Mihrac Ural
( Orijinaliteden kopmanın dramı )
Kral Hüseyn öldü. 47 yıl süren krallığın ardından gelen ölüm, çok belirgin olmayan ancak oldukça anlamlı bir gerçeği açığa vurdu; Ürdün ve krallığı, bölgemizin ve dünyanın çok önemsenin bir alanıydı. Kralın cenaze töreni bu gerçeği tüm yönleriyle açığa vurdu. Ürdün bir anda dünyanın bütün liderlerini barışık olsun, savaş halinde olsun bir araya getirdi. Ürdün ve kralının bu sihirli kerameti elbette bölgenin siyasi güçleri açısından olduğu kadar, halkları açısından da bilinmesi gereken kimi gerçeklere işaret etmektedir.
Dünyamızın güçler dengesi ve bölgemizde oynanmakta olan oyunlar, Ürdün’ün jeo-stratejik konumuna nispi ancak önemli bir ilgi sağlamış bulunmaktadır. Buna Haşimi egemenliğinin Ürdün’e göçmen olarak gelişi, yani köksüz ve korunmaya muhtaç oluşunu eklediğimizde, Kral Hüseyn’in ölümüyle doğan ilgi de nispeten anlaşılabilir hale gelecektir. Bu iki unsur, coğrafya ve sosyal bileşimi, önemli olayların ceryan ettiği, servetlerin ve onlara göz dikmiş devler dalaşının hüküm sürdüğü bir bölgede büyük bir ilgi odağı oluşturmuştur. Birey olarak Kral Hüseyn bu iki unsurun sonucudur. Varsa taşıdığı bir zeka, o da, yaşamı boyunca çizdiği siyasal zikzaklardan ibarettir; Haşimi egemenliğini sürdürmek için baş vurulmuş dönemsel politikalar ve güçler dengesinin değişimine dayalı olarak birilerine yaslanmaktır.
Kral, hiçbir zaman ne kendisi, ne de dedeleri Abdullah’tan, Mekke Şerifi Hüseyn’e kadar bu toprakların orijinal bir parçası olamadılar. Arap ortak paydası bir kanara koyulursa, Ürdün’de ve Irak’taki varlıkları yalnızca bir İngiliz dayatması, böl yönet taktiği sonucundan ibaret kalır. Aynı özgünlük “kral öldü yaşasın kral” nidalarıyla dünyanın tüm gericilerinin, emperyalistlerinin ve çıkar çevrelerinin yardımına mahzar olan Kral Abdullah bin Hüseyn’in de ( Kral Hüseyn’in oğlu Abdullah ) karşısında bulunmaktadır. Yeni kral, Arapça ortak paydası açısından ise, babasından oldukça geridir. Yeni kral, aristokrat Arap ailelerinin asla kabul etmeyeceği Arapça konuşma özürlüdür. Özellikle Hz. Peygamber soyundan geldiği iddiasında olup, Kuran dili Arapça’yı üstün şekilde konuşamamanın kabul edilir bir gerekçesi olamaz; yeni kralın, bozuk lehçeli, dil sürçmeli, rekik (üst üste binmiş), konuşmasında İngiliz aksanın egemen olması (ana dili İngilizce olmanın etkisiyle), Haşimilerin bu topraklarda bir türlü dengeye getiremedikleri orijinaliteleri açısından değerlendirilmesi gereken olumsuz bir durumdur. Bu birincisi; Haşimilerin Ürdün’e kadar gelip dayanan sürgünleri, onları orijinalitelerinden koparmış, iktidarlarını korumak için, güçlü olanın yanına yamanmak gibi bölge açısından ciddi sorunlar teşkil eden bir konuma düşmüşlerdir.
İkincisi, Kralın ölümü nedeniyle bu ölçüde lider ve yöneticinin bir araya gelmesine, bölge barışı açısından biçilen değer; bu da, Ürdün’de Haşimilerin orijinalitesi kadar ciddiye alınır bir abartmadır. Öyle ki, bundan ne bir barış çıkar ne de kalıcı bir dostluk. Bu vesileyle oluşan iyimser tablo bölgenin kararsız dengesi ve dış müdahalelerin yarattığı adaletsiz didişmelerin içinde kaybolup gitmeye mahkumdur.
* * *
İslam’ın mesajıyla uluslaşma yönünde adım atan Araplar, Emevilerin dünyevi imparatorluk eğilimlerince ümmetleştiler. Emevi fütuhatlarının, İslam adına başka milletleri de kapsaması, ulus eğiliminin önüne ümmet eğilimini geçirdi; çok uluslu bir bütün olan ümmeti Arapların egemenliği altında tutmak, Aşiretleri bir ulus altında birleştirmekten daha elverişliydi. Emevilerin lokal cihadları bu işlevi yerine getirdi. Osmanlılar ümmeti bu temel kaynaktan alarak ona, İslam’ın getirdiği inanç sisteminden bir sapma olan, talancılık, fütuhat, gasp ve barbarlık olarak işlevlendirdikleri cihadla evrensel bir boyut kazandırdılar (Osmanlı barbarlığını, insanlık için can pazarı haline getiren bu atılımı, “ İslam’ın evrenselleştirilmesi ” gibi göstermeye çalışanlar, İslam’ı kökünden zedeleyen, İslam’ın insani erdemlere dayanan, barışçıl ve uygarlık mesajları yerine, yayılmacılığı, talancılığı, gaspçılığı ikame eden bir girişim olduğunu göz ardı etmek isterler. Geniş bilgi için bkz. Mihrac Ural “Türk aklı” Cephe yayınları no;67)
Bu konjonktür, Arapların Hz. Muhammed’le başlayan dengeli ulusal birlik sürecini kesintiye uğrattı, dondurdu. Tam bu noktada Hz. Ali ile Muaviye arasındaki çatışma anlam kazınır; Bu aynı zamanda gerçek Haşimiler ile Emeviler arasındaki kapışmadır.
Haşimiler, Hicazın en kadim, yerleşik ve uygar kabilesidir. İslam diniyle, Hicazın Mekke şehrinden, tüm Arap kabilelerini tek bir ulus olarak birleştirme atağını onlar başlattı. Hz. Muhammed bu sürecin başındaydı. İslam’ın böylesine yerli ve orijinal olması, onun evrensel bir din olmasının da temel taşıdır; Gerçek Haşimiler, topraklarındaki köklü oluşları ve bağımsızlıklarıyla temsil ettikleri gerçek İslam’la, insanlığa da buradan seslenip, bir inanç sistemi sundular. Emeviler ise bu günkü anlamıyla ümmetçiliğe sarılarak, başka milletleri egemenlik altına alan bir imparatorluğa yöneldiler. Bunun sonucu, Arapları böl-yönet taktiklerine kurban ettiler. Bu süreç aşiret kasılmalarına, kapanmalarına, kendi icatları olan şeriatla toplumu karanlığa sürüklemeye ve düşmanlıkların kışkırtılmasına dinamik kattı. Emevilerin açıp temellerini attığı bu süreç derinleşerek, Osmanlıda doruğuna ulaştı. Osmanlı da, Ümmetçiliğin sunduğu nimetleri kullanarak, egemenliğinin bekası için önemli kaynaklar yarattı. ”İslam adına” diğer milletleri, bir potada eritip elde tutmanın çimentosu olarak ümmetçiliğe verilen önem burada yatıyordu. Çıkarların ideolojisi olarak ümmetçilik buradan beslenip durdu. Bu süreç I. Dünya savaşına kadar tüm ağırlığıyla kendini dayattı. Bu dönem Osmanlının dağılma, parçalanıp yok olma arifesidir. Ümmet adı altında toplananlar, özgürlük ve bağımsızlık arayışına yönelmeleri de bu dönemin şafağında belirmeye başlamıştı.
Dünya emperyalist güçleri, I. Dünya savaşıyla sömürgeleri yeniden paylaşırken, Osmanlının yerini İngilizler almaya başlamıştı. İngilizler ise, Arapların uyanışını kirletmek, Coğrafyalarını egemenlik altına almak, servetlerini gasp ederek, stratejik çıkarlarına bir nüfus alanı oluşturmak üzere el atmaktan geri kalmadılar. Haşimilerin yeni dönem serüvenleri de burada oluştu. Hicaza egemen olma kavgaları ve savaşları Araplar arasında ve Araplarla Osmanlılar arasında böylece alevlendi. Arapların haklı ulusal uyanış ve bağımsızlık arayışları, bir başka dış güç tarafından, kirletilmekteydi.
İngilizler de, böl yönet taktikleriyle, Arapları parçaladılar, birbirine kırdırdılar ve takatten düşürerek kendilerine bağımlı kıldılar. Mekke Şerifi Hüseyn ve oğullarının, Hicaz’da Arapları tek bir krallık altında birleştirme girişimleri de bu mihverde gelişiyordu. Ancak bu bağımlı yürüyüş, bağımsızlık getiremezdi. Nitekim bu sürecin galibi aynı zamanda mağlubu oldu; Osmanlıyı haklı olarak Hicaz’dan atmakla galip gelenler, aynı anda bir başka güç tarafından emellerine kavuşmadan mağlup oluyorlardı. Kuveyt Emiri Şeyh Mübarek Es-Sabah’tan aldığı destekle hicazı adım adım eline geçiren Abdulaziz Bin-Suud (Suud Arabistan Krallığı’nın kurucusu), Haşimilerin Mekke’yle sınırlanmış, olan Hicaz krallığına son veriyordu(24 Aralık 1925). Artık Haşimiler, orijinalitesinden kopmuş, göçebeliğe zorlanmış, ayakta kalmak için güç odakları elinde bir kukla durumuna düşmüştü. Bu noktada tarihin hükmü şudur; kabile, kaybettiği toprakların yenisini kazanacak durumda olamaz ise, iki sonuçla karşı karşıya kalır, ya yok olur erir gider yada, bir başka gücün kuklası olarak şu veya bu gayeler için istihdam edilen konuma düşer. İşte Ürdün ve Irak topraklarında Haşimilere kurdurulan krallıkların taşıdığı anlam da bu kapsamdadır.
* * *
Varsayalım ki, Kral Hüseyn gerçekten Haşimidir (bu konu oldukça tartışmalıdır). Yani Hz. Muhammed’i de kapsayan Haşimi soyundan gelmektedir. Arapların Aşiret öğesine biçtikleri değerin büyük olması, bu konunun siyasal ve sosyal yaşamda önemli yer tutması, zaman zaman ilgisiz olanların da kendini bir büyük aşirete mensup gösterme iş güzarlıkları bilinen bir şeydir. Buna karşın, aşiretin rolü ilgili aşiretin nicelik gücü, ekonomik varlığı gibi bir çok öğe yanı sıra üstünde yaşadığı topraklardaki köklülüğüne bağlıdır. Bu konuda Suud aşireti örneği, önemli bir göstergedir; El Reşid tarafından Kuveyt’e sürgün gönderilmeleriyle yok olma sınırına gelen Suud aşireti, kuvvet toplayarak merkezleri Riyad’ı bir daha ele geçirmekle, kökleri olan toprakların verdiği orijinaliteyle güçlenmiş, tüm hicazı ele geçirip bu günkü Suudi Arabistan krallığını kurdular. Haşimiler ise Ürdün ve Irak topraklarında sürgün kaldılar, geri dönemediler.
Haşimilerin Ürdün macerası ise oldukça çetindir. Bunun ilk adımı İngilizlerin himayesinde, Mekke şerifi Hüseyn oğulları, Abdullah ve Faysal arasında pay edilen iki krallıkla başladı. Biri Irak ve diğeri Ürdün krallığı. Irak gibi, Ürdün de, devlet oluşumunun tüm etkinlikleri ve özellikle ordusu bir İngiliz imalatı olarak bir yandan sürgün Haşimi egemenliğini diğer yandan İngiliz çıkarlarını koruyordu. Bu durum, Haşimiler için uzun yıllar sürecek bir ittiham unsuruydu. Bu ittihamın altında ezilecek olan Kral Hüseyn, Arap alemini saran ulusal uyanışın yarattığı Nasır fırtınası altında, Ürdün’ün ordusunu İngiliz subaylardan arındıran karaları almaya zorlamıştır( Mart 1956). Ve Ürdün ordusunu kuran Gallup paşasından ayrılan Küçük Kral kendini bekleyen yeni tehlikelerin kucağında bulmakta gecikmemişti.
Hüseyn, henüz çocukken ölüm psikozları içinde kıvranıyordu. Dedesi Kral Abdullah’ın elini tutmuş, Kudüs’te Cuma namazına giderken, bir Filistinlinin sıktığı kurşunlarla dedesinin öldürülüşüne tanık oldu (20 Temmuz 1951 ). Hüseyn bin talal (Kral Hüseyn) babasının hastalığı sonucu, küçük yaşta kral ilan edildi ( 1952 ). Küçük Kral, Arap uyanışının dünyayı sardığı bir dönemde, tüm talihsizliklerle birlikte iktidarı devraldı. Orijinalitesinden kopanların çetin yaşamları, Şerif Hüseyn’in (1856 – 1931) öz topraklarından aşiretiyle sürgün edilmesi dahil ölümüne kadar, Oğlu Kral Abdullah’ın Kudüs’te namaza giderken suikasta kurban olmasından, 58 Irak devriminde torunu Kral Faysal ve tüm aile efradının katledilmesine kadar, inanılmaz çalkantılarla geçmiştir. Bu çalkantılar ve ölüm psikozu, Ürdün’ün çocuk Kralı Hüseyn’e 22 kez denenen suikastla at başı yürüdü. Bütün bu olayların girdabında yaşamda kalma becerisi göstermiş bir Kral Hüseyn gerçeği vardı. İnanılmaz zorluklarla süren bir ayakta kalış söz konusuydu. Ancak bunun maliyeti Ortadoğu coğrafyasının tam orta yerinde, zamanın değişimlerine paralel değişen, dünya ve bölge güçlerine bağımlı olmakla verilmiştir. Zaman zaman bu fatura, İsrail, İngiliz, ABD arzuları yönünde, 1970 kara Eylül’ünde olduğu gibi Filistin halkının toplu kıyımını kadar uzanmaktan çekinmemiştir. Suriye’ye karşı Müslüman Kardeşler Hareketini eğitip lojistik destek sağlamasını da bu listeye eklemek gerek.
Bu süreç öylesine kaba bir açıklıkla gündeme gelmiştir ki, Haşimiler kendi vatanları olmayan bu topraklarda egemenliklerini sürdürmek için, onları Hicaz’dan ağır can ve mal yıkımıyla süren Suud’lara yamanarak, el açmaya kadar götürmüştür. Diğer tarafta, Irak’ta, amca çocuğu Kral Faysal ve tüm aile efradını katledenlerle, her türden teslimiyete kadar uzanmıştır. Bunlara, İsrail’le onlarca yıldır sürdürülen gizli görüşme ve ittifakları, Irak Saddam rejiminin, Kuveyt’i işgaline alkış tutmayı da eklemek gerek. 50’li yıllarda İngilizlerin, 60’lı yıllarda ABD’nin, 70’li yıllarda Arap şeyhlerinin daha sonraları İsrail’in rahmetine bakan Ürdün Haşimi Krallığı, böyle ayakta kalmıştır. Bu gün ise Kral Hüseyn’in ölümüyle oluşan boşluğu, kendi lehine doldurmak isteyen bölgenin ve dünyanın tüm çıkar çevreleri, milyarlarca dolarlık yardımı akıtma yarışına başladı. ABD, bu amaçla ilk atağa kalkan devlet oldu; 300 milyon dolarlık nakdi hibe kararı kongreye sunuldu. Ardından İngilizler geldi. Hemen akabinde tüm haliç ülkeleri şeyhleri, Suudi Arabistan krallığı, Katar, Bahreyn, Kuveyt, ard arda milyonlarca doları bulan yardım ilanı yaptı. İsrail’de bu sürece katıldı, yapılan son anlaşmanın geciken mali ödemelerini derhal ödedi ve bunlara ek ödemeler yapacağını açıkladı. “Kral öldü yaşasın kral” söyleminin tarih içinde taşıdığı tüm anlamlar Hüseyn’in cenazesinde, dünyanın yıkılmış ya da hala egemen olan tüm kral ve prenslerinin, dev iktisadi ve askeri güç sahibi devlet başkanları, birbirine ezeli ve ebedi düşman olan yönetimleri, her türden siyasal örgüt lideri, bir araya böylece geldi. Arapların en zayıf noktası Ürdün ve krallığına, bölgede çıkar emelleri olanların ilgisi de bu avantajdan yararlanmak üzere fırsatı değerlendirmekteydi.
Ürdün toprakları ve Krallığı, orijinalitesini kaybedenlerin tarihte örneklerine sık rastlanan, acı ve çetin, bağımlı ve baskı altında, kararsız ve zikzaklı bir siyasal yaşam dizisini oluşturdu. Tüm veriler, bu sürecin, yeni kralla da devam edeceğine işaret ediyor.
* * *
Kralın cenazesinde dost-düşman, çıkar sahibi-ilgisiz tüm tarafların bir araya gelmesi ve ardından üretilen, “Kralın ölümü bile, barışa hizmet ediyor” mavalı, bir kez daha Ürdün ve krallığının sunduğu işleve ışık tutun nitelikteydi. Nitekim, barışa susamış bölgemizde bu mavallar hiçte azımsanmayacak yankı yapıyordu.
Kral Hüseyn dev bir cenaze töreniyle son yolculuğunu bu siyasi havada yaptı. Ürdün o gün gerçekte olması gereken “serbest topraklar” gibiydi. Defin töreninde Ürdün, dünyanın tüm liderlerinin, dostların-düşmanların, kavgalıların-barışanların, ilgili-ilgisiz tüm kesimlerin yurdu olmuştu. Bu izlenim siyaset tacirlerine “Ortadoğu barışının yeni adımı, bu uğurda emek sarf etmiş barış kahramanı Kral Hüseyn’in ölümü bile, bölgeye hizmet sundu” söylemlerini afişe etmeye yetti. Özellikle Suriye devlet başkanı Hafız El Esad’ın, İsrail yöneticilerinin olmasına rağmen, son anda cenaze törenine katılması, İsrail cumhurbaşkanı Azer Veizman’ın, Filistin Kurtuluşu için Demokratik Cephe genel sekreteri Nayif Havatme’nin odasına giderek el sıkışması ve “barışın önünde İsrailli sağcıların engelinden başka bir şey kalmamıştır” demesi, Kuveyt veliahdının, eski düşmanlık defterlerini kapatarak, büyük bir heyetle taziyeye katılması, bu söylemlere güç verdi.
Öncelikle doğru olanı teslim etmek gerek, Sezar’ın hakkı Sezar’a vermeli. Ürdün Kralı Hüseyn, İsrail’le barışı ilk ikame edendir, Sedat’ın Mısır’ı ve Arafat’ın barışı sonradan geldi. İsrail yöneticileriyle gizli de olsa ilk buluşan da kendisidir. Buna ABD hakemliğinde yapılan tüm ikili anlaşmalarda yer alışı da eklemek gerek.
Toprağı bol olsun rahmetlinin, yarım asra yakın krallığı boyunca bağımsız bir siyaset izlemeyi hiçbir şekilde denememiş olması, belki tarihinin kaydedebileceği en önemli meziyetidir. Ölen kralın bu meziyetini, yaşayan karlın sürdüreceğinden herkesin emin olması, Haşimilerin kendi topraklarından kopmuş, başka toprakları dil benzerliğinin kerameti ve malum çevrelerin korumasıyla vatan edinmiş olmaktan ileri geldiğini iddia etmek abartılı olmayacaktır. İşte dünüyle bugünü, bu açıdan tutarlı bir çizgi izleyen Ürdün ve Krallığı, aralıksız İsrail’in ve dış güçlerin arzuladıkları türden bir barış taraftarı olmuştur. Bundan dolayı, Bölgeye dayatılmak istenen teslimiyete, barış kılıfını geçirmek isteyenlerin, Ürdün’ü ve krallığının barış türünü örnek göstermeleri bundandır.
Bölgenin tüm dengelerini altüst ederek barışın da, savaşın da ahlakını zedeleyen dış güçlerin dayatmak istedikleri barış, böylesi bir teslimiyetten ibarettir. Bu dayatmalar bugün özellikle teslimiyete hayır diyenlere karşı yapılmaktadır. Ürdün’ün jeo-stratejik konumu, Haşimi krallığının oynadığı bu rolle kesişince, bölgeyi top yekûn teslimiyete düşürme avantajlarının arttığı sanılmıştır. Bu görevleri üstlenmiş olanlara gösterilen ilginin kaynağı da buradan gelmektedir. Bu da, ne Kral Hüseyn’in bilgi ve becerisinden nede, dört milyonu geçmeyen nüfusu, sahra kumundan başka serveti olmayan zenginliğindendir; jeo-stratejik konum ve Haşimilerin orijinalitelerinden kopmuş, köksüz, birilerine dayanmadan ayakta kalma şansı olmayan durumlarındandır. Bundan dolayı, Kral Hüseyn’in ölümüyle barışa hizmet etmesi söz konusuysa o da; Arap ulusuna çektirilen tüm acılara karşı, bu büyük ulusun en kötü rolleri oynayan evlatlarına dahi affedici bir rahmetle yaklaşması anlamına gelen cenaze töreninde hazır bulunmaktır. Bunun ötesi kocaman bir aldatmacadır
8 Şubat 1999
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder