Sınırları insan erdemleriyle belirlenmiş, ne sınıfsal ne de etnik nedenlere mahkum olmamış doğrularımızla özgürlük ve demokrasi mücadelesini sürdüreceğiz...

BURADAYIZ İŞTE...

OKURLARIMIN DİKKATİNE. BLOGUMDA TEKNİK BİR ARIZA YA DA BİR SALDIRI GERÇEKLEŞMİŞTİ.. ŞİMDİ HER ŞEY YOLUNDA...EMEKLERİMİZ BURADA... SAĞLICAKLA KALINIZ...

PARALEL BİR BLOG DA DEVAM EDİYOR...

Yeni blogun adresi: http://mirural.blogspot.com/

ŞU AN İZLEMEKTE OLDUĞUNUZ BLOG ADRESİ İLE YENİ BLOG ADRESİ BİRBİRİNE ÇOK YAKINDIR. İLGİNİZE TEŞEKKÜRLER.

MİHRAC URAL

...

...

...

...

TÜRK MODERNLEŞMESİ JAKOBENİZM VE BONAPARTİZM

Yener Orkunoğlu

Türkiye'de modernleşme hareketinin tarihini ve modernleşmenin toplum üzerinde yarattığı etkileri incelemek ve aynı zamanda modernleşme konusunda liberal entelektüellerin yarattığı yanılsamaları açığa çıkarmak zorundayız.
Liberal entelektüellerin çarpıttığı bir konu var. Siyasal İslam'ın yörüngesine girmiş bir çok entelektüel, Türkiye'deki Kemalistleri Jakoben olmakla suçlarlar. Yani Jakobenizm, darbeci ve anti-demokrat olmakla özdeşleştirilir. Böylesi bir değerlendirme, Jakobenizmin çarpıtılmasıdır. Kemalizm'i, Jakobenizm olarak değerlendirmek, Jakobenizme karşı bir haksızlıktır. Çünkü Jakobenizm, Fransız Devrimi döneminde küçük burjuvazinin (baldırı çıplakların) radikal bir devrimci hareketi olarak doğdu. Fransız Devrim hareketinin sol kanadını oluşturur.
((Devamı orta sol sutunda))

..

..

Mihrac Ural

Mihrac Ural

Yeniden felsefe okumak


Cumhuriyetin Doğuya sırtını dönmesinin mahkumu idik. Alfabe kırılmasının sonucu da, okuma adına nemiz var nemiz yok, arşivlerin küfüne terk edildi. Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle zaten olmayan okumalara, sıçramalardan oluşan, dengesiz ve sonuçta eksiklikten kaynaklanan bir topallamaya düştük. Bu da, ülkemiz felsefe bilincinin derinlik ve bütünlüğünü oluşturacak zincir halkalarının kopuk olmasını getirmiştir.
Yunan felsefesi akılcılığının Aristo’yla temsil edilen sunumunu, İslami bir yorum ve ilerleyişle ele alan Farabi’de ifadesini bulan akılcılığa karşı, “ Tahafüt el Felasife” diyerek, dünya ve ahiret işinde akıla yer bırakmayan Gazali’nin, bu güne kadar süren tutuculuğundan yana saf belirlemiştir. Gazalinin, “filozoflar”ın aklın hareketinden yana dünyevi olayları yorumlayan yaklaşımlarına karşı yaptığı eleştirilere, aklın bir militanı İbni Rüşt’ün ünlü cevabı olan “Tahafüt el Tahafüt” ü tanımazlıktan gelmiştir. Böylece sağ, Yunan ve batı felsefe okumaları eksiğiyle iki ayağı topal hale gelmiştir. Dayandığı felsefi okumaların karşıtlarını da bilmemekle, sığ kalmıştır.((Devamı sol ana sutunda))

****

****

24 Nisan soykırımı hepimizi katletmişti...

Mihrac Ural

Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi –soykırımı- hepimizi katletmişti. Tam 93 yıldır sürmekte olan zorunlu sürgün ile insanlık sucunda İttihat –Terakki’nin ‘SOYKIRIM’ imzası vardır.

Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır.

Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur.

“Resmi tarih” diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.**19. yy sonlarından başlayarak, Katolik ve Gregoryan (Ortodoks) diyerek birbirlerine kırdırılan, tenkil ve sürgünlerle, mal mülklerine el konularak baskı altında tutulan Ermenilere yönelik soy kırımı, I Dünya savaşının, malum bol bahaneleri altında girişilmiştir (24 Nisan 1915).

Savaş sırasında, önce Ermeni gençlerinin Askere alınarak silahsız bırakılması ve ardından toplu tasfiyelerin yapılması, geride kalan Ermeni halkının Tenkil ve sürgünlerine geçilmesi. Bu konuda talimatların dakik bir biçimde, en yetkili resmi merciler tarafından istenip, izlenmesi. O dönemin Sadrazamı (Başbakanı) Talat Paşa’nın, başından itibaren olayları, dikkatlice takibi, emirler vermesi, istatistik tutması (iskan edecekleri yerde dahi nüfusa göre oranlarının %5 geçmeyecek düzeyde tutulmaları talimatları da dahil) ve bunun en ince ayrıntısına kadar yazılı özel notlarla tescili, Ermenilere reva görülen her şeyin, planlı bir tarzda icra edildiğini göstermeye yeterlidir (Ermeni tehciriyle ilgili Talat Paşa’nın tutanakları için bkz. Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi, 24 Nisan 2006’dan itibaren yayınlanan dizi) Bu, Ermenilere ilişkin, adına ne konulursa konulsun, yapılacak olanların önceden planlanmış eylemler olduğunu gösterir.

Bundan sonra, sonuçlara bakılarak, yapılanlara verilecek ad, tanımlamaya geçilir.*Böylesine planlı ve en ince ayrıntısına kadar takip edilmiş ve bir etnik topluluğa yönelen, sonuçta en iyimser tahminlerle, el yazması tutanaklardaki rakamlarla bir milyon (1000 000) üzerinde Ermenin ölümüne yol açan, kimi şehirlerde nüfusu yüz binlerden sıfıra indiren, çoluk çocuk on binlerce canın etnik yapısını değiştirmek için farklı etnik toplumlara dağıtan, topraklara el koyan, binalarını yıkan, her türden maddi ve canlı servetine el koyup katleden girişimlere, soy kırımından başka bir ad verilemeyeceği görülür.

Bu bir soykırımdır. (..)Osmanlıdan, cumhuriyete süre gelen bu aklın, daha uzun süre yürürlükte olma tehlikesi tüm çıplaklığıyla kendini göstermektedir. Tarihimizle cesurca yüzleşmeden bu aklı toplumsal işlevlerimizden ve geleceğe ilişkin yaşam planlarımızdan söküp atmak güç gibi duruyor.
((*)Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı –Mihrac Ural)

**
Sıranın kendisine gelmeyeceğini sananların dikkatine, bu vatanın birimize değil, hepimize ait olduğunu bir kez daha, bin kez daha yeniden birbirimize kanıtlamakla yükümlü olduğunuzu artık anlamak zorundasınız.

Bilmelisiniz ki, farklılıkları içselleştirmek, onlarla barış içinde yaşamayı fiilen gösterip, haklarını anayasal ve kurumsal güvencelerle kökleştirmek ertelenmez bir görev haline gelmiştir, bu yapılmadıkça bu vatanın hepimize ait olduğuna kimseyi inandıramazsınız.

Mümkünü, imkansız hale getirmeye devam ederseniz, sizi biz farklılar, ayrı varlıklar bile kurtaramaz. Bunun vebali, Hrant Dink’in katline yol açan akıl sistematiğinin kıyımına tek tek ve topluca maruz kalmaktır bilesiniz.
((*)Hrant Dink'in Katli ve Tarihi Gerçekler –Mihrac Ural)


Murat Altunöz’ün Beklenen Kitabı Kırılgan Zamanlar Çıktı…

2002 Ocak ayında başladığımız yolculuğumuza 7 yıldır devam ediyoruz. Karalama Dergisi, ülkenin koşullarına göre bazen inişler ve çıkışlar yaşamamıza rağmen her geçen gün dergimizle daha da büyüyoruz.

Karalama Dergisi olarak;
Şair Nevruz Uğur ve Halil İbrahim Yıldız’ın kitaplarından sonra Karalama’nın Kurucusu ve halen Editörü olan Murat Altunöz’ün Kırılgan Zamanlar adlı kitabını yayımladık.
Geçmiş zamanların, kırılmış, yalnız ve hüzünlü dizelerinde bulduk kendimizi,
Her dize de bir direniş, bir sürgün, bir ayrılık ve özlem var.
((Devamı sol alt sutünda))

...

...

Yerel Çeteleşmenin Boyutu...

Murat Altunöz /Gazeteci

Çeteleşme yıllar sonra Ergenekon operasyonuyla tekrar gündeme geldi. Eskiden bildiğimiz mafya sistemi çökmüş artık daha organize ve daha profesyonel bir hal alan almıştır.Bazı yazarlar, Emekli Polisler ve Emekli askerlerinde içinde bulunduğu yeni bir yapı ortaya çıktı.Aslında bu tür çeteleşmeler yıllardır hep ülkemizde vardır. Ama bu hafta benim bahsetmek istediğim yerel çetelerdir. malesef son yıllarda ciddi anlamda yerel çeteleşme ve Organize suçlarda bir çoğalma vardır. Zaten Hatay il Emniyet Müdürü Osman Çapalı'da bu konuya dikkat çekerek " Bireysel suçlar artık organize suçlara kaymıştır" demiştir.
((Devamı sol ana sutunda))


İNTERAKSİYON

Faiz Cebiroğlu
Her gelişim, karşılıklıdır. Her ileriye yönelik değişim, bir interaksiyondur. İnteraksiyon, karşılıklı etkileşim oluyor. İnsanlar, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek sosyal yönlerini geliştiriyorlar. Sosyal yönünü geliştiren insan, aldığı öğreti ve deneyimlerle bireysel yönünü ”işleyerek” yapılandırıyor. Yapılanma, ”özbilinç” ve ”özgüven” ile nitelik bir hal alıyor.

İnteraksiyon ya da karşılıklı etki, yaşadığımız toplumda, değişik yer ve ortamlarda farklı farklı oluyor. Dille başlayan diyaloğa; insanların bulunduğu yaşam tarzları, çalışma biçimleri ve kısacası sahip oldukları sınıfsal konumları da ekleniyor. Sosyal sınıf, gelişimde ”ana halka” oluyor. Sosyal sınıf, ileriye yönelik değişimin ”can alıcı noktasını” oluşturuyor.

(Devamı orta ana sütunda )
http://mirural.blogspot.com/

...

...

Yabancılaşmanın Dinamiği


Mihrac Ural

Yabancılaşma, insanlık ailesini birbirine yakınlaştıran, farklarını hızla öteleyen özel mülkiyeti ve olumsuz sonuçlarını bile köşeye sıkıştırma işlevi gören sonuçlarıyla, olumsuz değil çok olumlu bir role sahiptir. Tarihsel süreciyle derinleşip geliştikçe gerçekleşen yabancılaşma, insana çok daha cüretkâr olma, çok daha özgürce beyin labirentlerinde kurguladığı fantezileri yaşama ve bunu yaparken de dar anlamda aile, mahalle gibi klancı darlığın etkiler altında kalmayıp, geniş anlamda da ulusal sınırları aşıp belki başlangıcı sanal âlemin nimetleriyle, bilgi çağının iletişim olanaklarıyla bu tutku ve arzularının doruklarını zorlama şansını elde etmektedir.Yabancılaşma olmasaydı, emeğin sosyal etkilerinden bahsetmemiz mümkün olamazdı. Emek ne kadar sahibinden uzaklaşır, ne kadar sahibine belirgin olmaktan çıkarsa, o kadar evrensel ölçeklerde hizmet sunmaya başlamış demektir. Ve bir o kadar kültürel farklılıklarını hesaba katmadan ( renk, ırk, ulus, coğrafya, bölge farkı tanımadan) insan türüne ait hale gelmiş demektir.
((Devamı orta ana sol sütunda: ))
http://mirural.blogspot.com/

..

..

MİLLİ MARŞLAR

Ayşe Hür
1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı ‘Tre Trallade Jantor’dur. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkar ve ‘Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr….’diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası olayı "centilmen Türk seyircisinden jest" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi…
“Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur/Katibimin setresi uzun eteği çamur… diye başlayan ünlü türkünün bestesi 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’daki Selimiye Kışlası’nda kalan ‘eteklikli’ İskoç Alayı’na moral vermek için yazılmış ‘Donsuz askerler…’ diye başlayan bir asker şarkısıdır. II. Mahmut döneminde (1808-1826) modernleşme çabaları sırasında askerlere giydirilen setre ve pantolon mutaassıp çevreler tarafından ‘sokağa donla çıkmakla’ eşdeğer görülmüş, özellikle de ‘gavur mukallitliği’ denilen bu modernleşme hareketine çabuk uyum gösteren eli yüzü katipler halkın diline düşmüştür. Bir İstanbul külhanbeyi, bu katiplerle alay etmek için, Üsküdar yolu üzerinde olan Selimiye Kışlası’nda kalan İskoç askerleri için yazılan marşın müziğine Türkçe sözler yazar ve ünlü Katibim türküsü ortaya çıkar.
1974 Kıbrıs ‘Barış Harekatı'ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkumları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.

((devamı sol büyük sütunda))

17 Şubat 2008 Pazar

ARAPLARIN CHE GUEVARA'SI ÖLDÜ


İMAD MUĞNİYE

ARAPLARIN CHE GUEVARA’SI ŞEHİT OLDU


Bedreddin Mahir

Bedreddin.mahir@gmail.com

http://mihracural.blogspot.com/



13 Şubat 2008


İmad Muğniye, bir kahraman, bir stratejist, bir komutan, bir halk insanı ve halklar adına bölgemizin kurtuluşu için savaşan bir şehit.

Büyük oyunların coğrafyasında dünyanın en azılı, en şeytani istihbarat teşkilatlarına kök söktüren, İsrail’e er meydanında diz çökerten bir kahraman olarak, CİA-MOSAD-Gerici Arap istihbaratlarının el birliğiyle karanlık bir pusuda şehit düştü.

Onu tüm dünya basını uzun uzun anlatacak. Bir ömre sığması mümkün olmayan etkinlikleriyle bir direnme kahramanının nasıl olacağını dost olduğu kadar düşmanda öğrenmiş olacak. Siyasi yaşamına Filistin davasına kendini adamakla başlayan, 1982 İsrail’in Lübnan’ı işgaline karşı direnişte Emel Hareketi ve sonra Hizbullah saflarında devam eden bu kahraman, Güney Lübnan’da işgal dönemi boyunca İsrail’i çaresiz hale getiren etkinlikleriyle adı bilinmeden parlayan bir yıldızdı. Çok az görünen ama mütevazi bir direniş lideri olarak, 2000 yılında İsrail’in kaçarak Güney Lübnan’dan çıkmasında en büyük rolü oynayan bir askeri komutandı.

12 Temmuz 2006 savaşında ise, on yılların birikimleri üzerine, genç yaşta on yıllar süren Arap–İsrail savaş tarihinin kaderini değiştiren rolünü oynama fırsatı bulmuştu. Bu fırsatı görkemli bir şekilde de taçlandırmıştı; İsrail, o yenilmez sanılan ABD korumalı dünyanın en güçlü silahlı kuvvetleri devletine diz çökertmede önemli roller oynamıştı. Tüm Arap ülkelerinin birleşerek yapamadığını, bir direnme örgütü olarak Hizbullah, İmad Muğniye ayarındaki liderlerle bunu başarıyordu.

Bu acı ders, ABD başta olmak üzere bölgemizde Arap gerici yönetimlerince desteklenen, İsrail kıyım ve yıkım mekanizmasına da ağır bir darbeydi. Bu özellikler, uzun zamandır aranan ve başına 25 milyon dolar ödül konulmuş olan birkaç kez suikastlardan kurtulan bu kahramanı birincil hedef haline getirmişti. Düşmanları bile “bu ayarda bir ancak CHE Guevara’yla karşılaştırılabilir” deme durumunda kalıyordu.

İmad Muğniye gerçek anlamda Arapların CHE Guevara’sıdır. Ülke ülke bölgemiz halklarının kurtuluşu için emperyalizme karşı, gericiliğe ve Siyonizm’e karşı savaşmıştır. Kalleş bir pusunun onu aramızdan alması, onlarca yeni kahramanın doğuşu için bir yol olacaktır, bir kapı aralaması olacaktır.

Bu suikastın geri planında ise çok derin denklemler bulunuyor. Bu denklemler, bölgemizi bataklığa çeviren çıkar dünyasının halklara düşmanlık ve ölüm kusan denklemlerinden başka bir şey değildir. Yaratıcı anarşi diye tanımladıkları kaos ortamı, bunun en pervasız tarzda ikamesini ifade eder. Bu ikamede ölüm ve yıkımdan başka bir şey yoktur.

Ortadoğu yazılarımda sıkça uzun uzun izah ettiğim ölüm denklemleri, emperyalistlerin Akdeniz, Ortadoğu Kafkas hattının enerji yollarını denetim altına alma çabasının bir parçası olarak kendini ifade eder. Bu yolların denetimi için Afganistan ve Irak işgal edildi. Bu amaçla İran ve Suriye vurulmak istendi. Lübnan ise Akdeniz’e açılan batı şeridiyle, yüksek dağlarıyla, bir üs yapılmak istendi. Suudi Arabistan gibi kaypak, gerici, mahkum yönetimlerin eli serbest bırakılarak işlevsizliklerine bir rol biçildi. Mısır’ın Arap sahasındaki etkinliğinin kırılması ardından, bölgede ortaya çıkan iki büyük kamp, bölgemizdeki tüm ilişki ve çelişkilerin belirlenmesinde bir odak haline gelmiş oldu.

İki kutuplu bir bölgenin oluşması, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) çizgisinde bütünleşenlerle, direnme safı olarak bütünleşen güçleri büyük bir hesaplaşma sürecine getirmiş oldu.

Birinci kutupta, mutedil ülkeler olarak tanımlanan, ne tarihi, ne coğrafi, ne de insan potansiyelleriyle hiçbir zaman Arap aleminde olumlu varlıkları olmamış ülkelerin de için de olduğu, İsrail ve ABD- İngilizlerin etkin katılımıyla nispeten Fransızların da aldığı rollerle öbekleşmiş halk düşmanı güçler bulunmaktadır. Diğer tarafta ise, yükselen çok yönlü etkinliğiyle İran – Suriye ve direniş örgütleri yer almaktadır. Bu ikincisinde görülen o ki, direnme örgütü olmak artık bir devlet olmak gibi, hatta özgürlük bakımından daha geniş bir sahada, daha etkin olma fırsatı yaratmaktadır. Hizbullah’ın, Temmuz 2006 savaşında İsrail’e diz çökertmesiyle birlikte devletler bile, İsrail’le kozlarının paylaşımı için direnme örgütleri kurma eğilimini yükseltmiştir. Gerçekten de bölgemizde direnme örgütü yapısını kurumlaştırmamış ne devlet ne de hiçbir etkinlik üzerimize gelen bu dalgayı dizginleme durumunda olmayacaktır.

Bu denklemde direnmenin kalbi Suriye’dir. Tüm direniş ülkelerinin bölge devrimci hareketlerinin anavatanı olma esprisi de buradan gelir. İran bu saflarda etkin bir güçtür; kendi özgün ulusal çıkarları ve eğilimleri olmasına karşın gösterdiği özverili dayanışma, ideolojik ve inançsal kaynaklardan gelse de bölgede emperyalistlerin ve Siyonistlerin rahat at koşturmaları önünde hesaba alınacak en büyük güçtür. Bu da halkların korunmasında önemli değeri olan bir var oluştur. Ancak İran, direnmenin çıkarlarıyla tam bir kesişme içinde olduğunun bilinciyle halkını ve ülkesini koruma yollarından biri olarak da bunu görmektedir.

Temmuz 2006 savaşından sonra, direnme örgütleri artık eskisinden çok farklı bir yerdedir. Bölgemizin direnme örgütleri tamamen birer halk hareketidir. Halkı tarafından benimsenmiş, askeri olduğu kadar, seçim ortamlarında da en üstün başarıları göstererek, bakanları, milletvekilleri, başbakanları, hükümet kurma, gurup oluşturma gibi etkin halkın desteğine mazhar olmuşlardır. Bu gelişme, direnme örgütlerinin tarihinde görülmeyen yeni bir gelişme olarak kaydedilmektedir. Bölgemize yüklenen emperyalist-Siyonist acıların halkın bilincinde bıraktığı izlerin tepkisi olarak bu tablo, önemli bir saflaşmanın yaşandığına da göstergedir. Dini bağlamda etkin bir bilinçaltı taşımalarına karşın, bölgemize ve halklarımıza yönelik tahribatlarına karşı duyarlı bir halk gücü olarak varlık ve işlevlerini sürdürmektedir.

Bu durum, her iki kutbun en küçük meseleden en büyüğüne kadar süratle karşı karşıya gergince gelmesine yol açmaktadır. Lübnan’daki gelişmeler bunu göstermeye yeterlidir. Refik Hariri’nin 14 şubat 2005’te katledilmesiyle hayata geçirilen “Yaratıcı Anarşi” ve ardından onlarca siyasinin katledilmesi, tüm suikastların benzer araç ve yollarla yapılması bu karmaşayı kimlerin yaratmak istediğine de yeterli olmuştur; ABD ve İsrail tüm bu kirli işlerin arkasında duran güçlerdir. Bu yıkım ve kıyım güçleri, bu talan ve ölüm mekanizmaları açısından düşünen, direnen her Arap’ı öldürmelidir. Şaka gibi gelir, abartma ve mübalağa sanılır ama gerçek tastamam bu mihverde seyretmektedir. 50 yıldır oyun bu şekilde sahnelenmektedir. En iyi Arap ölü Arap siyaseti gütmektedir. Bunun sonucu en dincisinden (Hizbullah lideri Abbas el Musevi 92 de) en komünistine kadar ( Lübnan Komünist Partisi Genel Sekreteri George Havi 21 Haziran 2005), önlerine gelen tüm direnme liderleri birbiri ardınca katledilmiştir. Liberal liderler de, Refik El Hariri gibi kaos için, halkın birbirini doğraması, ellerini bulaştırmadan Arap halkının birbirini tüketmesi amacıyla da ölüm çarkını çalıştırmıştır.

Yakın dönemde Suriye’nin başkenti Şam’da bağlanacak Arap zirvesi yaklaştıkça, bu kanlı girişimlerin artması, yıkılmak istenen direnme kalesi Suriye’ye aynı türden mesajların verildiğine bir işarettir. Bölgenin en güvenli ülkesi, halkının yönetimiyle en sıkı tarzda kenetli olduğu ülkenin istikrarını bozma girişimleri, bu şer güçlerinin bölgemizde düştüğü acizden çıkmak ve direnme merkezlerine acımasız ölüm süreçlerini ikame etmek içindir. Afganistan’da bozulmaya başlayan dengeler, Irak’ta sonuçlanmayan ve bataklığa dönüşen işgal, İran ve Suriye’yi vurmanın hiç de kolay olmadığının anlaşılması, Lübnan’da yaratılan anarşinin sonuca ulaşmaması, BOP planlarını alt üst ettikçe, daha çok kana ve katliama yönelmeyi çözüm olarak dayatmaktadırlar. Bu dayatmaların aracı olan kimi yerli güçler ise, safların daha da bulanıklaşmasına, nokta eylemleriyle er meydanında kazanılmayan sonuçların pusularda alınmasına fırsat vermektedir. Bu ise kahramanların şehit olması pahasına direnmenin hattının bölgemiz için tek koruyucu kalkan olduğunu gösterir olmuştur. Halkın etkin biçimde direnme örgütlerine onay vermesi ve arkasında durması bu gerçeklerin anlattığı tarihi tecrübelerle yakından ilgilidir. İmad Muğniye’yi lider yapan, bir kahraman olarak şehit mertebesine kavuşturan veriler bölgemizin bu denklemlerinden kaynaklanmaktadır.

Bölgemizin Emperyalist-Siyonist emelleri serbest atış poligonu olması önünde en büyük engel olan ve halkların çıkarlarını kısa ve uzun erimde koruyacak olan direniş güçleri ve bunun liderleri gerçekte bölgemizin güvenliği açısından da büyük bir önemdedir. Bu açıdan Amerikan Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Sean McCormack, “ ‘kitlesel katil ve terörist’ diye nitelediği Mugniye'nin yaşamadığı bir dünyanın daha iyi bir yer olacağını” söylemesi, katilin kim olduğuna yeterli bir işaret olduğu kadar, aldatmacaların çehresini açığa çıkartmak açısından da ibretle izlenmesi gereken bir duruştur. Bu cümleleri Beyaz Saray sözcüsünden, Afganistan işgali ve Irak işgali sırasındada duymuştuk; “Irak yönetiminin devrilmesi dünyanın güvenliği açısından gereklidir” denilmişti. Dönüp baktığımızda dünyamız çok daha istikrarsız ve tehlikelerle dolu bir dünya haline artan oranda bu işgallerin ardından gelmiştir demek yanlış olmayacaktır. Tarihin bilinebilen en büyük yalanı ve aldatmacasıyla Irak işgaline girişenlerin İmad Muğniye’nin katliyle bölgemize güven yerine artan bir gerginlik ve ölümcül süreçlere yenilerini eklemiş oldular.

Korkakça, ve pusularda haince girişilen bu menfur suikastın, 25 yıllık bir takibatın ardından gerçekleşmesi, bu şer güçlerin bölgemiz ve halklarımıza karşı ne türden bir kin ve intikam duygusuyla saldırdıklarını gösteriyor. 12 Temmuz 2006 savaşında Lübnan direniş güçleri karşısında aldığı ağır ve diz çökerten, prestij kıran yenilgisiyle İsrail, iç karışıklıkları ve korkunun yarattığı psikolojiyle bu eyleme girişmesi, beyhude çabaların gelip tıkandığı yere bir işaret sayılmalıdır. Dünyanın en büyük askeri tersanesiyle bir direniş örgütü karşısında alınan yenilgiyi, bir askeri lideri katletmekle telafi edeceklerini sananlar, bundan sonra galibiyet yüzü görmeyecek kadar tükenmiş durumdadırlar demektir. İsrail bu menfur suikastla hiç bir prestijini geri getiremeyecektir.

İsrail devleti, devletten çok bir terör ağı gibi çalışan ender özellikleriyle, suikast yapma kararlarını iktidar ve muhalefet üyeleriyle birlikte oylama usulüyle yapan bir tür şebekedir. Filistin halkının yetiştirdiği kurtuluş liderlerini, direniş liderlerini bu yöntemlerle birer birer tasfiye etmiştir. Ebu Cihad, Ebu İyyad (El Fetih önderleri), Dr. Fethi Şikaki (İslami Cihat Genel Sekreteri), Ebu Ali Mustafa (FHKC Genel Sekreteri), Şeyh Ahmet Yasin (HAMAS Kurucu ve Manevi Önderi), Dr. Abdulaziz Rentisi (HAMAS lideri) ve Filistin’in efsanevi lideri Yaser Arafat’ın katli hep bu yöntemle alınan kararların sonucudur. İmad’ın katli de özel bir operasyon kararıyla olmuştur. Bugün yayınlanan ve kaynakları güvenilir yazarların içinde yer aldığı Maarif gazetesi’nden, Filistin Arap milletvekilinin yaptığı aktarma çok dikkat çekicidir; “Maarif’e göre, İsrail istihbaratı, Lübnan direnişi örgütü liderlerinden ilk on sıradakileri belirleyerek ve sonra bunlardan ilk 5 lideri ‘kelle kesme’ operasyonu diye adlandırdığı bir operasyonla tasfiye etme kararı almıştır. Bu beş kişinin başında da İmad Muğniye bulunmaktadır” diye aktarmıştır. Buradan da anlaşılmaktadır ki, İsrail kanlı süreçlerine savaş öncesi dönemde hazırlıklar yapmış ve savaşın acı yenilgisiyle ve aradan geçen yıllar sonra kirli emeline varabilmiştir. Bu ölçüler tek tek analiz edilirse, artık İsrail’in ciddi bir gerileme içinde olduğu ortaya çıkmaktadır. Ne zaman açısından eskisi gibi fırsatlara sahiptir ne de başarı açısından etken değildir. İmad Muğniye gibi bir kahramanın katli önemlidir ancak direniş örgütü bu zaman zarfı içinde onlarca yeni lideri yetiştirmiş ve boşluğa yer tanımayacak bir hazırlık içinde olmuştur. Bu açıdan da İsrail hedefine varamamıştır. Artık her eylemiyle geri sayım sürecinde sürüklenen bir İsrail’le karşı karşıya bulunmaktayız.

Geri sayım başlamıştır. Bin kez galip gelse de (tüm Arap-İsrail savaşlarında olduğu gibi), bu galibiyetlerini siyasi başarıyla taçlandıramayan İsrail’in, bir kez mağlup olmakla sonun eşiğine geleceği, tükeneceği açıktır. Yüz milyonlarla sayılan nüfusuyla Arap ulusu ve coğrafyasının okyanusu içinde suni bir nokta olarak, Batılıların II. Dünya savaşındaki ahlaksız ve rezilcesine yürüttükleri Yahudi soykırımının kefaretini Arap Filistin halkına ve vatanına ödetmek amacıyla yama gibi kurdurulan bu devlet, savaşla, kıyımla, yıkımla Nazilerin yöntemleriyle bölgemizde sürdürebileceği bir yaşam türü kalmamıştır, yoktur. Bir kez mağlup olmanın yok olmakla eşit olduğu gerçeği bu verilerin sonucudur. İsrail’in mağlubiyetiyle başlayan geri sayımın anlamı da budur. İsrail’in tepkisi ve er meydanında bileğini bükemediği bir kahramanı kalleşçe pusuda avlama girişimi, böylesine bir kaygı ve korkunun sonucudur. Bunun da hesabı, gerilemenin derinleşmesinden başka bir şey olmayacaktır. Bu beyhude girişimlerle bölgemiz daha gergin ve daha kanlı süreçlere sürüklendiği de açıktır. Bu satırları yazdıktan bir gün sonra 14 Şubat 2008’de Hizbullah lideri El Seyyid Hasan Nasrullah, cenaze törenindeki konuşmasında, İsrail devleti kurucusu David Ben Gurion’dan yaptığı bir aktarmada “İsrail, Araplarla savaşında biraz toprak kazanmak ve kaybetmekle değil, ne kadar savaş kazanırsa kazansın, bir tek savaş kaybetmekle sukut eder” diye dile getirdi. Bu gerçeği İsrail devletinin kurucusunun iliklerinde hissetmesi, bölgemizde barışa en çok ihtiyaç duyanların inanılmaz bir hışımla yıkım ve kıyıma girişmelerinin altındaki kaygı ve korkuyu yansıtmaya yeterlidir. Evet İsrail bin kez kazansa da, bir kez kaybedince sukut eder, bölgedeki yaşamı köklüce tehlikeye girer. .

İmad Muğniye, 25 yıldır tüm şer istihbarat güçlerine kök söktürmüştür. Ele geçmemiş, kendini gizleyebilmiş, halkının güvenlik alanında başarıyla görevlerini sürdürebilmiştir. Bölgemizi talan etmek, kaynakları üzerindeki vesayetlerini artırmak için hızlanan girişimler ve buna çanak açan, halkından kopuk fildişi kulelerinde oturan yönetimlerin yarattığı ortamda, istihbarat teşkilatlarının cirit attığı bir kaos ortamı yaygın hale gelmiştir. ABD’nin Irak bataklığında artan çöküşüyle, Afganistan’da yeniden kendini toparlayan El Kaide ve Taliban etkinliklerinin yarattığı kaygı ve korkular, şer istihbaratlarını birbiriyle etkin dayanışmaya itmiştir. Halklarının çıkarına karşı da birleşen bu şer istihbarat güçleri içinde, Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün Arap gericiliği adına önemli fonksiyonlar üstlenmiştir. Suudi Arabistan emiri ve babası Veliaht Sultan Bin Abdulaziz’den sonra veliaht olacak Bender Bin Sultan Bin Abdulaziz, bölgemizde bilinen ve bilinmeyen tüm karanlık işlerin içinde CİA ve MOSAD’la her türden ilişki geliştirmekte ve bölgemizin acılar içinde daha uzun yıllar kıvranması amacıyla palanlar yapılmaktadır.

Tarihi boyunca Arap vatanseverliğin temel kitlesi olan Lübnanlı Sünnileri, Refik El Hariri ve sonrası oğul Saad El Hariri kuklasıyla, kirli işlerinin kitlesel tabanı haline getirmiştir. Yaratıcı anarşinin önemli bir ayağı haline getirilen bu tecrübesiz medyatik liderler, birer kukla olarak bu süreçte halklarına karşı işlevlerde rol almaktadır. Bunun sonucu olarak direnme örgütleri ve liderleri güvenlik açısından açık hale gelip tehlikelere maruz kalması kaçınılmaz olmaktadır. ABD ve İsrail çıkarlarını bu türlerin eliyle, “temiz iş bitirme” adı altında kotarmaktadır. Elini sürmeden, kayıp vermeden, işbirlikçi çömezlerinin eliyle tasfiyeleri de yürütmektedir. Bunun için, yaşamda büyük bir tükeniş içine sürüklenen Filistinli göçmenler, lümpenler, wahhabi mezhebi köleleri olan karanlık akıllı tutucuları birer maşa olarak içinde yaşadıkları, komşuluk akrabalık gibi bin bir bağla bağlı oldukları halkın içinde serseri mayın halindeki bu türleri kullanmaktadırlar. Nitekim ABD-İsrail istihbaratlarının tüm etkinliklerine karşın 25 yıl ulaşmayı başaramadıkları bir kahramanı, iç casus ve işbirlikçilerinin takibi ve eliyle karanlık pusularda kirli emeline ulaşabilmiştir.

Bu elim sonuç da, yüksek bir istihbarat işi olduğu kadar Arap gericiliğinin, özellikle de Suudi Bender Bin Sultan Bin Abdulaziz türünden, hiçbir vatanseverlik duygusu ve bilinçaltı olmayan, ulusal bir bilinç taşımayan, vatan sathına göre küçük, zayıf ve güçsüz olan aşiretini koruma içgüdüsünden kaynaklı bir kültürü aşamamış; bu zaafları da, illaki bir dış destekle koruma ihtiyacı duyan kişilerin, son dönemlerde ardı arkası kesilmeden yapılan istihbarat teşkilatı toplantılarının “bölgeyi teröristlerinden temizleme programı”yla sonuçlanan kararları ve büyük mali kaynaklarla desteklenen girişimlerinin kirli sonuçları olarak gündeme gelmiştir.

İmad Muğniye, bu yolun lideri ve en önemli kahramanlarından biriydi. Şahadeti ona bir taçtır. Pusunun karanlık ajanları, bu korkak ve kalleş girişimle bir kez daha, halkın birleşmiş gücü karşısında ne kadar çaresiz olduğunu göstermiştir. Bu menfur girişimle, İmad Muğniye’ye karşı gösterilen kalleş saldırıyla, halkın tek özgürlük yolunun direnme olduğunu bir kez daha göstermiş oldular. Şehit düşen bu yiğidin yerine, binlerce yiğit, lider ve kahraman olarak direnme saflarında boşluk doldurarak, parlayan bir ışık olacaktır.

Halkımın yiğit evladı, kahraman lideri, mücadelen bir ışık olarak irademizde bizlere yol gösterecektir. Sen İmparatoriçemiz Zennubiya’nın torunusun, güç uygarlıklarına uygarlığın gücüyle diz çökerten bir kahramansın. Seni hiç unutmayacağız.

Hiç yorum yok: