Sınırları insan erdemleriyle belirlenmiş, ne sınıfsal ne de etnik nedenlere mahkum olmamış doğrularımızla özgürlük ve demokrasi mücadelesini sürdüreceğiz...

BURADAYIZ İŞTE...

OKURLARIMIN DİKKATİNE. BLOGUMDA TEKNİK BİR ARIZA YA DA BİR SALDIRI GERÇEKLEŞMİŞTİ.. ŞİMDİ HER ŞEY YOLUNDA...EMEKLERİMİZ BURADA... SAĞLICAKLA KALINIZ...

PARALEL BİR BLOG DA DEVAM EDİYOR...

Yeni blogun adresi: http://mirural.blogspot.com/

ŞU AN İZLEMEKTE OLDUĞUNUZ BLOG ADRESİ İLE YENİ BLOG ADRESİ BİRBİRİNE ÇOK YAKINDIR. İLGİNİZE TEŞEKKÜRLER.

MİHRAC URAL

...

...

...

...

TÜRK MODERNLEŞMESİ JAKOBENİZM VE BONAPARTİZM

Yener Orkunoğlu

Türkiye'de modernleşme hareketinin tarihini ve modernleşmenin toplum üzerinde yarattığı etkileri incelemek ve aynı zamanda modernleşme konusunda liberal entelektüellerin yarattığı yanılsamaları açığa çıkarmak zorundayız.
Liberal entelektüellerin çarpıttığı bir konu var. Siyasal İslam'ın yörüngesine girmiş bir çok entelektüel, Türkiye'deki Kemalistleri Jakoben olmakla suçlarlar. Yani Jakobenizm, darbeci ve anti-demokrat olmakla özdeşleştirilir. Böylesi bir değerlendirme, Jakobenizmin çarpıtılmasıdır. Kemalizm'i, Jakobenizm olarak değerlendirmek, Jakobenizme karşı bir haksızlıktır. Çünkü Jakobenizm, Fransız Devrimi döneminde küçük burjuvazinin (baldırı çıplakların) radikal bir devrimci hareketi olarak doğdu. Fransız Devrim hareketinin sol kanadını oluşturur.
((Devamı orta sol sutunda))

..

..

Mihrac Ural

Mihrac Ural

Yeniden felsefe okumak


Cumhuriyetin Doğuya sırtını dönmesinin mahkumu idik. Alfabe kırılmasının sonucu da, okuma adına nemiz var nemiz yok, arşivlerin küfüne terk edildi. Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle zaten olmayan okumalara, sıçramalardan oluşan, dengesiz ve sonuçta eksiklikten kaynaklanan bir topallamaya düştük. Bu da, ülkemiz felsefe bilincinin derinlik ve bütünlüğünü oluşturacak zincir halkalarının kopuk olmasını getirmiştir.
Yunan felsefesi akılcılığının Aristo’yla temsil edilen sunumunu, İslami bir yorum ve ilerleyişle ele alan Farabi’de ifadesini bulan akılcılığa karşı, “ Tahafüt el Felasife” diyerek, dünya ve ahiret işinde akıla yer bırakmayan Gazali’nin, bu güne kadar süren tutuculuğundan yana saf belirlemiştir. Gazalinin, “filozoflar”ın aklın hareketinden yana dünyevi olayları yorumlayan yaklaşımlarına karşı yaptığı eleştirilere, aklın bir militanı İbni Rüşt’ün ünlü cevabı olan “Tahafüt el Tahafüt” ü tanımazlıktan gelmiştir. Böylece sağ, Yunan ve batı felsefe okumaları eksiğiyle iki ayağı topal hale gelmiştir. Dayandığı felsefi okumaların karşıtlarını da bilmemekle, sığ kalmıştır.((Devamı sol ana sutunda))

****

****

24 Nisan soykırımı hepimizi katletmişti...

Mihrac Ural

Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi –soykırımı- hepimizi katletmişti. Tam 93 yıldır sürmekte olan zorunlu sürgün ile insanlık sucunda İttihat –Terakki’nin ‘SOYKIRIM’ imzası vardır.

Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır.

Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur.

“Resmi tarih” diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.**19. yy sonlarından başlayarak, Katolik ve Gregoryan (Ortodoks) diyerek birbirlerine kırdırılan, tenkil ve sürgünlerle, mal mülklerine el konularak baskı altında tutulan Ermenilere yönelik soy kırımı, I Dünya savaşının, malum bol bahaneleri altında girişilmiştir (24 Nisan 1915).

Savaş sırasında, önce Ermeni gençlerinin Askere alınarak silahsız bırakılması ve ardından toplu tasfiyelerin yapılması, geride kalan Ermeni halkının Tenkil ve sürgünlerine geçilmesi. Bu konuda talimatların dakik bir biçimde, en yetkili resmi merciler tarafından istenip, izlenmesi. O dönemin Sadrazamı (Başbakanı) Talat Paşa’nın, başından itibaren olayları, dikkatlice takibi, emirler vermesi, istatistik tutması (iskan edecekleri yerde dahi nüfusa göre oranlarının %5 geçmeyecek düzeyde tutulmaları talimatları da dahil) ve bunun en ince ayrıntısına kadar yazılı özel notlarla tescili, Ermenilere reva görülen her şeyin, planlı bir tarzda icra edildiğini göstermeye yeterlidir (Ermeni tehciriyle ilgili Talat Paşa’nın tutanakları için bkz. Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi, 24 Nisan 2006’dan itibaren yayınlanan dizi) Bu, Ermenilere ilişkin, adına ne konulursa konulsun, yapılacak olanların önceden planlanmış eylemler olduğunu gösterir.

Bundan sonra, sonuçlara bakılarak, yapılanlara verilecek ad, tanımlamaya geçilir.*Böylesine planlı ve en ince ayrıntısına kadar takip edilmiş ve bir etnik topluluğa yönelen, sonuçta en iyimser tahminlerle, el yazması tutanaklardaki rakamlarla bir milyon (1000 000) üzerinde Ermenin ölümüne yol açan, kimi şehirlerde nüfusu yüz binlerden sıfıra indiren, çoluk çocuk on binlerce canın etnik yapısını değiştirmek için farklı etnik toplumlara dağıtan, topraklara el koyan, binalarını yıkan, her türden maddi ve canlı servetine el koyup katleden girişimlere, soy kırımından başka bir ad verilemeyeceği görülür.

Bu bir soykırımdır. (..)Osmanlıdan, cumhuriyete süre gelen bu aklın, daha uzun süre yürürlükte olma tehlikesi tüm çıplaklığıyla kendini göstermektedir. Tarihimizle cesurca yüzleşmeden bu aklı toplumsal işlevlerimizden ve geleceğe ilişkin yaşam planlarımızdan söküp atmak güç gibi duruyor.
((*)Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı –Mihrac Ural)

**
Sıranın kendisine gelmeyeceğini sananların dikkatine, bu vatanın birimize değil, hepimize ait olduğunu bir kez daha, bin kez daha yeniden birbirimize kanıtlamakla yükümlü olduğunuzu artık anlamak zorundasınız.

Bilmelisiniz ki, farklılıkları içselleştirmek, onlarla barış içinde yaşamayı fiilen gösterip, haklarını anayasal ve kurumsal güvencelerle kökleştirmek ertelenmez bir görev haline gelmiştir, bu yapılmadıkça bu vatanın hepimize ait olduğuna kimseyi inandıramazsınız.

Mümkünü, imkansız hale getirmeye devam ederseniz, sizi biz farklılar, ayrı varlıklar bile kurtaramaz. Bunun vebali, Hrant Dink’in katline yol açan akıl sistematiğinin kıyımına tek tek ve topluca maruz kalmaktır bilesiniz.
((*)Hrant Dink'in Katli ve Tarihi Gerçekler –Mihrac Ural)


Murat Altunöz’ün Beklenen Kitabı Kırılgan Zamanlar Çıktı…

2002 Ocak ayında başladığımız yolculuğumuza 7 yıldır devam ediyoruz. Karalama Dergisi, ülkenin koşullarına göre bazen inişler ve çıkışlar yaşamamıza rağmen her geçen gün dergimizle daha da büyüyoruz.

Karalama Dergisi olarak;
Şair Nevruz Uğur ve Halil İbrahim Yıldız’ın kitaplarından sonra Karalama’nın Kurucusu ve halen Editörü olan Murat Altunöz’ün Kırılgan Zamanlar adlı kitabını yayımladık.
Geçmiş zamanların, kırılmış, yalnız ve hüzünlü dizelerinde bulduk kendimizi,
Her dize de bir direniş, bir sürgün, bir ayrılık ve özlem var.
((Devamı sol alt sutünda))

...

...

Yerel Çeteleşmenin Boyutu...

Murat Altunöz /Gazeteci

Çeteleşme yıllar sonra Ergenekon operasyonuyla tekrar gündeme geldi. Eskiden bildiğimiz mafya sistemi çökmüş artık daha organize ve daha profesyonel bir hal alan almıştır.Bazı yazarlar, Emekli Polisler ve Emekli askerlerinde içinde bulunduğu yeni bir yapı ortaya çıktı.Aslında bu tür çeteleşmeler yıllardır hep ülkemizde vardır. Ama bu hafta benim bahsetmek istediğim yerel çetelerdir. malesef son yıllarda ciddi anlamda yerel çeteleşme ve Organize suçlarda bir çoğalma vardır. Zaten Hatay il Emniyet Müdürü Osman Çapalı'da bu konuya dikkat çekerek " Bireysel suçlar artık organize suçlara kaymıştır" demiştir.
((Devamı sol ana sutunda))


İNTERAKSİYON

Faiz Cebiroğlu
Her gelişim, karşılıklıdır. Her ileriye yönelik değişim, bir interaksiyondur. İnteraksiyon, karşılıklı etkileşim oluyor. İnsanlar, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek sosyal yönlerini geliştiriyorlar. Sosyal yönünü geliştiren insan, aldığı öğreti ve deneyimlerle bireysel yönünü ”işleyerek” yapılandırıyor. Yapılanma, ”özbilinç” ve ”özgüven” ile nitelik bir hal alıyor.

İnteraksiyon ya da karşılıklı etki, yaşadığımız toplumda, değişik yer ve ortamlarda farklı farklı oluyor. Dille başlayan diyaloğa; insanların bulunduğu yaşam tarzları, çalışma biçimleri ve kısacası sahip oldukları sınıfsal konumları da ekleniyor. Sosyal sınıf, gelişimde ”ana halka” oluyor. Sosyal sınıf, ileriye yönelik değişimin ”can alıcı noktasını” oluşturuyor.

(Devamı orta ana sütunda )
http://mirural.blogspot.com/

...

...

Yabancılaşmanın Dinamiği


Mihrac Ural

Yabancılaşma, insanlık ailesini birbirine yakınlaştıran, farklarını hızla öteleyen özel mülkiyeti ve olumsuz sonuçlarını bile köşeye sıkıştırma işlevi gören sonuçlarıyla, olumsuz değil çok olumlu bir role sahiptir. Tarihsel süreciyle derinleşip geliştikçe gerçekleşen yabancılaşma, insana çok daha cüretkâr olma, çok daha özgürce beyin labirentlerinde kurguladığı fantezileri yaşama ve bunu yaparken de dar anlamda aile, mahalle gibi klancı darlığın etkiler altında kalmayıp, geniş anlamda da ulusal sınırları aşıp belki başlangıcı sanal âlemin nimetleriyle, bilgi çağının iletişim olanaklarıyla bu tutku ve arzularının doruklarını zorlama şansını elde etmektedir.Yabancılaşma olmasaydı, emeğin sosyal etkilerinden bahsetmemiz mümkün olamazdı. Emek ne kadar sahibinden uzaklaşır, ne kadar sahibine belirgin olmaktan çıkarsa, o kadar evrensel ölçeklerde hizmet sunmaya başlamış demektir. Ve bir o kadar kültürel farklılıklarını hesaba katmadan ( renk, ırk, ulus, coğrafya, bölge farkı tanımadan) insan türüne ait hale gelmiş demektir.
((Devamı orta ana sol sütunda: ))
http://mirural.blogspot.com/

..

..

MİLLİ MARŞLAR

Ayşe Hür
1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı ‘Tre Trallade Jantor’dur. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkar ve ‘Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr….’diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası olayı "centilmen Türk seyircisinden jest" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi…
“Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur/Katibimin setresi uzun eteği çamur… diye başlayan ünlü türkünün bestesi 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’daki Selimiye Kışlası’nda kalan ‘eteklikli’ İskoç Alayı’na moral vermek için yazılmış ‘Donsuz askerler…’ diye başlayan bir asker şarkısıdır. II. Mahmut döneminde (1808-1826) modernleşme çabaları sırasında askerlere giydirilen setre ve pantolon mutaassıp çevreler tarafından ‘sokağa donla çıkmakla’ eşdeğer görülmüş, özellikle de ‘gavur mukallitliği’ denilen bu modernleşme hareketine çabuk uyum gösteren eli yüzü katipler halkın diline düşmüştür. Bir İstanbul külhanbeyi, bu katiplerle alay etmek için, Üsküdar yolu üzerinde olan Selimiye Kışlası’nda kalan İskoç askerleri için yazılan marşın müziğine Türkçe sözler yazar ve ünlü Katibim türküsü ortaya çıkar.
1974 Kıbrıs ‘Barış Harekatı'ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkumları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.

((devamı sol büyük sütunda))

7 Ocak 2008 Pazartesi

Tanrı DağıKadar Türk, Hira Dağı Kadar Müslüman

Ayşe Hür


Irkçı Türkçülüğün en önemli figürü hiç kuşkusuz Hüseyin Nihal Atsız (1905-1975) idi. Atsız’ın 15 Mayıs 1931 ila 25 Eylül 1932 arasında yayınladığı Atsız Mecmuası’na yazanlar arasında Fuat Köprülü, Zeki Velidi Togan, Pertev Naili Boratav, Sabahattin Ali, Nihat Sami Banarlı, Orhan Şaik Gökyay, Abdulbaki Gölpınarlı ve Abdülkadir İnan gibi önemli entelektüeller bulunuyordu. 2-11 Temmuz 1932 tarihli Birinci Türk Tarih Kongresi sırasında Zeki Velidi Togan ile Reşit Galip arasındaki tartışmada Togan’ın yanında almasının bedelini ağır ödeyen Atsız Darülfünun’daki görevinden (Fuat Köprülü’nün asistanı idi) uzaklaştırıldığı gibi Atsız Mecmuası da kapatılınca uzun süre inzivaya çekilmek zorunda kaldı.


Balkanlar’dan Orta Asya’ya kadar uzanan büyük coğrafyada yaşayan “tüm Türklerin birliği” anlamına gelen Pan Türkizm ideolojisi, Osmanlı ülkesine İsmail Gasprinsky (Gaspıralı İsmail), Hüseyinzade Ali (Turan), Ahmet Agayev (Ağaoğlu), Ahmet Caferoğlu, Mehmet Emin Resulzade, Zeki Velidi Togan ve Yusuf Akçura gibi Rusya’daki Türk kökenli aydınlar tarafından getirilmişti. Özellikle Akçura’nın zamanında “romantik”, “garip”, “aşırı” diye tabir edilen görüşlerini özetleyen ve Pan Türkizm’in manifestosu sayılan Üç Tarzı Siyaset (1904) adlı eseri başta Ziya Gökalp olmak üzere Geç Osmanlı Dönemi aydınlarını çok etkiledi. Ancak Milli Mücadele’den sonra Pan Türkizm önemli engellerle karşılaştı, çünkü Mustafa Kemal, Pan Türkizm’in, 17 Aralık 1925 tarihli Tarafsızlık ve Dostluk Anlaşması ile yeni bir evreye giren Türk-Sovyet ilişkelerini tehlikeye düşüreceğini düşünüyordu. Sovyet Devrimi’nden sonra Türkiye’ye sığınmış bulunan Azerilerin 1927-1931 arasında çıkardığı Yeni Türkistan, Odlu Yurt, Yeni Kafkasya ve Azeri Türk gibi dergiler birer birer kapatıldıktan sonra ırkçı Türkçülüğe yönelik resmi tavır, Sovyetler ve Almanya ile ilişkilerin sarkacında bir uçtan bir uca değişti durdu. Mart 1931’de Mustafa Kemal, Pan Türkist ideolojinin yuvası olan Türk Ocakları’nı Cumhuriyet Halk Fırkası’na (CHF) bağladı. 1935’te Toplanan CHF’nin Dördüncü Kurultayından sonra ise Türk Matbuat Birliği, Türk Kadınlar Birliği, Türk İhtiyat Zabitleri Cemiyeti, Türk Mason Locaları, Milli Türk Talebe Birliği, 1930’da kapatılan Cumhuriyetçi Serbest Fırka’yı destekleyen Yarın gazetesi ile Şevket Süreyya Aydemir, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Burhan Asaf Belge, Vedat Nedim Tör, İsmail Hüsrev Tökin ve Mehmet Şevki Yazman yönetimindeki Kadro gazetesi kendilerini feshetmeye zorlandılar. Bu tarihten sonra ırkçılığa karşı tavır, Almanya ve Sovyetler Birliği ile ilişkiler çerçevesinde pragmatik şekilde bir uçtan bir uca savruldu.
1932’de Afet İnan, Mehmet Tevfik Bıyıklıoğlu, Samih Rıfat, Hasan Cemil Çambel, Sadri Maksudi Arsal, Reşit Galip, Yusuf Akçura ve Şemseddin Günaltay’ın geliştirdiği Türk Tarih Tezi ırkçılık akımı için iyi bir çerçeve oluşturulmuştu. Ancak iş burada kalmadı ve Prof. Dr. Mazhar Osman (Uzman), 1939’da verdiği bir konferansta “Birçok çepheden yapıya muhtaç vatanı da soyu bozuklarla doldurmak, darülacezeler, bimarhane ve hapishaneler için nesil yetiştirmek te hiç şayanı temenni değildir. Onun için sağlamları çoğaltmağa teşvik ve mecbur etmeliyiz, çürüklere de sen yetersin, senden nesle lüzum yok demeliyiz” (Mazhar Osman Uzman, Öjenik, CHP Konferanslar Serisi, Ankara, 1939, s. 5) diyerek; ileride İstanbul Valisi olacak olan Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay ise “Evlenirken en kıymetli servet olarak ruh, beden sıhhati aramak suretiyle Türk cemiyetine nesilden nesile en kıymetli miras olarak zinde çocuklar hediye etmek milli bir vazifedir. Almanya gibi bazı memleketler ırk hıfzısıhhasının emrettiği bu lazimeyi kısırlaştırma adı verilen bir kanunla tatbike çalışıyorlar. Demokrat memleketler irşat ve vesaya ile evlenme istişare odaları tesis etmek suretiyle vatandaşları aydınlatmak yoluyla hedefe varmaya çalışıyorlar. Bizim de bu ciheti göz önünde bulundurmamız lazımdır” diyerek Nazi ırkçılığına özendiklerini ağızlarından kaçırıverdiler. (Fahrettin Kerim Gökay, Irk Hıfzısıhhasında Irsiyetin Rolü ve Nesli Tereddiden Koruma Çareleri, CHP Konferanslar Serisi, Ankara, 1940, s. 11) Elbette, Kemalist rejimin resmi gazetesi sayılan Hakimiyet-i Milliye (Ulus) ve Ülkü dergilerinde ve 1925-1939 arasında İstanbul Üniversitesi tarafından yayınlanan Türk Antropoloji Mecmuası’nda öjenizm hakkında pek çok makale boy gösterdi, 5 ila 10 liralık banknotlara, posta pullarına Bozkurt resimleri basıldı.
Nihal Atsız ve Reha Oğuz Türkkan
Irkçı Türkçülüğün en önemli figürü hiç kuşkusuz Hüseyin Nihal Atsız (1905-1975) idi. Atsız’ın 15 Mayıs 1931 ila 25 Eylül 1932 arasında yayınladığı Atsız Mecmuası’na yazanlar arasında Fuat Köprülü, Zeki Velidi Togan, Pertev Naili Boratav, Sabahattin Ali, Nihat Sami Banarlı, Orhan Şaik Gökyay, Abdulbaki Gölpınarlı ve Abdülkadir İnan gibi önemli entelektüeller bulunuyordu. 2-11 Temmuz 1932 tarihli Birinci Türk Tarih Kongresi sırasında Zeki Velidi Togan ile Reşit Galip arasındaki tartışmada Togan’ın yanında almasının bedelini ağır ödeyen Atsız Darülfünun’daki görevinden (Fuat Köprülü’nün asistanı idi) uzaklaştırıldığı gibi Atsız Mecmuası da kapatılınca uzun süre inzivaya çekilmek zorunda kaldı.



Atatürk’ün ölümünden sonra, ırkçılığın yeni yıldızı, 1938-1943 yılları arasında Ergenekon, Bozkurt ve Gök-Börü adlı üç ırkçı-Türkçü derginin editörlüğünü yapan Reha Oğuz Türkkan idi. Dergide “Reha Kurtuluş”, “Avni Motun”, “Ergenekoncu” ve “A. Mete Turanlı” imzaları ile yazılar yazan Türkkan da “Düşünün bir kere: Büyük şef [Mustafa Kemal] ne diye ‘ırk tarihimiz’ üzerinde bu kadar ısrarla durdu?… Niçin durmadan bize: ‘tarihimizin en mühim kısmı Orta Asya’dadır!’ dedi ve oradaki ırkdaşları bize hatırlattı?...Gene o sevimsiz politika denilen nesne yüzündendir ki bize doğrudan doğruya: ‘Kandaşlar, Asya’da milyonlarca kardeşlerimiz var; esaret altında inliyorlar. Bir gün gelip onları kurtaracağız ve büyük Türk birliğini kuracağız!’ diyemedi. Fakat bir çok yerlerde bu fikrini ve bu inanışını sezdirdi…Atatürk en samimi bir Panturanistti ve bunu tahakkuk ettirebilecek bir kudretteydi.” (Ergenekon, no. 4, Şubat 1939, s. 13) diyerek meşruiyetinin temellerini gayet güzel anlattığı halde Ergenekon’un kapanmasını engelleyemedi.
22 Haziran 1941’de Hitler ordularının Sovyetler Birliği’ni işgale başlaması ardından Refik Saydam’ın 7 Temmuz 1942’de ölümü ile başbakan olan “Türkçü” Şükrü Saraçoğlu Pan Türkist harekete yeni bir ivme kazandırdı. Almanya Türkiye’de Alman sempatizanlığını arttırmak için propaganda çalışmasına girdi. Nazi
hükümetinin Dışişleri Bakanı Ripentropp’un Alman Büyükelçisi Franz von Papen’e gönderdiği gizli bir mektuba bakılırsa, Almanya bu faaliyetler için 5 milyon Mark ayırmıştı. Trabzon Milletvekili Faik Ahmet Barutçu o günleri şöyle anlatıyor: “Alman-Sovyet harbi memlekette bir bayram havası vücuda getirmiştir. Herkes birbirini tebrik ediyor. Beş yüz senelik tarihi bir intikamın sevki ve sevinci ile kalpler derhal Alman zaferi içim çarpmayabaşladı. Öğleden sonra Meclis koridorunda Dışişleri Bakanı Saraçoğluna: -Siyasi gazanız bir kere daha mübarek olsun, dedim. Saraçoğlu: -Hepimizin! cevabını verdi. Mebuslar birbirlerine:-Bayramınız mübarek olsun diyorlardı.” (Siyasi Hatıralar, c. 1, Milli Mücadeleden Demokrasiye, Ankara, 2001, s. 494.)
Sovyetlerle ilişkileri normalleştirmek için Ağustos 1944’te ve Ocak 1945’te iki kez Almanya ile ilişkileri kesen Türkiye, nihayet 23 Şubat 1945’de Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etti. Ancak bunlar Sovyetler Birliği’ni tatmin etmemiş olmalı ki, Mart’ta Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov, Moskova Büyükelçisi Selim Sarper’e 1929 ve 1935’de iki kez yenilenen 1925 tarihli Tarafsızlık ve Dostluk Anlaşması’nı yenilemeyeceklerini bildirdi. Haziran ayında ise Kars ve Ardahan’ın Sovyetler Birliği’ne geri verilmesini ve 1936 tarihli Montreaux Anlaşmasının tadilini içeren bir teklif yaptı. Bu talepler üzerine Türkiye’deki resmi çevrelerin Pan Türkist hareketlere tavrı değişti. Bu değişikliklerin en önemli sonucu da Sabahattin Ali-Nihal Atsız Davası ile Turancılar Davası oldu.
Turancılar Davası
Sovyet orduları, 1942 Kasımında Hitler’in ordularını Stalingrad önlerinde durdurunca, yönetici elitler yeniden pozisyon belirlediler ve Pan Türkist kadrolara baskıyı arttırdılar. Nihal Atsız, 1 Mart ve 16 Nisan 1944 tarihli Orhun gazetelerinde “Türkçü” Başbakan Sükrü Saraçoğlu’na Türkçü bakanı göreve davet iki açık mektup yazmıştı. Bunlardan ikincisinde Ankara Devlet Konservatuvarı hocalarından Sabahattin Ali, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi folklor hocası Pertev Naili Borotav ve İstanbul Üniversitesi Pedagoji Enstitüsü öğretim üyesi Prof. Sadrettin Celal Antel’i vatan haini komünistler olarak ilan ettikten sonra Maarif Bakanlığı’nı da olan bitene göz yummakla suçlayınca hükümetin tepkisi sert oldu. Atsız Robert Kolej’deki görevinden atıldı, Orhun gazetesi kapatıldı. Sabahattin Ali’nin Nihal Atsız’a açtığı hakaret davası 9 Mayıs 1944’de sonuçlandı ve Atsız Sabahattin Ali’ye hakaretten suçlu bulunarak dört ay hapis ve 66 lira para cezasına çarptırıldı.
Nihal Atsız’ın cezaevine konulmak üzere tutuklanmasının ardından Reha Oğuz Türkkan ve 45 ırkçı-Turancı daha tutuklandı. 7 Eylül 1944’de 23 kişi hakkında “hükümeti devirmek için gizli GÜREM adlı gizli bir örgüt kurmak” suçlamasıyla dava açıldı. İddialara göre sanıklar tutuklulukları sırasında “tabutluk” lara konmuş, aç susuz bırakılmış, dövülmüş, sövülmüşlerdi. (Hikmet Tanyu, Türkçülük Davası ve Türkiye’de İşkenceler, 1950, s. 7-9) Hakkındaki suçlamaları duyunca “Bunlar, yıllarca, Atatürk tarafından bizzat tayin ve tavzif edilen Mahmut Esat Bozkurt tarafından devletin üniversitelerinde, İnkılap Tarihi kürsüsünden söylenmiştir. On binlerce genç ve içlerinde de ben, bu sözleri duyduk. Bu telkinler altında kaldık. Atatürkçülüğün, Kemalizmin bu olduğuna inandık. İmtihanlarda ancak bu surette cevap vererek sınıf geçebildik. Bu dersler, bilahare devlet tarafından yayınlanmıştır. Aynı sözler, aynı profesör tarafından, Siyasal Bilgiler Okulunda; Teşkilat-ı Esasiye kürsüsünden de söylenmiştir. Anayasamızın manası bize böyle anlatılmıştı” diye şaşkınlığını anlatan Türkkan ve 10 arkadaşı 66 oturumdan sonra 29 Mart 1945’te 11 ay ila 10 yıl arasında değişen ağır hapis cezalarına ve 13 ay 15 günden 4 yıla kadar sürgün cezalarına çarptırıldılar. Zeki Velidi Togan “hükümeti devirmek” ten suçlu bulunan tek kişiydi. Reha Oğuz Türkkan, gizli örgüt kurmaktan, Nihal Atsız, 3 Mayıs mitinginden dolayı suçlu bulunmuştu. İleriki yıllarda hareketin önderliğini alacak olan Alparslan Türkeş ise davada 9 ay 10 gün cezası almıştı.
Savaşı kazanan Sovyetler Birliği ile Türkiye’nin arasının bozulması üzerine, Pan Türkistlere karşı tutum bir kez daha yön değiştirdi. Davanın temyizi üzerine, 25 Ekim 1945’te Turancılar Davası sanıklarının yeniden yargılanmasına karar verildi. 26 Ağustos 1946’da başlayan ikinci yargılama ilk davanın tersine basında pek yer bulmadı. 31 Mart 1946’da mahkeme, sanıklar aleyhine yapılan suçlamaların kanıtlanamadığını, sanıkların tek yaptığının komünizm gibi gayri-milli bir ideolojiye yönelik “milli bir tavır“ olduğunu söyleyerek tutuklu sanıkların beraatlerini istedi. Davadan sonra ABD’ye giden ve orada psikoloji tahsil eden Reha Oğuz Türkkan 1974’te ülkeye döndükten sonra şöyle demişti: “Bu Kürt, şu Arnavut diye ayırıcılık yaparsak, Türk toplumu içinde erimeğe yüz tutmuş unsurların ayrılık hislerini kamçılamış olacağız, bir gün gelecek Türk’ün dış düşmanları bu hisleri daha da kışkırtıp ülkemizi karıştırmaya kalkışacaklar. Hem sonra, ırk ayrımı akıl ve hukuk sahasında kalmayabilir, kin de doğurur ve iş his tarafına kayınca, insanlık dışı haksızlıklara yol açabilir...Bir de hissi sebepten bu uygulama düşüncemi terk ettim: Tutuklama günlerimde, aramızda bulunan biri Abaza, diğeri de Arnavut ve Kürt karışımı olan iki genç, öyle cesur ve mertçe davrandılar, Türkçü hatta Türk ırkçısı fikirlerine ne kadar candan sarıldıklarını öylesine ispat ettiler ki, içimde hem sevgi hem de utanma hissi uyandı. Buna benzer kim bilir ne kadar “gayrı Türk” dediğimiz vatandaşımız vardı. Bunları itmeğe, sen bizden değilsin demeğe gönlümüz nasıl razı olabilirdi?” (Tabutluktan Gurbete, İstanbul, 1975 s. 403-4)


Bu metaforik ifade günümüzde sıkça atıfta bulunulan Türk-İslam Sentezi adlı düşünceyi anlatmak için Alparslan Türkeş tarafından kullanılırdı. Sloganın ilk unsuru olan Türkistan’daki Tanrı Dağ(lar)ı’nın 5-6 bin metre yükseklikte olduğu, Arabistan’daki Hıra Dağı’nın ise 500 metrelik bir tepecik olduğu düşünülürse, sentezin etnik vurgusu, dinsel vurgusuna göre çok baskındı demek mümkün. Türk-İslam sentezinin tarihsel gelişimine geçmeden temel unsurlarını özetleyelim:
1) Sentezcilere göre ‘Türk Kültürü’ çok eski, dünya tarihinde önemli yeri olan, gelenekleri olan, coğrafi açıdan yaygın, cihan hakimiyetini sağlamış bir kültürdür. 2) Türkler, beyaz ırktan, insancıl, adil, hiçbir zaman kan dökmemiş, hoşgörülü, laik, zayıflara, yaşlılara, kadınlara, aileye ve orduya saygılıdır. 3) Din ‘milleti millet yapan’ değerlerin en başta gelenidir. Din sayesinde, ‘Müslüman Türk’, ‘nefsini bilen’, ‘kendini bilen’, ‘Rabbini bilen’ ‘fazilet sahibi’ nesiller yetiştirir. 4) Din, Türk'ü kendisine yabancılaşmaktan ve Batı’ya benzemekten kurtaran en önemli öğedir. 5) İslamiyet adeta Türkler için indirilmiş bir dindir, çünkü İslam uygarlığıyla Türklerin İslamiyet öncesi kültürleri arasında büyük benzerlikler vardır. Bunlar, tek tanrı inancı, ruhun ölümsüzlüğüne inanç, adalet duygusu, aile ve ahlakın önemidir. 6) Ancak, Türkler de İslamiyet’e büyük ‘hizmetler’ yapmıştır. Bunlardan en önemlisi Haçlı Seferleri’ni durdurmalarıdır. Eğer bu olmasaydı, İslamiyet yerine Hıristiyanlık ‘cihan’ hakimi olurdu. 7) Sentezin Kemalist olmayan tek kavramı ‘Fetih’ tir. 1453’te Konstantinopolis şehri neredeyse kendiliğinden yıkılacak kadar güçsüz olduğundan Osmanlı ordularının şehri fethetmeleri için yeterince büyük bir askeri başarı sayılmayacağı için vurgu, şehrin fiziki fethine değil, Hıristiyanlığın sembolik fethine yapılır. Bunun nişanesi ise Aya Sofya’nın camiye çevrilmesidir. Bu açıdan Aya Sofya’nın 1935’te müzeye çevrilmesi Türk-İslam sentezcilerinin hala hazmedemediği bir adımdır.
Aydınlar Ocağı
Türk-İslam sentezi sanıldığı gibi 1980’de ortaya çıkmış bir görüş değildir. Aksine kökleri 19. yüzyıla kadar giden Türkçülük-İslamcılık yarılmasına çözüm bulmayı hedefleyen ideoloji olarak ortaya çıkışı ‘Çok Partili’ rejime geçilen 1940’lı yıllara götürülebilir. 1945’te Nihal Atsız ve Reha Oğuz Türkkan başta olmak üzere ırkçı-Türkçülerin yargılandığı Turancılar Davası’nın mahkumiyetle bitmesinden itibaren ırkçılar söylem değiştirmişlerdi. Artık ‘Turancılık’ yerine ‘milliyetçilik’; ‘Bozkurtlar’ yerine “milliyetçiler’; ‘Türk ırkı’ yerine ‘Türk milleti’ terimlerini kullanıyorlar, Millet, Orhun, Kopuz, Büyük Doğu, Hareket gibi yayın organları ile tezlerini Türk Gençlik Teşkilatı (1946), Kıbrıs Türk Kültür Derneği (1948), Komünizmle Mücadele Derneği (1954) gibi örgütleri aracılığıyla kitlelere anlatıyorlardı.
1960 darbesinden sonra 1961’de Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü ile isim babalığını Necip Fazıl Kısakürek’in yaptığı Anadolu Kulübü kuruldu. 1962’de kurulan Türkçüler Derneği, 1964’te yerini Türkiye Milliyetçiler Derneği’ne bıraktı. 1965’te muhafazakar-dinci çizgideki 1000 Temel Eser Dizisi yayınlanmaya başladı. Alparslan Türkeş ve kurmayları, 1968’de Ülkü Ocakları’nı ve faşist gençlik örgütlerinin çekirdeğini oluşturan komando kamplarını kurdular. 1965’te ele geçirdikleri Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin (CKMP) ismini Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) olarak değiştirdiler. 1970’lerde faaliyete geçen Milli Türk Talebe Birliği, Yeniden Milli Mücadele Derneği, Kültür Ocakları, Milli Gençlik Vakfı ve Ülkü Ocakları gibi örgütler, sağcı öğrencilerin bir araya geldikleri çatıları oluşturuyordu.
Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi hocalarından Fuad Köprülü ve Zeki Velidi Togan gibi Türkçü ideologların öğrencisi olan ve doktorasını Selçuklu Sultanı Melikşah üzerine veren Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, öğrencilerden çok öğretim üyelerine ve aydınlara hitap edecek bir oluşum arayışına girmiş ve 1969’da 70’e yakın fikir adamını 2. Milliyetçiler Kurultayı’nda buluşturmuştu. Bu tarihten sonra bir yıl boyunca sürekli toplantılar yapan muhafazakar aydınlar, sonunda Süleyman Yalçın’ın isim babalığını yaptığı Aydınlar Ocağı’nı kurdular. Kuruluş için Demokrat Parti’nin iktidarı alışının 20. yıldönümü olan 14 Mayıs 1970 seçilmişti.
Aynı tarihlerde faaliyette olan İlim Yayma Cemiyeti ile dirsek teması içinde, resmi ideoloji yapımında önemli roller üstlenen Aydınlar Ocağı’nın kurucularından ve uzun yıllar yöneticilik yapan Süleyman Yalçın’a göre ‘Türkün en kısa tarifi, Türkçe konuşan Müslüman’ şeklindeydi.
Darbecilerin sentez aşkı
Türk-İslam Sentezi, 1980 darbesi sonrasında olağanüstü koşulların yaşandığı bir dönemde, yitirilen toplumsal düzenin yeniden sağlanacağı ve birliğin ve bütünlüğün ilelebet korunacağı vaadini örgütleyerek ideolojik ufkunu çizdi. 1980 sonrası TTK’nin yerine açılan Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu (AKDTYK) Türk İslam sentezinin en önemli ideoloji üretim merkezi oldu. Yedi kişilik yönetim kurulunun Cumhurbaşkanı tarafından atanan dört üyesi Türk-İslam sentezcisiydi. Kurumun 20 Haziran 1986 tarihli 10. oturumunda sunulan raporda Türk kültürü, Asyalı ve Müslüman olarak tanımlanıyordu. ‘Soydaşlar’, ‘Dış Türkler’, ‘Pan Turanizm’, “Türklerin İslamiyet’e hizmetleri” gibi kavramlar bu tarihten sonra daha sık kullanılmaya başladı.
1980’den sonra İmam Hatiplerin açılmasını, din derslerinin zorunlu olmasını Ocağın empoze ettiği iddia edilir. Ancak 1988’den sonra, Aydınlar Ocağı’nın MHP’nin kontrolüne sokulması girişimleri ile birlikte, Ocak eski saygınlığını ve etkisini giderek kaybetmişti. Kemalist blok içindeki bir kanadın Türk-İslam sentezine direniş gösterdiğine dair bir örnek ise 1992’de Danıştay’ın Aydınlar Ocağı’nı ‘kamuya yararlı kurum’ olarak tanımlamayı reddetmesiydi.
Dış faktör olarak ‘Yeşil Kuşak Projesi’
Türk-İslam sentezi tümüyle yerli bir ideoloji olmakla birlikte, 1980 sonrasında kazandığı itibarı biraz da ABD’nin Sovyetler Birliği’ni ‘İslamcı ülkeler ve hareketlerle çevirmek’ için tasarladığı ‘Yeşil Kuşak’ projesine borçlu. Hatırlanacaktır, Sovyetler Birliği, Afganistan Başbakanı Hafızullah Amin'in çağrısı üzerine 24 Aralık 1979'da Afganistan'ı işgal etmişti. ABD buna tepki vermekte gecikmedi. SSCB'nin etkisizleştirilmesi için Başkan Carter ve danışmanı Zbigniew Brzezinski'nin akıl hocalığında, ileride 'Yeşil Kuşak Projesi' olarak anılacak bir sarmalama planı oluşturuldu. NATO ve Varşova Paktı'nın kıyasıya mücadele içerisinde bulunduğu Soğuk Savaş yıllarının ürünü olan bu doktrine göre, kapitalist bloğun başını çeken ABD, Sovyetler Birliği'nin temsil ettiği sosyalist bloğun Kafkaslar, Ortadoğu ve Asya'da yayılması olasılığına karşı genelde İslamî öğelerle kamufle edilecek siyasi bir yönelim ortaya çıkarmaya çalışıyordu. Bu kapsamda bir tarafta kontrgerilla biçimindeki çekirdek askeri oluşumlara gidilirken, bir tarafta da ABD ile bağlantılı anti-komünist Müslüman örgütler kurulacaktı. Bu doktrinin en önemli uygulayıcıları arasında Pakistan ve Suudi Arabistan vardı. Türkiye ve İsrail'in de önemli rolleri olduğu anlaşılıyordu. Pakistan Devlet Başkanı Ziya’ü-l Hak 'Pakistan'ın etki alanını Afganistan, Özbekistan ve Tacikistan yoluyla İran ve Türkiye üzerine kadar yaymayı' planlıyordu.
ABD, Yeşil Kuşak Projesi'nin ilk adımı olarak Ocak 1980'de bölgede SSCB'ye karşı savaşan güçlere her türlü desteği verme kararı aldı. O yıllarda Afganistan'daki mücahitler çeşitli fraksiyondan oluşuyordu. Bunların hemen tamamı birbiri ile toprak anlaşmazlıkları, kan davaları ya da esrar ticaretinin kontrolü gibi nedenlerle savaş halindeydi. Ama ABD her türlü yöntemi kullanarak bunları bir araya getirmeyi başardı. CIA, başta Mısır, Çin, Polonya, İsrail olmak üzere dünyanın başka yerlerinden toparladığı her türlü silahı mücahitlere akıtıyor, terör ve imha ekipleri mücahitleri eğitiyorlar, kimyasal ve elektronik zamanlama aletlerinin nasıl kullanılacağını, bomba yapımını öğretiyorlardı. Mücahitler tarafından ilk kullanılan Batı tipi uçaksavar sistemleri İsviçre yapımı Oerlikon'lar ile İngiliz yapımı Blowpipe füzeleri idi. Daha sonra da ABD'li Stinger'lar geldi. ABD'li uzmanlar uydu iletişimin nasıl kullanılacağını öğretti.
1981'de Başkan seçilen Reagan, her ne kadar Orta Amerika'yı stratejik açıdan daha önemli görüyorsa da Carter politikalarını devam ettirdi. 1984'te Amerikan kongresinin iki üyesi Afganistan'daki mücahit kamplarını ziyaret ettiler. Ardından 1987'de askeri yardım miktarı 65 bin tona ulaştı. Bu baskılara dayanamayan SSCB 1989'da Afganistan'dan çekildi. Bu, SSCB'nin de dağıldığı yıldı. İki yıllık kargaşa döneminden sonra ABD ve Rusya yerel güçlere yardımı kesmeye söz verdi. Ama, mücahitler Nisan 1992'de başkent Kâbil'e girerek İslam Cumhuriyeti'ni ilan ettiler. Tacik kökenli Burhanettin Rabbani devlet başkanı, kökten-dinci Gülbeddin Hikmetyar başbakan oldu. Yeşil Kuşak, 2. Dünya Savaşı'ndan beri yürütülen en önemli toplumsal dönüşüm projesiydi. Milyarlarca dolar harcandı, geride 1 milyondan fazla ölü, 500 milyon öksüz-yetim ve sakat kaldı. Afganistan’ın toprakları talan edildi, halk açlık ve yoklukla karşı karşıya bırakıldı. Ama amaca ulaşılmış, SSCB ve Doğu Bloğu tarihe karışmıştı. Daha da önemlisi gerektiğinde yönlendirilebilecek yüzlerce silahlı grup oluşturulmuştu. 27 Aralık 2007’de bir suikaste kurban giden Benazir Butto’nun ülkesi Pakistan’da olup bitenleri bu tarihçe ışığında ele almakta fayda var.

Hiç yorum yok: