Sınırları insan erdemleriyle belirlenmiş, ne sınıfsal ne de etnik nedenlere mahkum olmamış doğrularımızla özgürlük ve demokrasi mücadelesini sürdüreceğiz...

BURADAYIZ İŞTE...

OKURLARIMIN DİKKATİNE. BLOGUMDA TEKNİK BİR ARIZA YA DA BİR SALDIRI GERÇEKLEŞMİŞTİ.. ŞİMDİ HER ŞEY YOLUNDA...EMEKLERİMİZ BURADA... SAĞLICAKLA KALINIZ...

PARALEL BİR BLOG DA DEVAM EDİYOR...

Yeni blogun adresi: http://mirural.blogspot.com/

ŞU AN İZLEMEKTE OLDUĞUNUZ BLOG ADRESİ İLE YENİ BLOG ADRESİ BİRBİRİNE ÇOK YAKINDIR. İLGİNİZE TEŞEKKÜRLER.

MİHRAC URAL

...

...

...

...

TÜRK MODERNLEŞMESİ JAKOBENİZM VE BONAPARTİZM

Yener Orkunoğlu

Türkiye'de modernleşme hareketinin tarihini ve modernleşmenin toplum üzerinde yarattığı etkileri incelemek ve aynı zamanda modernleşme konusunda liberal entelektüellerin yarattığı yanılsamaları açığa çıkarmak zorundayız.
Liberal entelektüellerin çarpıttığı bir konu var. Siyasal İslam'ın yörüngesine girmiş bir çok entelektüel, Türkiye'deki Kemalistleri Jakoben olmakla suçlarlar. Yani Jakobenizm, darbeci ve anti-demokrat olmakla özdeşleştirilir. Böylesi bir değerlendirme, Jakobenizmin çarpıtılmasıdır. Kemalizm'i, Jakobenizm olarak değerlendirmek, Jakobenizme karşı bir haksızlıktır. Çünkü Jakobenizm, Fransız Devrimi döneminde küçük burjuvazinin (baldırı çıplakların) radikal bir devrimci hareketi olarak doğdu. Fransız Devrim hareketinin sol kanadını oluşturur.
((Devamı orta sol sutunda))

..

..

Mihrac Ural

Mihrac Ural

Yeniden felsefe okumak


Cumhuriyetin Doğuya sırtını dönmesinin mahkumu idik. Alfabe kırılmasının sonucu da, okuma adına nemiz var nemiz yok, arşivlerin küfüne terk edildi. Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle zaten olmayan okumalara, sıçramalardan oluşan, dengesiz ve sonuçta eksiklikten kaynaklanan bir topallamaya düştük. Bu da, ülkemiz felsefe bilincinin derinlik ve bütünlüğünü oluşturacak zincir halkalarının kopuk olmasını getirmiştir.
Yunan felsefesi akılcılığının Aristo’yla temsil edilen sunumunu, İslami bir yorum ve ilerleyişle ele alan Farabi’de ifadesini bulan akılcılığa karşı, “ Tahafüt el Felasife” diyerek, dünya ve ahiret işinde akıla yer bırakmayan Gazali’nin, bu güne kadar süren tutuculuğundan yana saf belirlemiştir. Gazalinin, “filozoflar”ın aklın hareketinden yana dünyevi olayları yorumlayan yaklaşımlarına karşı yaptığı eleştirilere, aklın bir militanı İbni Rüşt’ün ünlü cevabı olan “Tahafüt el Tahafüt” ü tanımazlıktan gelmiştir. Böylece sağ, Yunan ve batı felsefe okumaları eksiğiyle iki ayağı topal hale gelmiştir. Dayandığı felsefi okumaların karşıtlarını da bilmemekle, sığ kalmıştır.((Devamı sol ana sutunda))

****

****

24 Nisan soykırımı hepimizi katletmişti...

Mihrac Ural

Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi –soykırımı- hepimizi katletmişti. Tam 93 yıldır sürmekte olan zorunlu sürgün ile insanlık sucunda İttihat –Terakki’nin ‘SOYKIRIM’ imzası vardır.

Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır.

Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur.

“Resmi tarih” diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.**19. yy sonlarından başlayarak, Katolik ve Gregoryan (Ortodoks) diyerek birbirlerine kırdırılan, tenkil ve sürgünlerle, mal mülklerine el konularak baskı altında tutulan Ermenilere yönelik soy kırımı, I Dünya savaşının, malum bol bahaneleri altında girişilmiştir (24 Nisan 1915).

Savaş sırasında, önce Ermeni gençlerinin Askere alınarak silahsız bırakılması ve ardından toplu tasfiyelerin yapılması, geride kalan Ermeni halkının Tenkil ve sürgünlerine geçilmesi. Bu konuda talimatların dakik bir biçimde, en yetkili resmi merciler tarafından istenip, izlenmesi. O dönemin Sadrazamı (Başbakanı) Talat Paşa’nın, başından itibaren olayları, dikkatlice takibi, emirler vermesi, istatistik tutması (iskan edecekleri yerde dahi nüfusa göre oranlarının %5 geçmeyecek düzeyde tutulmaları talimatları da dahil) ve bunun en ince ayrıntısına kadar yazılı özel notlarla tescili, Ermenilere reva görülen her şeyin, planlı bir tarzda icra edildiğini göstermeye yeterlidir (Ermeni tehciriyle ilgili Talat Paşa’nın tutanakları için bkz. Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi, 24 Nisan 2006’dan itibaren yayınlanan dizi) Bu, Ermenilere ilişkin, adına ne konulursa konulsun, yapılacak olanların önceden planlanmış eylemler olduğunu gösterir.

Bundan sonra, sonuçlara bakılarak, yapılanlara verilecek ad, tanımlamaya geçilir.*Böylesine planlı ve en ince ayrıntısına kadar takip edilmiş ve bir etnik topluluğa yönelen, sonuçta en iyimser tahminlerle, el yazması tutanaklardaki rakamlarla bir milyon (1000 000) üzerinde Ermenin ölümüne yol açan, kimi şehirlerde nüfusu yüz binlerden sıfıra indiren, çoluk çocuk on binlerce canın etnik yapısını değiştirmek için farklı etnik toplumlara dağıtan, topraklara el koyan, binalarını yıkan, her türden maddi ve canlı servetine el koyup katleden girişimlere, soy kırımından başka bir ad verilemeyeceği görülür.

Bu bir soykırımdır. (..)Osmanlıdan, cumhuriyete süre gelen bu aklın, daha uzun süre yürürlükte olma tehlikesi tüm çıplaklığıyla kendini göstermektedir. Tarihimizle cesurca yüzleşmeden bu aklı toplumsal işlevlerimizden ve geleceğe ilişkin yaşam planlarımızdan söküp atmak güç gibi duruyor.
((*)Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı –Mihrac Ural)

**
Sıranın kendisine gelmeyeceğini sananların dikkatine, bu vatanın birimize değil, hepimize ait olduğunu bir kez daha, bin kez daha yeniden birbirimize kanıtlamakla yükümlü olduğunuzu artık anlamak zorundasınız.

Bilmelisiniz ki, farklılıkları içselleştirmek, onlarla barış içinde yaşamayı fiilen gösterip, haklarını anayasal ve kurumsal güvencelerle kökleştirmek ertelenmez bir görev haline gelmiştir, bu yapılmadıkça bu vatanın hepimize ait olduğuna kimseyi inandıramazsınız.

Mümkünü, imkansız hale getirmeye devam ederseniz, sizi biz farklılar, ayrı varlıklar bile kurtaramaz. Bunun vebali, Hrant Dink’in katline yol açan akıl sistematiğinin kıyımına tek tek ve topluca maruz kalmaktır bilesiniz.
((*)Hrant Dink'in Katli ve Tarihi Gerçekler –Mihrac Ural)


Murat Altunöz’ün Beklenen Kitabı Kırılgan Zamanlar Çıktı…

2002 Ocak ayında başladığımız yolculuğumuza 7 yıldır devam ediyoruz. Karalama Dergisi, ülkenin koşullarına göre bazen inişler ve çıkışlar yaşamamıza rağmen her geçen gün dergimizle daha da büyüyoruz.

Karalama Dergisi olarak;
Şair Nevruz Uğur ve Halil İbrahim Yıldız’ın kitaplarından sonra Karalama’nın Kurucusu ve halen Editörü olan Murat Altunöz’ün Kırılgan Zamanlar adlı kitabını yayımladık.
Geçmiş zamanların, kırılmış, yalnız ve hüzünlü dizelerinde bulduk kendimizi,
Her dize de bir direniş, bir sürgün, bir ayrılık ve özlem var.
((Devamı sol alt sutünda))

...

...

Yerel Çeteleşmenin Boyutu...

Murat Altunöz /Gazeteci

Çeteleşme yıllar sonra Ergenekon operasyonuyla tekrar gündeme geldi. Eskiden bildiğimiz mafya sistemi çökmüş artık daha organize ve daha profesyonel bir hal alan almıştır.Bazı yazarlar, Emekli Polisler ve Emekli askerlerinde içinde bulunduğu yeni bir yapı ortaya çıktı.Aslında bu tür çeteleşmeler yıllardır hep ülkemizde vardır. Ama bu hafta benim bahsetmek istediğim yerel çetelerdir. malesef son yıllarda ciddi anlamda yerel çeteleşme ve Organize suçlarda bir çoğalma vardır. Zaten Hatay il Emniyet Müdürü Osman Çapalı'da bu konuya dikkat çekerek " Bireysel suçlar artık organize suçlara kaymıştır" demiştir.
((Devamı sol ana sutunda))


İNTERAKSİYON

Faiz Cebiroğlu
Her gelişim, karşılıklıdır. Her ileriye yönelik değişim, bir interaksiyondur. İnteraksiyon, karşılıklı etkileşim oluyor. İnsanlar, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek sosyal yönlerini geliştiriyorlar. Sosyal yönünü geliştiren insan, aldığı öğreti ve deneyimlerle bireysel yönünü ”işleyerek” yapılandırıyor. Yapılanma, ”özbilinç” ve ”özgüven” ile nitelik bir hal alıyor.

İnteraksiyon ya da karşılıklı etki, yaşadığımız toplumda, değişik yer ve ortamlarda farklı farklı oluyor. Dille başlayan diyaloğa; insanların bulunduğu yaşam tarzları, çalışma biçimleri ve kısacası sahip oldukları sınıfsal konumları da ekleniyor. Sosyal sınıf, gelişimde ”ana halka” oluyor. Sosyal sınıf, ileriye yönelik değişimin ”can alıcı noktasını” oluşturuyor.

(Devamı orta ana sütunda )
http://mirural.blogspot.com/

...

...

Yabancılaşmanın Dinamiği


Mihrac Ural

Yabancılaşma, insanlık ailesini birbirine yakınlaştıran, farklarını hızla öteleyen özel mülkiyeti ve olumsuz sonuçlarını bile köşeye sıkıştırma işlevi gören sonuçlarıyla, olumsuz değil çok olumlu bir role sahiptir. Tarihsel süreciyle derinleşip geliştikçe gerçekleşen yabancılaşma, insana çok daha cüretkâr olma, çok daha özgürce beyin labirentlerinde kurguladığı fantezileri yaşama ve bunu yaparken de dar anlamda aile, mahalle gibi klancı darlığın etkiler altında kalmayıp, geniş anlamda da ulusal sınırları aşıp belki başlangıcı sanal âlemin nimetleriyle, bilgi çağının iletişim olanaklarıyla bu tutku ve arzularının doruklarını zorlama şansını elde etmektedir.Yabancılaşma olmasaydı, emeğin sosyal etkilerinden bahsetmemiz mümkün olamazdı. Emek ne kadar sahibinden uzaklaşır, ne kadar sahibine belirgin olmaktan çıkarsa, o kadar evrensel ölçeklerde hizmet sunmaya başlamış demektir. Ve bir o kadar kültürel farklılıklarını hesaba katmadan ( renk, ırk, ulus, coğrafya, bölge farkı tanımadan) insan türüne ait hale gelmiş demektir.
((Devamı orta ana sol sütunda: ))
http://mirural.blogspot.com/

..

..

MİLLİ MARŞLAR

Ayşe Hür
1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı ‘Tre Trallade Jantor’dur. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkar ve ‘Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr….’diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası olayı "centilmen Türk seyircisinden jest" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi…
“Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur/Katibimin setresi uzun eteği çamur… diye başlayan ünlü türkünün bestesi 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’daki Selimiye Kışlası’nda kalan ‘eteklikli’ İskoç Alayı’na moral vermek için yazılmış ‘Donsuz askerler…’ diye başlayan bir asker şarkısıdır. II. Mahmut döneminde (1808-1826) modernleşme çabaları sırasında askerlere giydirilen setre ve pantolon mutaassıp çevreler tarafından ‘sokağa donla çıkmakla’ eşdeğer görülmüş, özellikle de ‘gavur mukallitliği’ denilen bu modernleşme hareketine çabuk uyum gösteren eli yüzü katipler halkın diline düşmüştür. Bir İstanbul külhanbeyi, bu katiplerle alay etmek için, Üsküdar yolu üzerinde olan Selimiye Kışlası’nda kalan İskoç askerleri için yazılan marşın müziğine Türkçe sözler yazar ve ünlü Katibim türküsü ortaya çıkar.
1974 Kıbrıs ‘Barış Harekatı'ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkumları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.

((devamı sol büyük sütunda))

7 Şubat 2008 Perşembe

Gelenek, inanç, siyaset ve tesettür



Ayşe Hür

Gelenek, inanç, siyaset ve tesettür
Asur kanunlarının (tanrılara adanmış) fahişelerin dışında kalan kadınların örtünmesine 40. ve 41. maddeleri örtünmeyle ilgili ilk yazılı belgelerdir. Ancak adı, biçimi, rengi, deseni farklı olsa da örtünme insanlık tarihi ile yaşıt sayılır. Bazen vücudu doğadan korumak için, bazen adet, ergenlik, evlilik, savaş, zafer, çile, ölüm ve yeniden diriliş gibi olayları simgeleştirmek için kadının örtünmesi istenmiştir. Mitoloji, büyü ve çok tanrılı dinler de kadınların örtünmesine bolca gerekçeler sunmuş, normlar koymuşlardır. Örneğin Asur kanunlarının 40 ve 41. maddelerinde ‘tanrılara adanmış fahişe olmayan’ kadınların örtünmesi emredilmiştir. İyonlarda, Hititlerde, Yunanlılarda, Frigyalılarda ve Romalılarda başlar sadece gözler ortada kalacak şekilde örtülmüştür.
Yahudilerin kutsal kitabı Talmud’a göre, başına örtü örtmeden sokaklarda dolaşan bir kadını kocası mehir denen bir tür nafaka ödemeksizin boşanma hakkına sahipti. Eski Ahit’te (Tevrat) kadının başını örtmesi ile ilgili üç bölüm vardır. İşaya 3/20’de başa giyilen kıyafet anlamında fara, İşaya 3/23 başörtüsü anlamında tsnyafaah, Tekvin 24/65-38/14,19’da yüzü örten örtü anlamında tsaayafa kullanılmış, erkeklerin Tanrı’ya hürmet için başlarını örttükleri gibi, kadınların da erkeklere hürmetinin işareti olarak başlarını örtmeleri gerektiği söylenmiştir.
‘Kadın erkeğin yansımış ışığıdır’
Hıristiyanlıkta örtünme ilgili emirler Aziz Pavlos’un Korinthoslulara Mektupları’nda (11/4-16) boy gösterir: “Şunu bilmenizi istiyorum: Her erkeğin başı, İsa’yı, ama bir kadının başı kocasını (temsil eder) ve İsa’nın başı ise tanrıyı temsil eder. Buna karşılık kadının başında örtü olmaksızın ibadet etmesi onun başını kirletir. Çünkü böyle bir kadın, saçları kökünden kazınmış bir kadının kendisidir. Bir kadın başını örtmüyorsa, saçını kestirsin. Ama saçlarını kısa kestirmek veya kazıtmak, bir kadın için aynı şekilde utanç verici bir şeydir. Kadın saçı uzun olmakla kalmamalı başını örtmelidir. Erkek tanrının kopyası ve onun yansımış ışığı olduğu için, başını örtmez. Ama kadın örtünmeli çünkü o erkeğin yansımış ışığıdır. Çünkü uzun saç, kadına örtünmesi için verilmiştir.” Sonraki yıllarda Hıristiyanlarda başını örtmek yaygınlaşmış, namuslu her kadının başını örtmesi zorunlu olmuştur.
Hicaz Örfü
İslamiyet öncesinde tüm Arap dünyasında egemen olan ‘Hicaz örfü’ yüzünden kadın olsun erkek olsun, hür sınıftan tüm insanlar başlarını örterlerdi. Örtünmenin (Arapça ‘tesettür’) sosyal bir statü simgesi olması sayesinde Arap kadınlarının İslamiyet’e kolay uyum sağladığı iddia edilse de, Kuran’da örtünmeye 10 ayette değinmek gerekmesi işin pek öyle olmadığını düşündürüyor. O günden beri bu ayetlerde geçen ‘ziynetler’, ‘avret yerleri’ gibi terimlerle neyin kastedildiği, örtünmenin ‘iman’ meselesi mi, yoksa ‘amel’ meselesi mi olduğu tartışmaları sürüyor. Nitekim, bugün İslam coğrafyasında tek tip örtünme şekli yok.
Sonuç olarak örtünme ile gelenek, inanç ve siyaset arasındaki ilişkileri analiz etmek kolay değil. Ancak toz duman arasında görülen o ki, insanlık tarihi boyunca gelenek de, inanç da, siyaset de tüm enerjisini kadını ‘görünmez’ kılmaya, en azından toplumsal hayattan dışlayarak eve hapsetmeye hasretmiş. Muhafazakarlar bu işi kadını örterek yapmış, modernleşmeciler açarak yapmış. Belki de meselenin çözümü sadece kadın ve erkek cinsleri arasındaki ilişkilerde yatıyor. Bu haftayı, Osmanlı ve Türk kadınının 700 yıllık ‘görünür olma’ mücadelesine bir göz atmaya ayırdık. Kadının kendi bedeni ve kendi hayatı konusunda bizzat kendisinin söz sahibi olacağı bir dünya özlemiyle, herkese iyi okumalar….
Türk Kadınları
Türkler Müslümanlarla 7. yüzyıldan itibaren temas etmişler ancak İslam dinini topluca seçmeleri ancak 10. yüzyılda gerçekleşmişti. 922’de Abbasi Halifesi’nin elçisi olarak Aral Gölü ve Hazar Denizi arasında kalan bölgede yaşayan Oğuz Türklerini ziyaret eden İbn Faldan Oğuz kadınlarının başlarını örtmediğini söyler. 11. yüzyılda Anadolu’ya gelen ve burada ilk Türk devleti olan Selçuklularda da kadının örtünmesi kısmen sürmüştür. Örneğin Doğu ve Batı Türkistan’da hüküm sürmüş olan Karahanlılar (M.S.960-1212) zamanında yazan Yusuf Has Hacip, 1067-1068 yıllarında yazdığı siyasi ahlak kitabı Kutadgu Bilig’de “...kadınlardan hayâ gitti, yüzlerini örtmezler” diye yakınır. 1325-1340 yılları arasında bir takım Türk ülkelerini dolasan Faslı gezgin İbn Batuta’nın anlattığına göre o tarihlerde Türk kadınları örtülü değildir. 1333 yılında İznik’i ziyaret eden gezgin, o zamanlar Osmanlı Hükümdarı olan Orhan Bey’in karısı Nilüfer Hatun’un huzuruna kabul edildiğini ve beraber yemek yediğini anlatır. Ahalisinin Türkmen olduğunu söylediği Alanya ile ilgili olarak da “Bu ülkede bir eve indiğimizde kadın, erkek durumumuzu soruştururlardı. Burada kadınlar erkeklerden kaçmazlar, ayrılacağımız zaman sanki akrabaymış gibi bizimle vedalaşırlar ve gözyaşı dökerlerdi” der.
Osmanlı ülkesine örtünmenin girişini tarihçi Şikarî şöyle anlatır: “Yüz örtmek sonradan adet oldu. Karamanoğlu Alaüddin’in Hamidoğlu İlyas diyarını katliam ettiğinde üç kabile Diyar-ı Osman’a firar etmişlerdi. O vakit bunları Murad Han (I. Murad, 1360-1389) görüp pek temiz ve uslu adem olduklarından kendi şehrinde (Bursa’da) yerleştirilmiş. İşte bu kabile kadınları pek güzel olduklarından herkes bunları temaşa etmeye (seyretmeye) başlayınca ulema tarafından bu kabilenin hatunlarının yüzleri siper edilmesi (yüzlerinin saklanması) emredilmiş. İşte ne vakit taşra (dışarı) çıksalar, o kabile hatunları yüzlerini siper ederlerdi. Fakat bu hal sonradan diğer kadın ve kızların da pek hoşuna geldiğinden herkes daima güzelce her tarafını örtmeye başladı.”(Karaman Tarihi’nden aktaran Pars Tuğlacı, Osmanlı Döneminde İstanbul Kadınları, Cem Yayınevi, 1984, s. 68)
Bundan anlaşıldığına göre İslamiyet’in kabulünden 400 yıl sonra bile Bursalı kadınlar açıktır ama 1453’te İstanbul’un fethinden sonra Bizanslı kadınların da yüzlerini peçe ile örtmelerinin etkisi ile durumun değiştiği sanılır. Her ne kadar bir 16. yüzyıl minyatüründe Fatih Sultan Mehmet’in eşi Siti Hatun yüzü açık, bol ve rahat bir başörtüsü ve kapalı olmayan bir giyimle resmedilmişse de, bu tarihten itibaren gerek İran kültürünün, gerekse Halifelik kurumunun etkisiyle kadınlar konusunda muhafazakar yorumlar egemenliğini ilan eder. Bu tarihten itibaren ferace, yaşmak ve pabuçların şekil ve renklerini, feracelerin yaka boyları, üzerindeki nakışları, yaşmakların biçimlerini, kumaşların kalınlığı-inceliğini düzenleyen fetvalar ortaya çıkar.
Lale Devri’nin ‘Yaramaz Kadınları’
Müslüman Türk kadınlarının sokaklarda, zamanın ölçülerine göre açık sayılacak şekilde dolaşmalarını önleme konusunda ilk yasak meşhur Lale devri Padişahı III. Ahmet tarafından 1725’de çıkarılmıştır. Fermanda “İstanbul, memleketimizin yüzü suyu, bilginler, dürüstler ve edipler beldesidir. Halkının da günlük kıyafetlerinin şeriata uygun olması devlet namusu gereğindedir. Fakat savaşlar yüzünden çok önemli işlerle uğraşılırken bu husus ihmal edilmiştir. Bazı yaramaz kadınlar bunu fırsat bilip, sokaklarda halkı baştan çıkarmak gayesiyle aşırı süslenmeye başlamışlardır. Yeni biçimlerde çeşitli esvaplar yaptırmışlar. Hıristiyan kadınlarını taklit ederek başlarına acayip serpuşlar geçirmişlerdir. Bundan böyle kadınlar bir karıştan ziyade büyük yakalı ferace ve üç değirmiden fazla baş yemenisi ile sokağa çıkamayacaklardır. Feracelerde süs olarak bir parmaktan enli şerit kullanılmayacaktır. Bu yasakları dinlemeyecek olan kadınların sokakta yakaları kesileceği ve esvaplarının yırtılacağı ilan olunsun. Dinlememekte ısrar edenler yakalanıp başka şehirlere sürüleceklerdir” denir.
Bu tarihten Tanzimat’a kadar çıkarılan fermanlardan bazıları kısaca şöyledir: 1726’de I. Mahmut’un Fermanı: ‘Müslüman kadınlar başlarını Hıristiyan kadınlarını taklit eder şekilde yapıyorlar. Bu hal ve eninin en fazla üç misli boyunda yemeniden büyük başörtüsü kullanılması ve büyük yakalı ferace giyilmesi yasaktır.’ 1751’de yine I. Mahmut’un Fermanı: ‘Kadınlar piknik yerlerinde açık saçık dolaşıyorlar. Bu durumun önüne geçilmelidir.’1792’de III. Selim’in Fermanı: ‘Kadınların feraceleri öylesine incedir ki, feracenin altına giyilen elbise görülüyor. Bundan böyle giymemelidirler.’1819’da II. Mahmut’un Fermanı: ‘Müslüman Kadınları, sarı, pembe ve buna benzer açık renk, Hıristiyan kadınları siyah ve buna benzer renklerden ayrı feraceler giymeyeceklerdir.’ Görüldüğü gibi, kadınlar ısrarla açılmaya çalışmakta, buna karşılık muhafazakar yöneticiler onları kapatmaya uğraşmaktadır.
Çarşaf Modası
1850’lerde Suriye Valiliği’nde dönen Suphi Paşa’nın karısı tarafından İstanbul’a getirilen çarşaf ancak 1880’lerde yaygınlaşmış, çarşaf yasakları da bu dönemde başlamıştır. II. Abdülhamit 1882 yılında bir Cuma namazından dönerken yolda siyah çarşaflı ve çok ince peçeli bazı kadınlar görmüş; tam olarak örtünmemiş olan bu kadınları matem elbiseli Hıristiyan kadınlarına benzettiğinden Müslüman olup olmadıkları hususunda şüphe duymuştur. O sırada bazı münasebetsiz erkeklerin çarşaf giyerek hırsızlık ya da diğer maksatlarla öteberiye girdikleri de işitilmiş olduğundan, gerek dindarlık, gerekse bu tür hırsızlıkların önlenmesi amacıyla modaya uygun türde çarşafların giyilmesini yasaklamıştır. Ancak bu durum sadece İstanbul için geçerlidir. Örneğin 27 Temmuz 1882’de Levant Herald gazetesinde şöyle bir haber çıkar: “Yeni İzmit valisi, civar köylerden pazarda satmak için, pazara mal getiren, ferace giymemiş ve ayağında pabuç olmayan Türk kadınlarının beş gün hapis ve bir Mecidiye para cezasına çarptırılacağı konusunda bir yasak çıkardı. Bu yasağa karşılık köylü kadınlar, atalarından kalmış gelenek ve göreneklerini hiçe sayıp baskı altına alan bu yeni kanuna uymaktansa, köylerinde kalmayı yeğlediler.”Anlaşılan Türkmen kadınları henüz İslamiyet’e teslim olmamışlardır. Gerçekten tarih boyunca sadece İstanbul ile taşra arasında değil, İstanbul’un Kadıköy ve Boğaz bölgeleri ile Üsküdar ve Beyoğlu arasında bile örtünmenin derecesi konusunda ciddi farklar olacaktır.
Osmanlı Devleti’nde 19. yy ortalarından itibaren sınırları genişleyen ve etkili olmaya başlayan modernleşme çabaları, gündelik yaşam alışkanlıklarıyla beraber giyim kuşamı da değiştirdi. Kırım savaşı sırasında (1853–1856) İngiliz ve Fransız subay eşlerinin Batı modasını İstanbul’a taşımaları bu değişim sürecini hızlandırır. 19. yüzyılın sonlarına gelindiğinde toplumdaki gelenek ve modernlik arasındaki çatışma kadın giyimini de iyiden iyiye etkiler. Kıyafette hızla Avrupa modası izlenirken, Saray halkı ile üst tabaka ailelerinin kıyafetleri doğrudan Paris’ten getirilmeye başlar.
Savaşların Etkisi
1908’de ikinci kez ilan edilen Meşrutiyet kadının ‘görünür’ olma çabası için güçlü bir çerçeve oluşturur. İnce peçeyle dolaşanlar artar, peçe takmayanlar, ferace yerine şapka takanlar görülür. Kadınlar daha rahat yürüyecekleri, daha rahat arabaya binecekleri kloş eteklere, pelerinlere yönelirler. Ancak muhafazakâr çevreler de boş durmaz. Bazı hocalar peçesiz kadınların yüzüne tükürmenin, hırpalamanın ve faytonlarını taşlamanın vacip olduğuna dair fetvalar verirler. Özellikle de 31 Mart (Nisan 1909) ayaklanmasından sonra, ‘çarşaf giymemek’, içki içip havaya ateş açmak gibi asayişi bozucu bir eylem sayılacak ve sürgün ile cezalandırılacaktır.
Balkan Savaşları sırasında Yunanistan’ın Selanik’i işgali sonrasında buradan İstanbul’a göç edenler oradaki yaşam tarzlarını da buraya taşıyacaktır. I. Dünya Savaşı sonrasında İstanbul’un İngiliz, Fransız, İtalyanlar tarafından işgali ile birlikte, yabancı askerlerle birlikte İstanbul’a gelen Avrupalı kadınlarla birlikte bu süreç hızlanmış ve giyim konusundaki batılılaşma önemli bir mesafe kat etmiştir. Kısalan ve daralan çarşaflar faytona binmeyi zorlaştırınca, çarşafta yırtmaç kullanılması gündeme gelir. Yırtmacı ve başı kapatmak için de pelerin giyilmeye başlamıştır. İlerleyen yıllarda pelerin yerini, siyah ve dörtgen şeklindeki örtünün başın arkasından bağlanması ile oluşan ‘sıkmabaş’a bırakacaktır.
Orduya katılan erkeklerin yerini kadınların almasıyla kadınların giyimi biraz daha serbestleşir. 1915 yılında yayınlanan bir İrade-i Seniye ile kadınların devlet dairelerinde çalışma saatleri içinde çarşafı çıkarmalarına izin verilmiştir. Bu gelişmenin yanında kadınların etek boylarının yönetmeliklerde belirtilenden daha kısa olması yüzünden polis tarafından evlerine geri gönderilmelerine de rastlanmıştır. Bu gelişmeler başın örtülmesini süse ve örtünme şeklini de bir modaya dönüşme sürecini başlattı. Ayrıca ayakları açıkta bırakan kloş etekler giyilmeye başlanmıştır ve bu etekler geleneksel eteğin yerini almaya başlamıştır. Kadınların dış giyimindeki değişmeler, geçmişte rastlanan yasakları yeniden gündeme getirir. Ancak geçmişten farklı olarak Şeyhlüslamlık yerine bu kez Emniyet Müdürlüğü yasakları ilan etmektedir: “Türk kadınlarının ince kumaşlardan yapılmış çarşaf ve yeldirme giymeleri yasaktır. Çarşafın üst kısmı, kolları örtecek uzunlukta olmalı. Çarşafın ve yeldirmenin bacakları örtebilmesi için boyu ayak bileklerine kadar uzun olmalı. Ayrıca yeldirme, altına giyilmiş elbisenin kesiminde de olamaz. Örtü başı tamamen örtmeli. Bu yönetmelikte tanımı yapılan giysilere uymayan kılıklar en geç iki haftaya kadar uygun olan giysilerle değiştirilmelidir.”
Mülteci Etkisi
1917 Bolşevik Devrimi’nden sonra İstanbul’a akın eden Rus göçmenleriyle birlikte İstanbul’da bir salon hayatı başlar ve süren savaşlara rağmen İstanbul’da başka bir dünya kurulur. Peş peşe açılan gece kulüpleri ve eğlence mekanlarıyla Beyoğlu, bu yeni hayatın merkezi haline gelmiştir. Bu yeni hayat tarzına katılan kadınların giyiminde de önemli değişmeler yaşanır. Yoksulluk ve olanaksızlık yüzünden saçlarına bakamayan Rus kadınları saçlarını kısacık kestirirler ve çirkin görünümlerini şapka ile çarşaf arası ‘türban’ denilen başlıklar altına saklamaya çalışırlar. Ancak zorunluluktan doğan bu baş giyimi bir süre sonra Türk kadınları arasında moda olacaktır. Bir ara durum öyle hal alır ki duvarlarda şöyle bir ilan boy gösterir: “Son aylarda Başkent sokaklarında utanç verici modalar görülmektedir. Tüm Müslüman kadınları eteklerini uzatmaya, korse giymekten sakınmaya ve kalın çarşaf giymeye çağrılmaktadır. Bu emirnamelerin buyruklarına uymaları için onlara azami iki gün süre tanınmıştır.”
Cumhuriyet’in ‘Kadın Projesi’
1919’da Yunanlıların İzmir’i işgali üzerine İstanbul Fatih’te baştan aşağıya siyah çarşaflar giymiş kadınlar meydanda toplanıp Halide Edip ile Meliha Hanım’ı dinlerler. Aslında çarşaf o günlerde İstanbul’da hiç de yaygın değildir, ama kadınlar, çarşaf giyerek belli bir mesaj vermeyi amaçlamışlardır. Çarşaf bir yanda ‘sıradan’ kadınlarla yakınlaşmanın, diğer yanda yaşanan tarihsel anın kutsallaştırılmasının, aynı dava altında anonimliğin ve eşitliğin sağlanmasının bir aracı olurken, ezilen Doğu’yu istilacı Batı’dan ayıran bir simge işlevi görmüştür. Bu simgesellik, Milli Mücadele yıllarında ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında Ankara Hükümeti tarafından da kullanılacak, daha sonra Kemalist rejim tüm enerjisini kadınları çarşaf ve peçeden çıkarmaya harcayacaktır. Ancak ‘Ebedi Şef’in bu konudaki sözleri ve eylemleri ilk bakışta epey kafa karıştırıcıdır.
Örneğin Afet İnan 1918 yılının Temmuz ayında Almanya Karlsbad’ta bulunduğu sırada kaleme aldığı hatıralarında Mustafa Kemal’in “Bu kadın meselesinde cesur olalım. Vesveseyi bırakalım...Açılsınlar onların dimağlarını ciddi ulûm ve Fünûn ile tezyîn edelim[donatalım]. İffeti, fenni sıhhi surette izah edelim. Şeref ve haysiyet sahibi olmalarına birinci derecede ehemmiyet verelim...” dediğini anlatır. (M. Kemal’in Karlsbad Hatıraları, s. 45) Nitekim, 23 Temmuz 1919’daki Erzurum Kongresi sırasında Mazhar Müfit (Kansu) Bey’e yazdırdığı ‘zaferden sonra olacaklar’ listesindeki maddelerden biri tesettürün kaldırılmasıdır. Ancak, yıllarda Atatürk’ün sekreterliğini yapmış olan Hasan Rıza Soyak’a göre Afgan Kralı Emanullah Han’ın Türkiye’ye yaptığı bir ziyaret sırasında gördüğü yenileştirme hareketlerinden etkilenerek kadın giyimi konusunda bir kanun çıkardığını öğrenince üzülmüş, “Eyvah adam gitti demektir; ben kendisine ısrarla bu mevzua girmemesini tavsiye ettim, çok yazık oldu” demiştir. Gerçekten de bir süre sonra Kralın taç ve tahtını terk ederek kaçmağa mecbur olmuştur. (Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, c.I, Yapı ve Kredi Bankası Yay., 1973, s. 278.)
Peki Mustafa Kemal Emanullah Han’a verdiği tavsiyeyi kendi uygulamış mıdır peki? Ömrü boyunca en yakınındakilerden biri olan Falih Rıfkı Atay’a göre “Atatürk, kadın meselesinin üstüne pek varamamıştır. Köyde ve geri kalabalıkta din kadar kuvvetli şey, ırz, ırz da kadın demektir. Ahlakın ölçüsü ırzdır. Dönülmeyen yemin, ırz üstünedir. Medeni Kanun yeni Türk Cemiyetinin hazır nizamı değil, ideali idi. Bu cemiyet mahkemelerde kalıptan dökülmeyecekti. Kızlı erkekli mektepten yetişecek ve mektepten çıkacaktı. İktisadi şartların yaratacağı yasama imkânları kadını hürriyetine kavuşturacaktı. Halk kadınının kurtuluşu uzunca bir zaman alacaktı.” (Resimli Ay, Nisan 1927, S.27)
‘Erkek’ Atatürk, ‘Devrimci’ Atatürk
Ancak, Falih Rıfkı bir başka konuya daha dikkatimizi çeker: “Kadın anlayışında pek garplı olduğu söylenemez. Hatta hanımların boyanmasını bile istemezdi. Son derece kıskançtır. Denilebilir ki harem temayülünde idi. Bu O’nun hissi mizacı ve alışkanlığıdır. Kafasına göre, kadın hür ve erkeklerle eşit olmalıydı. Batı medeniyeti dünyasının kadını ile Türk kadını arasında hiçbir fark kalmamalıydı. Medeni Kanunla Türk kadının bütün haklarını veren Atatürk, kendi münasebetlerinde bırakın ecnebi erkekle evlenen Türk kadınını, ecnebi kadınlarla evlenen Türk erkeğine bile tahammül etmezdi.” (Çankaya, C.II, 1999, s. 367)
İhtiyatlı devlet adamı kimliği ile muhafazakar erkek kimliğinin ipuçlarını 21 Mart 1923’te Konya’da Kızılay Kadın Kolu’nun organize ettiği çayda yaptığı şu konuşmada görürüz: “Gerçekten de özellikle büyük şehirlerde kıyafetlerimiz bizim olmaktan çıkmıştır. Şehirlerdeki kadınlarımız iki aşırı kılık içinde görünüyorlar. Ya dışarıdan ne olduğu bilinmeyen çok kapalı, karanlık bir kılık ya da Avrupa’nın en serbest balolarında bile gösterilmeyecek kadar açık bir giyiniş. Her ikisi de dinimize aykırıdır (..) Kılıklarını da aynen Avrupa kadınını taklit ederek giyimlerini aşırılığa götürenler düşünmelidirler ki; her ulusun kendi gelenekleri, alışkanlıkları, ulusal özellikleri vardır. Başkasını aynen taklit eden millet; ne o milletin aynı olabilir, ne kendi ulusallığı içinde kalabilir. Bunun sonu da umulana varılmamanın acısıdır. Kapalı olmayan fakat erdemli olan bir giyimle ilim ve sanat hareketlerine, sosyal hareketlere katılan kadını, dünyanın en tutucu milleti bile beğenir.” (Aktaran Mahmut Goloğlu, Türkiye Cumhuriyeti-1923, Başnur 1971, s. 85)
Erkek Bencilliği mi?
27 Ağustos 1925 günü İnebolu’da meseleyi bir kez de (sadeleştirilmiş bir Türkçe ile) ‘iklim’ ve ‘erkek bencilliği’ açısından yumuşak bir dille ele alır ama eylemde sertleşeceğinin işaretini de verir: “Seyahatim sırasında köylerde değil bilhassa kasaba ve şehirlerde kadın arkadaşlarımızın yüzlerini ve gözlerini çok yoğun ve itina ile kapatmakta olduklarını gördüm. Bilhassa bu sıcak mevsimde bu tarz kendileri için mutlaka ıstırap verici olduğunu tahmin ediyorum. Erkek arkadaşlar bu biraz bizim bencilliğimizin eseridir. Çok namuslu ve dikkatli olduğumuzun icabıdır. Fakat muhterem arkadaşlar, kadınlarımız da bizim gibi aklı eren ve düşünen insanlardır. Onlara ahlakın kutsallığını telkin ettikten, millî ahlâkımızı anlattıktan ve onların zihnini nur ile, temizlik ile donattıktan sonra fazla bencilliğe gerek kalmaz. Onlar yüzlerini dünyaya göstersinler. Ve gözleriyle dünyayı dikkatle görebilsinler (..) Arkadaşlar, özel olarak söylüyorum. Korkmayınız, bu gidiş zorunludur (..) İsterseniz bildireyim ki, bu kadar yüksek ve önemli bir sonuca ulaşmak için gerekirse bazı kurbanlar da verelim. Bunun ehemmiyeti yoktur (..) Medeniyetin coşkun seli karsısında direnmek boşunadır...” (Söylev ve Demeçler, c.II, s. 221-222.)
Mesaj Alınmıştır!
Benzer bir konuşmayı 30 Ağustos 1925 günü Kastamonu’da da yapınca yerel yöneticiler canla başla giyim kuşam devrimini hayata geçirmeye soyunurlar. Eskişehir Belediye Başkanı yerel gazetede yayınlanan bir bildiri ile hanımların giydikleri peştamalın terk edilerek uygar bir giysi giyilmesi ister. Ordu’da yayınlanan Güzel Ordu gazetesindeki baş makalede peçe ve çarşafın yüzyıllardan beri toplum hayatında sebep olduğu anlamsız etkilerden bahsedilir ve çağa uymayan bu giysilerin terk edilmesi istenir. Tirebolu Belediyesi ise 7 Ekim 1926 yılında aldığı bir kararla halka peçelerini çıkarmaları hususunda 48 saat süre verir. Ayrıca kasabanın ileri gelenlerinin hanımları peçelerini çıkarmak suretiyle halka öncülük etmek istenecek ancak bu çabalar sonuçsuz kalacaktır. Trabzon İl Genel Meclisi 11 Aralık 1926 tarihinde aldığı bir kararla halka 10 gün süre tanıyarak bu tarihten sonra peçe takmaya devam edenlerin cezalandırılacaklarını duyurur. Aydın’da da İl Genel Meclisi tarafından 1 Şubat 1927 tarihinde alınan bir kararla peştamal, üstlük ve çarşaf kullanımı yasaklanarak halka 1 Nisan 1927 tarihine kadar süre verilmiş ve bu tarihten sonra söz konusu yasağa uymayanların cezalandırılacağı duyurulmuştur. 1928’te Sivas Belediye Başkanlığı peçe ve çarşafın kaldırılması yönünde çalışmalar yapılmasına karar verir.
İzlenen politikalar sonuç vermeye başlamış olmalıdır ki kadınlar çarşaf ve benzeri giysilerini çıkararak hızla batılı giysilere bürünürler. Yazları ipekli kumaştan yapılmış tayyör, onun üzerine tayyör rengine uygun ve aynı kumaştan pelerin, başa da arkadan sıkılan tül örtü, kışları tayyör, üzerine manto giyilir. Moda dergileri sıkça manto modelleri vermekte ve biçki dikiş kurslarında öğrencilere manto dikişi öğretilerek, manto giyimi yaygınlaştırılmaya çalışılmaktadır. Ancak baş giyiminde henüz tek tip bir tavır oturtulamamıştır. 1930’da kadınlara belediye seçimlerine katılma hakkı tanınmasından sonra, çarşaf ve peçelerle oy kullananların kimliklerinin tespiti sırasında tatsız olayların yaşanması üzerine peçe ve çarşaf konusunu yeniden gündeme getirir. Kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkının ‘verildiği’ 1934’te bu durum daha büyük sorun olur.
Kanun Yok Tamim Var
16 Mart 1935’de Adana’da, 29 Nisan 1935’de Ordu’da, 10 Temmuz 1935’de Sungurlu’da peçe ve çarşaf kullanımının yerel yönetimlerce yasaklanır. CHP’nin 16 Mayıs 1935 tarihli oturumunda Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya ‘kadın devrimi bir ülkenin bağımsızlığının ve geleceğinin koruyucusu, rejimin esasıdır. Komisyonumuzun ve hükümetimizin ilgi ile takip ettiği bu isi onaylamanız hükümet için büyük bir direktif olacaktır’ diyerek işin peşini bırakmayacaklarının işaretini verir.
Nitekim Şükrü Kaya imzasıyla 22 Temmuz 1935 tarihli bir tamim uyarınca önce Mersin’de Belediye kararıyla, sonra Trabzon’da Vali başkanlığında toplanan İl Genel Meclisi kararıyla kadınların çarşaflı olarak sokağa çıkması yasaklanır. Bu kararda çarşafın sakıncaları anlatılmış ve polise çarşaflı kadınları götürmeleri konusunda emir verilmiştir. Trabzon’un kararı Rize İl Genel Meclisi tarafından aynen kabul edilir ve uygulanır. 1935 yılı boyunca sırasıyla Bodrum, Adana, Antalya, Sungurlu, Zile, Konya, Afyon, Maraş’ta benzer kararlar alınır ve uygulanır.
Milli ve Kanuni Vazife
23 Nisan 1937’de yayınlanan şu tehditkâr tamim ise modernleşmenin emirlerle gerçekleştirilmesinin imkansızlığını adeta ilân eder:“.Medeni vasıflarla donatılmış bir milletin kadınlarında görülmesi asla yakışık almayan peçe ve çarşaflara ötede beride arasıra rastlanılmaktadır (..) Türk medeni rejimi ise asla bu gibi çirkin ve alelacayip kıyafetlere taraftar değildir. Her vatandaş sunu iyice bilmelidir ki İnkılaba, rejime uymayanlar gericiliğe eğilimli ve bu çirkin arzu ve eğilim ile sakatlanmış kabul edileceklerdir. Medenî haklarını çok iyi kullanan erkeklerin eşlerinin, medenî hakkını da teslim etmeleri ve ona uymaya mecbur etmeleri kendileri için Milli ve kanuni bir vazife ve borçtur!...” (Tamimlerin tam metni için bkz. Emniyet Genel Müdürlüğü Polis Dergisi: Cumhuriyetin 75.Yıldönümünde Polis Arşiv Belgeleriyle Gerçekler, Özel sayı,1998, s. 89-93.)
Fransız siyaset ve fikir adamı Eduard Herriot hatıralarında Atatürk ile yaptığı bir mülakatta kadınlara peçelerini nasıl attırdığını sorduğunda, “Bu hususta tarafımızdan hiçbir zorlama yapılmış değildir; biz yalnız yüzlerini açacak hanımları koruyacağımızı ilân ettik, iş kendiliğinden yürüdü” seklinde cevap aldığını söyler. Anlaşılan ‘zorlama’ deyince ‘Ebedi Şef’in aklına gelen bizimki ile aynı değildir…
Ayrıntılı Bilgi İçin: Murat Aksoy, Başörtüsü-Türban, Batılılaşma-Modernleşme, Laiklik ve Örtünme, Kitap Yayınevi, 2005.

Hiç yorum yok: