Sınırları insan erdemleriyle belirlenmiş, ne sınıfsal ne de etnik nedenlere mahkum olmamış doğrularımızla özgürlük ve demokrasi mücadelesini sürdüreceğiz...

BURADAYIZ İŞTE...

OKURLARIMIN DİKKATİNE. BLOGUMDA TEKNİK BİR ARIZA YA DA BİR SALDIRI GERÇEKLEŞMİŞTİ.. ŞİMDİ HER ŞEY YOLUNDA...EMEKLERİMİZ BURADA... SAĞLICAKLA KALINIZ...

PARALEL BİR BLOG DA DEVAM EDİYOR...

Yeni blogun adresi: http://mirural.blogspot.com/

ŞU AN İZLEMEKTE OLDUĞUNUZ BLOG ADRESİ İLE YENİ BLOG ADRESİ BİRBİRİNE ÇOK YAKINDIR. İLGİNİZE TEŞEKKÜRLER.

MİHRAC URAL

...

...

...

...

TÜRK MODERNLEŞMESİ JAKOBENİZM VE BONAPARTİZM

Yener Orkunoğlu

Türkiye'de modernleşme hareketinin tarihini ve modernleşmenin toplum üzerinde yarattığı etkileri incelemek ve aynı zamanda modernleşme konusunda liberal entelektüellerin yarattığı yanılsamaları açığa çıkarmak zorundayız.
Liberal entelektüellerin çarpıttığı bir konu var. Siyasal İslam'ın yörüngesine girmiş bir çok entelektüel, Türkiye'deki Kemalistleri Jakoben olmakla suçlarlar. Yani Jakobenizm, darbeci ve anti-demokrat olmakla özdeşleştirilir. Böylesi bir değerlendirme, Jakobenizmin çarpıtılmasıdır. Kemalizm'i, Jakobenizm olarak değerlendirmek, Jakobenizme karşı bir haksızlıktır. Çünkü Jakobenizm, Fransız Devrimi döneminde küçük burjuvazinin (baldırı çıplakların) radikal bir devrimci hareketi olarak doğdu. Fransız Devrim hareketinin sol kanadını oluşturur.
((Devamı orta sol sutunda))

..

..

Mihrac Ural

Mihrac Ural

Yeniden felsefe okumak


Cumhuriyetin Doğuya sırtını dönmesinin mahkumu idik. Alfabe kırılmasının sonucu da, okuma adına nemiz var nemiz yok, arşivlerin küfüne terk edildi. Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle zaten olmayan okumalara, sıçramalardan oluşan, dengesiz ve sonuçta eksiklikten kaynaklanan bir topallamaya düştük. Bu da, ülkemiz felsefe bilincinin derinlik ve bütünlüğünü oluşturacak zincir halkalarının kopuk olmasını getirmiştir.
Yunan felsefesi akılcılığının Aristo’yla temsil edilen sunumunu, İslami bir yorum ve ilerleyişle ele alan Farabi’de ifadesini bulan akılcılığa karşı, “ Tahafüt el Felasife” diyerek, dünya ve ahiret işinde akıla yer bırakmayan Gazali’nin, bu güne kadar süren tutuculuğundan yana saf belirlemiştir. Gazalinin, “filozoflar”ın aklın hareketinden yana dünyevi olayları yorumlayan yaklaşımlarına karşı yaptığı eleştirilere, aklın bir militanı İbni Rüşt’ün ünlü cevabı olan “Tahafüt el Tahafüt” ü tanımazlıktan gelmiştir. Böylece sağ, Yunan ve batı felsefe okumaları eksiğiyle iki ayağı topal hale gelmiştir. Dayandığı felsefi okumaların karşıtlarını da bilmemekle, sığ kalmıştır.((Devamı sol ana sutunda))

****

****

24 Nisan soykırımı hepimizi katletmişti...

Mihrac Ural

Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi –soykırımı- hepimizi katletmişti. Tam 93 yıldır sürmekte olan zorunlu sürgün ile insanlık sucunda İttihat –Terakki’nin ‘SOYKIRIM’ imzası vardır.

Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır.

Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur.

“Resmi tarih” diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.**19. yy sonlarından başlayarak, Katolik ve Gregoryan (Ortodoks) diyerek birbirlerine kırdırılan, tenkil ve sürgünlerle, mal mülklerine el konularak baskı altında tutulan Ermenilere yönelik soy kırımı, I Dünya savaşının, malum bol bahaneleri altında girişilmiştir (24 Nisan 1915).

Savaş sırasında, önce Ermeni gençlerinin Askere alınarak silahsız bırakılması ve ardından toplu tasfiyelerin yapılması, geride kalan Ermeni halkının Tenkil ve sürgünlerine geçilmesi. Bu konuda talimatların dakik bir biçimde, en yetkili resmi merciler tarafından istenip, izlenmesi. O dönemin Sadrazamı (Başbakanı) Talat Paşa’nın, başından itibaren olayları, dikkatlice takibi, emirler vermesi, istatistik tutması (iskan edecekleri yerde dahi nüfusa göre oranlarının %5 geçmeyecek düzeyde tutulmaları talimatları da dahil) ve bunun en ince ayrıntısına kadar yazılı özel notlarla tescili, Ermenilere reva görülen her şeyin, planlı bir tarzda icra edildiğini göstermeye yeterlidir (Ermeni tehciriyle ilgili Talat Paşa’nın tutanakları için bkz. Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi, 24 Nisan 2006’dan itibaren yayınlanan dizi) Bu, Ermenilere ilişkin, adına ne konulursa konulsun, yapılacak olanların önceden planlanmış eylemler olduğunu gösterir.

Bundan sonra, sonuçlara bakılarak, yapılanlara verilecek ad, tanımlamaya geçilir.*Böylesine planlı ve en ince ayrıntısına kadar takip edilmiş ve bir etnik topluluğa yönelen, sonuçta en iyimser tahminlerle, el yazması tutanaklardaki rakamlarla bir milyon (1000 000) üzerinde Ermenin ölümüne yol açan, kimi şehirlerde nüfusu yüz binlerden sıfıra indiren, çoluk çocuk on binlerce canın etnik yapısını değiştirmek için farklı etnik toplumlara dağıtan, topraklara el koyan, binalarını yıkan, her türden maddi ve canlı servetine el koyup katleden girişimlere, soy kırımından başka bir ad verilemeyeceği görülür.

Bu bir soykırımdır. (..)Osmanlıdan, cumhuriyete süre gelen bu aklın, daha uzun süre yürürlükte olma tehlikesi tüm çıplaklığıyla kendini göstermektedir. Tarihimizle cesurca yüzleşmeden bu aklı toplumsal işlevlerimizden ve geleceğe ilişkin yaşam planlarımızdan söküp atmak güç gibi duruyor.
((*)Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı –Mihrac Ural)

**
Sıranın kendisine gelmeyeceğini sananların dikkatine, bu vatanın birimize değil, hepimize ait olduğunu bir kez daha, bin kez daha yeniden birbirimize kanıtlamakla yükümlü olduğunuzu artık anlamak zorundasınız.

Bilmelisiniz ki, farklılıkları içselleştirmek, onlarla barış içinde yaşamayı fiilen gösterip, haklarını anayasal ve kurumsal güvencelerle kökleştirmek ertelenmez bir görev haline gelmiştir, bu yapılmadıkça bu vatanın hepimize ait olduğuna kimseyi inandıramazsınız.

Mümkünü, imkansız hale getirmeye devam ederseniz, sizi biz farklılar, ayrı varlıklar bile kurtaramaz. Bunun vebali, Hrant Dink’in katline yol açan akıl sistematiğinin kıyımına tek tek ve topluca maruz kalmaktır bilesiniz.
((*)Hrant Dink'in Katli ve Tarihi Gerçekler –Mihrac Ural)


Murat Altunöz’ün Beklenen Kitabı Kırılgan Zamanlar Çıktı…

2002 Ocak ayında başladığımız yolculuğumuza 7 yıldır devam ediyoruz. Karalama Dergisi, ülkenin koşullarına göre bazen inişler ve çıkışlar yaşamamıza rağmen her geçen gün dergimizle daha da büyüyoruz.

Karalama Dergisi olarak;
Şair Nevruz Uğur ve Halil İbrahim Yıldız’ın kitaplarından sonra Karalama’nın Kurucusu ve halen Editörü olan Murat Altunöz’ün Kırılgan Zamanlar adlı kitabını yayımladık.
Geçmiş zamanların, kırılmış, yalnız ve hüzünlü dizelerinde bulduk kendimizi,
Her dize de bir direniş, bir sürgün, bir ayrılık ve özlem var.
((Devamı sol alt sutünda))

...

...

Yerel Çeteleşmenin Boyutu...

Murat Altunöz /Gazeteci

Çeteleşme yıllar sonra Ergenekon operasyonuyla tekrar gündeme geldi. Eskiden bildiğimiz mafya sistemi çökmüş artık daha organize ve daha profesyonel bir hal alan almıştır.Bazı yazarlar, Emekli Polisler ve Emekli askerlerinde içinde bulunduğu yeni bir yapı ortaya çıktı.Aslında bu tür çeteleşmeler yıllardır hep ülkemizde vardır. Ama bu hafta benim bahsetmek istediğim yerel çetelerdir. malesef son yıllarda ciddi anlamda yerel çeteleşme ve Organize suçlarda bir çoğalma vardır. Zaten Hatay il Emniyet Müdürü Osman Çapalı'da bu konuya dikkat çekerek " Bireysel suçlar artık organize suçlara kaymıştır" demiştir.
((Devamı sol ana sutunda))


İNTERAKSİYON

Faiz Cebiroğlu
Her gelişim, karşılıklıdır. Her ileriye yönelik değişim, bir interaksiyondur. İnteraksiyon, karşılıklı etkileşim oluyor. İnsanlar, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek sosyal yönlerini geliştiriyorlar. Sosyal yönünü geliştiren insan, aldığı öğreti ve deneyimlerle bireysel yönünü ”işleyerek” yapılandırıyor. Yapılanma, ”özbilinç” ve ”özgüven” ile nitelik bir hal alıyor.

İnteraksiyon ya da karşılıklı etki, yaşadığımız toplumda, değişik yer ve ortamlarda farklı farklı oluyor. Dille başlayan diyaloğa; insanların bulunduğu yaşam tarzları, çalışma biçimleri ve kısacası sahip oldukları sınıfsal konumları da ekleniyor. Sosyal sınıf, gelişimde ”ana halka” oluyor. Sosyal sınıf, ileriye yönelik değişimin ”can alıcı noktasını” oluşturuyor.

(Devamı orta ana sütunda )
http://mirural.blogspot.com/

...

...

Yabancılaşmanın Dinamiği


Mihrac Ural

Yabancılaşma, insanlık ailesini birbirine yakınlaştıran, farklarını hızla öteleyen özel mülkiyeti ve olumsuz sonuçlarını bile köşeye sıkıştırma işlevi gören sonuçlarıyla, olumsuz değil çok olumlu bir role sahiptir. Tarihsel süreciyle derinleşip geliştikçe gerçekleşen yabancılaşma, insana çok daha cüretkâr olma, çok daha özgürce beyin labirentlerinde kurguladığı fantezileri yaşama ve bunu yaparken de dar anlamda aile, mahalle gibi klancı darlığın etkiler altında kalmayıp, geniş anlamda da ulusal sınırları aşıp belki başlangıcı sanal âlemin nimetleriyle, bilgi çağının iletişim olanaklarıyla bu tutku ve arzularının doruklarını zorlama şansını elde etmektedir.Yabancılaşma olmasaydı, emeğin sosyal etkilerinden bahsetmemiz mümkün olamazdı. Emek ne kadar sahibinden uzaklaşır, ne kadar sahibine belirgin olmaktan çıkarsa, o kadar evrensel ölçeklerde hizmet sunmaya başlamış demektir. Ve bir o kadar kültürel farklılıklarını hesaba katmadan ( renk, ırk, ulus, coğrafya, bölge farkı tanımadan) insan türüne ait hale gelmiş demektir.
((Devamı orta ana sol sütunda: ))
http://mirural.blogspot.com/

..

..

MİLLİ MARŞLAR

Ayşe Hür
1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı ‘Tre Trallade Jantor’dur. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkar ve ‘Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr….’diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası olayı "centilmen Türk seyircisinden jest" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi…
“Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur/Katibimin setresi uzun eteği çamur… diye başlayan ünlü türkünün bestesi 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’daki Selimiye Kışlası’nda kalan ‘eteklikli’ İskoç Alayı’na moral vermek için yazılmış ‘Donsuz askerler…’ diye başlayan bir asker şarkısıdır. II. Mahmut döneminde (1808-1826) modernleşme çabaları sırasında askerlere giydirilen setre ve pantolon mutaassıp çevreler tarafından ‘sokağa donla çıkmakla’ eşdeğer görülmüş, özellikle de ‘gavur mukallitliği’ denilen bu modernleşme hareketine çabuk uyum gösteren eli yüzü katipler halkın diline düşmüştür. Bir İstanbul külhanbeyi, bu katiplerle alay etmek için, Üsküdar yolu üzerinde olan Selimiye Kışlası’nda kalan İskoç askerleri için yazılan marşın müziğine Türkçe sözler yazar ve ünlü Katibim türküsü ortaya çıkar.
1974 Kıbrıs ‘Barış Harekatı'ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkumları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.

((devamı sol büyük sütunda))

20 Şubat 2008 Çarşamba

ANADİLİMİZE ÖZGÜRLÜK İSTİYORUM



Mihrac Ural

20 Şubat 2008


21 Şubat uluslararası anadili günü. UNESCO 21 Şubat1999 yılında, Birleşmiş Milletler’e üye tüm devletlerin temsilcilerinden oluşan genel kurulunun kararıyla, bu günü dünya ana dilleri günü olarak ilan etti. 2000 yılından itibaren kutlanan bu gün, dünyada konuşulduğu tahmin edilen 6000 dilin korunması amacına katkıyı da içeren bir çaba olarak belirmiştir. Zira eski-yeni sömürgeciliğin bin bir türünün sonuçlarıyla insanlığın ortak serveti olan ve tarihin derinliklerinde bu güne taşınmış olan yüzlerce dil, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmaya devam etmektedir.

Bilgi ve enformasyon çağının dünyayı küçük bir köy haline dönüştürdüğü bir kesitte, insani değerler manzumesinin tamamlayıcı en önemli öğesi olan dillerin korunmasının çok daha elverişli şartlara kavuşması kadar, daha da zalimce yok edilme riskiyle karşı karşıya kaldığı görülmektedir. Küreselleşme çağı, tek boyutlu eğilimlerin diğerlerini yok etme, eritme çağı hiç değildir. Tersine daha iyi korunabilmesi için sonsuz olanaklar çağıdır. Ancak amaçları insanlık erdem ve değerlerinin dışında olanlar, üretimden çok, her türden üretimin bir talan furyası içinde sömürü çarkına dönüşmesini isteyenler; küresel üretime karşı giriştikleri küresel yıkımlarla, savaşlarla sürdürülen, askeri-siyasi-ekonomik-sosyal tasallutları dilleri korumasız konumda bırakmakta, yok oluşlarını hızlandırmaktadır. Anadiller kurbanlık koyunların derisi yüzülür gibi, halklarından ve haklarından koparılmaktadır. İnsanlık kolektif aklının ürettiği dev olanaklar, bir koruma, güçlendirme aracı olmak ve dünyamızı artan oranda renklendirecek öğeleri besleme işlevine yükseltilmek yerine, bir tutsaklık aracı haline dönüştürülüp, anadillerin dinamikleri yok edilmektedir. Dünyayı birleşik bir pazar olarak değil, tek bir odağın tutsağı olan bir tek pazar haline dönüştürme çabasının dayattığı tek dilli bir dünya adaletsizliğine yönelenler, var olma direnci son demine dayanmış anadillere merhamet darbesi indirmekte tereddüt etmemektedir. Anadilleri saran bu kaygı gerçekçi bir kaygıdır.

Bu kaygı, tarihsel evrimin doğal ayıklamasıyla da ilgili bir olay değildir. İnsan ile doğa, kültür noktasında birbirinden ayrışmaya uğrar. Bu, insan olmanın en temel tecellilerinden biridir. Kendini eğittikçe doğadan bağımsızlaşan insan, doğayı da eğitecek kanalları bu yolla anadilin oluşturduğu ufuklarla keşfetmiştir. Bunun anlamı, insanın insani olan her değeri korunabilir hale getirmesidir. Ortak insanlık ailesinin tür olarak en içgüdüsel tutumu da burada ikame olur. İnsan, bununla geçmişin mirası üzerinde birikimler yapar ve uygarlık denilen toplumsal sistemler silsilesinin (zincirleme sürecinin) kararlı olmasını sağlar.

Küreselleşme çağına yükselen insan bunu amaçlar ve bunun için imkanlarını kullanır. Bu imkanlar bu amaca çok yoğun şekilde sonuç alıcı tarzda hizmet de eder. Ancak buna karşı duran eskimiş, çağ dışına hızla savrulmuş olan her soy ve boydan kapitalize ilişkiler, tıkanıp gerilediği bu çağda sömürü çarklarını insafsızca ve ahlaksızca sürdürmek üzere, insanın en önemli kültürel ürünlerinden biri olan dillere karşı kıyım sürdürmekte hiçbir fırsatı kaçırmamaktadır. Doğuşunda anadillere yararlı ilerici tutumlarla yaklaşan bu eski uygarlık, artık anadillerin yok edilmesi üzerine kurulu bir yaşam düzeneğine dönüşmüş bulunmaktadır.

Pazarların zalim kar hırslarıyla açılması için tek dilli, tek renkli, tek boyutlu bir dünya dayatması, bu düzeneğin gelip tıkandığı yerde oluşan bir zulüm tablosu olmuştur. Bu minvalde ortak siyasal yaşamın paylaşıldığı uydu sistemlerde durum çok daha feci bir pervasızlıkla sürdürülmeye çalışılmaktadır. Ülkemiz ki, ilkel akılların esiri olarak bunlardan biri durumundadır. Anadolu’yu tarihe, yaşama ilk kez açan anadillerin önemli bir çoğunluğu bu gün yok edilmiştir, geride kalanları yok etmek için de inanılmaz baskılar ve yasaklar işletilmektedir. Oysa gelişen yeni uygarlık, küresel üretim uygarlığı, bilgi çağının uygarlığı bunun tersini -anadillerin daha dinamik olmalarını, kendi orijinaliteleriyle insanlık denilen ortak ailenin etken bir unsuru olarak katkı yapabilecek olanakları- sunmaktadır. Bilgisayarlar çağının dilleri birbirine olağanüstü kolaylıkla çevirebilen, bilgileri hafızalarıyla küçük ceplerde taşınabilir kılan kolaylıklarıyla, iletişim teknolojisinin evreni bir ev içi yakınlığa dönüştüren etkinlikleriyle, anadiller büyük bir yaşam kaynağı bulmuştur. Bilgi ve enformasyon çağı, kültür üretim zincirinin olmasa olmaz koşulu anadiller için bir can simidi olarak işlevler taşımaktadır. Bu kaynak kültür ürünü değerlerin farklı verileriyle tüm insanlık için birer birikim ve yeni ufuktur, zenginliktir. Türümüzü ve doğamızı koruma kaygısı taşımayan güç uygarlıkları, anadil konusunda da olduğu gibi, uygarlık güçleriyle sürekli çatışma halindedir.
Arap kütüphanesinden

Gelişmesinin belli bir aşamasında güç uygarlığı haline dönenlerin tarihle kapıştıkları bu sorunlu süreçte, anadillerin korunması çok önemli bir görev olarak belirmiştir. UNESCO’nun bu günü anadillerin korunması amacıyla tarihlemesi bu anlamda karşı karşıya kaldığı baskıları, bütçe sorunlarını da açıklar niteliktedir. Birleşmiş Milletler teşkilatını bir kukla organizasyona dönüştüren emperyalistler, kendi ürünleri olan II. Dünya savaşı ve bunun sonuç dengeleri içinde kurguladıkları uluslararası ilişkilere bile sadakatsiz davranarak UNESCO’nun çalışmalarından ciddi rahatsızlıklar duymakta ve engellemelerle çalışmalarını tıkamak istemektedirler. UNESCO’yu “çok fantastik bir kurum” olarak görmelerinin ardında da kültür hizmetlerine karşı duydukları gereksizlik yatmaktadır. Onlar güçsüz hale getirdiklerini yok etmek istemektedirler. Dünyayı tek dilli bir tekil pazara dönüştürmek istemektedirler. Bu pazarlara tek firmanın egemen olmasını tek ülkenin sultası altında olmasını istemektedirler. Oysa geleceğe ait tüm uygarlık verileri, çoklu bur ortamın eşit ve adil fırsatlar içinde herkesin kazanabileceği bir süreci başlatmış bulunmaktadır. Anadiller, bu gelişmeden en çok yararlanabilecek ve bu gelişmeye renk ve dinamik katacak kültürel ürünleridir.
Bu tablonun ülkemiz boyutu ise çok daha vahimdir. Gerçek, kaba, insafsız ve pervasız bir hoyratlıkla anadil soykırımları yapılmıştır. Yapılmaya da devam edilmektedir. Bu, katıksız bir bölücülükle, eşitsiz ve adaletsizce, tek boyutlu ırkçı, milliyetçi ve en sonunda ulusalcı akıl ilkelliğiyle yapılmaktadır. Anadolu bu yanıyla, tarihin en acımasız anadil kıyımına uğramış bir coğrafyanın dramını yaşamaktadır. Kendi etnik egemenlerinin tarih dışı akılları sonucu, geç kalmış uluslaşma süreçlerini tamamlama adına, tarihin en zengin anadiller yurdu olan coğrafyamızda tüm anadiller yasaklanmış, tek pazar, tek bayrak, tek devlet, tek ırk ve tek millet inşası için tüm ayrı varlıklar kökten yok edilmek istenmiştir. Bunda da, soykırım suçu gibi suçlar işlenmiştir, Anadolu’nun en kadim dilleri yasaklar ve baskılar sonucu yok edilmiştir. Tarihin acımasız gadrine ek olarak egemen etnik gücün insafsız katliamı altında direnerek bu güne kadar gelebilmiş anadiller ise, tarihleri boyunca yeniden yaşama açmakla kökleştikleri toprakları anavatan haline getirirken, anadillerini de koruma durumunda olmuştur. Bunlar arasında Kürtler ve Araplar, sayısal olduğu kadar nitelik açıdan da duyarlılıkla direnmiş ve anadillerine tutunma mücadelesinde bu güne gelmişlerdir. Bu iki anadil topraklarını tarihte yaşama açmış ilk diller olarak yaşadıkları toprakları anavatan haline getiren dillerdir. Bu diller, göçebe değil yerlidir, anavatanlarını terk ederek başka milletler üzerine zorla, talan, kıyım ve yıkımla siyasal egemenlik kurmamıştır. Kendi toprağında yaşamı yeniden üretmeye devam etmiştir. Ancak Anadolu’ya karanlık gibi çökenler tutsak ettikleri toplumların gelişmiş uygarlıkları karşısında, kendileri de dilleri de tutsak düşmüştür. Türkçenin kısırlığı bundandır. Kendine alfabe yaratamamış bir dil olmasının, kültürel tarihsizliğin, göçebelikten beslenen medenileşememenin etkileriyle dilleri, hükümleri altında kan ağlayan toplumların dillerine mahkumu olmuştur; kendi anadiliyle bile ibadet yapamayan bir toplum konumunda kalmıştır. Kendine de tasallut altına aldıklarına da zarar veren bu davranışın ilkel aklı, çağdaş uygarlık sürecindeki uluslaşma sürecini, zıvanadan çıkmış bir dil kıyımı sürecine yönlendirmiştir. Dili arındırma gibi ırkçı beyhude çabaların traji-komik durumları, egemenlik altında zorbaca ezdikleri toplumların dillerini suçlamaya kadar giden siyasal davranışlara, karar ve yasa ürettikleri görülmüştür. Bu güne kadar, Anadolu zenginliğinin önemli bir unsuru olan anadillerin yasaklı olması bunun sonucudur. Bu gün aynı ilkel akılla yapılanlar, sonuçları itibariyle iflah olmaz bir bölücülükten ibarettir. Milliyetçiliğin her türünün bölücülük olması budur.

21 Şubat Dünya Anadilleri Günü’nün artan önemi bu tablonun verileriyle daha anlaşılır bir gerçek oluyor. Irkçıların, milliyetçi ilkellerin, ulusalcı sahtekarların tek boyutlu dünyalarının karanlık izdüşümlerinden kurtulmak için, ülkemizin tüm halklarını ve kültürlerini korumanın bir parçası olarak, Anadolu’nun anadil renklerini yok olmaktan kurtarma mücadelesine davet ediyorum. Bütün Anadolu dillerinin özgürlüğü yanı sıra, halkımın ulusal kimlik haklarının dolaysız anlatımı anadilim Arapçanın özgür olmasını istiyorum. Bu dil ki, insanlık ailesi dilleri içinde dinamikleriyle, niceliği ve niteliğiyle ilk sırada yer alan bir dildir. Tarihi Arap-İslam uygarlığını kuran; insanlığa sayıları, aritmetik ve cebiri, tıbbı, kimyayı, fiziği astronomiyi öğreten; inananlar açısından peygamberin insanlığa ilettiği mesajın dilidir ve Allah’ın tercih ettiği vahi dilidir. Bu dil kendine özgü alfabe yaratmış ender dillerdendir, yüz milyonlarca insan tarafından dünyanın en geniş coğrafyasında ve yeryüzünün her köşesinde konuşanla karşılaşılabilen bir dildir. Bu dil, diğer tüm diller gibi insan toplumunun üretimidir ve diğer tüm dillerle eşitlikte eksiği olmayan bir dildir.

Anadolu’nun diğer dilleri gibi anadilim Arapçaya da yasak koyanlara sesleniyorum: bir an kendi anadilinizin yasaklı olduğunu, anadilinizle konuşamadığınızı düşünün. O zaman, derhal kendi varlığınızın farkına varacaksınız, acıyı içinizde hissedeceksiniz. Bunun için diyoruz ki, biz Anadolu’nun bütün anadilleri olan ayrı varlıklar, sen gibi bir varlığız. Kendine hak tanıdığın ne ise bizim de bir insan topluluğu olarak ona hakkımız vardır. Sana olumlu olan bize de olumludur. Sana olumsuz olan bize de olumsuzdur. Ve sen tekilsin biz ise çoğuluz. Sonuna kadar bu haksızlığı bizlere karşı sürdürecek takate sahip olamazsın.

Yüz yılların baskısı altında bırakılan ve son bir yüz yıl boyunca planlı bir soy kırımı gibi tasfiyelere maruz kalan Anadolu dillerine, “gidin başınızın çaresine bakın kesenizden ne yaparsanız yapın, özel kurslar açın” demek ise özgürlük değildir. Tersine daha da yıkıcı bir kıyımıdır. Bir dili konuşan topluluk egemenliği altında yaşadıkları devlete vergi ödemekle mükellef bırakılmışsa, o devlet sömürgeci devlet de olsa bunun karşılığında diline hizmeti resmi olarak vermekle yükümlüdür. Bunu özel girişime ve çabaya bırakmak, üstelik yüz yılların baskısından sonra felç edilmiş haliyle “yürü ya kulum” demek özgürlük değildir. Tüm dillerin vergilerinden eşit ve adil bir öğrenim hakkını resmi olarak almaları gerek. Bu bile özgürlük için yeterli değildir. Yasalarla, Anayasa ve kurumsal güvencelerle bu hakkın ikamesi ve geliştirilmesi için önlemler alınması gerekmektedir. Demokratik devlet bu öğeler üzerinde yükselen devlettir. Demokrasiyi bu yanıyla içselleştirmeyen devlet baskıcıdır, yasakçıdır özgürlüklere karşı bir devlettir. Anadillerin bu devletlerden çektiği acılar, dünya anadilleri gününün anlamını veren en önemli kaynaktır.

Siyasetin adaletsizliği, çıkar ve bencilliğin anaforları, tek boyutlukta sürdürülen baskı ve dayatmalar, milliyetçi hastalığın gölgesindeki yaptırımlar, bu gün hükmü altında yaşamaya mecbur kaldığımız devletin bir karakteridir. Anadilimizi yok etmeyi amaç edinmiş planlı bir saldırının devletidir. Ancak bu beyhude çabalar geçmişte olduğu gibi bu günde sonuçsuzdur. Ortaçağların sorgusuz sualsiz süreçlerini aşmış olan dillerimiz, bundan sonra bilgi çağının araçlarıyla çok daha dinamik olarak varlığını koruyabilecektir. Anadillerimize reva görülen bu haksızlık, gerçekte korkaklığın zayıflığıdır, tastamam bölücülükte budur. Arap karikatürü

Bu gün ise, dini siyasete alet etmenin modası sürüyor. Bu kapsamda da tutarlı olmak anadilleri korumayı gerekli kılar. Din ve insan ilişkisi, tanrı ile kul arasında kimsenin müdahalesine olanak tanımayan bir ilişkidir. Ancak, kıymeti kendinden menkul iddialarla, Allah’tan vekalet alınmış edalarıyla, dinin tek yorumcusu ve şer’i hükümlerinin uygulayıcısı olarak ortaya çıkmak adil olmaya yetmiyor. Dinin hiçbir kuralı, hiçbir dil için yasak içermez. İnsan ve Allah arasındaki ilişki için ön görülmüş zorunlu bir dil de yoktur. Allah’a ve dine gerçekten inananlar, tüm dilleri Allah’ın yarattığını bilecek kadar insaf ve izan içinde olmalıdırlar. Bu durumda hangi tanrı, yarattığı dilleri kullarına yasak edebilir. Öyle bir tanrı var ise bu adaletsiz tanrıya inanan kendisiyle birlikte tanrısını da, cahiliye dönemindeki gibi yaratan ve katık diye yiyenler olacaktır. Bunun din jargonundaki adı şirktir. Bu yanlış yolda yürüyenler, kimseye din satmasınlar, önce tanrının yarattığına inandıkları dilleri özgür kılsınlar, Tanrıyla barışık olsunlar. Türban gibi, kurnadaki verileriyle de tarihler boyu tartışmalı olan bir konuyu, farz bile olmayan böylesi bir sorunu anayasal hüküm kazandırmaya kadar arkasında duranların, anadillerin özgürlüğü konusunda takındıkları zalim tutumlarını yargılamaları gerekmektedir. Bu sahte adalet ve demokrasi söyleminin, gerçekte tanrı ile kulu arasındaki bir ilişki olan dini, siyasete alet etmekten başka bir işlevi yoktur. Bu da din bezirganlığının anadilleri yok etmeye götüren çehresidir. Bu çehrede din toplumun birleştirici çimentosu değil, tutsak edip, yok etmenin bir aracıdır. Din bunların elinde gerçek anlamda halkların afyonudur.

Bu yanıyla, hiçbir erdem davranışı, beslendiği vergileri veren halkın anadiline yasak koymayı kabullenemez. Böylesi bir yaklaşım -insan hakları, demokrasi ve özgürlükler gibi siyasal söylemleri bir kenara koysak da- insan erdemlerinin sınırları içinde görülemez. Ülkemizde rengarenk diller yaşıyor. Onları korumak, bu devletin, bu dillerin sahibi halklardan aldığı vergilerin ertelenmez görevidir. Bu olanakları gerçek hizmet yoluna değil de, tek boyutlu siyasi çıkarlarına harcayanlar bölücülüğü yapanlardır. 21 Şubat dünya anadillerini koruma gününde, bir kez daha anadillerin özgürlüğü için bir şeyler yapmanın zamanı geldiğini ifade edecek adımlar atılmalıdır diyorum.
Bu adım, insan olmanın, bir kültürel varlık olmanın en küçük ölçütüdür. İnsanı insan yapan unsurların başında dil geliyor ise anadil bunun temelidir. Anadil ki, coğrafyaları vatan yapandır. Yaşama ilk kez toprağı açmak için bile, bir öncül olarak anadil etrafında toplanmış kararlı bir insan topluluğu gereklidir. Dil bağı, anadil bağı; yaban toprakları verime, işlenmeye ve sonuçta bir vatana dönüştürür. Bu yanıyla anavatanında anadilsiz yaşamak zalimce bir durumdur. Bu adaletsizliği başkasına dayatmak insanlığa karşı suç işlemektir. Bu cürüm, kimseye kar olamaz. Zira, başka dilleri tutsak eden hiçbir dil kendi özgürlüğünü kazanmış sayılamaz. Türkçeyi bu karmaşık hallere düşüren, anadiliyle ibadetini bile yapamayacak kadar yetersiz kılan da budur: tutsak ettiği dillerin mahkumu olmasıdır. Anadilimize özgürlük isterken, gerçekte çoğulcu, barışçıl ve tüm dilleri kapsayan demokratik bir hak talebinde bulunmaktan başka bir şeyi dile getirmiyoruz.

Çağrımız,
bu anlayışa destek verme çağrısıdır,
birlik sevgi ve barış çağrısıdır,
kendini savunma, doğal bir hakkı talep etme çağrısıdır.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Look here