Sınırları insan erdemleriyle belirlenmiş, ne sınıfsal ne de etnik nedenlere mahkum olmamış doğrularımızla özgürlük ve demokrasi mücadelesini sürdüreceğiz...

BURADAYIZ İŞTE...

OKURLARIMIN DİKKATİNE. BLOGUMDA TEKNİK BİR ARIZA YA DA BİR SALDIRI GERÇEKLEŞMİŞTİ.. ŞİMDİ HER ŞEY YOLUNDA...EMEKLERİMİZ BURADA... SAĞLICAKLA KALINIZ...

PARALEL BİR BLOG DA DEVAM EDİYOR...

Yeni blogun adresi: http://mirural.blogspot.com/

ŞU AN İZLEMEKTE OLDUĞUNUZ BLOG ADRESİ İLE YENİ BLOG ADRESİ BİRBİRİNE ÇOK YAKINDIR. İLGİNİZE TEŞEKKÜRLER.

MİHRAC URAL

...

...

...

...

TÜRK MODERNLEŞMESİ JAKOBENİZM VE BONAPARTİZM

Yener Orkunoğlu

Türkiye'de modernleşme hareketinin tarihini ve modernleşmenin toplum üzerinde yarattığı etkileri incelemek ve aynı zamanda modernleşme konusunda liberal entelektüellerin yarattığı yanılsamaları açığa çıkarmak zorundayız.
Liberal entelektüellerin çarpıttığı bir konu var. Siyasal İslam'ın yörüngesine girmiş bir çok entelektüel, Türkiye'deki Kemalistleri Jakoben olmakla suçlarlar. Yani Jakobenizm, darbeci ve anti-demokrat olmakla özdeşleştirilir. Böylesi bir değerlendirme, Jakobenizmin çarpıtılmasıdır. Kemalizm'i, Jakobenizm olarak değerlendirmek, Jakobenizme karşı bir haksızlıktır. Çünkü Jakobenizm, Fransız Devrimi döneminde küçük burjuvazinin (baldırı çıplakların) radikal bir devrimci hareketi olarak doğdu. Fransız Devrim hareketinin sol kanadını oluşturur.
((Devamı orta sol sutunda))

..

..

Mihrac Ural

Mihrac Ural

Yeniden felsefe okumak


Cumhuriyetin Doğuya sırtını dönmesinin mahkumu idik. Alfabe kırılmasının sonucu da, okuma adına nemiz var nemiz yok, arşivlerin küfüne terk edildi. Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle zaten olmayan okumalara, sıçramalardan oluşan, dengesiz ve sonuçta eksiklikten kaynaklanan bir topallamaya düştük. Bu da, ülkemiz felsefe bilincinin derinlik ve bütünlüğünü oluşturacak zincir halkalarının kopuk olmasını getirmiştir.
Yunan felsefesi akılcılığının Aristo’yla temsil edilen sunumunu, İslami bir yorum ve ilerleyişle ele alan Farabi’de ifadesini bulan akılcılığa karşı, “ Tahafüt el Felasife” diyerek, dünya ve ahiret işinde akıla yer bırakmayan Gazali’nin, bu güne kadar süren tutuculuğundan yana saf belirlemiştir. Gazalinin, “filozoflar”ın aklın hareketinden yana dünyevi olayları yorumlayan yaklaşımlarına karşı yaptığı eleştirilere, aklın bir militanı İbni Rüşt’ün ünlü cevabı olan “Tahafüt el Tahafüt” ü tanımazlıktan gelmiştir. Böylece sağ, Yunan ve batı felsefe okumaları eksiğiyle iki ayağı topal hale gelmiştir. Dayandığı felsefi okumaların karşıtlarını da bilmemekle, sığ kalmıştır.((Devamı sol ana sutunda))

****

****

24 Nisan soykırımı hepimizi katletmişti...

Mihrac Ural

Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi –soykırımı- hepimizi katletmişti. Tam 93 yıldır sürmekte olan zorunlu sürgün ile insanlık sucunda İttihat –Terakki’nin ‘SOYKIRIM’ imzası vardır.

Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır.

Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur.

“Resmi tarih” diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.**19. yy sonlarından başlayarak, Katolik ve Gregoryan (Ortodoks) diyerek birbirlerine kırdırılan, tenkil ve sürgünlerle, mal mülklerine el konularak baskı altında tutulan Ermenilere yönelik soy kırımı, I Dünya savaşının, malum bol bahaneleri altında girişilmiştir (24 Nisan 1915).

Savaş sırasında, önce Ermeni gençlerinin Askere alınarak silahsız bırakılması ve ardından toplu tasfiyelerin yapılması, geride kalan Ermeni halkının Tenkil ve sürgünlerine geçilmesi. Bu konuda talimatların dakik bir biçimde, en yetkili resmi merciler tarafından istenip, izlenmesi. O dönemin Sadrazamı (Başbakanı) Talat Paşa’nın, başından itibaren olayları, dikkatlice takibi, emirler vermesi, istatistik tutması (iskan edecekleri yerde dahi nüfusa göre oranlarının %5 geçmeyecek düzeyde tutulmaları talimatları da dahil) ve bunun en ince ayrıntısına kadar yazılı özel notlarla tescili, Ermenilere reva görülen her şeyin, planlı bir tarzda icra edildiğini göstermeye yeterlidir (Ermeni tehciriyle ilgili Talat Paşa’nın tutanakları için bkz. Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi, 24 Nisan 2006’dan itibaren yayınlanan dizi) Bu, Ermenilere ilişkin, adına ne konulursa konulsun, yapılacak olanların önceden planlanmış eylemler olduğunu gösterir.

Bundan sonra, sonuçlara bakılarak, yapılanlara verilecek ad, tanımlamaya geçilir.*Böylesine planlı ve en ince ayrıntısına kadar takip edilmiş ve bir etnik topluluğa yönelen, sonuçta en iyimser tahminlerle, el yazması tutanaklardaki rakamlarla bir milyon (1000 000) üzerinde Ermenin ölümüne yol açan, kimi şehirlerde nüfusu yüz binlerden sıfıra indiren, çoluk çocuk on binlerce canın etnik yapısını değiştirmek için farklı etnik toplumlara dağıtan, topraklara el koyan, binalarını yıkan, her türden maddi ve canlı servetine el koyup katleden girişimlere, soy kırımından başka bir ad verilemeyeceği görülür.

Bu bir soykırımdır. (..)Osmanlıdan, cumhuriyete süre gelen bu aklın, daha uzun süre yürürlükte olma tehlikesi tüm çıplaklığıyla kendini göstermektedir. Tarihimizle cesurca yüzleşmeden bu aklı toplumsal işlevlerimizden ve geleceğe ilişkin yaşam planlarımızdan söküp atmak güç gibi duruyor.
((*)Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı –Mihrac Ural)

**
Sıranın kendisine gelmeyeceğini sananların dikkatine, bu vatanın birimize değil, hepimize ait olduğunu bir kez daha, bin kez daha yeniden birbirimize kanıtlamakla yükümlü olduğunuzu artık anlamak zorundasınız.

Bilmelisiniz ki, farklılıkları içselleştirmek, onlarla barış içinde yaşamayı fiilen gösterip, haklarını anayasal ve kurumsal güvencelerle kökleştirmek ertelenmez bir görev haline gelmiştir, bu yapılmadıkça bu vatanın hepimize ait olduğuna kimseyi inandıramazsınız.

Mümkünü, imkansız hale getirmeye devam ederseniz, sizi biz farklılar, ayrı varlıklar bile kurtaramaz. Bunun vebali, Hrant Dink’in katline yol açan akıl sistematiğinin kıyımına tek tek ve topluca maruz kalmaktır bilesiniz.
((*)Hrant Dink'in Katli ve Tarihi Gerçekler –Mihrac Ural)


Murat Altunöz’ün Beklenen Kitabı Kırılgan Zamanlar Çıktı…

2002 Ocak ayında başladığımız yolculuğumuza 7 yıldır devam ediyoruz. Karalama Dergisi, ülkenin koşullarına göre bazen inişler ve çıkışlar yaşamamıza rağmen her geçen gün dergimizle daha da büyüyoruz.

Karalama Dergisi olarak;
Şair Nevruz Uğur ve Halil İbrahim Yıldız’ın kitaplarından sonra Karalama’nın Kurucusu ve halen Editörü olan Murat Altunöz’ün Kırılgan Zamanlar adlı kitabını yayımladık.
Geçmiş zamanların, kırılmış, yalnız ve hüzünlü dizelerinde bulduk kendimizi,
Her dize de bir direniş, bir sürgün, bir ayrılık ve özlem var.
((Devamı sol alt sutünda))

...

...

Yerel Çeteleşmenin Boyutu...

Murat Altunöz /Gazeteci

Çeteleşme yıllar sonra Ergenekon operasyonuyla tekrar gündeme geldi. Eskiden bildiğimiz mafya sistemi çökmüş artık daha organize ve daha profesyonel bir hal alan almıştır.Bazı yazarlar, Emekli Polisler ve Emekli askerlerinde içinde bulunduğu yeni bir yapı ortaya çıktı.Aslında bu tür çeteleşmeler yıllardır hep ülkemizde vardır. Ama bu hafta benim bahsetmek istediğim yerel çetelerdir. malesef son yıllarda ciddi anlamda yerel çeteleşme ve Organize suçlarda bir çoğalma vardır. Zaten Hatay il Emniyet Müdürü Osman Çapalı'da bu konuya dikkat çekerek " Bireysel suçlar artık organize suçlara kaymıştır" demiştir.
((Devamı sol ana sutunda))


İNTERAKSİYON

Faiz Cebiroğlu
Her gelişim, karşılıklıdır. Her ileriye yönelik değişim, bir interaksiyondur. İnteraksiyon, karşılıklı etkileşim oluyor. İnsanlar, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek sosyal yönlerini geliştiriyorlar. Sosyal yönünü geliştiren insan, aldığı öğreti ve deneyimlerle bireysel yönünü ”işleyerek” yapılandırıyor. Yapılanma, ”özbilinç” ve ”özgüven” ile nitelik bir hal alıyor.

İnteraksiyon ya da karşılıklı etki, yaşadığımız toplumda, değişik yer ve ortamlarda farklı farklı oluyor. Dille başlayan diyaloğa; insanların bulunduğu yaşam tarzları, çalışma biçimleri ve kısacası sahip oldukları sınıfsal konumları da ekleniyor. Sosyal sınıf, gelişimde ”ana halka” oluyor. Sosyal sınıf, ileriye yönelik değişimin ”can alıcı noktasını” oluşturuyor.

(Devamı orta ana sütunda )
http://mirural.blogspot.com/

...

...

Yabancılaşmanın Dinamiği


Mihrac Ural

Yabancılaşma, insanlık ailesini birbirine yakınlaştıran, farklarını hızla öteleyen özel mülkiyeti ve olumsuz sonuçlarını bile köşeye sıkıştırma işlevi gören sonuçlarıyla, olumsuz değil çok olumlu bir role sahiptir. Tarihsel süreciyle derinleşip geliştikçe gerçekleşen yabancılaşma, insana çok daha cüretkâr olma, çok daha özgürce beyin labirentlerinde kurguladığı fantezileri yaşama ve bunu yaparken de dar anlamda aile, mahalle gibi klancı darlığın etkiler altında kalmayıp, geniş anlamda da ulusal sınırları aşıp belki başlangıcı sanal âlemin nimetleriyle, bilgi çağının iletişim olanaklarıyla bu tutku ve arzularının doruklarını zorlama şansını elde etmektedir.Yabancılaşma olmasaydı, emeğin sosyal etkilerinden bahsetmemiz mümkün olamazdı. Emek ne kadar sahibinden uzaklaşır, ne kadar sahibine belirgin olmaktan çıkarsa, o kadar evrensel ölçeklerde hizmet sunmaya başlamış demektir. Ve bir o kadar kültürel farklılıklarını hesaba katmadan ( renk, ırk, ulus, coğrafya, bölge farkı tanımadan) insan türüne ait hale gelmiş demektir.
((Devamı orta ana sol sütunda: ))
http://mirural.blogspot.com/

..

..

MİLLİ MARŞLAR

Ayşe Hür
1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı ‘Tre Trallade Jantor’dur. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkar ve ‘Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr….’diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası olayı "centilmen Türk seyircisinden jest" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi…
“Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur/Katibimin setresi uzun eteği çamur… diye başlayan ünlü türkünün bestesi 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’daki Selimiye Kışlası’nda kalan ‘eteklikli’ İskoç Alayı’na moral vermek için yazılmış ‘Donsuz askerler…’ diye başlayan bir asker şarkısıdır. II. Mahmut döneminde (1808-1826) modernleşme çabaları sırasında askerlere giydirilen setre ve pantolon mutaassıp çevreler tarafından ‘sokağa donla çıkmakla’ eşdeğer görülmüş, özellikle de ‘gavur mukallitliği’ denilen bu modernleşme hareketine çabuk uyum gösteren eli yüzü katipler halkın diline düşmüştür. Bir İstanbul külhanbeyi, bu katiplerle alay etmek için, Üsküdar yolu üzerinde olan Selimiye Kışlası’nda kalan İskoç askerleri için yazılan marşın müziğine Türkçe sözler yazar ve ünlü Katibim türküsü ortaya çıkar.
1974 Kıbrıs ‘Barış Harekatı'ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkumları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.

((devamı sol büyük sütunda))

10 Şubat 2008 Pazar

Suriye üzerine oynanan kirli oyunlar



Mihrac Ural

ABD,
bölgemizi ülke ülke yakıp, yıkmaya
devam ediyor !..


1 Kasım 2005



Bütün mesele ak deniz-Ortadoğu-Kafkaslar güzergahını, yani enerji yollarını ve jeostratejik alanları denetim altına almak. Bu yoldaki tüm fay hatlarını kırarak, Yaratıcı anarşi tezleri gereğince ülkeleri kaosa sürükleyerek içten zayıflatıp, takatsiz hale düşürmektir. İçine kapanıp sorunlarıyla boğuşmaya itilen ülkelerin üzerinde her türden hükümranlık kurmaktır. Roma İmparatorluğundan bu yana dünyamız, yeni bir Ortaçağ imparatorluğunun hükmü altına girmiş bulunuyor.

önce Afganistan, sonra Irak, bu gün Suriye ve İran, yarın kim olacak, hangi ülke halkları barış içinde kaderlerini özgürce belirleme yerine, birbirine kırdırılmak üzere yakılıp, yıkılacak? Bana dokunmayana, bende dokunmam diyerek kimler farkında olmadan yıkım sırasına girmiş olacak? Cehenneme çevrilen bölgemizde, kuşaklar boyunca Siyonist terörün mazlumları olarak yaşayanlara, kaç kuşak daha kurban verme mecburiyeti dayatılacak. Bu kuşaklar ve oluşturdukları halk toplulukları ne zaman tüm cehennem zebanilerinin dış güçler olduğunu görebilecek, Ortadoğu halkları ne zaman birleşerek bu zulme son verme hakkını kullanabilecek? Bu sorular ve cevapları komşularımızdan sonra, hızla ülkemizin dolaysız sorunları olmaya başladı. Bir sınav gibi, aşılmadan istikrar kazanılmayacak, kaosa düşmek kaçınılmaz olacak.

On binlerce mil öteden gelenlerin zülüm uygarlıkları, akıllara ziyan yalanlarla, ülkeleri, bağımsız devletleri, halkları yakıp yıkıyor. Bu dizi, tarihte tanıklığı sık sık yapılmış bir kirli dizidir. Bu senaryoları yenilgiye uğratmak ise hiçte zor değildir. Bölge tarihi bunun da tanığıdır; bu gün Romalılar, Bizanslar, Haçlılar nerede, bu güneş batmaz imparatorluklar ve hamleleri nerede esamisi dahi anılmaz oldu, yok olup gittiler, geride baki kalan kökleri bu toprağın derinliklerinde olan yerli halklardan başkası değildir.

Bu toprakların yerli halkı, bu toprakları yaşama ilk kez açarak, onu vatan yapan halklardır. Bu halklar, kendi özgür iradeleriyle topraklarını yönetip, değerlendirme şansını bir kez daha kazanmakla karşı karşıdır, daha da ötesi bu yükümlülük altındadır. Gerekli olan tek şey kararlı olmaktır, yılmamaktır, zaman bu topraklara kök salmış, bu toprakları vatan olarak yaşama açmış olanların lehinedir. Bu gerçeklerin verileriyle, direnmek, güç uygarlıklarını, uygarlık güçleriyle yenmek demektir.

Dün uzak komşumuz Afganistan istila edilerek yıkılıp yakıldı. Tarihin ilkel evrelerini halkına yaşatmak isteyen ABD imalatı Talibanlar değil, Afganlı mazlum halk dumura uğratıldı. Yakın komşumuz Irak’ın başına gelenler, hala yaşanmaya devan eden, ekranlarımızdan naklen yayınlarla tanıklık yapmaya devam ettiğimiz ölüm dizisi olarak sürmektedir. Yakılıp yıkılan, her gün yeniden katledilen Saddam diktatörlüğü değil, Irak’ın on yıllardır savaştan savaşa, yıkımdan yıkıma sürüklenen halkıdır. Bu gün bu acımasız senaryo, en yakın, en kardeş ve en birimiz olan komşu Suriye halkını yakıp yıkmak için organize edilmektedir.

Önce, Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesi üzerine yaygaralar koparıldı. Ardından, İsrail karşısında tek güvenlik unsuru olan Suriye’nin varlığını sona erdirmek ve direniş güçleriyle Lübnan’daki Filistin güçlerinin silahlarından arındırılmasını isteyen 1559 sayılı kararı, 2 Eylül 2004 tarihinde Güvenlik Konseyinden geçirerek baskı süreci başlatıldı; idam tasmalarından biri halene getirilen Larsen Raporu heyulası böylece başladı. Bu karara, Lübnan halkının ezici çoğunluğu ve hükümeti karşı çıkıp, uygulamasını öteledikçe, bu çevreler, amaçlarına varmak için yeni arayışlara başladı. Tam bu kesitte 14 Şubat 2005’te Lübnan eski başbakanı Refik el Hariri Katledildi. Şer güçleri için beklenen kıvılcım çakmıştı. Halife Osman gömleği gibi, terörizmle mücadele bahanesi gibi bu konu de Suriye Üzerine oynanmak istenen kirli oyunun aracı oldu. Bu araçlarla, tüm kirli amaçları gerçekleşecek gibi, işe koyuldular. Irak’ı işgal eden güçler ve Fransa, Hariri’nin katledilişini, BM güvenlik Konseyine taşıyarak, tarihte eşi olmayan bir oyunla, kişi için özel araştırma açtırarak, 20 milyon nüfuslu Suriye’yi yıkıp yakmak, devletini yok etmek, bölüp parçalamak için çarklarını döndürmeye başladılar. Şer güçleri el ele vererek Güvenlik Konseyinden 1995 sayılı kararı, 7 Nisan 2005 tarihinde geçirerek, Irak’a karşı hazırlanan tarihin en büyük yalanı “kitle imha silahlarını arama” bahanesi, Suriye’ye karşı Hariri katliamına karışmış olma “ihtimali” yalanıyla yeniden üretildi. Alman savcı Detlev Mehlis’in raporu, buna bir zemin ve araç olarak ortalığa pompalanmaya başlandı.

Hariri’yi katledenler, bu gün Lübnan’ın içine düştüğü kaostan en çok yararlananlardır. Bu gerçeği göz ardı eden rapor, ABD başkan yardımcısı Dick Cheney’in önermesi olan “yaratıcı Anarşi” tezinin dolaysız sonucu olan Lübnan’ın kaosa sürüklenişinin aracı olarak rol oynuyor.

İstikrarlı bir toplumu anarşiye sevk edecek bir kıvılcımın yol açacağı kaos, ABD-İsrail çizgisinin bölgemiz için önerdiği “yaratıcılığın” temel koşulu olarak belirlenmiştir. Irakta süren kaosun bu amaçla, sürdürülebilir ölçeklerde korunmak istenmesi bu teze dayanmaktadır. Bu tespitler tek başına Hariri’yi kimlerin öldürmüş olabileceğini doğru algılamak açısından önemli bir veri olarak görülmelidir. Bölgemizde, ABD-İsrail çıkarlarının böylesi bir suikasta yer almaması, bu açıdan imkansızdır.

Mehlis raporunun siyasal bir rapora dönüşmesi ve ABD’nin güvenlik konseyinden Suriye aleyhinde yaptırım kararları çıkarma telaşı bunun işaretidir; Henüz ortalıkta somut delileriyle oluşmuş adli bir iddia dosyası mevcut değilken, hadisenin mahkemesi dahi kurulmamış ve karar alınmamışken, Mehlis’in raporunda da ifade edildiği gibi “bu araştırma gerçeğe varabilmesi için daha aylar ve yıllara gereksinimi” olduğu vurgulanırken, ABD’nin elini çabuk tutup Pentagonun bir bürosu haline getirdiği BM Güvenlik Konseyinden Suriye aleyhine yaptırım kararları çıkartma dayatması, bu hadisenin hangi yalanların ürünü olduğunu ve gerçek suçluların kimler olabileceğini anlatmaya yeterlidir. Aynı ABD, Nisan 1996’da Lübnan’ın Kana beldesinde, İsrail uçaklarının, insanlık dışı bir yöntemle yağdırdığı bombalar altında can veren yüzlerce masum vatandaşın ölümüne seyirci kalmıştı. Yine ayni ABD, BM Lübnan’da görevli subayını ve 20 askerini sınır boyunda acımasızca katleden İsrail’e karşı hiçbir yaptırıma yönelmemiş, tersine korumayı ve “karşılıklı çatışmada öldüler” diye fetva vermeyi uygun görmüştür. ABD, İsrail’in, Cenin mülteci kampında, televizyonların yayınladığı canlı yayın altında giriştiği toplu katliamı araştırmak için oluşturulan BM Güvenlik Konseyi heyetini sınır dışı etmesine karşın gösterdiği kayıtsızlıkla bu gün Suriye aleyhine oluşturulan heyete gösterdiği duyarlılığı karşılaştırmak, Suriye aleyhine geliştirilmekte olan oyanları anlamak açısından önem taşımaktadır. Birleşmiş Milletleri ve kurumlarını çıkarlarının bir maşası haline getiren ABD’nin, dünya istikra katkı yapması sadece kocaman bir yalandan ibarettir.


Hariri’nin katillerini bulmak için yapılan araştırma, gerçeği bulup suçluları mahkum etmek için siyasi değil, teknik ve uzmanlık gerektiren somut delillere dayalı bir adli raporu gerekli kılar. Rapor bunlarla uzaktan yakından hiç ilgili değildir. Raporun Suriye’yi suçlayan tanımlamaları, “muhtemelen”, “olasılıkla”, “verili koşulda başka tür bir senaryo düşünmek zor” gibi, dünyanın hiçbir mahkemesi tarafından bir iddia dosyası olarak kabul edilmeyecek söylemlerle oluşturulmuştur. Bu açıdan bakılınca, Mehlis raporu tamamen siyasi kaygılarla ve dolaysızca ABD’nin Büyük-Ortadoğu projesi gereklerine bir hizmet olarak hazırlandığını söylemek yanlış değildir. Bir oyun hazırlanmış belli, roller ve araçlar gün geçtikçe ortaya çıkmaya başladı. Bir komplodan değil, ABD’nin çıkarları için bölgemizde sürdürdüğü ve her gün yeniden, yeni unsurlarla geliştirdiği bir yıkım hareketinden bahsediyoruz.

Bu oyunlara dünya çaresizce tanıklık yapmaktadır. En ilgisiz kişi, dahi ABD’nin el attığı her gelişmede bir vahşetin, zorbalığın, yıkım ve kıyımın yaşanacağı kaygısı taşıdığı açıktır. Bölgemiz tarihi boyunca bu tür vahşet senaryolarının ikamesi artık hiçbir ulusu, halkı, ülke ve bölgeyi içine almadan gerçekleşmiyor. Sıranın, bu sürece seyirci kalanlara da geleceği deneylerle açıktır. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyenler çok daha acımazıca ezilmektedir. Afganistan, Irak ve ardından İran ve Suriye art arda dizilerek üstlerine gidiliyor, sıra kimde, hangi veriler sıranın kimde olduğunu açıkça gösteriyor. Bilmeyenler, sıranın Türkiye’de olduğunu bilmelidir. Ülkemizin onurlu insanları, yönetimlerimizin anti-demokratik sistemlerine karşı mücadele ettiği kadar, çevremize karşı dayatılan vahşete de karşı mücadele etme yükümlülüğü altındadır. Bilinmeli ki, çevremizde dolaşan vahşet, içteki vahşetten çok daha derin sonuçları bağrında taşımaktadır. Bu, nükleer bir patlama gibidir, kuşaklar boyu sürecek etkilere sahiptir. ABD’nin bölgemize dayatmakta olduğu bu zulüm sistemini, bu ölüm dizisini hemen şimdi ulaştığı yerde durdurmak ve tasfiye etmek için, İnsani her ne tür olanakla olarsa olsun, direnerek mücadele etme yükümlülüğü bulunmaktadır.

Komşularımıza bu vahşeti dayatanlar bize hiç acımayacaklar. Bu onlar için bir yaşam sürdürme tarzıdır. Tarihten biliyoruz ki, güç uygarlıkları başka türlü yaşayamaz. Ama yine tarihten biliyoruz ki, uygarlık güçleri, güç uygarlıklarına karşı direnişleriyle mutlaka galip gelmişlerdir. Bölgemizde olup bitenlere karşı kayıtsız kalmamak için öncelikle uygar olmak gerek. Uygarlık ise, insani olan tüm araçlarla onurluca direnmek demektir.

giriş


11 eylül olaylarını yorumladığımız 29 Eylül 2001 tarihli “Terör sahibini de vurur” adlı makalemde, Akdeniz-Ortadoğu ve Kafkas güzergahının ABD için güvenlik altına alınması gereken yaşamsal enerji kaynakları hattı olduğunu belirtmiştim. Bu belirleme terör üzerine ikircimsizce yaptığım ve her türlü teröre ilke olarak ve yöntem olarak karşı olduğumu açıkladığım uzun makalemin temel anlayışını, terörün bir batı uygarlığı iç dinamiklerinin dolaysız sonucu olduğunu ifade ederek belirlemiştim; adaletsiz ve dengesiz Pazar genişletme vahşeti, nüfus alanlarını kollamak, küçük ve zayıf ülkelerin enerji kaynaklarını denetim altına almak ve “caydırıcı olmak” adına dünyanın her alanına en ağır askeri aparatlarla yüklenmek ve bütün bu zorbalıkları, Birleşmiş Milletleri ve kurumların baskı altında tutarak yönlendirerek, insanlık dışı her araçla meşrulaştırma adına halkların üzerine yürümek, ezilen, adaletsizliğe uğrayan mazlum halkları derinden etkilemekte ve tepkinin aynı ölçüde sert olmasına yol açmaktadır. Terör bir sonuç olarak bu bataklıkta doğmaktadır. Global terörün de, doğrudan doğruya “ne kadar global kar ve baskı, o kadar global tepki ve terör” dengesiyle belirlendiğini tespit etmiştim. Gelişmeler, bu tespitleri yapan tüm güçleri haklı çıkartacak yönde devam ediyor.

Bu dengelerin mantık dokuları, bölgemizin her olayında bir kez daha kendini göstermesi ise, ABD’nin bölgemizle ne ölçüde ilgilendiğini de gösterir niteliktedir. ABD, Akdeniz-Ortadoğu-Kafkaslar güzergahının denetimi için, tüm fay hatlarını kırarak, stratejik amaçlarının ikamesi için, tarihin tanık olduğu en büyük askeri yığılmaları, insanlık dışı kirli girişimleri emsalsiz yalan mekanizmalarını, v medya kalpazanlıkları ve diplomasi oyunlarıyla sergilemeye devam etmektedir. Afganistan ve Irak’tan sonra, İran ve Suriye üzerine çökertilmeye başlanan kara bulutlar bu stratejinin belirginleşen unsurları olarak bölgemiz semalarını kaplamaya başladı.

İran üzerine baskılar, Uluslararası Atom Enerjisi Teşkilatı aracılığıyla kılıktan kılığa geçirilerek sürdürülürken, Suriye üzerine ise Lübnan’da yaratılan provokasyonlarla ve bunların sonuçlarıyla gidilmektedir. Suriye üzerine yöneltilen, Suriye askerlerinin Lübnan’dan çekilmesi, kamplarda yaşayan Filistin halkının ve Lübnan direniş güçlerinin silahtan tecrit edilmesi ve eski Başbakan Hariri’nin katledilmesiyle ilgili BM Güvenlik konseyinin müdahaleleriyle bir zincir halkaları gibi sırlanmaya başladı.1559 ve 1595 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararı ve bunların takip raporları, gittikçe açığa çıkan kaba ve kirli bir oyun olarak sergileniyor. Makalemizin konusu olan Terje Roed Larsen ve Detlev Mehlis Raporları da, bu kirli oyunun bir parçası olarak gündeme geldi.

Bu sürecin, komplodan çök etelerde anlamı vardır. Gelişmeler, önceden belirlenen stratejiler doğrultusunda şekillenerek ilerliyor. Bir gece ansızın dayatılmak istenen bir komplonun hayata geçirilmesinden çok daha büyük ölçekler içinde süren bir stratejik hedefin hayata geçirilmesi için yaşamın her alanı vahşice zorlanıyor. Yıllar öncesinden başlayan gelişmeler ve bölgemize yansımaları bu gün ortaya çıkan gelişmelerin alt yapısını oluşturdu. Kural gereği de, dünya güçler dengesinde en güçlü olanlar, ilgili ilgisiz her gelişmeyi kendi lehlerine çevirebilme olanaklarıyla, çıkarları doğrultusunda sürece yön verdi.
Bütün veriler bu yanıyla, bölgemiz halklarının aleyhine yabancı emperyalist güçlerin lehine bir gelişme eğilimi gösterdiğinden bahsetmek yanlış olmayacaktır. Makalemizin konusu Suriye üzerine yöneltilen baskıların doğru algılanabilmesi için, birbiriyle ilgili süreçlerin özetle gözden geçirilip son halkasında Suriye üzerine nasıl yığıldığını kavramakta yarar bulunmaktadır. Irak’a açılan savaş, araç ve yöntemleri konumuz için önemli bir gözlem odağı oluşturuyor.




Irak savaşı



Irak’a karşı savaş, tarihin en büyük yalanıyla başlatıldı. “Kitle imha silahları” denildi, araştırma heyetleri yollandı, kışlalar, askeri tesisler arandı. Yetmedi, okullar camiler arandı olmadı, başkanlık sarayları ve özel evler arandı bir türlü kitle imha silahının izine rastlanmadı. İngiltere Başbakanı, İngiliz istihbarat servisi kaynaklı “Saddam, 45 dakikada kullanılabilir hale getirilebilen kitle imha silahına sahiptir” iddiasıyla, kamuoyu kışkırtmasına yöneldi, ancak bu hayali silahlar bir türlü bulunamadı. BM teftiş heyetlerinin aylarca aralıksız yaptıkları aramalar hiçbir sonuç vermedi. Irakta taş üstünde aranmadık taş bırakılmadı, ama öyle bir silahın izi bulunamadı. Kocaman bir yalanın peşinde koşuluyordu ya da bu yalanı üretenler önceden karar bağladıkları savaş için ön araştırma , yoklamalar yapmakla meşguldüler.

BM araştırma heyeti başkanının istifası ve üstündeki baskıları itiraf ederek, Irak’ın elinde olduğu iddia edilen kitle imha silahının bir yalan olduğunu açıklaması, savaşı çok önceden kararlaştırmış olanlar için hiçbir anlam taşımıyordu. Savaş kararı yıllar öncesinden alınmıştı ve uygulanacaktı. Bunun için her türlü yalan mubahtı. Tüm insanlık ayağa kalkmış, böylesi bir cinayetin işlenmesini engellemeye çalışmıştı. Milyonlarca insan dünyanın en önemli başkentlerinde savaşa karşı tepkilerini haykırıyordu, ama nafile, ilahlar bir kez savaş kararı vermişlerdi. Ve savaş 20 Mart 2003’te atılan ilk füzelerle başlamıştı. Dünya medyası bir maç sunar gibi savaşı, ölümü naklen yayınlamaya başladığında masum insanlar haksız ve adaletsizce katlediliyordu. Bir yalan peşine sürüklenin ABD-İngiliz askerleri, amaçsız ve nedensiz insan katletme maratonuna başlamışlardı;araştırmalarını tamamlamak üzere olan bir ABD kongre komisyonu, bu yalanın Beyaz Saray ve Pentagonda, Bush ve yardımcısının önderliğinde nasıl pişirildiğini dünyaya açıklamak üzere son verilerini topladığını hatırlatmak gerek.

BM üyesi bağımsız bir devleti, bir yalan etrafında koparılan yaygarayla yıkma uğratıldı ; savaş Irakta, yüz binlerce masum insanın ölümüyle ilk raundunu tamamladı. 9 Nisan 2003’te Bağdat’a girerek Irak’ı işgal eden ABD-İngiliz mihveri, savaş öncesi yalanlarından biri olan “Irak halkının çiçekle karşılayacağı” hayali, savaşın ikinci raundunu yeni ölüm ve yıkımlarla başlatmış oldu. Bu gün biliniyor ki, ırak halkı tüm imkanlarıyla işgalci güçlere karşı tüm güçleriyle direniyor. İşgalci güçlere çiçek yerini kendi araçlarıyla cevap veriyor. Savaşın ikinci raundu işgal güçleri için Irak’ı içinden çıkılmaz bir bataklığa çevirmiştir. Ne kadar global kar o kadar global terör de dahil olmak üzere bu bataklıkta savaş, masum insanları vahşice katledilerek devam ediyor. İşgalci güçlerin savaş yalanları mekanizmasının diğer bir unsuru olarak ortaya sürülen demokrasi ve özgürlük vaatleri, trajikomik bir kanlı kıyım süreci olarak gerçek anlamını göstermiş oldu. İnanılmaz bir yalan, inanılmaz bir aldatmaca dizisi sonuçta Irak halkına ölüm üzerine ölüm getirmekten başka bir sonuç üretmemiştir. Son tahlilde farklı beklentileri olanlara ise, bölgemizin tümüne yaygınlaştırılmak istenen aynı aldatmacanın ve yalanların İran ve Suriye halkına getireceği ölüm dizisi, sonu gelmez bir kaos beklediğini müjdelemek gerekiyor. Afganistan’da ve Irakta başlayan sürecin sonu yoktur. Kaos yaratıcı anarşinin dopingidir, bölgemizi bekleyen yeni kaoslar ABD’nin elinde tek alternatiftir. Masum insanların ölümü ABD için hiçbir anlam taşımaz. Onlar bu güzergahın emniyet altına alınması için gerekli olan amortisman payıdır, basit birer rakamdan ibarettir.

İşgalci güçler için kaos temel bir tercihtir. Ancak evdeki hesabın çarşıya uymamasının anlamı, Irak halk direnişinin kabul edilebilir ölçeklere çekilememesiydi. Irak halkının direnişi beklenenin onlarca kat üstündeydi. Buna, savaşın ürünü olarak doğan ya da yerleşen terör guruplarını ve işgalci güçlerin provokasyon terörüyle at başı giden karmaşasını da eklediğimizde Irak, ABD için kaynayan kazan haline geldi.

ABD askerlerinin tabutları ard arda taşındıkça, Yeni liberallerin sinir sistemleri çözülmeye, şaşkınlıkları ve tepkileri başka alanlara yönelmeye başladı. Suriye üzerine yürütülen yükleniş, Irak’ta düşülen çıkmazların artışıyla yükselişe böylece geçmiş oldu. Savaşın ilk günlerinden bu yana, aralıksız yönelttikleri suçlamalarla saldırı hedefi haline getiren ABD yönetimi, Irak bataklığında gömüldükçe saldırganlığını inanılmaz boyutlara yükselti. Zincirleme bir reaksiyonla bölgenin en doğusundan (Afganistan), batısına kadar(Suriye-Lübnan), her alanı, sonu olmayan bir yıkıma sürükleme çabaları sürdürülür hale geldi.

Ölen 2000 ‘inci askerin tabutu yükselen toplum tepkileri eşiğinde Amerika’ya ulaştı. Irak bir savaş çıkmazıdır, başlama kararı verilebilen ama sonuçlandırılma kararı verilemeyen bir kısır döngüdür. ABD istese de bu savaş sona ermez Bu savaşın yarattığı dengelerde saldırganın bir geri adımı, onunla birlikte tüm sistemsel değerlerinde yıkımı anlamına gelir. O hesaptır ki, Siyonist Yahudi karanlıklar prenslerinden oluşmuş Bush yönetimi, “Vietnam’dan çıktığımız gibi, Irak’tan çıkmayacağız” haykırışlarını, bu çözümsüzlüğün hezeyanı olarak dışa vurmaktadır.

İran’ın nükleer silah üreteceği yalanı ve Suriye’nin Iraklı direnişlere yardım ettiği iddialarıyla başlatılan baskılar ABD’nin çıkmazı artıkça, arttı. Buna Lübnan başbakanı Hariri’nin öldürülmesiyle ilgili suçlamalar da eklenerek dikkatlerin ırak üzerinden başka alanlara aktarılması ve kamuoyunu aldatma çabaları yükseldi. Özellikle de ABD kamuoyunun yanlış yönlendirilmesi için özel bir çaba olarak Suriye üzerine yürünmeye başlandı. Zaman zaman Iran, zaman zaman Suriye öne çıkarılarak bölgemiz üzerindeki baskılar tahammül edilmez hala getirildi. Bu politikayla Suriye’nin hedef tahtası haline getirilmesi gittikçe belirginleşmeye başladı. Suriye’nin üzerine yürümek için aldatıcı yeni gerekçeler, yalanlar ve iddialar gerekti. Suriye’nin zayıf halkası Lübnan’dı ve buradan vurmak için örülmesi gereken ağlar örülmeye başlandı. Iraklı direnişçilere yardım yaptığı, lojistik destek sağladığı iddiaları yetersiz kalınca, Lübnan’a müdahale edildiği iddiası gündeme geldi. Lübnan Cumhurbaşkanının görev süresinin uzatılmasını iç işlere müdahale olarak gösterip, Güvenlik konseyinden kararlar çıkartılmaya yöneldi. Suriye’nin Lübnan’ı işgal ettiği iddiaları, Irak devletinin işgal edilip yıkılması ortamında yapılmasında bir beis görülmedi. Suriye’nin askerlerinin Lübnan’dan derhal çekmesi istendi. Bununla da yetinmedi, “yaratıcı anarşi” tezleri gereği, Lübnan başbakanı Hariri’nin katledilmesi gerekçesiyle tehditler ve yaptırım kararları sallanmaya başlandı. Bağdat’ın düşüşünden bu yana, günde ortalama ikiden fazla açıklama ve tehditle Suriye üzerine yürüyen ABD yönetimi, Irak’a karşı sürdürdüğü savaş öncesi bunaltıcı baskıları tekrar etmekte olduğu açığa çıktı. Bölgemizde bu günün en sıcak gelişmesi bu süreçte ortaya çıktı. Suriye hedefe getirildi, vurulmanın eşiğinde bunaltıcı bir baskı altına alındı. Yalanlar, uydurma suçlamalar daha da artarak, içten ve gerekirse bir askeri harekatla dıştan, Irak gibi tasfiye edilme süreci başlatılmış oldu. Larsen ve Mehlis raporları bu sürecin de bir sonucu olarak makalemizin konusunu oluşturdu.

Bu satırların yazarı hiçbir zaman komplo teorilerine yazılarında prim vermemiştir. Bu teorilere yaslanarak bir şeyleri izah etmenin bir tür kolaycılık ve araştırıcı akıl süzgeçlerini işlevsizleştirmek olduğunu belirler. Buna rağmen, global bir sürecin, enerji kaynaklarını kontrol etme, bölgeleri bir tespih taneleri gibi ipe dizme ve tüm engelleri aşacak planlar geliştirme söz konusu olunca, gelişmelerin önemli bir kısmı önceden hazırlanan planlar gereğince işlendiğini iddia etmek yanlış olmayacaktır. Bu planlar bir komplo üretmekten çok, bir stratejinin zorla ikamesi için sonradan çıkabilecek ihtimallere göre, önceden uygulama planları yapmaktır. ABD, Akdeniz-Ortadoğu-Kafkaslar güzergahına ilişkin amaçlarını, bu türden binlerce plan ve girişimle organize ettiğini söylemek doğru bir tespittir. Taşlar yerinden oynadıkça komplo olarak yorumlanabilecek bir çok plan ve gelişmenin temel unsurları yerli yerine oturacağı bir süreç içinde olduğumuzun bilinmesi de, olayları kavrama açısından önem taşımaktadır

ABD- Suriye ilişkileri yaşanan depremler ardından, fay hatları tek tek kırılmakta olan bir ilişki konumundadır. Artçı sarsıntılar şiddetli bir yıkım sarsıntısına dönüşme eğilimi taşıdığı da inkar edilmez bir gerçektir. Oysa bu ilişkinin yakın tarihi oldukça farklı bir çizgi üzerinde seyrediyordu. Suriye-ABD-Lübnan ilişki üçlemesinde olayların ince detaylarını algılamak için, okuyucunun bu bağları özetle bilmesinde yarar vardır.

Saddam yönetiminin Kuveyt’i işgal etmesi ardından ABD, Suriye ilişkilerini düzeltmek üzere inanılmaz bir çaba içine girdi. Kuveyt’i kurtaracaklardı şeklen de olsa ortak görülebilecek bölge müttefiklerine şiddetle ihtiyaç bulunuyordu. ABD bu çapta bir savaş girmekten oldukça tedirgindi. Vietnam psikozunu üzerinden atmamış, 23 Ekim 1983’te de, bir intihar saldırısı sonrası, arkasında yüzlerce ölü ( 243 asker) bırakarak Beyrut’tan kaçmak zorunda kalmıştı. Bölgeye girmek ve bölgenin kaynakları üzerende denetim sağlamak gerekiyordu. Bu fırsatta çıkmıştı, ancak ikinci bir Vietnam hadisesi ABD’yi sadece bölgeden değil dünyadan da kovabilirdi. Planlar, önlemler ve kim olursa olsun ortak savaş müttefiki arayışı önem kazanmıştı. Bu arayışlar sonucu, Kuveyt’in kurtuluşuna tam 28 ülke katılmıştı. ABD’nin müttefik arayışında, Suriye önemli bir unsurdu.

Ancak Suriye’nin bölgede bir konumu ve ABD engeli nedeniyle tamamlamakta güçlük çektiği planları bulunmaktaydı. Suriye, İsrail-Arap mücadelelerinde öncü bir ülkeydi ve savaş ortamı içinde bulunuyordu. Suriye’nin güvenliği de Lübnan’da başlıyor orada bitiyordu. 1 Haziran 1976 da Arap devletleri ortak karı ve Lübnan hükümeti resmi talebiyle iç savaşa son vermek için Lübnan’a askeri olarak giren Suriye, başta İsrail olmak üzere Fransa, İngiltere, ABD dayatma ve müdahaleleriyle çıkmazdan çıkmaza sürükleniyordu. Bu sürecin sonucunda Emin Camayel’in başkanlık süresi bittiğinde yaptığı usulsüz ve kanunsuz atamayla General Michel Aoun kendini Cumhurbaşkanı ve Başbakan ilen ederek iki başlı bir yönetimin ortaya çıkmasına yol açmıştı. Suriye bu görüntüye son verecek ve Lübnan’ı kendi güvenliği için de gerekli olan bir istikrara kavuşturacaktı.

ABD-Suriye çıkarları 1990’da böylesi bir çizgide kesişmişti. ABD, Suriye’nin Lübnan’la ilgili konumunu kabulleniyor, onaylıyor ve bu konumun başta istikrarına ses çıkartmama tutumu benimsiyordu. Suriye de Müttefik kuvvetleri içinde, Kuveyt’in kurtuluşuna şekli de olsa bir askeri birlikle katılıyordu. General Michel Aoun gasp ettiği Cumhurbaşkanlığı sarayından askeri bir müdahaleyle sökülüp atıldı (General Fransız Büyükelçiliğine komutanlarıyla birlikte sığındı). Böylece, Lübnan’da Suriye’nin mutlak etkinlik dönemi hataları ve sevaplarıyla başlamış oldu. ABD körfezde yüz binlerce askeri güç ve aparatlarıyla yerleşti, Fransa bölgedeki tarihi derinlikleriyle kökleşmiş var oluşunun da sonu oldu. Yıllar sürecek bir istikrar dönemi gibi görülen süreç böylece başlamış oldu. Bu süreç, ABD’nin ciddi ekonomik çıkmazlarının artışı, Pazar açılımları enerji sıkıntıları işsizlik ve üretim düşüşüyle birlikte yükselen yeni liberal cuntanın iktidara gelmesine kadar sürdü. Yeni liberaller ABD’nin çıkmazını içten değil dünyanın diğer ülkelerini basamak kullanarak aşabileceği planları. Strateji ve önermeleriyle iktidar olmuşlardı. Bu da savaş ve yıkım demekti. Nitekim böyle de oldu.

ABD bu sürece ilerlerken, 1990’dan Irak savaşına kadar geçen 13 yıldaki dünya gelişme ve değişmelerinden makalemizle ilgili olan bir iki olguyu hatırlatarak konumuzla ilgili ayrıntıları yerli yerine oturtmaya çalışalım.


Dünyada köklü değişimler



Aradan geçen 13 yıl (1990 II. Körfez savaşı, Kuveyt’in Irak işgalinden kurtarılması ve Suriye’nin müdahalesiyle general Michel Aoun’un kanun dışı işgal ettiği Lübnan Cumhurbaşkanlığı konutundan atılmasını sağlayan ABD-Suriye yakınlaşması ile 20 Mart 2003 Irak’a karşı açılan savaş arasındaki dönem), dünyamızda emsali önceki tarihlerde görülmemiş bir alt üst oluş dizisine tanık olmuştur. Bunların başında dünyanın güçler dengesini iki kutuplu bir ortam dolaysıyla, nispi olarak koruyan Sovyet Sosyalist sisteminin hayallere ziyan bir hız ve tarzda çöküşü. Ve bunun tüm dünya üzerinde yarattığı, sosyal-siyasal-askeri, her türden etkinin kendini evrensel boyutlarda göstermesi. 18 Mart 1949’da Amerikan Senatosunda okunun Kuzey Atlantik Birliği (NATO) kuruluş bildirisiyle başlayan Soğuk savaşın, NATO güçleri lehine sona ermesi ve 11 Eylül olayları gerekçesiyle, yıllar içinde hazırlanmış olan ABD’nin ortaçağ imparatorluklarını artmayan dünya üzerinde kurduğu adaletsiz ve hukuk dışı egemenliğinin fiili askeri savaşlarla ikame edilmesidir.

Bu etkiler, başta zayıf ülkeler üzerine bir soğuk duş etkisi yapmıştır. Artık ABD ve müttefikleri dışındaki tüm ülkeler ve insanlık ağır bir saldırı süreci karşısında korunmasız kalmıştır. ABD’nin yeni muhafazakar yönetimi, dünyayı hiçbir gerekçe göstermeksizin ilgili oldukları tüm olaylarda “ya bizden yana ya da düşmanımız olacaksınız” dayatmasıyla bölümlediğini ilan etmiştir. Ye teslim olmak yada direnerek ölümü tercih etmek arasında başka bir seçenek kalmamıştır. Buna Birleşmiş milletleri ve kurumların bir pentagon karakolu haline getirmekle de, şekli bir meşruiyet maskesi takmıştır. Dünyamızın tüm insani etkinlikleri ABD’nin rahmeti altında ya uşak ya düşman olarak belirmeye başlamıştır. Başlamıştır diyorum, zira olaylar ortaya çıktıkça, bölgeler ve ülkelerle ilgili çıkar ilişkileri belirdikçe bu yasanın dayatılması kendini göstermektedir. Bu hukuk dışı yasanın dayatılması esasına göre oluşan gelişmeler yaptırımın gerçekleşme zamanın kısa ya da uzun olmasını belirler olmuştur. Bu gün hala, bu ölçüleri adil hale getirecek bir gelişmeye tanık olunmamıştır. Artık ne Rusların ve Çinlilerin BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi olmalarının nede nükleer güç sahibi olmalarının, bir kıymeti harbiyesi kalmamıştır. ABD karşısında bu eski dev güçler, sağlayacakları kredilerin, ulaşabilecekleri avantaj kırıntılarının mahkumu olarak dostluklarına güvenilmez birer cüce haline gelmiştir. İnsanlığın yüz binler ve milyonlar halinde gösterdikleri tepkileri ise, Demirel’in ünlü “yollar yürümekle aşınmaz” deyişinden öte bir kıymeti olmadığı, Irak’a karşı açılan haksız savaşa karşı tepkilerde tescil edilmiştir. Bütün bunlar, dünyanın sonu değildi ve yapılacak çok şeyin olduğu gerçeğini değiştirmese de tablo bu günün verileriyle bu momenttedir.

Sosyalist sisteminin çöküşü beklenmeyen bir vakaydı. ABD yetkililerinin dahi hayret ve dehşet içinde kaldıkları bu hızlı çöküş, sırtlarındaki soğuk savaş yüklerini şaşkınca ve alternatifsiz bir şekilde atmayı getirdi. Oysa 60’lı yıllardan itibaren sıkı sıkıya örgütledikleri her türden muhbir, provokatör, ajan, terör şebekeleri var oluşlarını sürdürmek için işe devam etmeleri gerekiyordu. Bunlardan önemli bir kısmı da korunmuştu. Ancak Sovyetlerin Afganistan işgalinden itibaren örgütlenip beslenen İslam-i terör örgütleri açıkta kalmıştı. ABD, dünyanın tüm dini esaslara dayılı uluslar arası terör örgütlerinin tek yaratıcısıydı. 60’lı 70 ve 80’li yıllarda her boy ve soydan ilerici, demokrat, devrimci, sosyalist güçlere karşı bu ölüm kusan terör şebekelerini kullanıyordu. Sovyetlerin çöküşü, soğuk savaşın bitişi,diğer yandan Sovyet sistemiyle dirsek temasında olan tüm zayıf ülkeleri de boşluğa düşürmüş ve boşta kalan dini terör örgütlerin at koşturma sahası haline gelmiştir. ABD bu gelişmeyi bilinçlice olanaklı kılmış ve bu ülkelerin içten içe çöküp daha da zayıflamalarına olanak sağlamıştır. Hedef, üstünden Sovyet güvenlik şemsiyesi kalkan ülkelerin ABD karşısındaki konumları tam bir teslimiyet olarak belirmesi olmuştur. Böylesi ülkeler, Ekonomik, sosyal siyasal her türlü dayatmaya açık hale gelecek ve ABD’nin bu süreçte ortaya attığı “yeni dünya düzeni” içinde vereceği yere razı olacaktır. Nitekim süreç bu yönde devam ediyor.

Ancak 11 Eylül olayları, ABD üretimi terör şebekelerinin düzenlenişi ve yeni dünya düzeninde alacakları yer konusunda sıkıca bağlanmış bir çerçeve bulunmuyordu. Beklenen, ilerleyen zaman içinde bu şebekelerin çaresiz bir dağılma süreci yaşayacaklarıydı. 11 Eylül olayları, küreselleşen insan ilişkilerinin bir parçası olarak küresel olmuştu ve karşısında ABD’yi hedef unsur olarak çıkartmıştı. Bu şebekeler 80‘li yıllar içinde ABD desteği altında öylesine bir genişleye vardılar ki, Sovyetlerin çöküşüyle ideolojik boşluğu düşen inanılmaz sayıda insanı, birer militan olarak dünyanın her yerinde saflarına akın akın taşıyordu. Sosyal içerikli siyasal eğilimlerin geri ülkelerde içine düştükleri çözümsüzlükler, Bu şebekelere yeni kuşakları da birer taban olarak sevk etme olanağı yaratıyordu. Dünyamızın bu alanında konumuzla ilgili süreçle böylesi bir yön almış kendi kıstaslarını ve ilkelerini belirler olmuştur.

ABD, yeni dünya düzeni için, tek süper güç olmanın avantajlarıyla bu gelişmelerin tehlikelerini dahi kendi çıkarları için bir araç kullanabilir hale gelmiş oluyordu. 11 Eylül arifesinde New York borsasında derinleşen çöküş üzerine düşülen karamsarlığı aşmak için beklenen bomba böylece patlamış oluyordu. ABD ekonomik sorunlarının çözümü de dahil olmak üzere, 11 Eylül 2001 eylemlerini tanrının bir hediyesi olarak gördü. Akdeniz-Ortadoğu-Kafkaslar jeo-stratejik enerji ve servetler hattını güvenli hala getirme önünde bir engel kalmamıştı. Beklenen gerekçe de, 11 Eylülde gelmişti. İnsanlık, Sovyetlerin çöküşüyle birlikte ABD yönetiminin ortaya attığı Yeni Dünya Düzeni’nin nasıl ikame edileceğini de görme fırsatı bulmuş olacaktı. Afganistan ve Irak devletlerinin yerle bir olmasını sağlayan Füze ve bombalar, üretici şirketlerin hisselerine borsada tavan yapma olanağını nasıl yarattığını TV ekranları naklen yayınıla aktarıyordu. Dünyamızın yeni kıstasları, her eve canlı yayın aracılığıyla böylece ulaşmış oluyordu.

11 eylül olayları birer terör olayıdır ve masum insanları katleden hayasız bir girişimidir. Terör sahibini vurmuştu. Sahibi bundan hem memnundu hem de rahatsızdı. Memnundu zira, eline Halife Osman Gömleği geçmişti. Tüm kirli emeller bu bayrak dalgalandırılarak gerçekleştirecekti. Osman’ın Gömleği, bu gün insanlığın karşı karşı kaldığı en tehlikeli araç olmaya devam etmektedir. Artık ABD’nin tüm çıkar stratejilerinin yolu terörizm heyulasıyla döşenmiş oldu. ABD, Irak bataklığında tıkandıkça da bu kanlı gömleği kullanarak, Irak’ın komşularını suçlayacak ve baskılarını bu kanaldan yapmaya başlayacaktı; Irak’ta dinmeyen terör, terörü destekleyen Suriye’nin geçiş güzergahı haline gelmesinden olacaktı, Filistin halkının kurtuluş örgütleri bu kapsamda derhal tasfiye edilmesi gereken unsurlar olacak, Lübnan direniş güçleri birer terör örgütü olarak muamele görüp silahsızlandırılması istenecekti. Suriye-ABD ilişkileri değişen dünyayla birlikte böyle bir değişim sürecine girmiş oldu.

1990 da Kuveyt’in kurutuluşu için Suriye’ye her tavizi vermeye hazır ABD, haksız ve adaletsiz Yeni Dünya Düzeni’ni ikame ederken, enerji güzergahını güvenceye almak için istila ittiği Irakta, içine düştüğü çıkmazın tek nedeni olarak Suriye’yi görmekte kırılması gereken halka olarak ilan ediyordu. Lübnan diye bir ajandası olmayan ABD’nin, Fransızları yedeklemek, İsrail de güvenliğe kavuşturabilmenin bir basamağı olarak Lübnan kaosunu yaratma işareti böylece verilmiş oldu. Siyasetten daha çok, adli-hukuki olmaktan daha az bir tutanak olan Mehlis-Larsen raporları da bu işaretin ardından oluşan ortamda piyasaya sürüldü.

Konumuzla ilgili verilerimizde eksik kalan halka Lübnan ve Suriye Lübnan ilişkileri bulunmaktadır. Konumuzu toparlayıp sonuçlandırmak içi bu iki maddeyi gözden geçirmemiz gerekiyor.


Lübnan tarihi


Tarihte, Lübnan devleti ya da Lübnan ülkesi diye bir siyasi olgu yoktur. Suriye’nin Lübnan dağları vardır ve orda her din ve mezhepten Suriye Arap halkı yaşar. Tarih içindeki sosyal siyasal yönelimi her zaman Suriye merkezli bir çizgi izleyen bu sahil şeridi, sıradan bir gözlemcinin haritaya göz attığında da farka edebileceği yanıyla fiziki olarak aynı vatanın bir parçasıdır. Hilal el Hasibi denilen verimli ay içinde, Bilad el Şam (Şam beldeleri) diye tanımlanan tüm sosyal-siyasal varoluşlarda, Lübnan, Suriye ülkesinin sahil şeridi, dağ ve ova toprağıdır; Haçlı seferlerinin ardından gelen Frenk kolonileri ve bu kolonilere karşı yerel Prenslerin yürüttüğü mücadele ve 1187 de Frenk ordularını, Tabariye gölü yakınlarındaki Hittin mevkiinde yenilgiye uğratan Salahiddin el Eyyubi’nin merkezi bir yönetim altında topladığı Bilad el Şam (Şam Beldeleri) bu gerçeği ifade eder. Lübnan bir kavşak alandır. Finikelilerden başlayarak, Mısır, Yunan, Roma, Bizans ve İslam uygarlığına kadar uzanan bir ilişki bağlantı odağı olmuştur. Bu yüzden tarihinin her kesitinde çok ya da az miktarda da olsa bir dış güç etkisi kendini hissettirmiştir. Batının doğuya açılan kapısı olan Lübnan, ensiz bir sahil şeridi ardından yükselen dağlarıyla, anavatanıyla bağlarında her zaman nispi bir özerklik elde ederek yaşaya gelmiştir. Bu yabancı müdahalesine daha da kolaylaştırırken, yerel etkinliklerin zaman zaman etkin roller oynamasına da olanak sağlamıştır. Haçlı seferleri ardından iki yüz yıla yakın bir koloni krallığının kurulabilmesi, Dağ Emirlerinin ayrı birer prenslik olarak kendilerini dayatma çabaları buradan gelmiştir. 1585-1635 yıllarında Dürzü Emir Fahreddin’in, 1788-1840 Şihab Beşir’in Osmanlıya karşı ayaklanmaları ve ayrı bir federasyon olarak Lübnan’ı bir emirlik altında birleştirme çabaları hep aynı geo-stratejik konumun yarattığı olgular olarak gündeme gelmiştir; Ortak dil, ortak etnik doku ve ortak tarihe rağmen, farklı inanışların bu ölçüde bir karmaşık tarih oluşturması mümkün değildir. Bu tarih bu güne kadar ilerletilince, Lübnan, dünyanın tüm düellolarına hipodrom oluşturur gerçeğini anlamak daha kolaylaşır.

Osmanlı dönemi ise, bu sürecin aynı doğrultuda algılandığının 400 yılı aşkın süredeki sicilleri ihtiva eder. Osmanlı dağılırken, I. Paylaşım savaşı galibi emperyalist ülkelerin geliştirdikleri böl-yönet taktiğinin bir ürünü olarak Arap topraklarında adım başı bir devlet kurulmuştur. Kimi aşiretlere hatta aşiret fertlerine birer devlet kurmak suretiyle bir vatan, onlarca vatan haline getirilmiştir, bir ulus onlarca ulusa, aynı halk ayrı devletlerde farklı halklar olarak tanımlanmıştır. Ürdün örneğinden olduğu gibi, Mekke Şerifi Hüseyin’in, İngilizler yardımıyla Abdulaziz bin Suud önderliğinde, Riyad’lı Suud aşireti tarafından Hicazdan kovulmasını telafi etmek için, büyük oğlu Abdullah’a Ürdün diye bir devlet, Faysala ise Irak diye bir devlet kurmaları gibi. Ortadoğu İngiliz ve Fransız denetiminde iki bölgeye ayrılınca, Fransızlar da, İngilizler gibi ellerindeki bölgeyi parçalara bölmeye başladılar. Önce Lübnan sonra, toprakları keyfi genişletilen Büyük Lübnan devleti kuruldu. Geri kalan Suriye toprakları da, dört devlete ayrılıyor; sahil şeridinde Alevi devleti (Suriye’de bu devletin antetini taşıyan tapu kayıt defterlere kullanılmaya devam ediliyor), güneyde Dürzi devleti, Şam şehir merkezi ve etrafı Sünni Arap devleti, kuzey sınırları Kürt-Arap Sünni devleti olarak bölünüyor (aynı dönemde 10 Ağustos 1920 Sevr Anlaşmasıyla da Türkiye bir dizi devlete parçalanıyordu). I. Dünya paylaşım savaşı sonuçları olarak ortaya çıkan sınır belirlemelerinde ve Lozan Anlaşmasında yeri olmamasına rağmen, Liva İskenderun (Hatay) da, yaklaşan II. Dünya paylaşım savaşı kaygılarıyla önce Hatay devleti kuruluyor (2 Eylül 1938) sonra bir çırpıda Türkiye’ye ilhak ediliyor.

Bir vatandan, ortak dil, ortak ekonomi, ortak gelenek görenek ve ruhi şekillenme ve ortak topraklarda bir dizi devlet inşa edilerek daha çok böl daha uzun egemen ol sistemi ikame edilmeye çalışılıyor. Bu gün Lübnan Birleşmiş milletlerin de tanıdığı bir devlet ve ülke oldu. Bu doğru, ilişkilerin de buna göre olması çok doğal. Ancak halk ve halkın duygu ve düşünceleri, resmi karların ruhsuz mürekkep kağıt ilişkileri içinde cereyan etmiyor. Aradan yüz yıllar geçse de ki, bu her yüz yıl için üç kuşatır akrabalık ilişkileri ve onlardan doğan sosyal siyasal ekonomik uzantılarla aynı halkın aynı tür ilişkileri bir çırpıda farklılaşmıyor. Çekilen sınır telleri ölüm pahasına kaçak giriş çıkışlara son vermiyor. Bu satırların yazarı, bunun ne anlama geldiğini, kendi yaşam ilişkilerinin deneyleriyle yakından biliyor.

Osmanlı resmen dağıtılırken, böylesi inanılmaz bir kabalık ve adaletsizlikle, emperyalist devletlerin çıkarları doğrultusunda peşkeş çekiliyordu. Osmanlı devleti, dağılma arifesinde, I. Paylaşım savaşı sürecinde Lübnan’ın bir Suriye toprağı olduğu gerçeğine işaret eden tipik bir sicil bırakıyordu. 6 Mayıs 1916 da Cemal Paşa Lübnanlı ve Suriyeli Arap liderleri toplayıp Şam şehri Merci meydanında idam ediyor. O gün, 6 Mayıs şehitler günü olarak ilan ediliyor. Bu gün 6 mayıs şehitler günü Lübnan’ın da Suriye’nin da ortak şehitler günü olarak anılmaya devam ediyor.

Lübnan devleti kuruluşuna giden yakın dönem tarihi, I. Dünya paylaşım savaşı ardından gelen iki önemli belgeyle belirlenir. Bunlar Mayıs 1916’da Seykes-Picot anlaşması ve Kasım 1917’de ilan edilen Balfour Bildirisidir. Bu bildirge ve anlaşmaya göre, Ortadoğu, A bölgesi Fransızlara, B bölgesi İngilizlere düşecek şekilde iki ana bölgeye bölündü. Suriye A bölgesinde bulunuyordu, bu bölgenin kuzey köşesi Sivas Zara’ya kadar uzanmaktadır. Bir tarafta İngilizler, diğer tarafta Fransızlar ellerine geçirdikleri bölgeleri istedikleri gibi kullanabilirlerdi. Lübnan devleti de diğer devletler gibi ortaya çıkarılabilirdi. Fransızlar Lübnan feodal prensleri üzerinde tarihten gelen oyunlardan birini daha oynama fırsatı bulmuştu. Lübnan dağlarında yaşayan bu feodaller açısından, kendi denetim alanlarındaki çıkarları bir yana dünya bir yanaydı. Ne halkının nede yükselmekte olan ulusal uyanışın ne ülke birliğinin ne de emperyalist elinde bir maşa olmanın kıymeti yoktu.

19 Yy. Lübnan tarihi bu feodallerin ilişki ve çelişkilerine, çıkar ve çatışmalarına ait bir tarih olarak geçerken emperyalistler için istenilen bir ortamı da hazırlayan verileri oluşturuyordu. Osmanlının en uzun ve en acılı yüz yılı da olan bu yüz yıl, Lübnan’da kendini köylü ayaklanmaları, Mısır işgali ve işgale karşı direniş, feodal beyler arası savaşlar zaman zaman da mezhepsel ve dinsel savaşlarda gösteriyordu. 1820 Hükümdar II. Şahab’a (Beşir) karşı köylü, avam ayaklanmaları, 1831 Mısır işgali ve tepkiler, 1840 Mısır işgalcilerine karşı ayaklanmalar (ki bu kesitte Mısırda kavalılar hareketi Osmanlı eyaletlerini adım adım ele geçirmekteydi), 1845 ve 1860 Nisan ayaklanmaları, İngilizlerin desteklediği Dürzüler, Fransızların desteklediği Maruniler, Rusların desteklediği Ortodoksların karmaşık ilişki ve çelişkileriyle gündeme geliyordu. 19. Yy Lübnan feodallerinin iç savaşlar, dış işgaller sercinde kendi topraklarında (dış güçlerle de her türden işbirliği yaparak) dünyadan kopuk gibi yaşama eğilimlerinin geliştiği çağdır. Nisan 1860 ayaklanmalı ve mezhep kıyımları 1915 yılına kadar sürecek bir statüyü ve nispi istikrarı getirdi. Anca bu da, bir dış müdahale ile gerçekleşmişti. Lübnan mutasarrıflığı olarak belirlenen ve bir Osmanlı valisinin başında olacağı yeni statü, “Reglement Organique” (Yapısal Düzenleme) 17 maddelik bir anlaşma olarak, 9 Haziran 1861’de Britanya, Fransa, Rusya, Avusturya ve Prusya’nın oluşturduğu komisyon tarafından belirlenmiştir. Mutasarrıf ilgili komisyon devletlerinin onayıyla, Osmanlı padişahı tarafından atanıyordu. Bu mutasarrıf Osmanlı tebaasından Lübnanlı olmayan bir Hıristiyan’dı ve on iki kişilik bir merkez komitesinden yardım görüyordu. Bu konsey 4 Maruni, 3 Dürzi ve Grek Ortodoks, birer Şii, Sünni ve Grek Katolik’ten oluşurdu. Lübnan böylece mezheplere dayalı böl-yönet ve sonuçlarına dayanarak “yapısal düzenleme” süreçlerinin bir yenisine daha, 19.yy sonunda, 20.yy da alacağı son şekle taşınmak üzere, tabi oluyordu.

Böylesi savaşlarda, Suriye merkezi güçsüz kaldıkça, bir yandan Osmanlı valileri-paşaları diğer yandan Mısır güçleri, İngiliz, Fransız Rus müdahaleleri Lübnan dağı feodallerini iç dünyalarına kapanmış birer dış güç oyuncağı halene getiriyordu. I. Dünya paylaşım savaşı arifesinde batılı devletler, meta ihracından sermaye ihracına yükselen bir iktisadi genişlemeyle, dünya pazarlarını, etki ve nüfus alanlarını çoğaltma yarışındaydılar. Lübnan şarkın kapısı olarak bu güçlerin koloni kurma şehvetlerini kışkırtan özellikler taşıyordu. I. savaş bu fırsatı beraberinde getirdi. Osmanlı yıkılmış, Ortadoğu galip devletlerin denetimine girmişti. Suriye’nin Fransız mandası altına konulacağı 25 Nisan 1920 San Remo Anlaşması’yla tespit edildi. 24 Temmuz 1922 tarihinde onaylı cemiyeti akvam mandater anlaşmasının 4. Maddesi gereği de, açık ifadelerle, “ Mandaterin Suriye ve Lübnan topraklarının tümü ya da bir bölümünü vermesi ya da kiralaması, ya da yabancı bir devletin denetim altına bırakması”nı yasaklamıştı. Ama nafile, bu gün olduğu gibi dün de, uluslar arası anlaşmaların bir önemi yoktu, çıkarlar hangi planlarla ikame edilecekse, siyasi kararlarda o yönde yorumlanırdı. Nitekim öyle de oldu.

Suriye halkının tepkisi bu gelişmelere karşı çok sert oldu. Mutasarrıflık ve merkez komitesi dahi bu gelişmelere karşı Suriyeli olma adına oybirliğiyle kendini feshederek, Suriye’nin birliği için mücadele çağrısında bulundu. Bu bir ulusal uyanıştı. Emperyalist işgalcilere karşı bir ulusal kurtuluş mücadelesi unsuru taşıyordu. Fransızların Arap ulusal uyanışının Suriye’de gösterdiği bu atılıma karşı, Suriye’yi işgal ederek cevap veriyordu.

I. Dünya savaşının ortaya koyduğu güçler dengesi yönündü bölge şekillenirken Suriye’nin toprakları üzerinde oynanan oyunlara ve Fransızların Suriye’yi işgal kararına karşı, Arap halkı ilk meydan savaşını 24 Temmuz 1920’de Maisaloun’da verdi. Arap orduları bu savaşı kaybetti ve topraklarının bölünmesiyle sonuçlanan dayatmalara boyun eğmek zorunda kaldı. Lübnan işte böylesi bir karanlıkta yapay tüpler içinde belirginleşti.

Suriye’den koparılarak, Lübnan topraklarında devlet ilan etmek, akıllara ziyan bir yöntemle gerçekleştirildi. Hesaplar önce kaba bir tarzda, bir Maruni Hıristiyan din devleti olarak yapıldı. Böyle bir girişimin yaşama şansının o koşullarda bile olmadığı ve Arapların gösterdiği tepkiler üzerine, toprakları Suriye aleyhine artan oranda genişletilmiş, Hıristiyan nüfusu %30’lara çekilmiş Büyük Lübnan 1 Eylül 1920 de ilan edildi. Bu devlet, Fransızların tarihsel bilinç altlarından beslenen ideoloji ve 20 yüzyıldaki emperyalist çıkarları için bir nüfus alanı olarak kurdurulmuştur. Suriye halkı bu girişime sert cevaplar verdi (Okuyucu bu noktada, ilk önce kurulmak istenen Hıristiyan Lübnan devletiyle, sonra kuruluşu ilan edilen Büyük Lübnan devletinin fark ve anlamını, 1975 iç savaş sürecinde Lübnan’ı kantonlara bölüp, Arap karakterinden tümden yalıtılmış Hıristiyan bölgelere ayırmak isteyen Falanjistlerin taleplerini izledikçe daha iyi anlayacaktır. Bununla ilgili Raymon Eddi’nin “Hıristiyan bir Lübnan ikinci bir İsrail olur” belirlemesi önümüze sık sık gelecek bir belge gibidir.)

Suriye bu işgale karşı kendini toparlar toparlamaz her köşesinden yükselen “Büyük Suriye Devrimi” ayaklanmaları ve silahlı mücadeleleriyle cevap verdi. Lübnan’ın tüm Arap Ulusal Güçler, Şam ve güneyinde ve Lübnan’daki uzantılarıyla Sultan Paşa el Atraş önderliğinde Dürzüler, Kuzeyde Halep ve çevresinde İbrahim Hanano (Fransızlar bu önderi yakaladığında Atatürk bir Osmanlı askeriydi diyerek müdahale edip özgürlüğe kavuşmasını sağlamıştı. Babam, Zeki Ural, Halep’te Hanano ile birlikte bu sürecin aktif bir kadrosu olarak, Liva İskenderun (Hatay) Uruba hareketi lideri Zeki el Arsuzi’yle birlikte yer almış ve bu güne taşıdığı ayrıntılarla bu satırların yazarının tarih bilinç altını zenginleştirmiştir.), Sahil şeridinde (Lazkiye, Tartus, Homus, Ceble, Alevi sıra dağları) Şey Salih El Ali önderliğinde Suriye halkı top yekun, Fransız işgalcilerine karşı Büyük Suriye devrimi’ni yükselti. Bu ayaklanma Lübnan’ın ne kadar Suriyeli olduğunu göstermesi açısından bölücülere verilmiş büyük bir dersti. Ancak bu kez de zorbalar galip gelecekti. Küçük ve zayıf bir ulusu, askeri aparatlarıyla bölüp parçalayıp işgallerine devam edecekti (bu gün Irakta aynı şeylerin tekrar etmekte olduğu gibi).

Bu büyük tepkinin Suriye birliğini pekiştireceği ve yeni tepkileri yaratabileceği kaygısıyla Fransızlar Lübnan devletini pekiştirip ayrılığın derinleşmesi için artan oranda kollarını sıvamaya başladı. Zira ayaklanmalar devam ediyordu. Bu ara, Lübnan anayasası oluşturularak, Lübnan Cumhuriyeti, 24 Mayıs 1926 da Charles Dibbas devlet başkanlığına getirilerek ilan edildi.

Lübnan devleti bir dizi karmaşa içinde, tutuklanmasından (21 Eylül 1943) sonra tekrar 22 Kasım 1943 Cumhurbaşkanlığına getirilen Bişar Huri’yle birlikte, bağımsızlık karakteri kazanmaya başladı. Nisan 1946 da Suriye’den, Aralık 1946 da Lübnan’dan yabancı askeri birliklerin çekilmesiyle bağımsızlık resmen ilan edildi. Bu dönemi 1975 iç savaşına kadar izleyen süreçte beylerin siyasal ve yer yer çatışmalı ilişki süreçleri tüm zenginliğiyle devam etti. Bu süreçte, Cumhurbaşkanları sırasıyla Huri (1941-52), Kamel Şemun (1952-58), Fuad Şahab (1958-64), Charles Hulu (1964-70), Süleyman Fıranciye (1970-75) oldu. Bu süreçte, geleneksel Lübnan politikaları gereği, farklı dış güçlerin etkinliği kendini gösteriyordu. Bu kez ABD devrede yeni bir dış güç olarak beliriyor ve Lübnan’ın Arap düşmanlığıyla kendini tanımlamış Hıristiyan kesimlerine silah dahil değişik yardımlarla yönlendirmeleri gündeme geliyor. 8 Mayıs 1958 de patlak veren iç savaş, ABD ve diğer yabancı güç destekli Hıristiyan Kamel Şamun ile ulusalcı Arap ilerici güçleri arazsında geçiyordu. Bu iç savaşın kıvılcımı, Şamun karşıtı ilerici bir gazeteci olan Naseeb El Matni’nin öldürülmesiydi.

1958 iç savaşına ABD müdahalesi, Eisonhower doktrini temelinde 1954’te yapılan yardım alma anlaşmasına dayanıyor. 14 Temmuz 1958 de Irak monarşisinin devrilmesi ve dolaysıyla Bağdat Paktının çöküşü, bölgede dengeleri ilerici Arap ulusal güçleri lehine çevirince, ertesi gün ABD deniz kuvvetleri Lübnan’a, İngiliz komandoları ise Ürdün’e çıkartma yaptılar. Bu müdahale ilerici güçlerin yönetimde etkin yer almalarıyla dizginlenip sone erdirildi. ABD deniz kuvvetleri Ekim ayı sonlarında çekilmek zorunda kaldılar.

Lübnan iki içi savaş arasında (1958-1975) 20. Yy ilişki ve çelişkilerine uygun bir siyasal bölünme içinde oldu. İlericiler (ulusalcılar, Komünistler, sosyalistler, demokratlar) ve gericileri (dış güçlerden destek alan liberaller, dini temelde örgütlü olanlar ve özellikle Maruniler, faşist karakterli falanjistler) olmak üzeri iki ana guruba ayrılıyorlardı. Ancak en gerideki tarihi ve bu günü itibariyle Lübnan’da siyaset saflaşması, deden toruna geçen aynı feodal bey, bölge prensleri, büyük aile zuaması (liderleri) eliyle sürdürülmektedir. Ancak tüm tarihi süreçlerde dış güçlere bağlı olarak varlığını korumaya çalışan ve bu özelliğiyle kendini tanımlayan Maruni Keşişler Meclisi’nin oluşturduğu farklı bir çizgi, Lübnan’ın siyasal gelişmelerinde gerici güçlerin ilham kaynağı, yönlendiricisi olmuştur; Papa XII. Gregory’nin 1584’te Roma’da açtığı Maruni okulunda din eğitimi vermesinden bu yana, dış güçlerle ilişkili olma eğilimini temel bir ayraç olarak taşımaya ve bunu diğer güçlere aşılama çabasına tanık olunmuştur.

Bağımsızlıktan itibaren olgunlaşan siyasal ilişkiler, dünya değişim ve gelişmelerinin de yansımasıyla son noktada bir ikinci bir iç savaşa kadar uzandı. Lübnan ikinci iç savaşı (1975-90) bu ilişkilerin varabileceği şiddet boyutuna ve karmaşasına ancak Lübnan tarihinde biline gelen temel özelliklerin devamına da bir gösterge olarak gündeme gelmiştir. Makalemizin konusu da bu sürecin birikimlerinin bir ürünü oldu. Bunu ayrı bir başlık altında algılamaya çalışacağız.

Birinci dünya paylaşım savaşının açtığı ve bu güne kadar kapatılamayan dosyalar sonucu Suriye resmen parçalanmıştı. Bu parçalanma öyle yapmacık öyle adaletsiz ve öyle rast gele olmuştu ki, yeni devletin sınırları resmedilmemiş, sınır taşı konmamış haritası çıkartılmamıştır, bu gün de aynı durum devam etmektedir. Sınır köyleri ve mezraları Lübnanlı mi? Suriyeli mi? Sayılacak, bu güne kadar netleşmemiştir. Aynı halk ayrı devletlerde yaşamaya zorlanmış ama, Lübnanlı kimi köyler, Suriye okullarında çocuklarını eğitmeye, Suriye hastanelerinde tedavi görmeye normal bir vatandaş olarak devam edebilmekte, sabah karşı tarafta çalışıp akşam evine dönmekte, sınır giriş çıkışları normal vatandaş kimliğiyle şehirden şehre gidiyor gibi yapılabilmekte, 85 yıldır diplomatik ilişki kurma gereği görülmemekte, ortak siyasal-ekonomik-askeri meclisler oluşturulabilmekte, Lübnanlı Suriye başbakanları, Suriyeli Lübnan devlet adamları olabilmektedir.

Büyük Ortadoğu adı altında, “yaratıcı anarşi” içinde birleştirilmeye çalışılan bölgemizde, etnik, kültürel, coğrafi, tarihi ve dil birliği olan bütünün parçaları birbirinden ayrılıp, düşman konuma gelmeleri için, sınır tespitleri üzerinde büyük bir yoğunlukla durulmak istenmektedir. Bunun için de Lübnan’ı ayrı devlet yaptıkları kadar, ayrı ulus yada halk olarak yeniden yapılandırmak üzere, anavatını Suriye’den yaşamasal anlamda koparmak üzere sınır çizimi dayatmaları yapılmaktadır. BM tarihinde ilk kez, ilgili hiçbir tarafın müracaatı olmadan, üstten bir dayatmayla “sınırınızı çizecek aranızdaki ilişkileri farklı iki devlet olarak yürüteceksiniz” emirleri verilmektedir. Bu tutarsız dayatmanın taşıdığı provoktif amaçları örtmek için, Lübnan’daki geleneksel beşinci kol güçleri ve medyaları harekete geçirildi. Yoktan var etmek, medya ürünü sonuçlar dayatmak, bu noktada tüm çirkinliğiyle kendini gösterdi. Küreselleşme çağında, bilişim çağının imkanlarıyla dünyamızın derin farklılıkları olan toplumları kendi aralarında birleşmek için ortak paydalar arar ve bunları zaman zaman suni şekilde de olsa yaratırken, bölgemizde bir ve tek olan her şey parçalara ayrılıp farklılaştırılarak düşman haline sokulmak istenmektedir. Suriye ve Lübnan’a dayatılan da, tas tamam budur. Bu ilişki, I. Dünya paylaşım savaşının ardından başlayan bir dayatmanın devamıyla, bu gün yeniden böylesi bir haksız sınavdan geçirilmektedir. Sınır belirleme olayının gerçeği de budur. Ancak böylesi bir sınır mefhumu ne sınır türleri açısından ne da sınır fonksiyonları açısından hiçbir görevi yerine getirme konumunda değildir. Sınır türleri açısından, ne etnik, ne coğrafi, ne kültürel-dilsel hiçbir farklılığı bir birinde ayırma özelliği taşımazken, sınır fonksiyonları açısından, istenmeyen kişi, mal, hizmet vb. olguların engellenmesi gibi bir hizmeti yerine getirebilme durumunda değildir. Kaldı ki, sınır diye çizilecek hattın ayırdığı halkın buna geçit vermesi söz konusu değildir. İsrail işgali altındaki Şebaa Mezraları’nın kime ait olduğu konusunda Birleşmiş Milletlerin dahi habersiz olması, bu gerçeklere en açık göstergedir.

Sınır olgusunun psikolojik unsurları üzerine bir yaklaşım yapıldığında da görülmesi gereken kimi gerçekler bulunmaktadır. Bu konuda İtalyan akademisyen, sosyalog Raimondo Strasoldo, sınır psikolojisinin “insan doğasıyla ilgili olduğunu, her bireyin sınırlandırılmış kişisel alan algılamasının olduğu ve bu kişisel alana (siz bunu ulusal alan olarak okuyun bn.) izinsiz girilmesinin tepkilere ve düşmanlığa yol açtığını” söylemektedir (aktaran, Mesut Özcan, Sorunlu Miras Irak, s:30). Lübnan halkının tarih içinde, dün ve bu gün Suriye halkıyla tam örtüşen bir birliktelikle, kişisel alan ya da ulusal alan algısından bahsetmek yanlış olmayacaktır. Lübnan ve Suriye diye bölünen ama gerçekte aynı olan bu Arap halkı, kişisel alan algılayışını, her türden dış müdahale ve istilayı karşı, haçlı istilalarında olduğu gibi, I. dünya paylaşım sava sonucunda işgalci ülkelerin parçalama dayatmalarına karşı gösterilen tepkideki gibi, ABD--Fransız askeri çıkartmalarına karşı 1983’te olduğu gibi, üstten dayatmayla bölgemizde İsrail diye bir devletin kurdurulmasına ve bu devletin saldırganlığına, istilacı ve ilhakçı düşmanlığına karşı gösterilen ortak tutum ve 1982 haziranında İsrail‘in işgaline karşı Suriye-Lübnan askeri ve halkının aynı mevzide çarpışıp ülkesini koruma mücadelesi vermesinde olduğu gibi, açık ve ikircimsizce göstermiştir. Aynı ortak alan algılayışını başka Arap ülkeleri arasında görmek dahi, çok güçtür.

Bu gün, bu satırların yazılmakta olduğu süreçte, Suriye üzerine oyanmak istenen kirli oyunlara karşı Lübnan halkının ezici çoğunluğu, siyasi ve askeri etkinlikleriyle, ölümüne bir dayanışmaya hazır olduklarını ilan etmeleri de, Sosyolog Strosoldo’nun sınır psikolojisinde ifadesini bulan Suriye-Lübnan Kişisel alan algılaması ve bu kişisel alana izinsiz girilmesine karşı gösterilen tepkiyi dile getirmektedirler. Bu aynılığın ve tekliğinin ifade ettgi ortak ulusal algı, sınır psikolojisinde Suriye-Lübnan Arap halkı arasında yapılmak istenen sınır bölümlemesinin yapay olduğunu göstermeye yeterlidir. İşte bu aynı “alan algısı”nın sona erdirilmesi, parçalanarak farklılaştırılması için bir sınır taşı tespit dayatması yapıldığı görülmektedir. Raportör Larsen’in, elinde Siyonist çıkarlar sopası olarak salladığı 1559 sayılı kararın bir ucu da bununla ilgili olarak kendini göstermektedir. Bu veriler görüntüde, temelsiz kurulan bir devlete yüz yıl sonra, sınır oluşturmak anlamına geliyor; gerçekte ise bölünmüş Arap coğrafyasının bir kez daha yeniden, ABD ve İsrail çıkarları için bölünmesi amacını taşımaktadır. Bu, Lübnan devleti diye bir olguya sonsuz saygıya, onu tanıma ve ilişkilerin devletler hukuku çerçevesinde yürümesine hiç bir itirazın olmamasına karşın böyledir. Nesnelerin adını koymaksızın ortaya çıkan olguları kavramak mümkün olmuyor.

Sınır olgusuyla ilgili söylenmesi gereken son cümleler, doğal ve yapay sınırlar arasındaki fark kadar belirgin olacaktır. Bölgemizin tüm sınırları sömürgecilik çağının ağır zulüm izlerini taşıyan yapay sınırlardır; sömürgeci emperyalistler, I. Dünya paylaşım savaşı galip devletlerinin çıkarları, askerlerinin gelip durduğu yer ve stratejilerinin gerekleri olarak elde cetvelle, sınırları yapay şekilde belirlediler. Bölgenin dengesini yüz yıldır süren savaş ve kaosa sürüklediler. Bu gün bölünmüşü yeniden bölmek üzere bölgemize yükleniyorlar. Büyük Ortadoğu dedikleri, yaratıcı anarşi diye formüle ettikleri tezler, eski amacın yeniden sahnelenesi olarak belirmiştir. Yapay sınırlar, yapanların gücüne bağlı olarak, askeri araçlarla bir dönem dayatılabilir, ama dünyanın tüm sınırları doğal sınırlar olma yönünde bir hareket eğilimi içinde bu dayatmaları sona erdirecektir. Suriye- Lübnan ilişkisini bu güne dek yapay sınırlar belirleyemediği gibi, bundan sonraki yapay dayatmaların belirlemesi de mümkün olmayacaktır.

Bu satırların yazarı her iki devlet koşulunda uzun yıllar yaşadığı ve gördükleriyle bu gerçeklerin tanığıdır. Bu gerçeklerin ve tanıklığı yapılanların en önemlisi ise İsrail Siyonistlerinin 6 Haziran 1982 de giriştiği Lübnan istilasına karşı direnişte Suriye ordusundan 13 000 askerin şehit olması gerçeği de bulunuyor.

Akıllara ziyan Suriye-Lübnan ayrımının sonuçları, haksız bölünmenin ürünü olarak bu günde devam etmektedir. Buna eklenecek binlerce olgu daha bulunuyor, bu gerçekleri ilgili tüm taraflar yakinen de biliyor. Bu bilgidir ki, Suriye Lübnan ilişkisinin, bilinen komşu iki devlet ilişkisinden oldukça farklı bir tür ilişki olacağını kabul edilebilir sınırlar içinde tutuyor. Bu ilişki farkı, zaman zaman iki ülkenin lehine, zaman zaman da dış güçlerin kullanımına açık, aleyhte sonuçlar üretme özelliği taşıyor. Bunlar, aynı topraklarda, tek halkın iki ayrı devlet içinde yaşamaya zorlanmasının doğal sonuçlarıydı.

İç savaş


İç savaş, 13 Nisan 1975’te, Filistinli mültecileri taşıyan bir otobüs Ayn al Rimmanah da Hıristiyan falanjistlerin silahlı saldırısına uğrayarak katliama maruz kalmasıyla başladı. Bunun işaretleri 26 Şubat 1975’te Sayda şehri olaylarında belirdi. Balıkçıların hak talepleri etrafındaki protestoları Marunileştirilen ordu tarafından kanlı bir kıyımla bastırıldı. 25 ölü yüzlerce yaralı. Bu kanlı girişim ordunun daha sonra iç savaşta halka karşı oynayacağı kirli rolün ilk işaretiydi. İç savaş, Lübnan’ı Hıristiyan bir din devleti sayan ve ona göre temel mevkileri elinde tutmak ısrarında olan her boy ve soydan gerici Maruni güçler, gelişmelerin yarattığı gerçekleri bir iç savaşla inkar etmek üzere saldırganlaşmalarının sonucu patlak verdi.
İç savaşı başlatan 13 Nisan katliamı, Falanjistlerin ( bu isim altında iç savaşta aynı safı paylaşan Piyer ve oğulları Beşir ve Emin Cameyel liderliğindeki Lübnan Ketaib Partisi (Falanjist Parti, Hitler Nazizminden etkilenerek kurulan bir partidir), onun askeri bir uzantısı olan ve sonra bölünen Beşir Cameyel, Eli Hubeyka, Semir Caca liderliğindeki Lübnan Kuvvetleri, Kamil Şamun ve oğlu Dani önderliğindeki Hür milliyetçiler partisi ( silahlı kolu olarak Hür Kaplanlar Örgütü), Said Akıl önderliğinde Hurras el Arz , Charbel Kassiss önderliğinde Maruni Keşişler Tarikatı’nı tanımlayacağız), Arap-İsrail mücadelesinde safını daha net belirlemeye başlayan Lübnan halkına karşı ve onun bir parçası olan mülteci Filistinlilerin İsrail’e karşı direnişlerini kırmaya yönelik bir provokasyon olarak gündeme geldi.

Falanjist güçler bir çıkmaz sokak içindeydiler. Suriye Topraklarını akıllara ziyan bölerek, adaletsizce, Hıristiyan çoğunluğa sahip yapay bir devlet olarak yapılandırılan Lübnan devletinde artık yükselen Arap direniş hareketleri ağırlıkta olmuştu, ilerici ulusal güçlerin artan ağırlığı ve Müslümanlar lehine değişen demografik veriler gündeme gelmişti, halkın Filistin güçleri yanında ulusal değerleriyle, İsrail’e karşı mücadelenin bir parçası olma eğilimleri yükselmişti. Bu gelişmeler sağcı Maruni siyaset tellalları üzerinde yıkıcı etkiler yaratıyordu; sıkışmışlardı, kendileri için kurulan devlet elden gidiyordu ve kendilerini hiçbir zaman bu coğrafyanın bu kültür kuşağının bir parçası olarak angaje etmek istemiyorlardı. Yüz yıllar içinde Maruni Keşiş tarikatının işlediği ideolojik motif, böylesi bir gerileme koşulunda etkin bir tepki unsuru olarak bu gerici odakları falanjist bayrak altında toplanmaya götürüyordu. Böylece İç savaş, gelişen ve değişen, gerçek kimliğini bulmaya başlayan Lübnan’a karşı yöneltilmiş bir darbe olarak başladı.

Bu darbe, İsrail ve ABD’nin bölgedeki politikasıyla kesişti ve böylece iç savaş bölge ve dünya güçlerinin bir hesap tasfiyesi olarak şekillendi. Falanjistler açık ve aleni olarak İsrail’den maddi, manevi ve askeri her türlü yardı alarak iç savaşı sürdürdü. Savaş sonrası kurulan mahkemeler ve belgeler bu gerçekleri, Falanjist kuvvet liderleri diliyle tüm çirkinliğiyle açığa çıkardığı görüldü. İç savaş, göçe zorlanmış Filistin halkını silahsızlandırmak, Lübnanlılaştırarak Filistin’e dönme umutlarına son verip, Lübnan’ı yeni bir statüye, mezhep ve din temeline dayılı özerk bölgeler halinde, koloniler ayırıp birliğini ve gücünü ve egemen Arap karakterini tasfiye etme amacıyla başlatılmıştır. İç savaş süresince falanjistlerin siyasi çağrıları bu temelde tekrar edip durdu.

İç savaşın ciltler dolusu detaylarında boğulmadan ifade edebiliriz ki, iç savaşın üç önemli gelişmesi bu savaşı başlatanların, Lübnan halkına karşı taşıdıkları karanlık emelleri anlatmaya yeterlidir. Birincisi; 6 haziran 1982 İsrail işgali ve Filistin mülteci kampları 16 Eylül 1982’de Sabra-Şatilla’da yapılan toplu katliam. İkincisi; İsrail işgali altından Cumhur Başkanı yapılan azılı katil Beşir Camayel’in 14 Eylül 1982’de katledilmesi üzerine Cumhurbaşkanı olarak seçilen (bir hafta sonra, 21 Eylül 1982) kardeşi Emin Camayel’in imzaladığı 17 Mayıs 1983 İsrail-Lübnan anlaşması ve ABD, İngiliz, Fransız askerlerine yapılan davetiyeyle bu şer güçlerin askerleriyle Lübnan’da konuşlandırılması. Üçüncüsü; Marunileştirilen Lübnan ordusundan bir subay olan Saad Hadda tarafından denetlenen güney Lübnan sınır çizgisi ve daha sonra Antuvan Lahd önderliğinde kurdurulan “Güney Lübnan” çizgi devleti (1985). Bu “devlet”, İsrail tarafından aylığa bağlanmış iç savaş artığı, lümpen, mafya güruhu tarafından İsrail’in kuzey sınırlarını Filistin ve Lübnan direniş güçlerinden korumak için oluşturulan, güvenlik kemeri bir tampon bölgedir. Konumuz açısında iç savaşı anlatmak için daha fazla ayrıntıya ihtiyacımız olmayacaktır. Elbette ki, iç savaşta çok önemli gelişmeler yaşandı. Belirlenmesi gerek ayrıntılarda binlerle sayılabilir, ama sonuç bu üç gelişmededir. Tüm amaç bölgemiz kaderine bir kara bulut gibi çöken İsrail Siyonizminin çıkarları ikame etmektir, gerisi ayrıntıdır. Bu gün araçlar değişse de, aynı amaç yürürlüktedir.

İç savaş süresince, konumuz olan Suriye Lübnan ilişkileri, Lübnan gelişim ve değişiminin doğal dengelerinin ihtiyacı yönünde belirlenmiştir. Suriye halkı, Lübnan’ı bu günde kendisinin ayrılmaz bir parçası olarak görür. İçine sinmese de, aynı halkın ayrı devletler altında olmasını kabullenmiş ama, ayrı halkların ayrı devletlerindeki ilişkilere iki tarafında katkısıyla geçit verilmemiştir. İyi günde de kötü günde de bu halk birbirinin yanında olma kararlılığı göstermiştir.

Suriye, iç savaşa Arap ülkelerinin ( Lübnan, Mısır, Suudi Arabistan, Kuveyt’in 1976’da aralarında yaptığı Riyad Anlaşması) onayıyla ve Lübnan hükümetinin resmi istemiyle 1 Haziran 1976 müdahale etti. Amaç Lübnan’ın birliğini korumak doğal gelişme seyrini kesintiye uğratmamaktı. Lübnan’daki uyanışın doğal süreci İsrail’in aleyhine bir gelişme içindeydi. Bu Suriye için stratejik öneme sahip bir durumdu. İsrail’e karşı mücadelesinde bir ileri mevzi kazanma ve bununla kendini daha iyi toparlama şansını yakalayabilirdi. Ama iç savaşı başlatanlar, bu gelişmelere karşı savaşacaklardı. İsrail kendine yönelmiş Lübnan kaynaklı bu dev tehlikeyi yerinde katletmek istiyordu, Falanjistlerin rolü de buydu. Bunun en vahşi belirtisi de Tel el Zaatar Filistin kampı katliamıdır; 12 Ağustos 1976’da 52 günlük saldırı ve kuşatmadan sonra ağır bombardımanlar altında düşen kamp, ev ev taranarak 2500 Filistinli katledildi, 12 000 kişi de tehcir edildi.

Suriye, bu ortamda hatalarıyla sevaplarıyla Lübnan’ı tüm özellikleriyle korumak ve böyle bir Lübnan’ı İsrail cephesinde tutma amacı taşıyordu. Hıristiyan ilerici güçlerinin hiçte az olmadığı bir Lübnan, birliğini koruduğu ölçüde daha güçlü bir direnme odağı olabilirdi. Ama olayların gelişimi farklı boyutlar kazanmıştı ve fiili bir çatışma ortamı bulunuyordu. Gerçek bir iç savaş vardı ve kazançlı tek taraf İsrail’ di.

Suriye müdahalesinin eleştirilen ciddi yönleri olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. İç savaşın beli bir döneminde gerici güçlerin top yekun yok olma momentleri oluştu, bunun gerçekleşmesini Suriye Lübnan’ın birliği adına durdurdu. Bu gün Mehlis raporunun Suriye düşmanlığındaki tüm verileri, dün iç savaşta Suriye’nin rahmetiyle kurtulan güçlerin bir ürünü olarak şekillendiğini ibretle belirtmek gerek. Suriye’nin anılması gereken bir çok hatası bu süreçte mayalandı ve ilerleyen zaman içinde de gelişti denilebilir. Ama hiç kimse Suriye’nin malda ve canda gösterdiği fedakarlığı ve öz verinin önüne bu ayrıntıları koya durumunda olamaz.

Suriye Lübnan’ı öncelikle İsrail işgalinden kurtardı. 13 000 şehit verdi. Bu fedakarlığı kendi halkı saydığı Lübnan halkı için onurla verdi ve 17 mayıs İsrail’e teslimiyet anlaşmasını lağvetti. Güney Lübnan’ın İsrail işgalinden kurtulmasını sağlamak için, direnişin meşrutiyetini ilgili tüm taraflara dayatarak ve her türlü katkıyı yaparak kurtuluşu sağladı.

1990 da iç savaşı fiilen bitmişti. Daha önce yapılan (Eylül 1989) Taif anlaşması gereği istikrara girmeye başlayan Lübnan’da Suriye’nin görevi devam etti. Bu kez Lübnan’ı yıkıntılar altında kaldırma gibi çok daha zor bir görev vardı. İhtiyaçlarla dolu ekonomisine bakmaksızın deyim yerindeyse lokmasını paylaşarak yardıma girişti. Güney Lübnan’ın imarı için demirinden çimentosuna elektriğinden yoluna kadar fidesinden taşına kadar her türlü yardımı ikircimsizce yerine getirdi. Caydırıcı ölçekte güçlü bir direniş hareketinin yaratılması için katkılarını sürekli artırdı. Bu gün Larsen raporunun ana teması haline gelen, İsrail’in güvenliği için İslami Direniş hareketinin silahtan tecrit edilmesi, bu katkının Lübnan Arap halkı düşmanlarının kaygısını anlatmaya yeterlidir.

Suriye, Köy yolu yapımından, Cumhurbaşkanlığı kurumana kadar Lübnan’ın yeniden doğumuna katkı yapıyordu. Ordu teşkilatının kısım kısım yeniden onarılması, kurumlaşması ve vatansever bir ordu olarak hiçbir çevrenin denetiminde olmamasının sağlanması için çalışıldı. İç güvenlik sistemi yeniden kurumlaştırıldı, İsrail ve diğer dış güçlerin istihbarat servislerinin cirit attığı bir yer olmasına son verdi. Lübnan artık iç barışını ve iç güvenliğini koruyan bir ülke olmuştu. Suriye’nin bu katkıları bilinen düşmanlara rahatsızlık veriyordu. Hariri’nin katledilişi ve sonrası gelişmeler bu rahatsızlığın tepkisi, yaratıcı anarşi tezinin bir sonucu olarak görülmesi hiçte yanlış olmayacak verilere sahiptir. Suriye’nin katkılar listesini çok daha fazla uzatmak mümkün. Ancak bu kadarı makalemizin konusu açısından yeterlidir.

Bölge dengeleri açısından denilebilir ki, Suriye’nin İsrail’le sürmekte olan savaşında bu yanıyla Lübnan önemli bir mevzidir. Suriye açısından tüm Arapları ilgilendiren ulusal güvenlik çizgilerinde Lübnan’ın büyük önemi vardı ve bu gerçek tüm Arap ülkelerince kabul gördüğü kadar, çıkarlarıyla çatışmadıkça ABD başta olmak üzere batılı ülkelerce de hayırhah bir kabul görmüştür. II. Körfez savaşı hazırlıklarında, Suriye’nin yandaş edilmesi için, Lübnan Cumhurbaşkanlığını ve köşkünü gasp eden Michel Aoun’nu askeri bir hareketle tasfiyesine hiç itiraz edilmemiştir. Suriye’nin Arap birliği kararıyla bulundurduğu askeri barış güçleri dünyaca meşru görülmüş ve desteklenmiştir. Bunu bölge istikrarının bir unsuru olarak algılandığı da bilinmekteydi. Ancak ABD yönetimleri, değişen stratejik çıkarlarıyla birlikte bu istikrar algılayışlarını da değiştirmekte oluşu, kaos için yaratılan anarşileri, yaratıcı tek etkinlik olarak görmeye başlamıştır. ABD-İsrail ve müttefikleri,Lübnan mevzisini her ne anlamda olursa olusun kaybeden bir Suriye’nin, her türlü tehlikeye açık hale düşeceğini iyi bilirler. Bu yüzden değişen çıkarlarla birlikte değişen bölge politikaları Suriye’yi önünde engel olarak gördükçe, Suriye’yi Lübnan üzerinden vurma hedefi önem kazanmış oldu. Bu yöntem yukarıda anlatmaya çalıştığımızı tarih içinde sürekli tekrar eden bir yöntem olmuştur.

İsrail bu gerçeği bildiği için, yaratıcı anarşi tezine dört elle sarılmış, ABD ile birlikte Lübnan’ı altın vuruş sahası olarak kullanmaya girişmiştir. Hariri’nin katledilmesi bu bağlamda bir anlam taşımaktadır. Sonuçlarda tam bu gerçeği ortaya koyuyordu. Zararlı çıkan tek taraf, 30 yıl içinde inşa edilen tüm değerlerin yıkımıyla yüz yüze kalan, ileri bir mevzisini kaybetmiş Suriye oluyordu.

Suriye’nin Lübnan kartını kaybetmesi gerekiyordu, büyük ölçüde de olan budur. Bölgemizde geliştirilmekte olan cehennemi tezler bunu dayatıyordu ve buna alet olacak, damarlarında uygun kan ve tarihinde örneği olan çevreler de az değildi. Akdeniz-Ortadoğu-Kafkasların enerji kaynaklarıyla ilgili yolları denetim altına almak, bu halkaları tek tek çökertmek gerekiyordu. Halife Osman’ın gömleğini salaya sallaya Afganistan’ı, Irak’ı işgal edenler son halkayı çökertmek için inanılmaz oyunlara, zalim ve ahlaksız girişimlere baş vurmaktan bir an geri durmamaktadırlar. Bunun için ne Hariri’nin bir önemi ne de Lübnan’ın bir değeri vardır. Yaratıcı anarşi herkesin birbirine düşman olmasını, kardeşin kardeşi vurmasını gerektiriyordu. İstenen Kaostu ve Lübnan’da yaratınla bu oldu.

ABD, Irak bataklığındaki çırpınışları artıkça Suriye’ye yönelik artan tehdit ve suçlamaları, yaklaşan tehlikenin habercisi gibiydi. ABD, Irak bataklığında çırpındıkça batılı diğer güçleri de yanına kazınmak için artan oranda bir arayışa giriyordu. Fransızların kazanılma süreci, Suriye’ye karşı Irak’taki gelişmelerle ilgili tutumlarına yöneltilen suçlama ve saldırılar, Lübnan’daki tutumlarına da bir suçlama ve saldırıyı içermeye başlamıştı. Bu Fransızların da talebiydi. Bu yönde başlayan tırmanış, ABD’nin hesabında olmayan ajandaları da oluşturmaya başladı. Suriye’nin açığı aranıyordu. Lübnan’ın iç işlerine müdahale ettiği görülmeye başlanmıştı. 30 yıllık süreçte Suriye-Lübnan ilişkileri hiç bilinmiyormuş gibi, komik bir gerekçeyle “müdahale ediliyor” yaygaraları başlatıldı. Suriye, Lübnan Cumhurbaşkanı Emil Lahud’un görev süresinin uzatılması için yaptığı ısrar (bunun nedeni bir ölçüye kadar anlaşılabilir, zira Lahud bu güne kadar gelmiş Lübnanlı başkanlar arasında İsrail’e karşı en kararlı tutumu takınan ve direnişin güçlenmesi için çalışan bir başkandı) bu gerekçelere önemli bir araç vermiş oldu. Sert tepkiler yükseldi, tarihi savaş prensleri hareketi geçirildi. Suriye’nin en yakın dostları arasında yer alan Hariri, uzatmaya evet demesine karşın, sesiz tutumuyla bu baskılara önemli bir ruh katıyordu. Suriye karşıtı tüm sesler, Hariri’nin sessizliği kadar ses getiremiyordu.

Bu nokta çok önemliydi. Bir yandan Suriye’yi artan oranda zayıflatıyordu, diğer yandan muhalifleri tarihlerinde olmadıkları kadar geniş bir yelpazede bir araya getiriyordu. Suriye içiten vurulmaya başlamıştı. BM Güvenlik konseyinden çıkartılan 2 Eylül 2004 tarihli, 1559 sayılı kararla, iç savaşın Araplar lehine olan sonuçlarından intikam almayı da içeren düello ilan edilmiş olunuyordu. Karar üç temel istemde bulunuyordu; Suriye askerlerini derhal çekecek, Filistin kapları silahtan arındırılacak, Direniş güçleri silahtan tecrit edilecektir. Bunun anlamı, Suriye ve Lübnan’ın son 15 yılda güvenlik açısından kazandığı tüm değerlerin yok edilmesi demektir. Güvenlik Konseyi bu amaçla takip heyeti kurup Terje Reod-Larsen’u başına getirmiştir. Larsen raporu bu süreçte parlamaya başlayacak. Suriye oyuna gelmek istemiyordu, zamana yayılmış bir çekilme takvimine de sahipti. Ancak olaylar çok hızlı gelişiyordu. Yaratıcı anarşi uzmanları iş başındaydı. Zayıf halka arıyorlardı.

Gelişmeler, yaratıcı Anarşi uzmanlarına en zayıf halkanın nerede olduğunu göstermeye yetmişti. Harir, böylesi bir ortamda 14 Şubat 2005’te katledildi. Karanlık oyunun perdeleri hızla inip kalkmaya başladı, yeni bir iç savaşın tüm verileri oluşuyordu. Suriye buna olanak tanıyamazdı. Yaratılan değerleri koruma adına, provokasyona düşmemek gerekiyordu. Bu amaçla Suriye tüm askerlerin çekme kararını açıkladı. Bu Suriye halkına ve tüm dostlarına, büyük bir rahatlama getirdi. Ancak Anarşi uzmanlarını durdurmaya yetmedi. BM Güvenlik Konseyi, ABD-İngiliz-Fransız girişimiyle, tarihinde ilk kez şahsa özel 7 Nisan 2005 tarihli, 1595 sayılı kararı onayladı. Bu karar Suriye’yi Hariri’nin ölümünden sorumlu tutacak BM onaylı bir belge yaratmak için verilmişti. Artık kirli oyunun zinciri Suriye’nin boynuna geçirilebilir hale gelmişti. Mehlis raporu hadisesi de böylece sürece damgasını vurmaya başladı.

Süreç tüm hızıyla ve olumsuzluklarıyla devam etmektedir. Bölgemizin en önemli ve belki de son direnme halkası bu verilerin ışığında, ağır bir tehlikeyle karşı karşıya bırakılmış durumdadır.


1559 Larsen ve 1595 Mehlis raporları

( 1559 sayılı 2 Eylül 2004 ve 1595 sayılı 7 Nisan 2005 tarihli
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararları)


Yukarıdaki satırlarda, Suriye karşıtı muhalefet, önce vatansever, direniş güçleri yanlısı Maruni Cumhurbaşkanı Emil Lahud’un görev süresinin uzatılmasına karşı tepkilerle başladı demiştik. Muhalefet bu dayatmayı, bardağı taşıran son damla olarak görüyordu. Bu tür dayatmaların ilki değildi ve önceki dayatmalar sürekli hazmediliyordu. Bu kez gündeme gelen dayatma farklı koşullardaydı. ABD-İngiltere-Fransa ve İsrail Suriye üzerine yüklenmiş, Lübnan içinde ortak olacak bir ses arıyordu. Hariri’nin sessizliği bu arayışa oldukça geniş çevreden yeşil ışık yakar gibiydi.

Lübnan iç savaştan, Suudi Arabistan’ın Taif kentinde bağlanan anlaşmayla çıkmıştı. Hariri de Suudi etkinliğinin temsilcisi olarak siyaset sahnesine ilk kez bu anlaşma vesilesiyle boy gösteriyordu. Taif Lübnan siyasal istihkakını tüm mezhep ve dinlere eskisine oranla nispete daha adil dağıtmış, Sünni etkinliğinin artmasına kapı aralamıştı. Hariri bu kapıdan, arkasına aldığı ve kendisinin de birikiminden kaynaklanan dev ekonomik etkinlikle, Lübnan siyasetin de belirleyici roller oynamaya başlamıştı. Lübnan tarihinde İlk kez, Hıristiyanlar, Sünni önderlik şemsiyesi altında yönlendirilmeye başlanıyordu. Tüm engellere rağmen 2000 seçimlerinde, her kesimden etkin isimlerin yer aldığı Hariri’nin Mustakbel adlı listesi ezici bir çoğunlukla seçimleri kazanıyordu. Bu sonuçlar kimi taşları yerinden oynatmaya başlamıştı. Suudi etkinliği Lübnan’da farklı rolleri ve müdahaleleri yapma gücü kazanmış ve bunu oynamayı deniyordu. Suriye’nin, önceleri göze batmayan her davranışı sıkıcı bir müdahale olarak algılanmaya başlanmıştı. Ancak bu algıyı ajandalarında, İsrail’le farklı bir ilişki sürdürme eğilimi, Filistinli mültecileri silahtan tecrit ederek İsrail isteği doğrultusunda Lübnanlılaştırma önermesi, başta Hizbullah olmak üzere tüm direniş güçlerinin silahtan tecridi gibi, verili statüde akla haya getirilmesi mümkün olmayan eğilimleri olanlar oluşturuyordu. Yani yıllar sonra değişen bir şey yoktu, saflar dünyanın, bölgenin ve ülkenin verilerine göre yeniden şekillenmesi olarak gündeme geliyordu. Ulusal stratejik, askeri ve güvenlik ilkeleri anlamını yitiriyor, farklı kıstaslar öne çıkıyordu. Bu süreçte medya kahramanları ve maymunları abartının inanılmaz türlerini sergilemeyi başarıyla yerine getiriyorlardı. Ancak bu gelişmeler medyatik desteklerle pompalanmasına karşın (Lübnan Arap aleminin en önemli ve belki de dünyada benzerleri arasında önemli bir yer alabilecek ölçekte basın, yayın, medya etkinlikleri olduğu bilinmelidir.) Lübnan’ın ezici çoğunluğu oluşturan ilerici güçlerin etkinliğini azaltmıyordu.


Refik Hariri’nin derinden yürüttüğü muhalefet etkinlikleri, önemsiz gibi görülen ve zaman zaman baş vurulan Cumhurbaşkanlığı görev süresini uzatmayı, anında uluslar arası boyata çekerek büyütüyordu. Fransa, ataları Haçlıların prenslikler kurduğu topraklara bir daha dönme arzusu, ABD’nin ırak çıkmazında Suriye’den elde etmeye çalıştığı istekleri, bu ülkeleri ortak bir çizgide buluşturdu. İlan edilmemiş Suudi desteği de bunlara eklenince, İsrail’in yılları hayallerini kurmakla geçirdiği Suriye’nin Lübnan’dan çıkartılmasının gerçek olma şansı ortaya çıkmış oldu.

İsrail Siyonistleri tarafından on yıllardır toprakları işgal altında olan, halkı her gün bombardımanlarla kıyılan, onlarca kez toplu katliamlara maruz kalan (Sabra-Şatilla, Kana vd.) ve sınır mezraları Şabaa hala işgal altında tutulan “zayıf, küçük ve çaresiz ülke Lübnan” hiç hatırlanıp görülmezken, Lübnan’ın İsrail işgalinden kurtuluşu için 13 bin askerini şehit veren, servetlerini paylaşan her türlü desteği ikircimsizce yapan Suriye’yi, işgalci ilan ediyordu. “zayıf, küçük ve çaresiz Lübnan’ı” rahatsız ediyor diye de, derhal çıkmasını isteyen BM Güvenlik Konseyi 2 Eylül 2004 tarihli 1559 sayılı kararı ilan ediliyor ve takip heyeti oluşturarak işin peşinde olacakları tehdidini yapıyorlardı. İsrail’in işlediği her türden işgal ve toplu kıyam vahşetine karşı ve alınan Konsey kararlarına bir takip heyeti oluşturmayanlar, Suriye’nin Lübnan’dan çıkışı sürecine bir takip heyetiyle gözleyeceklerini karar bağlıyor ve bunu tehdit aracı olarak gösteriyorlardı. ABD bulduğu müttefiklerle birlikte Suriye halkasının bir biçimde lehine kırılabileceği umuduyla bu yarıktan yüklenmeye başladı.

ABD, artık Lübnan’ı hatırlamaya başlanmıştı. ABD’nin, İsrail zulmü altında Lübnan’ gösterilmeyen rahmeti, Irak bataklığında çırpındıkça hatırlanmaya başlandı. Fransa yedekleşecek, Suriye halkası da kırılabilecekti. Bir taşla iki kuş. Tüm arzularına rağmen, tarihi boyunca baş olamayan Fransız şoven ulus psikolojileri, bir kez daha kuyruk olma pahasına, Suriye’den 1990’ın intikamını almak üzere ABD’nin kuyruğuna tıkılıyordu. Suriye’ye karşı savaş eşine ender rastlanır bir mihver güçleri yaratıyordu. ABD-Fransa-İngiltere-İsrail-Suudi Arabistan-Ürdün bu çorbaya kaşık sallama yarışı içindeydiler.

ABD’nin ajandasında Lübnan diye bir şey yoktu. 23 Ekim 1983’e deniz kuvvetlerini uğradığı saldırıda 243 askerini kaybetmişti. Iraktan günü birlik gelen asker kayıpları ve iç kamuoyu tepkileri Lübnan özel ajandasının önünde bir engeldi. Ancak Fransa’nın yedekleşişi önemli bir adımdı. Irak savaşı nedeniyle, Avrupa’da önemli bir prestij ve müttefik kaybına uğrayan ABD, bunu Lübnan dosyasıyla nispeten telafi etme durumunda olabilirdi. Üstelik sürdürdüğü çıkar projeleri ve savaş yöntemlerinden taviz vermeksizin.


ABD’nin şer mihverinin, Lübnan Cumhurbaşkanının görev süresini uzatmaya karşı gösterdiği ilk bahane tepkisi, 2 Eylül 2004 tarihli, 1559 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararıyla gösterildi. Bu karar, Suriye’nin askeri olarak Lübnan’dan derhal çekilmesini, Filistin mülteci kamplarındaki silahların toplanmasını ve direnme hareketinin silahtan tecrit edilmesini istiyordu. Bu karar Suriye ve Lübnan’ın 30 yıl içinde kurumlaştırdığı değerleri, ilke ve stratejileri yerle bir etme amacı taşıyordu. Ayrıca bu karar başlı başına bir provokasyondu. Suriye çok hassas bir denge üzerinde ayakta kalmak durumundaydı. Bu oyunu akıllıca bozmalıydı. Ama Şer Mihveri, baskıları artırmanın yeni yollarını aramayı ihmal etmiyordu. Suriye’nin bu kararı bulanıklaştırma ihtimali olduğu tahmin ediyor ve bunun için yeni kirli tezgahlar oluşturmayı deniyordu.

Şer Mihveri, Suriye’nin 1559 sayılı kararı ağırdan alarak, askerinin çekilmesini yıllara yayarak, koşulların değişmesini bekleyebileceğini düşünüyor ve bunun için, Suriye’nin Lübnan’da yeterli taraftarı ve etkinlikleri olduğunu biliyordu. Şer güçlerinin, Yaratıcı Anarşisi için bu koşullar yetersizdi. Öyle bir hadise yaratılmalıydı ki, etrafında ciddi bir kargaşa ve kaos olabilmeliydi.

Hariri’nin katledilmesi, bu denklemlerin ortasında patlak verdi. Büyük bir medya yaygarasıyla, itham parmakları Suriye’ye yönlendirildi. Şer mihveri bunu hızla kullanarak BM tarihinde bir ilke imza atmak anlamına gelen şahsa özel araştırma kararını aldı. 7 Nisan 2005 tarihli, 1595 sayılı kararı böylece oluştu. Bunun hayata geçirilmesi de savcı Mehlis’in eline verildi. Mehlis dev bir kadroyla, istediğini sorgulayarak Hariri’nin katledilmesi ardındaki gerçeği bulacak suçluları Lübnan adli makamlarına teslim edecekti. Görev tamamıyla teknik, adli-hukuki bir uzmanlık göreviydi.

Suriye yeni bir kıskaca girmişti. İlgisi olmadığı ve yarattığı tüm değerleri kaybetmekle karşı karşıya kaldığı, kazanan tek tarafın İsrail olduğu bir gerçekle karşı karşıya kalmıştı. Erken davranması gerekiyordu. Nitekim, Suriye hiç beklenmeyen bir kararla Lübnan’dan tamamen çekileceğini ilan etti. Kısa sürede bunu da gerçekleştirdi. 1559 sayılı kararı takiple görevli Terje Roed larsen bunu ilk raporunda tüm açıklığıyla ifade etti. “Suriye Lübnan’dan tamamen çekilmiştir”.

Beklenmeyen bu adım ABD-Fransa ortak oyununa düşmemek anlamına geliyordu. Oyun bozulmuştu. Bu noktada tıkanan amaçlar, Hariri’nin cinayetini araştıran 1595 sayılı kararına dayanılarak gerçekleştirilmek istenecekti.

Savcı Detlev Mehlis ağır bir medya baskısı altına alındı. Çevresi, azılı Suriye düşmanı, İsrail dostu Lübnanlı savaş prensleriyle kuşatıldı, bilgiler ve yalanlarla kafası dolduruldu. Öyle ki, yalancı şahitler oluşturularak olayın yönü saptırılıp Suriye’yi suçlayacak iddialar yapılmaya başlandı. Subay olduğu söylenin Muhammed Züheyr el Saddık adlı bir asker kaçağı ve dolandırıcılıktan mahkum bir lümpen aranmakta olan en değerli şahit olarak elden ele, devletten devlete, Suriye düşmanı her tarafın izzet ve ikramına nail olarak dolaştırılmaya başlandı. Bu bulunmaz değer, eldeki tek görgü tanığı, en sonunda uydurmacı bir yalancı olduğu anlaşılınca, yalanları tek tek açığa çıkınca tutuklanıp hapse atılmak zorunda kalındı. Mehlis önemli hatalar işliyordu; bu ara yanlış adreslere baskın düzenleme, yanlışlıkla kimi bakanların adını vererek hesaplarına el koyulması ve sonradan özür dileyerek vazgeçilmesi gibi olaylar ardı arkasına gelmeye başladı. Mehlis tökezliyordu, acemi bir savcı gibi BM tarihinde ilk kez açılan böylesi bir soruşturmaya ehil olmadığın göstermeye başlıyordu. Bunu, sorgunun gizliliğini ihlal eden bilgi sızdırmalarda takip etti. Mehlis raporu belli çevrelerden akan bilgilerle basına yansıyor, kişi adı haklar çiğnenerek, geçirilmeye başlanıyordu. İsrail gazetelerinin raporu bölüm bülüm yayınlamaya başlaması ve Mehlisi’n, İsrail’den bilgi aldığını gizlemesi, tepkileri inanılmaz bir boyuta getirmişti. Mehlis, Raporunu BM Güvenlik Konseyinde okumaya başlayınca, basında yayınlananlardan başka bir şey belirmiyordu. Üstelik bu kez çok daha vahim teknik, adli ve hukuki hatalar işleyerek. Raporu okuması ardından yaptığı basın açıklamasında içine düştüğü sıkıntı tüm dünya güzü önünde görülüyordu.

Mehlis raporu, hiçbir delil göstermeden, Suriye’nin suçlu olabileceğini ima ediyordu. Bunu da acemice, hiçbir mahkemenin iddianame dosyası olarak kabul etmeyeceği tarzda, “Muhtemelen”, “olabilir”, “en yakın ihtimal”, “olay senaryosunun Suriyesiz düşünülmesi çok güç”, “daha çok araştırmaya gereklilik vardır”, “yakın ihtimal” gibi iddia makamının asla dile getirmeyeceği terimlerle haksız, delilsiz ve kanıtsız bir yargısız infaz ortamı yaratıyordu. Raporun her satırında bir siyasal tahlil vardı. Her kesin farklı düşünme olanağı bulabileceği siyasal tahlillerin raporda anlamsızca yer alması, söylendiği gibi “siyasi bir cinayette, siyasi tahlil normal” değildi. Böyle olursa araştırmanın gerçeği bulmanın, tarafsızlığı mümkünü olamazdı. Cinayet araştırma bilimin sınırlarında somut kanıt vardır, siyasi yorumlar değil. Mehlis birileri adına olayı bulandırmak üzere siyasi yorum yapıyor kanıt gösteremiyordu. Daha çok siyasi daha az hukuki olan bu rapor, Mehlis’in kanun adamı olma özelliğini de riske sokacak kadar kabalıklarla doluydu.

Bu konuda her iki raportöre de önceki ilişkileri ve çabaları nedeniyle kaygılı ve ön yargılı olan Arap insanı, bu raporlara bakarak Hariri cinayetini açığa çıkartmaktan çok, başka amaçlar etrafında dönüldüğünü görmeye başladı. Savaş öncesi Irak’ın başına musallat olan kitle imha silahları teftiş komiteleri gibi, Suriye’nin başına üşüşülecek, yalanlarla, delilsiz ithamlarla yaptırımlar dayatılacağı kaygılar belirmeye başlamıştır.

Rapor siyasi bir rapordu, ABD-Fransız taleplerini, İsrail’in de çıkarlarını temel alıyordu. Bu raporu okuyan her insan bu sonuca varabilirdi. Olay, her taşın altında İsrail’i aram-bulma oyunu değil, Bölgenin içine sürüklendiği sürecin mantıki uzantısı olarak bu rapor bir biçim almaya zorlanması olayıydı.

Mehlis, Raporunu 21 Ekim 2005’te BM Güvenlik Konseyine teslim etti. Burada da görülmemiş bir oyun daha oynandı. Basın için bir rapor ve konsey için gizli bir başka rapor verilmişti. Gizli raporda suçlanmak istenen ama delilsizlikten dolayı suçlanamayan Suriye yetkililerinin adı geçiyordu. Bu gizli raporu da İngilizler basına sızdırdı. Ve Mehlis hiçbir kanıt ve veriye dayanmadan, gizli kalacağı düşüncesiyle suçladığı isimleri yargısız infaz etme konumuna düşüyordu. Basın toplantısında sorularla bunaltılan Mehlis, renkten renge girerek, “kanıt bulunana kadar kimse suçlu değildir” demek zorunda kalıyordu. Bu hukukçu onurunun, adli uzmanlık değerlerinin kepaze edilmesi demekti.

Bu ara, Larsen Lübnan’a bir kez daha gönderildi. İlk raporun olumlu olmasından rahatsızlık duyan ABD Ve Fransa, ikinci takip raporunun değiştirilmesi yönünde baskı ve bilgi sızdırmalarına yöneldi. İsrail gazeteleri ise Larsen raporunda yer alacak bilgileri yayınlamaya başladı. Oysa Larsen henüz araştırma yapıyordu ! Oda istenileni yerine getirdi; kanıtsız ve boş iddialarla “Suriye görülmeyen yollarla, bilinmeyin araçlarla Lübnan’ın iç işlerine müdahale etmeye devam ediliyor” dedi.

Bu iki raportör artık tüm çirkeflikleriyle bir maşa olarak, ABD-Fransa-İngiliz ve İsrail çıkarları için, polis memuru işlevi görmeye başlamıştı. Oyun istenilen alanda istenilen kurallarla oynanmaya başlanmıştı. Suriye kapana girmişti. Bu gelişme, bu satırların yazarına, Mısır Lideri Nasır’ın Süveyş kanalını kamulaştırma kararına karşı aynı ekibin, ABD-Fransa-İngiltere ve İsrail’in açtığı savaşı hatırlattı. Tarih bir kez daha tekrar ediyor gibiydi. Aynı emperyalist güçler aynı saldırganlar, zayıf ülkelere terör yağdırmak için, onları baskılarla bunaltmak, ülkelerini yakıp-yıkmak için, aynı kirli yalanlara, ardı arkası kesilmeyen saldırıları düzenliyorlardı.

Aynı şer mihveri, yüz yıldır kuşak kuşak bölgemizi takip altında ezip, bunaltarak, ileriye bakışımızı engellenmeye çalıştı. Bu gerçek bölgemizin tüm ülkeleri ve halklarını kapsayan bir vahşete dönüşmüş, derinleşerek genişlemekteydi. Gelişmeler, sıranın herkese geleceğini de gösteriyordu. Bilmeyenler bir kez daha öğrenmelidirler ki. ABD için o anın çıkarları, tüm insanlığın yıkımına bedeldir.

Bu baskılar karşısında Suriye yalnız değildi. Dünyada dostları olduğu gibi çok daha güvenilir Lübnanlı yandaşları vardı. Kaç kuşak Lübnan’ın özgürlüğü,birliği ve yeniden kurulması için iç içe birlikte yaşanmış mücadelelerle dolu yoldaşları vardı. Bu güçlerin başında Direnişin sembolü Hizbullah ve Emel hareketi bulunuyor. 8 mart 2005 gösterilerinde 1 milyon insanı sokaklara dökebilecek kadar geniş kitle desteğine sahip bu örgütler, liderlerinin dilinden “yaşasın Suriye ve Lübnan” şiarlarını haykırabiliyorlar. Ayrıca, Ulusal toplumcu parti, Lübnan Baas Partisi, Dürzi Arslan ve çevresinin oluşturduğu demokratik güçler, eski başbakan Ömer Kerami, İç işleri eski bakanı Süleyman Franjiye, Cumhurbaşkanı Emil Lahud ve siyasal çevreleri gibi, toplumda etkinliği yoğun olan kesimler yer almaktadır. Lübnan vatandaşı olup kendini Suriyeli addetmeye devam eden on binlerce insan, tüm mezhep ve siyasal eğilimlerden oluşmuş Lübnan halkının fiili çoğunluğu, Suriye lehine eğilim belirlemektedir. Dünyanın hiçbir komşu ülkesi, ayrı devletlere bölünmüş tek halkın özgünlüğünü taşımadan, böylesi bir tablo oluşturamazdı. Bu yüzden Suriye her zaman Lübnan halkının yaşamında, Suriyeli kadar, Lübnanlı olarak var olmaya devam etmekteydi. Larsen ve Mehlis raporlarına ilişkin, gittikçe büyüyen tepkiler, muhaliflerin saflarını parçalamaya yöneldiği de gözlenmektedir. Suriye’ye karşı 14 Mart gösterilerinde yer alanların birliği gerçekçi bir birlik olmadığı, ilerleyen olayların ortaya çıkarttığı gerçekler ışığında dağılmaya yüz tutmaktadır.

Rapor savaşlarında güçler dengesi şer mihveri lehine olsa da, bu toprakları yaşama açarak vatan haline getirenlerin, dış müdahaleler karşısında er yada geç özgür olacaklarını beklemek yanlış olmayacaktır. Bu ciddi ve kararlı bir direnişin devamına bağlı olacağı ise, bölgenin tüm tarih deneyleriyle de açık bir gerçektir.


1636 ve adım adım artan yaptırımlar


Bu makalenin son satırları yazılırken (31 Ekim 2005), BM Güvenlik konseyi 1636 sayılı kararı alıyordu. Bu karar akıllara ziyan bir hızla alınmıştı. Mehlis henüz araştırmasını bitirmemişti, “araştırma aylar, hatta yıllar alabilirdi” diyordu. Henüz mahkemelik kimse yoktu, delil kanıt hiç yoktu, işaretler vardı, ihtimallerden söz ediliyordu. Şer mihveri için bunlar yeterliydi. Suçlu olmak için mahkeme kararı değil kanaatleri yeterliydi. Ancak bu hız Suriye’nin Güvenlik Konseyindeki dostlarınca kesilecekti. Bu karar da (1636), günler önceden hazırlanmış, basına sizmiş bir yaptırımlar manzumesiydi. Irak olayında yaşananlar Suriye’yi dostlarına fazla güvenme lüksü olmadığını hatırlatıyordu. Buna rağmen 1636 sayılı karar, Rusların, Cezayir, Brezilya, Çin, Tanzanya, Benin gibi ülkelerin yoğun müdahalesiyle, bölgede istikrarın istendiği, kaosa geçit vermeyeceklerini ilan ederek kabul edilebilir sınırlara çekildi. Şer mihverinin taslağında doğrudan ülkeye karşı bir yaptırıma dönüşebilir elastiki belirlemeler kaldırılıp, olayla ilgili, şüpheli, sanık olacak kişileri kapsamakla sınırlandırıldı. Suriye’den de araştırma heyetinin istemlerine uyum istendi.

1636 sayılı karar alınırken yapılan konuşmalar, hiç bir tarafın ne niyetini, nede eğilimini değiştirmeyeceğini gösteren tartışmalara dönüştü. Karar onaylanmasından sonra yapılan kısa konuşmalarda ABD dışişleri bakanı Condolezza Rice’ın, “Suriye’yi suçlayacak yeni kanıt ve şahitlerin elde edildiğine dair” haberlerin eline ulaştığını söylemesi, bir kez daha soruşturma safhasının gizlilik ilkesine aykırı ve önyargılı bir eğilimin bu süreçte temel rol oynayacağına bir gösterge oldu. Hukukun en basit ilkesi olan, adli soruşturmanın gizlilik esasına dayalı olması o an ihlal edilmekteydi; soruşturmanın gizliliği kalmasa, deliler toplanırken ve hata kişiler zımni olarak suçlanırken dahi, “mahkeme kararı alana kadar suçsuz sayılırlar” ilkesi ve kişilik haklarının korunması ihlal edilmiş olur. Bu, ayrıca soruşturmayı yapan makamın (bu durumda Mehlis ve heyeti) usulsüz davranarak bilgi sızdırdığı anlamına gelir ki, böyle kirlenin kirli yargının, adaletsiz karar vermesi kaçınılmaz olur. Suriye’nin ve hukuk uzmanı bilim adamlarının Mehlis raporunu eleştirdikleri ve hukuk tekniği dışına çıkıldığı noktasında birleştikleri yer de burasıdır. Rice’nin söz arasında ağızdan kaçırdığı iddiası, kaygıların yersiz olmadığını göstermektedir.

Aynı oturumda İngiliz Dışişleri bakanı Jack Straw ile Suriye Dışişleri bakanı Faruk Şara arasında geçen polemik de kayda değerdir. Straw’nun Hariri’nin katledilmesi hadisesini bir “ortaçağ yöntemi” olarak tanımlaması, Şara’nın bunu doğrulayıp, Mehlis’in kanıtsız suçlamalarının da, “ortaçağ engizisyon mahkemelerinin suçlamaları gibidir” diyerek cevaplaması, oturuma sıcak anlar yaşattı. Şara’nın, İsrail hakkında Güvenlik Konseyinin açtığı araştırmalar ve oluşturduğu heyetlerin nasıl takipsiz kaldığını ve zamana yayılarak buharlaştırıldığını, buna karşı hiç ses çıkarılmazken, Arap ve Müslüman ülkelere karşı kararlarda neden bu ölçüde amansız davranıldığını sorgulaması, önemli bir gelişmeydi. Bu tartışmada Straw’nun saldırgan ve tehditkar konuşmalar yaparak, Şara’nın ülkesi Suriye’yi savunmasını gereksiz bir çaba olarak görmesi ibretle izlenecek bir tablo oluşturuyordu. Straw’nun bu kaba davranışı, zayıf ülkelerin nelere maruz kalabileceğine d e bir gösterge olmuştur. zayıf ülkelerden istenen, emirlere uymak ve itiraz etmemektir. Adalet ise, güçlünün çıkarına göre verilmiş bir karardan ibarettir.

ABD bu kararla, Güvenlik konseyinin 15 olan üye sayısının tam onayını alarak mesajını iletirken, kararın Suriye’ye yönelik bir yaptırımdan bahsetmesinin engellenmesi de tersinden bir mesaj olarak şer mihverine iletilmiş oldu. Suçlanma ihtimali olan şahıslara ilişkin yaptırımların uygulanmasını takip edecek olan komitede Suriye dostlarının ağırlıkta olması, ABD-İngiliz-Fransız ittifakının karşısında “dizginleyici” bir etkinliğin yaratılabildiği izlenimi gösterdi.

Bunlara rağmen, bir kez yaptırım sürecinin kapıları açılmış oldu. Suriye’yi köşeye sıkıştırmanın ilk adımı atıldı. Bu da çok dikkat isteyen, zaman zaman özveri gerektiren kimi tutumların gelişmesine yol açacağı ihtimalini güçlendirmektedir. Bu mücadelede Suriye yalnız değildir ayrıca, Suriye Irak ta değildir. Ancak, dünyanın çok değiştiğini görmek, eski kıstaslarla ve eski dostluklara güvenerek bir tutumda sonuna kadar gidilemeyeceğini de bilmek gerek. Çok hassas dengeler içinde gelişen süreç, adaletsiz bir dünya güçler dengesi koşulunda, Suriye yönetiminin, halkına dönerek eksikliklerini ve hatalarını aşıp, güçlü ve kaynaşmış bir iç cephe oluşturmasını zorunlu kılmaktadır. Daha çok demokrasi, daha çok özgürlük bunun temel yoludur. 50 yıldır savaş içinde olup bu ölçüde istikrarlı bir ekonomi yürütenler, zor koşulda daha çok demokrasi ve özgürlükle doyurulmuş halkları tarafından sonuna kadar korunacak ve destekleneceklerdir. Unutulmamalı anti-demokratik yönetim, dış güçlere bir köprüdür. Irak örneği bunu yeterince gösterdi. Suriye Irak değildir, eksiklerini giderme zamanı da az değildir. Başlamak için bu gün yarından daha yakındır.


Sonuç


Sonuç bizleri doğrudan etkileyen gelişmelere gebedir. Suriye’ye yönelecek bir yıkım hareketi bizleri de yıkmayı hedef sırasına koymuş demektir. Bizden öncekilere nasıl bir fatura kesildiyse, bizlere de aynısı kesilecektir. Irakta olanlar her kesin sırada olduğunu ve herkesin aynı akıbete uğrayacağını ifade ediyor. Dünyanın güçler dengesi artık tek kutupludur. Bir yerlere sonuna kadar güvenerek korunmanın mümkünü kalmamıştır. Her ülke öncelikle, halkına güvenmeyi bilecek, demokrasiden, hukuktan, insan haklarından nasibini yeterince almış onurlu siyasi bir ortam yaratarak güçlenmenin yollarını bulabilmelidir. Bu temelde direnmeyi mevzilerde değil tüm sahalarda yapacak hazırlıkla sahip olunmalıdır. Küreselleşmenin orijinal bir unsuru olup, insanlığın ortak değerler etrafındaki dostluğunu bu haksız saldırı ve kirli oyunların karşısına dikmenin yoğunluğuna ulaşılmalıdır. Türkiye’de tüm demokratik güçlerin, komşularımıza reva görülen bu haksız girişimleri durdurmak için acil dayanışma çabalarını yükseltme sorumluluğu yerine getirilmelidir. Unutulmamalı ki, aramızda sıraya konulmamış hiç kimse yoktur.

Hiç yorum yok: