadan, ülkemizin sürekli bir şekilde “çok ciddi bir uluslararası operasyon”lardan kurtuluşunun imkanı olmayacaktır. Bu yüzden gerçek bölücüleri uzakta değil; milliyetçiliğin, ulusalcılığın bataklıklarında bulmak zor olmayacaktır.

Ülkesinin mozaik yapısını hiçe sayan, tek boyutluluğu, tek renkliliği, tek sesliliği dayatan ve kendi vatandaşını katletmek için askeri aparatını harekete geçirip, ABD’den de icazet alarak sınır ötesi operasyon yapan, halkından kopmuş devletin kimin kucağına nasıl düşeceğini Irak örneği yeterince göstermiştir. Suçlu arayan suçlular bunlardan başkası değildir. Rektör medyatik bir kahraman olabilir, olayın reytingleriyle ilgili kıyaslar bunu kışkırtabilir; ama ülkemizin sorunlarının çözümü için gerçeklerin korkusuzca belirlenmesine ve çözümden yana cesur siyasi iradelere gerek vardır.

BU EKONOMİYLE
“Olası bir ekonomik krizi durdurabilecek Türkiye`nin güçlü bir alt yapısı olmadığını da açıklayan Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan , ekonomik krizle birlikte Güneydoğu`da çok şiddetli tepkiler ortaya çıkabileceğine” işaret etti.

Ekonomiyi para politikalarının suni verileri ve oyunlarıyla iyiye gider bir görüntü içinde tutmak, iktisat cambazlarının dünyanın her yerinde başardıkları bir sistem haline gelmiştir. 108 milyar dolarlık borç yükü altında ulusal gelirin faizlere ödenmesinin soluksuz bıraktığı ekonomi, enflasyonist politikalardan uzaklaşma adına uygulanan sıkı para politikası, faizlerin artırılması ülkeyi ciddi bir talep sorunuyla karşı karşıya getirecektir. Bu süreç ekonominin durgunlukla enflasyonun kesişme noktalarını çoğaltacağı bilinmektedir. Ülkemizde görülen nispi iyileşmelerin belli bir iktisadi ömre sahip olduğu ve bunun tükenmeye doğru gittiği de bilinmektedir. Ekonomistlerin olduğu kadar siyasilerinde, bilim adamlarının da gözlemlediği bu süreç Türkiye’nin yakın dönemde nelerle karşı karşıya kalacağına önemli bir göndermedir.
Bu açıdan Arıboğan’ın, tespitleri arasında gerçekçi oylan en önemli yaklaşım olarak bu nokta durmaktadır. Yaklaşan çöküşe karşı ülkenin direnebilecek bir alt yapı ve kaynaklarının olmaması, ülkede sadece ekonomik sonuçlarıyla açacağı yaraları değil; tıkanmış çözümsüz bırakılmış tüm siyasal ve sosyal sorunları da alevlendirecektir. Bundan Kürt sorununun payını alması kaçınılmazdır. Ancak Arıboğan, ekonomik çöküşün ülke genelini ayrımsız yaralayacak sonuçlarından tek bir anlam çıkarma uğraşısındadır, o da Kürtler şiddetli tepkiler gösterebilirler yönünde olmuştur. Bu Kürt fobisinin ele alınan her konuda ısrarla öne çıkarılması, ülkemizin bir sorunu olmaktan çok, uzaydan paraşütle indirilmiş ya da bir dış mihrakın işaretiyle oluşmuş imajını verme çabasını yansıtıyor.

Türkiye son 300 yıllık tarihi içinde ekonomik açıdan kendi kaynakları üzerinde bir denge tutturamamış dünyanın ender ülkelerinden biridir. İnanılmaz kaynaklarını, denizlerle kuşatılmış coğrafyasının olanaklarını hiçbir zaman etkin bir ekonomik veriye dönüştürememiştir. Bunun tarihi nedenleri olduğu kadar, stratejik yönelimlerinin de önemli bir payı bulunmaktadır. Ülke iç sorunu olmaktan başka anlamı olmayan tüm sorunların, bu yanlış ekonomik yönelimler nedeniyle de sorunların çözümsüzlüğü, bir çürümeye ve çatışma ortamlarının içine sürüklenmeye yol açmıştır. Bu tarihi bakış ve verili ekonomik ölçümlere rağmen bir mahalle kavgası yürütmekten aciz ordularını kendi vatandaşlarının katli için sınır ötesi operasyonlara sürükleyen, gençlerinin birbirini öldürmesi için zorunlu askerlik yasasına sırtını dayamakta bir abes görmemektedir. Fiyaskoyla sonuçlanan bu tür girişimlerden de ders almayanlar, ekonomik çöküşle birlikte patlak verecek birikmiş sorunlara yine bir dış neden arama komikliğine düşmekte, halkını bu tür söylemlerle aldatmaya devam etmekte bir zorluk çekmeyeceklerdir. Bunun sorumlusu, sonuçlar değil nedenlerdir. Arıboğan, bu noktayı tüm iddialarında ihmal ederek yaklaşımlar yapmakla, haksız milliyetçi refleksleriyle bilim çözümlerini birbirine karıştırma durumunda olmaktadır.

Bu bölümü yorumsuz aktaracağım bir alıntıyla sonlandıracağım, “yaşanan krizin, yaklaşık 3 aydır şiddetli bir şekilde devam eden askeri operasyonların ardından gelmesi hiç tesadüf değildi. Bu üç aylık dönem içerisinde kaç uçağın havalandığı, ne kadar bomba yağdırdığı, kaç araçlık askeri filonun sürekli hareket halinde olduğu, ne kadarlık asker ve mühimmat sevk edildiği, iaşe ve silah giderlerinin Genelkurmay bütçesini ne kadar aştığı sır gibi saklanıyor. Ancak Mart ayının ilk haftasında ekonomiden sorumlu bakanlar ile Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay yetkililerinin “ek askeri bütçe” konusunu görüşmek üzere toplanmaları, 2008 yılının ödeneklerinin daha şimdiden tüketildiği yorumlarına neden olmuştu. 223 milyar YTL’lik 2008 bütçesi içerisinde savunmaya ayrılan pay 13.3 milyar YTL idi. 2006'da 11.8 7 milyar YTL kaynak ayrılan Milli Savunma Bakanlığı periyodik artışla bu yıl 13,3 milyar YTL’ye ulaşmıştı, ancak savaşa ayrılan bütçe olanakları bu görünen ayzbergin kat kat fazlası... Çünkü bu bütçenin yanı sıra bugüne kadar kaynağı ve harcamaları denetlenemeyen Savunma Sanayi Destekleme Fonu (SSDF) ile Türk Silahlı Kuvvetlerini Geliştirme Vakfı (TSKGV)’nin sağladığı gelirler de savaşa aktarılan kaynaklar arasında yer aklıyor. Ayrıca dış kredi ve hibeler yoluyla TSK’nın temin ettiği varlıklar da bu bütçenin tamamen dışında bulunuyor. Buna rağmen operasyonların yükü, askerin ek bütçe talebi biçiminde AKP’nin masasına getirildi.

“Türkiye’nin yaşadığı bu kriz, dünya ekonomisindeki gelişmelere göre kendine sakin bir liman arayan küresel finans sahiplerinin kaçma becerilerine göre şekil alacak. Hisse senetlerine bağlanmış olan kaynakların ne kadar hızla kaçacakları, krizin şokunu ve şiddetini de belirleyen unsur olacak. Çünkü küresel oyuncular, askeri operasyonların başarısızlığı sonrasında, Türkiye’nin askeri harcamalarına akan kaynakların geri dönüşü konusundaki iyimserliğini de kaybetmişti ve olası bir seçim durumunda ellerindeki sermayeyi koruma telaşına düşmüşlerdi.” (İlhami Vural)
ERGENEKON DAVASI

Ergenekon davası, soğuk savaş halindeki iki temel siyasal gücün belli bir süreçte yakınlaşması sonucu atılan bir safradır. Basının yarattığı hava kadar değeri olmayan bir davadır. Perinçek, Selçuk, Alemdar gibi çevreler ülkemizin siyasal bölünmesinde artık marjinal bile değillerdir. Oyun çok daha büyük yerde "yaratıcı anarşi"nin beklenen büyük kaosları yaratacak işlevlerindedir. Ülkemiz yakın bir dönemde bu çöküşe doğru uzanıyor, ama Ergenekon davası bunun temel unsuru değildir. Olsa olsa büyük bir nitelik içinde sıradan bir niceliktir.
Bu açıdan olayları bölge ölçeğinde enerji kaynakları ve enerji yollarının denetim ve korunmasıyla ilgili pragmatik hesapların belirleyeceği süreçlerle bağlantısı ölçeğinde ele almak gerek. Böylesi bir bakış, ABD başkan yardımcısının bölge ziyaretiyle de önemli bir kesişme içindedir. Yeni ABD yönetimine giderken ciddi bir kırılma yaşanması, amaçlarına nispeten (Irak işgali ve petrol kaynaklarına el koymakla öncelikli olarak) varmış olan, ancak bunu istediği ölçekte bir bölge siyasal haritasına çeviremeyen ABD'nin kimi çılgınlıklara girişmesini getirebilir. Ancak genel doğrultulara bakılırsa, İran’a karşı hala bir şey yapıp yapamayacağı konusunda kararsızlık ya da hazırlık içinde olan ABD'nin bölgede çıkarlarını pekiştirmede takip edeceği yollar, ülkemizde ve bölgemizdeki olayların mecrasını belirleyecektir. Böylesi stratejik süreçlerde, ne Ergenekon çetesi ne de onları uzun süre kendi bataklıklarında besleyenlerin oyunun kurallarını belirleme şansı yoktur.

Buna rağmen, ülkemizde siyasal yönetimlerin bu büyük oyun içine sürüklenişte düştükleri handikapları akılda tutmakta yarar vardır. Bu da anti demokratik siyasal süreçleri sürdürme inadı ya da devlet statüsünün açılıma yetersiz olma konumunu sürdürmedeki ısrarlarıdır. Milliyetçi duruşun ırkçılığa kadar uzanan dayatmalarıyla, ülke mozaiğinin kararsız, dengesiz ve iç savaşa doğru itilmesi, toplumun çağdaşlaşma sürecinin kesintiye uğratılması yönünde galebeciliğin (çoğunluk baskısı) yarattığı karanlık basınç gibi sayılabilecek birçok etmenin, ülkedeki kaosa yaptığı katkıları göz önüne almak gerekir.

Kimlik bunalımını aşmamış bir ülkenin, bunu demokrasiyle aşma çabası yerine daha da ilkel bir gericilikle, dinin “birleştirici çimentosu” adı altında tarihte hiç bir zaman sonuç vermemiş girişimlerle gerçeği örtme inadından çıkılmaz ise, tek boyutlu bir ülke ütopyasında diretmenin yaratacağı kaosun sonucu, iyiden iyiye bölünmüş bir ülkeyle karşı karşıya kalmak kaçınılmaz olacaktır. Bu açıdan süreç, Ergenekon’dan daha önemli boyutlar taşıyor.

Galebecilik mi? Ergenekon mu?

Mihrac Ural

Kimse kukla doğmaz. Bazen kukla olunur, bezen kukla edilir, bazen de kukla olma durumuna düşülür. Bölgemizde bunların tümü günü birlik tüketilir. Dünya ve bölge işlerini kavramayanların kukla durumuna düşmemeleri, düşürülmemeleri çok güçtür. Bu satırların yazarı komplo mantığını her zaman hafife almıştır; aklın verilerini iyi değerlendirememenin ucuz düşünce yoludur komplocu algılayış. Ama bu, ne komployu yok eder ne de kuklaları. Ortak ülkemizde bu anti demokratik inat devam ettikçe, daha çok kuklayla yüz yüze geleceğimizden herkes emin olabilir. Bunları üreten, bataklık devletin artık çürümüş olmasındandır. Birbirine düşmüş kurumlarıyla bu devlet, ilk fırsatta halkına karşı birleşip, dıştan destek alarak sınır dışı operasyon düzenleyebilmektedir. Dış müdahalenin kapılarını sonuna kadar açan da bu devlettir. Dış mihraklar suçlamasıyla kendini aklamaya çırpınan aynı bu devlettir. Bu devletin siyasal, askeri ve bürokratik kadrolarının sorunu ne ülke nede halktır; kim ne biçimde olursa olsun ele geçirdiği iktidarı sürdürmek ve bunun sistemini oturtmaktan başka bir erek ve ideal taşımamaktadır. Ergenekon kadar AKP'nin kapatılma davaları bu anlamda sorunun hiç bir temel yönüne işaret etmez. Yasamanın hukuk kadar, ordunun yürütme kadar çürüdüğü bir koşulda felç olmuş devletin, insafsızlıkla tecelli eden rahmeti altında birlikte yaşamak bir tür paranoyaklıktır. Bundan bir biçimde kurtulmanın yolu, halkın özgürlük ve demokrasi kıyamını gerektirir. Bu olmazsa, bu ülkede sürmekte olan uluslararası operasyonların sonu gelmeyecektir. Bu operasyonlarda hiç kimsenin kazanmayacağı ise; Irak, Lübnan örneğinde olduğu gibi gayet açıktır.




27 Mart 2008
Kimse sizi aldatmasın, Ergenekon, Kızıl Elma, Turan diye dikkatlerinizi dağıtmasın. Denklemin unsurları da çözümü de farklı yerde. Bahçeşehir Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Deniz Arıboğan'ın iddiaları bunları anlamak için iyi birer veri olabilirler. Baba Mahir Kaynaklı, ekstrem yönlerine rağmen, söylediklerini algılamak mevcut durum tahlilleri için olumludur. Rektörün bir durum belirlemesi olan sözleri, milliyetçi refleksleriyle dile getirdiği çözüm önerileri ve isteklerini bir kenara bırakacak olursak, işlenmeye değer başlıkları ihtiva ettiği görülecektir.
Rektörün belirlemeleri şunlar;
1.
Türkiye`de, bir devleti oluşturan bütün bacakların tümünün kırıldığının görüldüğünü, yargı sisteminin iflas etmiş durumda
2. Yasama, yürütme ve yargının en önemli bacaklarından bir tanesi olan yargının şuan şaibe altında siyasallaştırılmış durumda
3. Hem yasama hem yürütmede kriz vardır. Devletin hukuk sistemi iflas ettiğinde, devletin meclisi, hükümeti iflas ettiğinde ordusunun ne vaziyette olduğuna bakmak gerekir. Devletin ordusu üzerindeki şaibelerde hem bu
Ergenekon davası hem de Kuzey Irak operasyonu sonrası yapılan spekülasyonlarla oldukça zedelenmiştir. Orduyu kıpırdayamaz hale getirmiş durumda… Devletin en güçlü kurumlarından bir tanesi Ordu`nun üzerinden siyaset yapılması kabul edilemez bir şeydir.
4. Artı bu ülkenin en önemli yapıştırıcılarından biri olan
Müslümanlık denilen konu tamamen irtica veya şeriatla örtüştürülmüş durumdadır. Kısaca bu devleti, bu toplumu bir arada tutan bütün bacakların üzerine çok direk bir saldırı var şu anda ve devlet çökmek üzere... Türkiye`de çok ciddi bir uluslararası operasyon var.
5. Böyle bir çöküşten ya kaos ya askeri darbenin ortaya çıkması beklenir. Her iki durumda da ortaya çıkacak görüntü çok nettir.
Türkiye `de askeri bir yönetim gelirse, istikrarlı ya da çok demokratik bir yönetim sağlasalar bile uluslar arası kamuoyu nezdinde bunun bir askeri yönetim olacağıdır ve bir Kürt devletinin kurulmasını anormal şekilde kolaylaştıracaktır
6. Sistemin böyle gitmesi ve devletin kendi içinde çatışmaya devam etmesi halinde iki yıl sürmez bir Kürt devletinin ortaya çıkacağını
7. Olası bir ekonomik krizi durdurabilecek
Türkiye`nin güçlü bir alt yapısı olmadığını da açıklayan Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan , ekonomik krizle birlikte Güneydoğu `da çok şiddetli tepkiler ortaya çıkabileceğine
8. “Hiçbir siyasi partinin
Türkiye `de İslami sahiplenmeye hakkı yoktur. Çok tehlikeli bir gidiş olduğunu düşünüyorum ve konunun tamamen Kürt sorununa bağlanacağını ve Kuzey Irak`tan Nevruz hadiseleri ile şiddetli bir dalga geleceğini düşünüyorum. Türkiye `nin karşısına dev gibi bir sorun çıkacak. Uluslar arası kanallarda Türkiye `ye müdahale edilebilir. Birleşmiş Milletler kanalı ile gelip oraya bir kanal çizerler ve “senin askerin oraya gidemez” der. Masaya oturmazsak zaten birileri kendi masalarını kurmuş durumdalar.” Dedi
DEVLETİN İKİ HALİ
Rektör Deniz Arıboğan’nın öncelikle “Devleti oluşturan bütün bacakların tümünün kırıldığının görüldüğünü” ifade etmesi, gerçekleri bütün yönleriyle yansıtmıyor. Devlet iç çatışmaları içinde böyle bir görüntü vermesine karşın; vatandaşlarına karşı, özgürlük ve demokrasiye karşı, düşünceye ve düşüncenin örgütlenip siyasal talepleri dile getirmesine karşı pozisyonu tam tersidir. Devlet iktidarı için ve iktidar içinde birbiriyle çatışan siyasal eğilimler vatandaşa ve taleplerine karşı inanılmaz tarzda birlik olmakta ve saldırılarını en acımasızca ortaya koymaktadır. En şiddetli çekişme dönemlerinde AKP’ de temsil edilen akımlar, ordu tüzel kişiliğinde kendini ifade eden ve düşman görülen ulusalcı, laik çevrelerle inanılmaz bir hız ve kenetlenmeyle 1 Mayıs 2007 gösterilerine karşı kanlı saldırılar düzenlemekten çekinmemiştir. 22 Temmuz 2007 seçimleri sonrası gündeme gelen iktidar olma çekişmelerinde, cumhurbaşkanlığı seçiminde didişenler, ABD’den icazet alarak kendi vatandaşlarının katli için, askeri operasyonlarını sınır dışına kadar omuz omuza sürdürmektedirler. Nevroz kutlamalarına karşı hala devam eden polis devleti baskısı, ülkemizin en acımasız kitle gösterilerini bastırma şekline dönüşmüş, yüzlerce vatandaş zindanlara atılmıştır.
Evet, devletin bacaklarını kendi iktidar çıkarları için kıranlar, halkın istemlerini dile getiren özgürlük ve demokrasi taleplerine karşı ise yekvücut olmakla, rektörün uyarmaya, korumaya ve dikkati çekmeye çalıştığı, özellikle de Kürt halkının siyasal talepleri karşısında gösterilen birliğin korunmasına yönelik çağrısı dikkat çekicidir. Böylesi durum tespitlerinin ardından gelen çağrı ve anlam ise, ülke gerçekliğini temsil etmekten uzak olduğu gibi ortak ülkemizde barış içinde güvenlikli ve hukuksal kazanımlı yaşam için hiçbir yararı yoktur. Rektörün kaygısı ülkemizin stratejik çıkarlarını gözeten ülkemizin farklılıklarının haklarını teslim eden bir yaklaşım değildir. Bunu da sık sık tekrar ettiği “Devletin ordusu üzerindeki şaibelerde hem bu
Ergenekon davası hem de Kuzey Irak operasyonu sonrası yapılan spekülasyonlarla oldukça zedelenmiştir. Orduyu kıpırdayamaz hale getirmiş durumda”dır tespitinde görmek güç değildir.
Rektör Arıboğan, devleti ayakta tutacak tek umudu olarak gösterdiği ordunun korunması ve kendi vatandaşları üzerine ölüm yağdıran kirli, haksız ve bir o kadar ahlaksız sınır dışı operasyon çizgisinin korunmasına ilişkin yaklaşım, “devletin tüm bacakları kırılmıştır” deyişinden ne anlamak gerektiğini yeterince açık hale getirmektedir.

YARGI AYNI YARGI
Rektör Deniz Arıboğan’ın, Amerika’yı yeniden keşfetmiş gibi “Yasama, yürütme ve yargının en önemli bacaklarından bir tanesi olan yargının şu an şaibe altında siyasallaştırılmış durumda” söylemi ise, ülkemizi ne kadar tanıdığına işarettir. Bu ülkenin Osmanlıdan bu yana tarihinin hiçbir döneminde, siyasallaşmamış haliyle bir hukuk süreci olmamıştır. Tarihi tüm verilerince ve tüm kesitlerince belirgin olan bu durumu “şu an şaibe altında” diye tanımlamak; bilgi eksikliği değilse, durumun vahametinden duyulan panikten başka bir şey değildir. Osmanlı teokratik yapısından kaynaklanan hukuk algılayışını bir kenara koyalım. Türkiye Cumhuriyeti kuruluş ve oturma sürecinin malum hukuksuzluk süreçlerini de geçelim. Yakın bir dönemde yargının en önemli merkezi yerinde olanların açıklamalarını bir makalemde şöyle dile getirmiştim:
“6 Eylül 99 yeni yargı döneminin başlangıç günüdür. Bu gün vesilesiyle açış konuşması yapan Yargıtay Başkanı Dç. Dr. Sami Selçuk, …konuşmasının veciz yanları oldukça çarpıcıdır; “Sırt sırta dönmüş iki Türkiye” belirlemesiyle, “bir yanda halk Türkiye’si ki, gerçek Türkiye budur ile kendi koyduğu hukukuyla halkla cebelleşen Türkiye” açıklaması, ülkenin yöneticileri eliyle, nasıl bir bölücülüğe maruz kaldığını yeterince açığa vurmuştur. Bu noktada dile getirdiği “İnsanın ortak özelliği farklılığıdır” belirlemesinin, Tüm kültürlere saygılı bir toplum olunması, farklı kültürlerin bölücülükle suçlanmayacağı, böyle davranışların zayıflık olduğu “Toplum ve insan teslim alınamaz, devletleştirilemez, devlette insanlaştırılamaz” diyerek, insanın ve insan haklarının devletten üstün olduğu bağlamına getirmiştir. Bu bağlamda “Hukuk kimliğinin evrensel olduğunu, hukukun olmadığı yerde insanın köle olduğunu, siyasetin bulaştığı kuşkulu yargının, kirli adalet salgılayacağını” dile getirerek, yargıyı siyasi iradeye bağımlı kılmak isteyen bir devletin toplumu ne tür açmazlara sürüklediğine işaret etmiştir.” ( bkz. Mihrac Ural. Demokratik Devlet üzerine adlı makalesi.)
Bu satırlarda dile gelenler, ülkemizin her dönemi için geçerli hukukun siyasallaşmasını tanımlar. Bunun en yakın örneği ise, 22 temmuz erken seçimlere gidişe yol açan 11. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Anayasa Mahkemesi’nin gösterdiği hukuksuzluk örneğini belirtmek gerek. Kime ve neden yapıldığının hiç önemi olmayan kararıyla, Anayasa Mahkemesi ciddi bir hukukun ülkemizde ne ölçüde siyasallaştığına bir veri oluşturdu. Bununla ilgili makalemde de şunları dile getirdim: “Anayasa mahkemesi 1 Mayıs 2007 tarihi itibariyle, TBMM’de birinci turu yapılmış Cumhurbaşkanlığı seçimini iptal ettiği kararını açıkladı… Anayasa Mahkemesi gibi, yüksek adalet duygusunun en önemli beslenme kaynağı olan bir kurumdan, siyasete alet olan kararların alınması, toplumun adalete olan güven duygusuna ağır bir darbe olmuştur. Bu süreci pekiştiren ve önceden tasarlanmış bir senaryo gibi birbirini tetikleyen tutum ve davranışlara, siyasi denetimin altında, atanmış olmanın sınırları içinde olması gereken bir silahlı kuvvetler kurumunun, kendine has bir devlette karar alır gibi, siyasi erke muhtıra vermesi, önemli bir gelişme olarak karşımıza gelmiştir. Bu gelişme halkın siyasal tercihleri üzerinde bir ipotek koyma pervasızlığı olduğu kadar, Anayasa Mahkemesi kararlarını etkilemesiyle, ülkede zaten kaybolmuş her türden adalet duygusunun yıkıma sürüklenmesine yol açmıştır. ( Bkz. Mihrac Ural. “Anayasa Mahkemesi Kararı” adlı makale)
Bu iki örnek arasında on yıl yoktur. Örneklerimize binlercesini eklemek mümkündür. Adaletin tecellisi ülkemizde her zaman siyasal bir işleve sahip olmuştur. Rektör, 24 partiyi kapatmakla, dünyada en çok parti kapatan bir ülkenin hukuk sisteminde yaşadığını, bu arbede de unuttuğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu açıdan gerekçesi ne olursa olsun AKP‘nin ve DTP’nin kapatılma istemiyle hukuka müdahalenin en pervasız cinsini sürükleyen egemen güçlerin, siyasete bulaşmamış bir hukuka sahip olmadıklarını söyleyeceğim.
Rektör, kurgularının esiri olarak sürdürdüğü konuşmasında, devletin en güçlü birliğini ve ayakları üzerinde en sağlam duruşunu sergilediğine inandığı koşullar olan, halkın özgürlük ve demokrasi istemi karşısındaki birlik duruşundan yola çıkarak ordu ve dine, çağdaş aklın asla tasvip etmeyeceği ve doğruluğu çok tartışmalı payeler vehmetmektedir.

ORDUNUN ŞAİBELERİ
Rektör, “Devletin ordusu üzerindeki şaibelerde hem bu
Ergenekon davası hem de Kuzey Irak operasyonu sonrası yapılan spekülasyonlarla oldukça zedelenmiştir. Orduyu kıpırdayamaz hale getirmiş durumda… Devletin en güçlü kurumlarından bir tanesi Ordu`nun üzerinden siyaset yapılması kabul edilemez bir şeydir.” diyor. Bu cümleler bir bilim kadınından değil de ilkel milliyetçi, ulusalcı ucuz bir siyasiden gelmiş olsa anlaşılır bir refleks olarak algılanabilirdi. Ancak ortak ülkemizin yüksek çıkarları etrafında bu tür toptancı söylemlerin, yarardan çok bilinç bulanıklığına yol açtığı görülmektedir.
Bilinmelidir ki, ordu tarihinin hiçbir döneminde şaibeden arınmış bir ordu değildi. 1683, II. Viyana kuşatmasından bu yana askeri anlamda hiçbir başarısı olmayan ordunun, bu gün vatandaşını katletmek için sınır dışı operasyonlara yabancı bir güç odağının icazetiyle çıkması ve operasyonunu aynı kaynaktan emirle sonlandırması ise, gizlenmesi gereken değil, tersine halka açık açık söylenmesi gereken bir gerçektir. Ülküsü, halkın ortak iradesiyle ve yüksek çıkarlarıyla oluşmamış bir ordunun şaibesiz bir ordu olması düşünülemez. Ordunun, ortak ülkemizin vatandaşları olan Kürtlere karşı geliştirdiği refleksler, şaibelerinin en önemli unsurudur. Tüm vatandaşlardan alınan vergilerle, ülkenin kaynakları ve değerleriyle beslenen ordunun bunu düşman bir saldırı etkinliği olarak sahiplerine iade etmesinden daha şaibeli bir şey olamaz. Ordunun tarihi hezimetlerinin ve son operasyondaki hezimetinin temelinde bu vardır.
Koruculuk sistemi ile ordu arasındaki bağlar ise şaibelerin en renklisidir. Bu sistem, ordunun kirli işler için nasıl da kendi vatandaşlarına karşı maşalar kullanabileceğine, her türden gayri meşru işlere bulaşacağına bir göstergedir.
Ordu faili meçhul cinayetlerin öbeğidir ve örgütçüsüdür. Ülke sınırlarını dış bir düşmandan halkı için korumakla görevli olması gereken ordunun emir komuta zincirine sıkıca bağlı “intikam Tugayları” gibi cinayet şebekeleri örgütlemesi ve kuvvetler ayrılığına tamamen aykırı olarak kendini yargı yerine koyarak infazlarda bulunması ve bunu gizli yaparak dehşet ortamları yaratması, bu ordunun kirli tarihinde küçük bir ayrıntıdır. Vatandaşına dışkı yedirecek kadar zıvanadan çıkmış ordunun temiz bir işine rastlanmamıştır.
Ordunun yüksek kademelerin ülke mozaiğini temsil etmekten uzak olması bunun bir uzantısıdır. Albay rütbesini aşan Kürt, Arap ya da başka bir etnik yapıdan insanın bile yer almaması şaibelerin en büyüğüdür. Böylesine tek boyutlu, tek renkli bir ordunun çok renkli ortak ülkemizin temsilcisi olması ve onun ülküsünü taşımasının mümkün olmayacağını anlamak güç değildir. Bu yüzden Kürt sorunu bir iç savaş olarak, birilerine ait ordunun Kürt ulusunu katletme girişimi olarak algılanmaktadır. Arıboğan’ın bilincini oluşturan erkenden kendi masamıza oturalım önermesinin kaynağı, bu adaletsiz ve şaibeli ordu yapısıyla da ilgilidir. Bunu değiştirme yönünde önermeler yerine orduyu kutsamak, kendi vatandaşlarına karşı operasyonlarını zafer diye lanse etmek, bu masaya hangi amaçlarla oturulacağını gösterir. Böylesi bir ön yargıyla bu masadan anlaşma değil, yeni yıkımlar çıkar.
Ordunun şaibesi, Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle devam eden ittihatçı mantık dokusuyla devam etmiştir. Üç kez darbe yaparak siyaset kimyalarını bozup, ülkenin siyasi miras birikimine ait bilinçleri karartan bir ordunun ülke ve halk yararını olumlu bir mevzi içinde olması düşünülemez. Kendini yasamanın ve yargının üstünde gören bu ordunun halkına karşı sorumlu olmayı, onun emri altında bulunmayı hiçbir zaman içselleştirmemiştir. Zaman zaman yargıya kadar uzanan kuvvet komutanlarının görev suistimalleri, rüşvet skandalları bu çöplükte bulunması normal veriler olarak karşımızda durmaktadır.
Bu ülkenin birliği önünde en tehlikeli kurum da tastamam işte bu kurumdur; ordu ideolojisiyle, kurumsal yapısı ve statüleriyle ülkemizin ilerlemesi karşısındaki en büyük engeldir demek yanlış olmayacaktır. Rektör hanımın bunu anlamamak için gösterdiği direnç, orduyu bir yedek terek gibi siyasete karışmasın ama iyiden iyiye korunsun diyerek yapmaktadır.

DİN VE BİRLİK
Bu noktadan “bu ülkenin en önemli yapıştırıcılarından biri olan
Müslümanlık”tır söylemine geçebiliriz.
Arıboğan, “hiçbir siyasi partinin
Türkiye`de İslami sahiplenmeye hakkı yoktur.” diyor. Din herkese birleştirici bir çimento olarak lazımdır, bunu tekele almak Kürt sorununa daha da kışkırtıcı etkiler yapar diye belirlemeler yapıyor. Bu söylem, dinin tarih içindeki rolleriyle ilgili ciddi bir bilgi eksikliğiyle söylenmemişse, daha vahimi olan, dünyevi işlerimizi kıymeti kendinden menkul uhrevi iddialara bağlamak demektir. Bu tarihi olarak geri atılmış bir adım olduğu kadar, her türden ilerleme zeminini de yok edici bir yaklaşımdır.
Buna rağmen bu bapta söylenmesi gereken şey, dinin tarih içinde hiçbir zaman hiçbir şeyi birleştiremediğidir. Dinin böylesi bir işlev için ne hacim açısından ne de dokusu itibariyle buna elverişli olmadığını belirtmeliyim. Dinin sık sık gündeme geldiği kesitlere baktığımızda bunun sosyal-siyasal çöküş dönemleri olduğunu görüyoruz. İnsanlar kendilerini farklı tanımlarken yaşadığı ülkenin içinde bulunduğu ciddi sorunlara da böylelikle işaret etmektedir; kimileri kendini Kürt, Türk, Arap, Alevi, Sünni, kapalı, açık olarak tanımlayarak bunu dile getirmektedir.
Kimlik bunalımının olduğu ülkelerde yaşanan üst kimlik sorunu, bu yöndeki arayışları yoğunlaştırdıkça karışıklığı da arttırdığı bilinmektedir. Yasakçı mantık, kişilerin ve toplulukların kendini ifade etme özgürlüklerinin kısıtlılığı bu tür karmaşaya sürekli dinamik katmaktadır. Dinin bir üst kimlik olarak birleştirici etkinliği konusu ise, dünyevi akılların çözüm bulma ya da bulmak istememe durumlarıyla yakından bağlantılı olarak işi Allaha havale etme kolaycılığından ileri gelmedir. Ülkemizde bu durum, ayrıları zorla tekleştirme çabalarının bir uzantısı olarak gündeme gelmektedir.
Üst kimlikle ilgili dinin işlevlerinin sınırlarını ele aldığım bir makalede bu konuyu etraflıca belirtmeye çalıştım ve konuyu şöyle bağlamıştım; “Din bir üst kimlik olamaz, birey ile Allah’ı arasındaki ilişkiyi insanlar ve toplumlar arasında bir ilişkiye düşürmek, tarihin hiçbir döneminde olmadığı gibi bu gün de gerçekleşmeyecek duaya amin demektir. Din bir tanımlama değil, işlevsel bir fonksiyonlar bütünüdür; kişi fiilen din emirlerini ve özel olarak, dinin beş şartını yerine getirmekle Müslüman olur. Oysa üst kimlik taşımak için -özel bir durum yoksa- ağırlıklı bir ortak bölen etrafında yazılı ya da tarihsel süreçle onaylı toplum sözleşmesi yapmış belli bir insan topluluğu içinde bir unsur olmak yeterlidir. Üst kimliğini değiştirmeden, dinini değiştiren toplumlar tarihte az değildir. Ortaçağ din ve mezhep savaşları (otuz yıl savaşları, yüz yıl savaşları), fetih savaşlarıyla fethedilen ülke halklarının topluca din değiştirmelerine rağmen üst kimlikleri egemen din tarafından belirlenmemiştir. Protestanlığı kabul etmelerine rağmen ne İngilizler ne de Almanlar, etnik temelde belirlenen üst kimliklerini değiştirmediler. Türk üst kimliğine sahip toplumların tarih içinde Şamanizm’den İslam’a ya da Şamanizm’den Yahudiliğe (Hazar Türkleri), Hıristiyanlığa (Moldavyalı Türkler) geçerek din değiştirmelerine rağmen, üst kimliklerini korumaları gibi. Arapların durumu daha açık bir örnektir. Araplar İslam dininin kurucusu olan bir millettir; aynı etnik kökenden, ortak dil ve coğrafyadan olmalarına rağmen, kültürel açıdan olduğu kadar siyasal talepleri açısından, sorunları, stratejik güvenlikleri ve ortak büyük hedefleri aynı olmasına rağmen, kurulu Arap devletleri vatandaşlarını ortak bir üst kimlikte tanımlamak oldukça güçtür. Arapların, dünyanın her yerinde kendilerini Arap olarak tanımlarken beraberinde mutlaka ya Mısırlı, ya Suriyeli, Iraklı, Libyalı, Ürdünlü, Cezayirli, Tunuslu vb. olarak tanımlamayı tercih ettikleri bilinmektedir. Kafkaslarda yaşayan etnik yapıları Türk olan, dinleri de Müslüman olan ancak üst kimlikte Kırgız, Türkmen, Özbek olan toplulukları hatırlamak bu fasıl için yeterli olacaktır. “ (Bkz. Mihrac Ural. “Baykal ve Üst Kimlik” makalesi)
Kaldı ki, dünyanın hiçbir Müslüman ülkesinde, hatta Suudi Arabistan’da bile mezhep farklılıkları nedeniyle din birleştirici bir çimento olmamıştır. Her topluluk şu an mensup olduğu dinden önceki süreçlerin tarihi kültürel bağlamında oluşturduğu ruhi şekillenmelerin sayikiyle kendi aidiyetini tanımlamaktadır. Bu kural dışında yeryüzünde başka bir örnekte yoktur. Yargıtay kararıyla din derslerine Alevilerin girmeyebileceği kararı bile ülkemizde kaç İslam’ın olduğuna ve bunun birlikte nasıl bir yere sahip olduğuna önemli bir gönderme sayılmalıdır.
Ama denize düşen yılana sarılır misali, Arıboğan dini tek başına kİmse sahiplenmesin diyerek bir yedek teker arayışına yönelen söylemleri, ülkemiz sorunlarının çözümünde, gerçekçi verilere dayanılmak istenmediğini gösterir niteliktedir diyorum.

MASAYA OTURMAK


Rektör Arıboğan’ın tüm söylemlerinde en çok dikkat çeken vurgu, üzerinde tedirgince, kaygı ve korkularla durduğu şey; Kürtlerin siyasal hakları olarak beliriyor. Ancak konuyu ele alışı bir bilim kadını olarak değil, bir medyum gibi olması, Arıboğan’ın söylemlerinde tekrar eden bir çizgi olarak bu konuda da kendini göstermektedir; iktidar partisinin kapatılması ve Ergenekon davasının gerçekte Kürt sorununu çok ciddi biçimde gündeme getirilmek amaçlı yapıldığına dair endişelerini “iki yıl sürmez bir Kürt devletinin ortaya çıkacağını” ifade edip, "bunu söylememin en önemli sebeplerinden bir tanesi Leyla Zana`nın en son yaptığı açıklama; ‘Abdullah Öcalan’ın 2010 yılında bizlerle beraber olacak’ diye kaynak göstermesi, bilim öğreten insanların düştükleri, düşünde oluşturma traji-komik hallerine bir işaret gibidir.


Kürt ulusunun tarih içinde yetiştirdiği en önemli lider figürlerinden biri olan Öcalın’ın özgürlüğe kavuşması er ya da geç gerçekleşmesi gereken ve her şeye rağmen gerçekleşecek olan bir taleptir. Ancak bunun iyi niyet dileği olarak dile getiren Leyla Zana’nın verdiği tarihe bağlayarak işlemenin kıymeti, Kürt sorununa iyi niyetle yaklaşmaktan gelmemektedir. Arıboğan, elinizi çabuk tutun, siz bu sorunu kendi çıkarınıza göre çözemezseniz birileri gelip kendi çıkarına göre çözecektir endişesiyle yapmaktadır. “Masaya oturmazsak zaten birileri kendi masalarını kurmuş durumdalar.” cümlesindeki panik bunu yeterince ele vermektedir.


Buradan da anlaşılıyor ki Rektör Arıboğan, ülkemizin sorunlarına bir bilim kadını olarak sosyal ve siyasal algılayışla yaklaşmıyor. Kulvarda yarıştığı dış güçlere karşı ipi ilk önce göğüslemekle ilgili bir yarış olarak algılıyor. Bu noktada “masaya oturma” gibi ülkemizin çok önemli bir sorununu net olarak belirleme durumunda olmuyor.


Evet masaya oturmak mutlak olarak gereklidir; ama kiminle ve hangi koşulda?... Diğer taraf kim olacak bu belirgin değil. Kutsadığı ordunun hezimetini muzaffer ilan ettiği son sınır dışı operasyon Kürt ulusal kurtuluş güçlerine yönelik olduğuna göre, masaya oturma önerisi Kürt ulusunun bu günkü gerçek temsilcileri olan PKK’lılarla olmayacağını bilmek güç değildir. Zaten bu özgürlük gücüne “terörist, bölücü“ gibi ahlaki olmayan haksız tanımlamalarla saldırılmaktadır. Geriye kim kalır, Türkiye Kürt sorununu kiminle masaya oturarak çözer, Kürt ulusunun gerçek temsilcileriyle masaya oturmadan hangi sorun, hangi düzlemde çözülebilir bu açık değildir. Bu açıdan Arıboğan’ın, masa önermesi en iyi niyetle ayakları havada tutarsız bir önerme olarak ortaya atılmıştır demek yanlış olmayacaktır. Türkiye’nin açık ve net sorunlarını olduğu kadar muhataplarını da belirlemeye ihtiyacı vardır.


Arıboğan’ın, masaya oturma esprisinin mantık dokusu da çok sakattır. Taraflar masaya barış amacıyla gelip oturduklarında iki eşit güç olarak, ön şartsız otururlar. Ancak Arıboğa’nın masasında durum tam tersidir. Devlet için en güçlü kurum diye methettiği ordu için, Türkiye`de askeri bir yönetim gelirse, istikrarlı ya da çok demokratik bir yönetim sağlasalar bile uluslararası kamuoyu nezdinde bunun bir askeri yönetim olacağıdır ve bir Kürt devletinin kurulmasını anormal şekilde kolaylaştıracaktır” diyerek, masaya oturmanın en önemli şartını Kürt ulusunun siyasal haklarının geciktirilmesi olarak belirlemiş olmaktadır; Kürt ulusunun kendi kaderini bir devlet kuruluşuyla belirleme hakkına, Kürtlerin böylesi bir acil talep dayatması olup olmadığına bakmadan, baştan yasak koymaktır. Bu duruş, bu akılla birleşince masayı başkalarının kurması da kaçınılmaz olacaktır. Dış müdahale yaygarası yapanların gerçekte dış müdahaleyi davet edenler olduğunu burada da görmek güç değildir.


Arıboğan’nın masa davetindeki paniğin bir ucu da, Barzani fobisine odaklanmış gibidir. Tarihi Kürt-Arap düşmanlığı, Türkiye’nin yanı başında bir Kürt-Arap birliğine, federasyonuna dönüşme ihtimaline karşı, ortak ülkemizin temel sorunu olan Kürt ulusal sorununu gerçekliğiyle kavramaktan çok, komşularımızla kaşık atma yarışına çevirmeye endeksli olarak öneriliyor gibidir. Barzani’nin uluslararası meşruiyetine yapılan göndermelerden de bunu anlamak güç değildir. Sorunları kendi gerçekliğimiz temelinde değil de, bir tarafa bağlı olarak kavrama hatası gerçekte, sorunlarımızın çözümü değil nedenidir. Bu hataya bilim adamlığı adına düşmek ise çok vahim mesajlar içermektedir. Ülkemizin gelecek kuşaklarına bağlanacak umutları da alıp götürür mesajlardır bunlar…


Onlarca makale yazdım, tekrar olacak; Kürt ulusal gerçeği kuzey Irak için olduğu kadar, Türkiye için de temel bir sorundur. Bölgemizin Filistin sorunundan sonraki en önemli ulusal sorunu Kürt sorunudur. Bu gerçeği görmeyenler, Kürt ulusunun siyasal özgürlüğü için yürüttüğü ve başarısı muhkem olan yürüyüş karşısında, siyasetleri her defasında yeniden iflas etmeye mahkumdur.
Öncelikle bilinmelidir ki, Kürt ulusu bir gerçektir. Bu gerçek kendi anavatanında, kendi tarihi, kültürü, dili, coğrafyasıyla ekonomik iç içe modern bir ulusun tüm vasıflarına sahiptir. Bu ulus tarihin karanlık dönemlerinden bu güne kadar, parçalanmışlığına rağmen hiçbir bölge devleti tarafından asimile edilmemiş olmasının da gösterdiği gibi, bilgi ve enformasyon çağında, küreselleşmenin insanlığı birbirine yakinen bağladığı bir tarih kesitinde artık ne asimile ne de yok etmeye muktedir bir güç yoktur. Bu ulusu özgürlük ve demokrasi talebini dile getiren etkinliklerini, yeryüzünün tüm silahlı orduları birleşse de yenilgiye uğratamaz. Sınır dışı değil gökyüzü ve yeryüzüne ait tüm operasyonlar ölüm yağdırsa da Kürt ulusunun siyasal haklarından vazgeçmesi mümkün değildir. Bunun için Kürt ulusu her defasında yeniden yeni kuşaklarını bu haklı dava için sunabilecek kadar hakkının arkasında durma kararlılığındadır. Bu gerçekler ülkemiz sosyal, siyasal sorunlarının derinliğinde olan temel sorunlardır. Bu gerçek kavranmadan yapılacak bir önerme ya da durum tespiti sorunu çözmeye yeterli olmayacaktır. “Masaya oturma” olayı ise bu anlamda, dış güçlerin masasının hazır olmasından değil, ortak ülkemizin vatandaşlarının sorunlarını demokratik olarak çözme iradesinden kaynaklanmalıdır. Bu algılayışın öncülük edeceği bir barış oturumu olmadan, ülkemizin sürekli bir şekilde “çok ciddi bir uluslararası operasyon”lardan kurtuluşunun imkanı olmayacaktır. Bu yüzden gerçek bölücüleri uzakta değil; milliyetçiliğin, ulusalcılığın bataklıklarında bulmak zor olmayacaktır.
Ülkesinin mozaik yapısını hiçe sayan, tek boyutluluğu, tek renkliliği, tek sesliliği dayatan ve kendi vatandaşını katletmek için askeri aparatını harekete geçirip, ABD’den de icazet alarak sınır ötesi operasyon yapan, halkından kopmuş devletin kimin kucağına nasıl düşeceğini Irak örneği yeterince göstermiştir. Suçlu arayan suçlular bunlardan başkası değildir. Rektör medyatik bir kahraman olabilir, olayın reytingleriyle ilgili kıyaslar bunu kışkırtabilir; ama ülkemizin sorunlarının çözümü için gerçeklerin korkusuzca belirlenmesine ve çözümden yana cesur siyasi iradelere gerek vardır.


BU EKONOMİYLE


“Olası bir ekonomik krizi durdurabilecek Türkiye`nin güçlü bir alt yapısı olmadığını da açıklayan Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan , ekonomik krizle birlikte Güneydoğu`da çok şiddetli tepkiler



ortaya çıkabileceğine” işaret etti.
Ekonomiyi para politikalarının suni verileri ve oyunlarıyla iyiye gider bir görüntü içinde tutmak, iktisat cambazlarının dünyanın her yerinde başardıkları bir sistem haline gelmiştir. 108 milyar dolarlık borç yükü altında ulusal gelirin faizlere ödenmesinin soluksuz bıraktığı ekonomi, enflasyonist politikalardan uzaklaşma adına uygulanan sıkı para politikası, faizlerin artırılması ülkeyi ciddi bir talep sorunuyla karşı karşıya getirecektir. Bu süreç ekonominin durgunlukla enflasyonun kesişme noktalarını çoğaltacağı bilinmektedir. Ülkemizde görülen nispi iyileşmelerin belli bir iktisadi ömre sahip olduğu ve bunun tükenmeye doğru gittiği de bilinmektedir. Ekonomistlerin olduğu kadar siyasilerinde, bilim adamlarının da gözlemlediği bu süreç Türkiye’nin yakın dönemde nelerle karşı karşıya kalacağına önemli bir göndermedir.
Bu açıdan Arıboğan’ın, tespitleri arasında gerçekçi oylan en önemli yaklaşım olarak bu nokta durmaktadır. Yaklaşan çöküşe karşı ülkenin direnebilecek bir alt yapı ve kaynaklarının olmaması, ülkede sadece ekonomik sonuçlarıyla açacağı yaraları değil; tıkanmış çözümsüz bırakılmış tüm siyasal ve sosyal sorunları da alevlendirecektir. Bundan Kürt sorununun payını alması kaçınılmazdır. Ancak Arıboğan, ekonomik çöküşün ülke genelini ayrımsız yaralayacak sonuçlarından tek bir anlam çıkarma uğraşısındadır, o da Kürtler şiddetli tepkiler gösterebilirler yönünde olmuştur. Bu Kürt fobisinin ele alınan her konuda ısrarla öne çıkarılması, ülkemizin bir sorunu olmaktan çok, uzaydan paraşütle indirilmiş ya da bir dış mihrakın işaretiyle oluşmuş imajını verme çabasını yansıtıyor.


Türkiye son 300 yıllık tarihi içinde ekonomik açıdan kendi kaynakları üzerinde bir denge tutturamamış dünyanın ender ülkelerinden biridir. İnanılmaz kaynaklarını, denizlerle kuşatılmış coğrafyasının olanaklarını hiçbir zaman etkin bir ekonomik veriye dönüştürememiştir. Bunun tarihi nedenleri olduğu kadar, stratejik yönelimlerinin de önemli bir payı bulunmaktadır. Ülke iç sorunu olmaktan başka anlamı olmayan tüm sorunların, bu yanlış ekonomik yönelimler nedeniyle de sorunların çözümsüzlüğü, bir çürümeye ve çatışma ortamlarının içine sürüklenmeye yol açmıştır. Bu tarihi bakış ve verili ekonomik ölçümlere rağmen bir mahalle kavgası yürütmekten aciz ordularını kendi vatandaşlarının katli için sınır ötesi operasyonlara sürükleyen, gençlerinin birbirini öldürmesi için zorunlu askerlik yasasına sırtını dayamakta bir abes görmemektedir. Fiyaskoyla sonuçlanan bu tür girişimlerden de ders almayanlar, ekonomik çöküşle birlikte patlak verecek birikmiş sorunlara yine bir dış neden arama komikliğine düşmekte, halkını bu tür söylemlerle aldatmaya devam etmekte bir zorluk çekmeyeceklerdir. Bunun sorumlusu, sonuçlar değil nedenlerdir. Arıboğan, bu noktayı tüm iddialarında ihmal ederek yaklaşımlar yapmakla, haksız milliyetçi refleksleriyle bilim çözümlerini birbirine karıştırma durumunda olmaktadır.

Bu bölümü yorumsuz aktaracağım bir alıntıyla sonlandıracağım, “yaşanan krizin, yaklaşık 3 aydır şiddetli bir şekilde devam eden askeri operasyonların ardından gelmesi hiç tesadüf değildi. Bu üç aylık dönem içerisinde kaç uçağın havalandığı, ne kadar bomba yağdırdığı, kaç araçlık askeri filonun sürekli hareket halinde olduğu, ne kadarlık asker ve mühimmat sevk edildiği, iaşe ve silah giderlerinin Genelkurmay bütçesini ne kadar aştığı sır gibi saklanıyor. Ancak Mart ayının ilk haftasında ekonomiden sorumlu bakanlar ile Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay yetkililerinin “ek askeri bütçe” konusunu görüşmek üzere toplanmaları, 2008 yılının ödeneklerinin daha şimdiden tüketildiği yorumlarına neden olmuştu. 223 milyar YTL’lik 2008 bütçesi içerisinde savunmaya ayrılan pay 13.3 milyar YTL idi. 2006'da 11.8 7 milyar YTL kaynak ayrılan Milli Savunma Bakanlığı periyodik artışla bu yıl 13,3 milyar YTL’ye ulaşmıştı, ancak savaşa ayrılan bütçe olanakları bu görünen ayzbergin kat kat fazlası... Çünkü bu bütçenin yanı sıra bugüne kadar kaynağı ve harcamaları denetlenemeyen Savunma Sanayi Destekleme Fonu (SSDF) ile Türk Silahlı Kuvvetlerini Geliştirme Vakfı (TSKGV)’nin sağladığı gelirler de savaşa aktarılan kaynaklar arasında yer aklıyor. Ayrıca dış kredi ve hibeler yoluyla TSK’nın temin ettiği varlıklar da bu bütçenin tamamen dışında bulunuyor. Buna rağmen operasyonların yükü, askerin ek bütçe talebi biçiminde AKP’nin masasına getirildi.

“Türkiye’nin yaşadığı bu kriz, dünya ekonomisindeki gelişmelere göre kendine sakin bir liman arayan küresel finans sahiplerinin kaçma becerilerine göre şekil alacak. Hisse senetlerine bağlanmış olan kaynakların ne kadar hızla kaçacakları, krizin şokunu ve şiddetini de belirleyen unsur olacak. Çünkü küresel oyuncular, askeri operasyonların başarısızlığı sonrasında, Türkiye’nin askeri harcamalarına akan kaynakların geri dönüşü konusundaki iyimserliğini de kaybetmişti ve olası bir seçim durumunda ellerindeki sermayeyi koruma telaşına düşmüşlerdi.” (İlhami Vural)


ERGENEKON DAVASI
Ergenekon davası, soğuk savaş halindeki iki temel siyasal gücün belli bir süreçte yakınlaşması sonucu atılan bir safradır. Basının yarattığı hava kadar değeri olmayan bir davadır. Perinçek, Selçuk, Alemdar gibi çevreler ülkemizin siyasal bölünmesinde artık marjinal bile değillerdir. Oyun çok daha büyük yerde "yaratıcı anarşi"nin beklenen büyük kaosları yaratacak işlevlerindedir. Ülkemiz yakın bir dönemde bu çöküşe doğru uzanıyor, ama Ergenekon davası bunun temel unsuru değildir. Olsa olsa büyük bir nitelik içinde sıradan bir niceliktir.
Bu açıdan olayları bölge ölçeğinde enerji kaynakları ve enerji yollarının denetim ve korunmasıyla ilgili pragmatik hesapların belirleyeceği süreçlerle bağlantısı ölçeğinde ele almak gerek. Böylesi bir bakış, ABD başkan yardımcısının bölge ziyaretiyle de önemli bir kesişme içindedir. Yeni ABD yönetimine giderken ciddi bir kırılma yaşanması, amaçlarına nispeten (Irak işgali ve petrol kaynaklarına el koymakla öncelikli olarak) varmış olan, ancak bunu istediği ölçekte bir bölge siyasal haritasına çeviremeyen ABD'nin kimi çılgınlıklara girişmesini getirebilir. Ancak genel doğrultulara bakılırsa, İran’a karşı hala bir şey yapıp yapamayacağı konusunda kararsızlık ya da hazırlık içinde olan ABD'nin bölgede çıkarlarını pekiştirmede takip edeceği yollar, ülkemizde ve bölgemizdeki olayların mecrasını belirleyecektir. Böylesi stratejik süreçlerde, ne Ergenekon çetesi ne de onları uzun süre kendi bataklıklarında besleyenlerin oyunun kurallarını belirleme şansı yoktur.


Buna rağmen, ülkemizde siyasal yönetimlerin bu büyük oyun içine sürüklenişte düştükleri handikapları akılda tutmakta yarar vardır. Bu da anti demokratik siyasal süreçleri sürdürme inadı ya da devlet statüsünün açılıma yetersiz olma konumunu sürdürmedeki ısrarlarıdır. Milliyetçi duruşun ırkçılığa kadar uzanan dayatmalarıyla, ülke mozaiğinin kararsız, dengesiz ve iç savaşa doğru itilmesi, toplumun çağdaşlaşma sürecinin kesintiye uğratılması yönünde galebeciliğin (çoğunluk baskısı) yarattığı karanlık basınç gibi sayılabilecek birçok etmenin, ülkedeki kaosa yaptığı katkıları göz önüne almak gerekir.


Kimlik bunalımını aşmamış bir ülkenin, bunu demokrasiyle aşma çabası yerine daha da ilkel bir gericilikle, dinin “birleştirici çimentosu” adı altında tarihte hiç bir zaman sonuç vermemiş girişimlerle gerçeği örtme inadından çıkılmaz ise, tek boyutlu bir ülke ütopyasında diretmenin yaratacağı kaosun sonucu, iyiden iyiye bölünmüş bir ülkeyle karşı karşıya kalmak kaçınılmaz olacaktır. Bu açıdan süreç, Ergenekon’dan daha önemli boyutlar taşıyor.