Suriye-Türkiye ilişkileri
Mihrac Ural
12 Ocak 2004
6 Ocak 2004 tarihi itibariyle, 57 yıllık bir kesintinin ardından Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar el Esad’ın Türkiye ziyareti başladı.
İki komşu ülke arasında yarım asırdır süren soğuk savaş, yerini sıcak ilişkilere bırakmaya başladı. Bu gelişme iki halk ve iki ülke için çok önemli ve verimli bir gelişmedir. Bölgemiz açısından arzulanan bu adım, geç kalmış bir adım olarak, hızla aşılması gereken bir dizi görevi de gündeme getirmektedir. Olayları yakından takip etmeyenler için sürpriz sayılacak bu gelişme, gerçekte tarihsel, sosyal ve siyasal bir dizi gelişmenin, ağır adımlarla ilerlemesinin ürünü olarak ortaya çıktı. Bu da, her iki tarafın öznel çabası sonucu bu düzeye vardı. Nesnel verilerin hazırladığı ortam üzerinde iyi niyetle gelişen iradeci çabalar, komşuluk ilişkisinin gereklerine uygun bir süreci açmış oldu. 57 yıllık kopma, bu adımla aşılması ve değişmesi için gerekli ilk adımları oluşturdu.
İki ülke arasında gelişen iyi komşuluk ilişkisinin doğru kavranması için arada var olan sorunların tarihsel gelişimleriyle birlikte kavranmasının önemi bulunmaktadır. İki halk arasında ortak tarihten gelen olumlu ilişki zemini, ülke yönetimlerinin uzun yıllar bir soğuk savaş olarak karşılıklı sürtüşmelerini oluşturan temel konuları ortadan kaldıramamıştır. Bu gün yönetimlerin attıkları olumlu adımlara rağmen bu sorunlar varlığını korumaktadır. İyi ilişkiler bu sorunların gölgesini üstünde taşıyarak devam edecektir. Olası gelişmelerin de, sürpriz olmaması için, bu olayların kavranması gereği bulunmaktadır. Bu açıdan, İki ülke arasındaki sorunlar kategorik olarak üç başlık altında toplanabilir. Birincisi; Güvenlik sorunu, ikincisi; Su sorunu ve üçüncüsü; Toprak yada Hatay sorunu.
a. Güvenlik sorunu
Bilindiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı sürecinin bir sonucu ve bakiyesi olarak ortaya çıkmıştır. Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ün ileri görüşlü perspektiflerinin bir ürünü olan farklı bir planın yaşama geçirilmesiydi. Başka milletlerin servetlerini talan ve topraklarını istila etme maceraları arkasından gitmeyen, Osmanlının gaspçı, talanca sisteminden kopan ve kendi üreten ve onunla onurlu bir yaşam sürdürmeye kararlı bir toplum perspektifinin inşası olarak gündeme geldi (bu belirlemeler Atatürk’e aittir, aktaran Cemal Kutay, Türkçe ibadet s:154). Bu adımla dünya uluslar topluluğu içinde yerini alan Türk milleti, tarihten gelen ve elinde kalan Osmanlı mirasından aynı anda kurtulabilen bir devlet inşa edemiyordu. Yeni devlet toprak sorunu başta olmak üzere, etnik sorunların da içinde olduğu bir dizi sorunu sırtında taşımaya devam etmişti. Bu güne kadar gelen Kürt sorunu, komşu ülkelerle düşmanlık çemberi içinden çıkamamanın nedeni olan topraklar bunu anlatır. Komşu ülkelerle var olan sorunlar yanı sıra, kopmanın da bu süreçte oynadığı önemli bir rol vardır; kopma ortak değerlerden uzaklaşma olarak görülebileceği gibi, Batıya yönelmenin getirdiği komşu ihmali ve bunlar arasında ortak tarihi okumanın en önemli unsuru alfabenin, bir siyasi kararla değiştirilmesini eklemek gerek. Buna, Atatürk zamanında ve sonra gelişen şoven eğilimlerin yarattığı kaoslarla, komşuluk ilişkilerinde bu güne kadar gelen güvenlik sorunları eklenmiştir. (bunun en belirgin unsurları başlangıcından itibaren Kıbrıs sorunuyla ilgili olay ve gelişmeler, Hatay’ın ilhakı, Musul Kerkük sorunundaki eğilimler söylenebilir). Ayrıca, Türkiye’nin dünya kamplaşmasında almaya kendini mahkum ettiği haksız yer, Nato’nun bir üyesi ve bölgede tüm halkların nefretle andığı haksız askeri-siyasi ittifaklarla komşularına karşı bir tehdit unsuru olması güvenlik sorununu zaman içinde ağırlaştıran bir sorun haline getirmiştir. Bu süreç artan ekonomik istikrarsızlık, askeri darbelerle at başı giden siyasal çalkantılar, insan hakları ihlalleri de eklendiğinde dışta komşularıyla olduğu kadar içte kendi halklarıyla da barışık olmayan, tıkanmış, zoru tercih eden bir ülke olma konumuna düşmüştür. İşte bu verilerin ortamından, son on yılın dünyada ve ülkemizdeki ciddi değişimlerin dinamikleriyle bir değişim trendi yakalanarak yaşanan farklılaşma ki, bunların başında Avrupa Birliğine katılma ve bu anlamda çağdaş uygarlık standartlarına ulaşma çabası, bu gün gözlenmeye başlanan komşularımıza iyi ilişkiler kurma girişimlerini gündeme getirmiş oldu. Tekrar belirtelim ki bu gelişmeler niyetlerin dinamikleriyle değil, nesnel koşulların doğal evrimi sonucu ortaya çıkan gelişmeler üzerine niyetlerinde olumluya doğru kaymasının bir sonucu olarak gündeme gelmiştir. İyi niyetin rolü üzerinde söylenecek bir şey varsa, o da iki ülke halkının bir birine olan sevgisi ve saygısının değişmeden bu sürece bu gün hizmet etmekte olduğudur; yönetimlerin bu açıdan tarihleri hiçte iç açıcı olmamıştır.
Bu sürecin daha da derinleşip sürmesi, tüm bölge halklarının yararına olacağı gerçeği göz önüne alındığında, Türkiye’nin üzerinden atması gereken daha çok olumsuz eğilimlerin sırada beklediğinden söz etmek yanlış olmayacaktır.
Her şeye rağmen, komşuluk ilişkilerinin mantığı gereği, ilişki kurmak tüm tarafların karlı çıkacağı bir süreç inşa etmek anlamına geliyor. Bu süreci, kimi ilkel milliyetçi kafaların sandığı gibi “Türkiye’nin büyüklüğüne, Türkiye’nin gücüne” ( bu her ne demekse) ve bundan kaynaklanan baskınlığının kerametine bağlamak yanlış olduğu kadar, Türkiye’nin komşularıyla on yıllardır süren soğuk savaşının bilinç alt yapısına önemli bir işaret olarak algılanmalıdır. Oysa, komşularla iyi ilişki kurmak Türkiye’nin ertelenmez bir ihtiyacıdır ve bu ihtiyaç Türkiye’nin on yıllar içinde süren ekonomik, sosyal ve siyasal nesnel yapısının birikim verilerinin kaçınılmaz bir ürünü olarak gündeme gelmiştir. Halkın komşularıyla barış içinde olma isteği ise hiç kaybolmayan bir değer olarak buna eklenince itici bir güç oldu ve iyi komşuluk ilişkisine dinamik kattı. Türkiye halklarının demokrasi ve özgürlük mücadelesinde kat ettiği mesafe bağnaz yöneticiler üzerinde öylesine etkin rol oynadı ki, gelişen nesnel olanaklarla birlikte bu süreci açmaya zorlamış oldu. Bu adımlar, Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu, Hatay sorunu, su sorunu, güvenlik sorunları gibi bir dizi temel konuda atılması gereken önemli adımlar olsa da, süreç başlamış bulunmaktadır. Suriye ile gelişen iyi komşuluk ilişkileri bu açıdan önemli bir adım olarak iki halkın yararına ve arzularına uygun olarak gündeme gelmiştir.
Suriye Türkiye ilişkileri tarihi önemli ortaklıkların tarihidir. Ama bu ortaklıkta Osmanlı zulmünün 500 yıllık etkisi ve dayanılmaz ağırlığı olduğu bilinmelidir. Yeni dönem ilişkilerin hassasiyeti de buradan beslenir. Buna karşın yeni sürecin kökleri için Cumhuriyet Türkiye’sini baz almak yanlış olmayacaktır. Ne yazık ki, bununda çok olumlu izleri bulunmamaktadır. Suriye Fransız sömürgecileri altında inlerken, Hatay sorunun gündeme gelmesi ve Türkiye’nin gayri meşru şekilde bu sorunu ilhakla sonuçlandırması Suriye için unutulması güç kanayan bir yara olmuştur. Türkiye, özgür bir Suriye devletiyle bu sonuca gitmiş olsaydı böyle bir yaradan söz etmek o kadar gerekli olmazdı. Burada detaylara haklı haksız tespitine yönelmekten çok, tarihi sorunların gerçekliğiyle nasıl algılandığına bir işaret yapmaktayız. Zira gelişen yeni ilişkilerin kaderini de bu ayrıntılar etkileyecektir.
İki ülke ilişkileri Cumhuriyet dönemi yıllarında Hatay davasının açtığı yarayla sürerken, II dünya savaşı sonrası koşullarda yeni yaralar aldı. İki ülke farklı kampların rekabetinde karşıt taraflar olarak yerlerini aldılar. Bu süreçte, güvenlik sorunları eklenmeye, yoğunlaşıp ağırlaşmaya başladı. İsrail devleti, Avrupa’nın II. dünya savaşının bir kefareti olarak, Filistin Arap halkının toprakları üzerine zorla konumlandırılırken, açılan ve bu güne kadar süren savaşlar dizisinde, Türkiye olağan üstü olumsuz rollerle Arapların karşısında yer alarak bu ilişki tarihine en karanlık sayfaları eklemiştir. Arap halkının algılayışında Türkiye bir ABD maşası, İsrail Siyonizminin ortağı olmuştur. Güven bunalımı bu açıdan, Türkiye’nin yanlış politikaları, emperyalist talepler arkasında sürüklenişinin bir ürünü olarak belirmiştir. Suriye, bu süreçte Türkiye’ye karşı hiçbir olumsuz tutum almamıştır. Buna, bu günlerde daha yoğun olarak seslendirilmeye başlanan kimi gizli İngiliz belgelerinden de anlaşıldığı kadarıyla, Türkiye’nin Nato’da yer alması, Kore savaşına asker ihraç ederek maşalık yapması değil, ama aynı zamanda Ortadoğu’da Osmanlıcılık yapması, bölgeyi denetim altına alarak, Sosyalist Blok’a karşı bir kalkan oluşturması taleplerine evet demesini de eklemek gerek. Bölgede Osmanlıcılık demek, Sadabat paktı demek, kirli ikili ilişkilerle bölge ilerici yönetimlerini kuşatıp çökertmek demek, muhaliflere yataklık yapmak ve destek vermek demektir. Irak krallığıyla, zalim İran şahlığıyla, Ürdün Krallığıyla geliştirilen gizli ve kirli ilişkiler bu gün belgeleriyle açığa çıkmaya başlayan gerçekleri yansıtıyor. İşte bu dönemde Türkiye komşularıyla kendini hapsettiği düşman çemberini kendi elleriyle, emperyalistlerin talepleri doğrultusunda kuruyordu. Bunlar bilinmeden, bu gün olumluya doğru eğilim gösteren ilişkilerde, kimin ilk adımları attığı ve neden atmakla yükümlü olduğunun anlaşılması mümkün olamaz. İşte bunlar, ikili olduğu kadar, tüm komşularla ülkemizin içine sürüklendiği güven bunalımını yaratmıştır. Suçu kimsede aramanın bir faydası yoktur. Tarih bilgisi olmayanların bu konuda takılı kaldıkları yer, hiçbir şeyi izah etmeye yeterli değildir. PKK olayı, bu tarih içinde devede kulak bile değildir. Bunlara Arapların İsrail Siyonistleriyle tüm savaşlarında ABD‘nin Türkiye’deki üslerinin Arapları sindirmek için kullanılması gerçeği, komşuluk ilişkilerinde işlenen tarihi ve vahim olayları anlatmaya yeterlidir. Bu açıdan Türkiye’nin kendine ördüğü düşman çemberini değerlendirirken, insaf ve bilgi sahibi olmak zorunludur diyoruz.
b. Su sorunu
Su bölgemizin çok ihtiyaç duyduğu yaşamsal bir kaynaktır. Türkiye dahil hiçbir ülkenin su kaynakları kendine yeterli değildir. Buna ekonomik olmayan su tüketimini eklediğimizde bu gün ve yarın için ne ölçüde büyük sorunlarla karşı karşıya kalınacağı açıktır. Bu sorunun her ülke içinde dengesi açısından olduğu kadar komşular arası ortak su kaynaklarının adil bir biçimde paylaşımı için de, ciddi önlemlerin alınması gerekmektedir. Bu açıdan, bir ülkenin çok yararına olan kimi girişimler, komşu ülkenin çıkarlarını zedeleyici olabilir. Denge bu açıdan çok önemlidir. Elbette ki, her ülke kendi kaynakları üzerinde tasarrufunu kimseye bağlı olamadan yapmalıdır. Uluslararası yasalarla düzenlenmiş ortak kullanım kaynaklar düzenlenmesi komşuluk haklarının göz önünde tutulmasını zorunlu kılıyor. Türkiye-Suriye arasında su sorunu bu bağlamda çözülebilecek, sorun olmaktan çıkarılabilecek bir özellik taşımaktadır.
İki ülke arasında su sorunu, Türkiye’nin değişen ekonomik konjonktürü gereği artan enerji talepleri doğrultusunda Fırat ve Dicle nehirleri üzerinde yoğunlaşan barajların suyu denetim altına almasının bir sonucu olarak kendini hissettiren bir konuma getirmiştir. Türkiye doğal olarak kendi enerji ihtiyacını karşılama uğraşısındadır. Ama bu uğraşı hesapsız ve komşuluk gerçeğini hiçe sayan bir tarz alınca tepkiler başlamış, Suriye’nin yardım çağrılarına Arapların tepkileri eklenerek ciddi bir boyut almaya başlamıştır. Bunda Suriye’nin sulamada verimli yöntemler kullanmaması, savaş ortamında bu ekonomik yaklaşımlara bakmamasının da rolü olduğunu söylemek gerek. Fırat ve Dicle gerçekte iki dev nehirdir ve hedeflenen 48 baraj inşasına rağmen artığı komşulara yeterlidir. Suriye uluslar arası kurallara bağlı olarak bu sulardan hakkı olan miktarı yazılı bir anlaşmayla resmileştirmek istemektedir. Başbakanlığı sırasında 1992’lerde Suriye’yi ziyaret eden Demirel, bilinen demagoji uzmanlığıyla olayı, “Atatürk barajı inşa süreci boyunca 500 m küp/sn su verme” anlaşmasına indirgenmiştir. Sonradan yaptığı açıklamalarla Demirel, devlet adamlığına yakışmayacak üslupla, komşu ülkeyi nasıl aldattığını açıklamış ve bu anlaşmayla Türkiye’nin uluslar arası bir anlaşmayla elinin kolunun bağlanmasını nasıl engellediğini dile getirmiştir (zira, yapılan anlaşma yalnızca “Atatürk Barajının bitimine kadar” diye bir belirleme yapmıştı, yani “bitince”, anlaşmada bitiyordu). El oğlu uyumuyor ya, komşu Suriye bu gerçekleri adım adım izliyor ve içine düşürüldüğü oyuna karşı ciddi bir güven bunalımı yaşıyordu. Burada bir kez daha eğri oturup düzgün konuşulmalıdır, bu güvensizlik furyasını kim inşa etti. Bu gün yönetimde bulununlar bu gerçeği muhalefetteyken çok iyi seslendiriyorlardı, şimdi dün söylediklerinin yükümlülüğü altında olup olmadıklarını göstermek durumundalar. İşte, emperyalistlerin ülkemize biçtiği rolün, elli yıl içinde nasılda tüm hedeflerine ulaştığı açıkça görülmektedir. İngilizlerin 30 yılı aşkın gizli belgelerinin bu konuda açığa vuracağı daha çok şeyin olduğu bilinmelidir.
c. Müslüman kardeşler ve PKK
Bu sürecin son yıllarında, yani 80’li yıllarda, Suriye ciddi bir gericilik tehlikesine maruz kalmıştır. Belki dünyanın, İslam terörüne maruz ilk ülkesi olmuştur. Müslüman Kardeşler örgütü isyanlara, çoluk çocuk, aydın, bilim adamı, subay, din adamı katliamlarına, ilk okullarda toplu katliam bombaları patlatmaya başlamıştı. Suriye kan gölüne döndüğü bu kesitte, bir taraftan Saddam yönetimi diğer taraftan Türkiye, Müslüman Kardeşler örgütüne yoğun destek sunmaya başlamıştır. Maddi, askeri, teknik, iltica, iş olanağı vb. imkanlar su gibi akmaya başlamıştı. Bu dönem Saddam, Türkiye’nin en iyi dostu olma yanı sıra emperyalistlerin en gözde lideriydi. Biraz tarih bilgisini zorlayan gazete okuyucusu bile bu gerçekleri hatırlayacaktır. Bu dönemde ne PKK nede başka bir şey ortada vardı. Bu süreçte öylesine amansız katliamlar sürdürüldü ki, Saddam’ın bombaları şehri Şam’da yüksek rütbeli subayları topluca katlederken, Türkiye’nin bombaları Bihşin köyünü silah deposu haline getiren ve Türk vatandaşı olan militanlar eliyle kitle ulaşım araçlarında, tren vagonlarında ve yolcu otobüslerinde suçsuz insanları topluca katlediyordu. Yüzlerce Suriyeli masum insan bu bombalarla katledildi (TC vatandaşı bu cani teröristler, yakalandıklarında katliamlarını tüm detaylarıyla televizyonda açıkça itiraf etmişlerdi). Suriye elinde kullanabileceği onlarca koz olmasına rağmen, bu katliamlara karşı misilleme yapmaya kalkışmamıştır. Vatandaşlarının çektiği acıyı başkasının çekmesini istememiştir. Bunu, ilke olarak benimsemiş bir geleneğin, iyi komşuluk ilişkisi kapsamanda sürdürmeyi tercih etmiştir. Bu kasvetli süreçte özverili taraf olarak Suriye’nin komşuluk erdemi, olumsuzluğun aşılmasına ve bu günlere gelinmesine temel teşkil etmiş olduğundan bahsetmek yanlış olmayacaktır. Bu süreçle kesişen PKK yükselişi ise, bir Suriye dürtüsü değildir.
PKK Kürt halkının bağırda doğmuş haklı ve tarihi gerçekliği olan bir davanın öncülüğünü ve sözcülüğünü yapıyordu. Türkiye’nin bir iç sorunundan kaynaklanmıştı ve o tarihin özellikleri itibariyle (sosyalist sistemin çözülüşü, ulusalcı yeni hareketlerin, oluşan ideolojik boşlukları tüm dünyada doldurmaya başlaması ve biriken Kürt sorununun inanılmaz bir zulümle inkar edilip ve kıyıma uğratılmasının etkisiyle) yükselme trendi yakalamıştı. Bu kesişme Suriye’nin, Irak’ta ki dahil, bölgenin tüm Kürt örgütlerine karşı sürdürdüğü sempati ve açılımla birlikte kendini gösterince, Suriye’nin PKK’yı Türkiye’ye karşı kışkırttığı yönünde, bir yanlış algılamaya yol açmıştır. Bu satırların yazarı, bu ilişkilerin en yakın tanığı olarak iddiayla belirtir ki, Suriye yönetimiyle, PKK arasında ciddi hiçbir organik bağ yoktu ve olmamıştı. Tersi sorunların yaşandığına dair verilecek bir çok örnek yaşanmıştır. 82 askeri faşist darbesinin ardından on binlerce Türkiyeli devrimcinin özgürce sığınabildiği bir alan olarak Suriye’nin bu anlamda sağladığı olanak dışında bir şeyden bahsetmek, abartmadan ibarettir. Kaldı ki, Suriye bu yoğun ilticayı Lübnan alanına sürmek için inanılmaz baskılar dahi yapmıştır. İsrail’in Lübnan istilasında direnen Türkiyeli örgüt ve devrimci militan yoğunluğu, bunun bir göstergesi ve tanığıdır.
İki ülke, bu gerçeklerin bilincinde yeni bir süreci başlatırken, iyi niyetli olmalıdır; nesnel verilerin iyi ilişkiler için hazır olduğu bir ortamda öznel niyetlerin iyi olması tayin edici mahiyette olur. Ancak bu, var olan gerçeği değiştirmese de. Bu yüzden genele bakmayı, ilişkilerin bütünündeki yararlı unsurları, özeldeki, tarihten gelen çözümsüz ve sorunlu unsurların önünde tutmaya çalışılmalıdır. Bu yöntem, iki halkın yararına olan yöntemdir. Bu sürecin ilk işaretleri üzerine söylenmesi gereken, Türkiye’nin bellirginleşen ekonomik dönüşümleri ve bunun ihtiyaçlarıyla birlikte başlayan açılımları daha çok iyi niyeti gerektirdiğidir. Türk halkına ağır bir fatura olarak dayatılan ekonomik gelişmeler, dışa açılım ihtiyacı doğurdukça komşulara daha sıcak bakmayı dayatmış oluyordu. Gerçek paradoks buydu.
Türkiye 90’lı yıllarla birlikte hızla bir anlayış farklılığına girmiştir. Özal yönetiminin iktisadi süreçlerinin temel dürtüleriyle bölgenin pazarlarına açılma çabası, komşu ülkelerle tarihten gelen sorunlarla tıkalı olan ilişkileri değiştirmeyi zorlayan bir unsur olmuştur. Bu sürecin içte, Türkiye halkına yararlı olup olmadığı sorunu bir yana bu sürecin mantığı gereği komşulara açılma eğilimi taşıması, sonuçları itibariyle iyi komşuluk ilişkilerine bir başlangıç adımı oluşturdu. Buna karşılık, Suriye’nin Arap topraklarını işgal eden ülkelerle bilinen, ilişkileri en alt düzeyde sürdürme geleneği Hafız el Esad dönemi boyunca sürüyordu. On yıllardır üst düzeyde önemli bir sonuç gösteren hiç bir ilişki geliştirmeyen iki ülke, Özal’ın atılımıyla, Türkiye’nin ısrarlı talepleriyle farklılaşmaya eğilim gösterdi. Bunu Demirel’in 92 ziyareti izledi.
Bu arada çok ciddi bir sorun patlak verdi. Bir askeri Türk komutanı, siyasi kaygı duymadan ve siyasilere yönelmiş bir aşağılama girişimi olarak Suriye’ye karşı PKK nedeniyle saldırı tehdidi savurdu. Bu tehdidin arkasından sürüklenip-yuvarlanarak seviyesizliklerini gösteren siyasiler, başta Demirel olmak üzere, Başbakan Mesut Yılmaz ve ortakları bir ağızdan savaş tellallığı yapmaya ve bu satırlarda anılması mümkün olmayan sokak ağzıyla, Suriye’ye ve yönetimine ve liderine ağır küfürler yönlendirilmeye başlandı. Savaşın ne olduğunu, nasıl sürdürülebileceğini bilmeyenler, Kıbrıs gibi, düzenli bir silahlı gücü olmayan adada paniklemeyi ve bunun sonucu iki çıkartma yapmak zorunda kaldığını hatırlarına getirmeden, sırtlarına yığılmış 100 milyar dolarlık dış borcun utancını da umursamadan, bir hafta içinde 50 yıldır İsrail gibi ABD destekli dev teknoloji ve dev lojistik imkanları olan bir ülkeyle savaşarak ayakta kalmış Suriye’yi bir baştan bir başa işgal edeceklerini iddia etmeye başladılar. Öylesine bir gürültü koptu ki, Osmanlının fütuhat naraları bir kez daha depreşmeye başlatıldı. Demirel, ağır lafları arasında en hafif olanı Hafız el Esad’ın başını duvarlara çarparak nasıl ezeceğini ilan ederken (Samandağı mitingi), Mesut Yılmaz, Esad’ın gözlerini nasıl oyacağını anlatıyordu (Diyarbakır mitingi). Bu mahalle kabadayıları bir taraftan, savaş tamtamlarını çalarken diğer taraftan, siyasal tercihleriyle halklarının sırtına borç dayamakla kalmayıp, Türkiye tarihinin en ahlaksız hortumculuğuna çanak tutup, suiistimallerini yürütüyorlardı. (Bu dönem ve sonrasının kirli işleri, bu gün, bu taifeyi (Yılmaz ve Bakanlarını) yüce divana kadar götürmüş bulunmaktadır). Bu kasvetli ve karanlık niyet günlerinde Suriye, heyecana kapılmadan ve laf kalabalığına pabuç bırakmadan bu serseriliği izliyordu. Bu satırların yazarı, bu süreci detaylarıyla izlerken, iki halkın birbirine karşılıklı duyduğu sevgi ve saygının maceracı yöneticilerin ayakları altında ezilişine tanıklık ediyordu. Suriye dirayet göstererek, PKK liderinin ülkesi dışına çıkmasına sessiz kalmayı tercih etti. Türkiye bunu Suriye’nin korkaklığı ve askeri tehdidin başarısı olarak algıladı. Oysa gerçekler çok farklıydı. Siyasilerin bir askerin arkasından sürüklenişiyle dünyaya gösterilen mahkumiyetleri bir yana, savaş olasılığından duydukları korkuyu, “savaşı engelleyen adam olarak” Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’e Türkiye’nin en büyük ödülü olan Atatürk Nişanı, büyük bir törenle sunuluyordu. Bu da demagojinin bir boyutuydu ki, Türkiye komşularıyla soğuk savaşını hep bu kirli araçlarla sürdürüp yoğunlaştırmıştı.
d. Yeni dönem
Bu sürecin ardından bir yumuşama dönemi ve sessizlik geldi. Hafız el Esad’ın ölümü ve başsağlığına Türkiye Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Suriye’ye bakanlarla birlikte gidişi, bir anlamda uzun yıllar yanlış yapan tarafın öz eleştiri yapması olarak algılandı. Suriye, bu süreçte gelişen bir çok nesnel gelişme, PKK liderinin Suriye’den çıkışıyla gevşeyen gerginlik üzerine yoğunlaşan bu jestlere tepkisiz kalamazdı. Ve özellikle AKP hükümeti döneminde Abdullah Gül’ün Başbakan olarak ve dış işleri bakanı olarak sürdürdüğü ısrarlı ilişkiler, artık iki ülke arasında görmezden gelinmesi mümkün olmayan bir nitelik değişimi zorlamaya başlamıştır. Bu süreçte on binlerce ticari taşıtın Suriye güzergahından transit geçişi, günlük binlerce yolcu otobüsünün gidiş gelişi, bavul ticaretinin ilerlemesi, Türkiye üretimi gıda, tekstil vb. emtianın piyasaya inmesi iki ülkenin ilişkilerinin artık değiştiğini ifade ediyordu. Beşşar el Esad’ın gezisi ise, bu gerçeğin resmen onaylanması olarak belirdi.
Bu iyi komşuluk ilişkisi Suriye’nin de acil bir ihtiyacıydı. ABD’nin silahları boynuna dayanmıştır, Irak işgali, Suriye’nin işgal edilme denemesi gibiydi. Tıkanmış İsrail Arap savaşlarının boğucu ağırlığı, tüm gücüyle daha çok Suriye’nin boğazına yapışmış bir kement gibiydi. İktisadi açıdan ciddi sorunlar yaşanmakta, açılım ertelenmez bir adım olarak gündemdeydi. Beşşar el Esad’ın ilk parlamento konuşmasında dile gelen özgürlük havası karşısında ciddi bir eski asker direnmesiyle karşı karşıya bulunuyordu. İçte dönüşümün ağır aksak seyredişinin sıkıntılarını dışa açılmakla gidermenin yolları aranıyordu. Türkiye bunun en yakın alternatifi ve bölge dengeleri açısından en önemli adımı olarak algılandı. Böylece karşılıklı başlayan iyi niyet sonuçta bu doruğa kadar yükselmiş oldu. İyi de oldu.
Saydığımız ve üzerine eklenebilecek tüm olumsuzluklara rağmen komşu iki ülkenin halkları arasında derin bir kültürel, sosyal, ekonomik tarih ortaklığı bulunuyor. Yüzyılları kapsayan bu ortaklıkta olumlusuyla olumsuzuyla paylaşılan ortaklık iki halkın birbirine karşı sevgisini de kaynaştırdığı bilinmektedir. Ortak din’in ve dilde oluşan alışverişin kolaylaştırdığı ilişkiler (Arapça’nın etkin şekilde Osmanlı Türkçe’sinde tedavül edilmesi) iki halkın ekonomik ilişkilerini de derinden etkilemiş Halep ve Şam şehirlerini, dini olduğu kadar ekonomik bir merkez haline getirmiştir. Viyana kapıları önünde bozguna uğrayarak Batıya daha çok yönelme umutlarını kaybeden Osmanlı’nın, şarka yönelişi ve artan oranda dine sarılması (hilafetin alınması da dahil) Suriye güzergahını daha etkin bir ortak konumuna getirmiştir. Bu ilişkiler Cumhuriyet Türkiye’siyle birlikte kesilmesine rağmen iki halkın bilinç altındaki tarihi ortaklığı anlamında kesilmemiştir. Bunu anlamak için Türkiye halkının bu dönem boyunca Arap halkıyla olan gönül bağını ve dayanışmasını yaşanan tüm siyasal olaylarda gösterdiği duyarlılıkta görmek güç değildir. Filistin davasına gösterilen ilgiden, İsrail Siyonistlerine karşı tepkiye kadar bu duygular her koşulda kendini göstermiştir. Yönetimlerin bir birlerine en derin düşmanlıkları sergilediği bir koşulda bu eğilimler hiç değişmemiştir. Söylemek istediğimiz, Türkiye halkının, Beşşar el Esad ve hanımına gösterdiği yakınlığın köklerinde bu tarih bilinci olduğudur; 60 yıl aradan sonra nesnel verilerin değişimine bağlı olarak (bunu “çıkarların” değişimi olarak da okuyabilirsiniz) değişen yönetim ilişkileri, her zaman iki halkın birbirlerine güven sevgi ve saygıyla bakan zeminini bulmuştur.
Bu ortam doğal olarak arada tarihten gelen sorunları unutmadan, hızlı bir yakınlaşmayı getirmiştir. Bu yakınlaşma sürecinde, arada kalan sorunların zamana terk edildiğinin açıklanması, bir yandan çözülebilir olduğunu diğer yandan genel ilişki önünde mutlaka gündeme sokulması gereken bir sorun olarak dayatılmaması gerektiğini iki taraf anlayışla karşılamıştır. Toplumlar, insan yarasının az olduğu sorunlarda, toprak güvenlik su vb. daha kolay anlaşabiliyor ve toleranslı olabiliyorlar. Arada ne toplu katliamların ne bombalarla yakılan canların olmadığı bir koşulda tarihten gelen değerlerle birlikte tıkalı olan ilişkiler daha kolay açılabiliyor. Arap İsrail ilişkisiyle Arap Türk ilişkisi arasında bu ciddi farkın rolünü unutmamak gerek. Türkiye-Suriye iyi komşuluk ilişkisine tepkinin yalnızca İsrail’den gelmesi bunu anlatmaya yeterlidir. Beşşar el Esad’ın ziyaretini engellemek dahil, uzun süredir sürüncemede bırakılan su alışını “ilke” olarak onaylama oyunları, gerçekte Türk halkının gözünden kaçmayan sahtekarlıklar olarak belirmiştir. Mehmet Ali Birand’ın İki ülke ilişkilerinden İsrail’in rahatsızlığına ilişkin sorduğu soruya Esad’ın verdiği yanıt, “ iki ülke ilişkileri İsrail olmadan ve olmasına rağmen süren ilişkilerdir, bu ilişkiler tarihten gelmiştir ve eski sayfanın temizlenerek sürmesi gibi bir devamlılığı göstermektedir, rahatsızlık duyanlar olursa bunun hiçbir etkisi olmaz” yönünde oldukça anlamlı ve bu gerçeklere parmak basıcı nitelikteydi.
Geride hiçbir gizli niyet taşımadan, gerçek iki komşunun birlikte kazanacakları bir sürecin ilişkisi olarak iki tarafın atacağı ve derinleştireceği bağlarla büyüyecektir. Bu ilişkide ne zayıf ne de güçlü taraf vardır eşitler arasında bir ilişki ilkesi vardır. Bunu anlamak için dünyada yaşanan en tehlikeli süreçlerinde, iki tarafın birbirlerini hiçe sayarak var olduklarını ve bu güne kadar geldiklerini bilmek yeterlidir. Aksi olsaydı, bu gün birinin diğeri karşısındaki duruşu böyle olmazdı.
İki ülke arasındaki ilişkiye, geleneksel darlıkları nedeniyle bir tarafın diğerine karşı üstünlüğü açısından bakmaya çalışanların zaman zaman, Cumhurbaşkanlığı koltuğunun DNA’sına kadar uzanan anlamsız ve talihsiz yaklaşımları hiçbir yarar sağlamaz. “Beşşar'ın koltuğunun DNA'sında bir Türk olan Suphi Bereket var.” Diyen değerli yazar Güneri Civaoğlu’nun yaklaşımına bir düzey vermek pek olası görülmüyor.(Güneri Civaoğlu. Milliyet 06 Ocak 2004) .
Bu mantıktan yola çıkılacak olursa, İstanbul’un, Kostantinapolis olarak Bizans imparatorluğun doğal varisi olan Yunanistan’ın DNA’sıyla ilişkilendirilmesi, mantık tutarlılığı açısından gerekli olurdu. Yada I. Dünya savaşı sonucu İstanbul’u işgal eden emperyalistlerin Osmanlı tahtını ele geçirmelerinden dolayı, geride kalan DNA izleri gereğince, bazı hakların iddia edilmesi normal görülmelidir. Civaoğlu, Beyoğlu delikanlısı Suphi Bereket’in Cumhurbaşkanlığı, ne Suriye Arap halkını ne de çöken Osmanlı imparatorluğunu temsil etme durumunda olmayan Fransız işgalcilerinin onayı ve rahmeti altında bulunan bir Yalova kaymakamı olduğunu çok iyi biliyor. Hatay sorununda, gazetecilerin sorularına ilkel kanaatlerine uygun cevapları vermeyen Beşşar el Esad’a karşı, Civaoğlu’nun, geleneksel Türk usulü soğuk savaş mantığıyla salladığı bu sopa evhamdan ibarettir.
Birincisi, 1920’li yıllarında Suriye ne bir Cumhuriyetti nede bağımsız bir devletti. Mezhep ve din temelinde 4 devlete bölünmüş ( Alevi devleti, Sünni devleti, Dürzi devleti ve Hıristiyan Lübnan devleti), işgal altında olup, sınırları dahi belirgin olmayan bir topraktı. Suphi Bereket’in, bu koşuldaki görevi bir işbirlikçi yönetici olmaktan öte bir anlama sahip değildi. Böyle biriyle övünmek gerekirse, İşgalcilerin kuklası sultan Vahdettin’le de öğünmek gerekirdi.
İkincisi, Fransızların işbirlikçisi olarak sürdürdüğü görevini 21 Aralık 1925’te terk ederken, başlayan “Büyük Suriye Devrimi” adıyla anılan halk ayaklanmalarında, ne bir yeri nede bir katkısı olduğu görülmüştür. Suriye Cumhuriyeti ilan edilirken ise seçtiği yol, Suriye’yi terk etmek olmuştur. Avrupa’nın bir çok prensi gibi farklı ülkelerde krallık görevi üstlenenlerden biri de, Danimarka Prensi Carl, Kral VII. Haakon adını alarak Norveç’in kralı olmuştur, ama başına geçtiği ve vatan kabul ettiği toprakları son imkanına kadar, işgalci Hitler Nazizmine karış şerefle savunmayı bilmiştir. DNA’sı anılması gerekenler bunlardır.
Üçüncüsü, Suriye Cumhurbaşkanlığının DNA’sından söz etmek gerekiyorsa, ABD’nin başını çektiği cürüm ittifakının tüm baskılarına karşın, İsrail Siyonizmine ve onunla teslim anlaşmaları dayatmasına boyun eğemeyen Hafız el Esad’ın, tüm bölge için genel ve adil bir barış isteyen siyasal anlayış DNA’sının, Beşşar el Esad’ta belirginleşmeye başlayan izlerinden bahsetmek daha yerinde olacaktır.
d. Hatay davası
Sorun Hatay davası ise bunu ayrıca konuşmak gerek. Beşşar el Esad bunu söylüyor. Bu sorunlar vardır ve çözümü için çalışılmalıdır, çözümde diyalog esastır diyor. Buna, akıllı devlet adamlarının yolunu izleyerek “Ben Türkiye-Suriye ilişkilerinde parçayı değil bütünü esas alıyorum, anlaşamadıklarımızı ise bu çerçevede, diyalog içinde çözeceğiz” diyerek, ortada ne Mehmet Ali Birand’ın dediği gibi, “musalla taşında cesedi bulunan bir ölüyü kaldıracak imam arandığı” ne de hemen şimdi, her ne olursa ve her ne yolla gerçekleşirse çözüm bulalım kolaycılığıyla çözülebilir bir sorun yoktur. İki ülke, bir biriyle ilişkilerini bütün açısından görmeli, arada kalan, tarihten gelen ya da yeni doğacak olan tüm sorunları da bu açıdan diyalogla çözmelidir. Doğrusu da budur. İki halkın istediği de budur. Bilinmeli ki, tarihi kimi davalar, ne başkanların niyetleri ne de baskıların ağırlığıyla, haksız biçimde sona erdirilemez. Tarihi sorunlar olması da bundandır; tarih içinde tüm yollar denenmesine karşın çözülememiş sorun olmaya devam etmiş olmaları onlara tarihsel davalar adını kazandırmıştır. Bu tür sorunları çözmede adil olmak şarttır, kimsenin zararlı çıkmayacağı yöntemler benimsenerek çözümüne yaklaşılmalıdır. Hatay sorunu da bu sorunlardandır. Suriye’nin hiçbir iktidarı bu davadan vazgeçtim deme cüreti gösteremez, Türkiye’nin de hiçbir iktidarı verdim gitti diyemez. Gelecek kuşaklara kadar uzanma ihtimali olan bu davalarda acele etmek yanlışların en olumsuzudur. Tarihin küreselleşme yönündeki ilerleyişiyle insanlığı bir ülkenin bireyleri haline getirdiği bir koşulda, bu tür davaları toprak kaybetmek ya da kazanmak olarak görmeden çözüm yolu bulmayı denemek en doğru olan tutumdur.
Buna rağmen, Hatay sorunu öncelikle Hatay Arap halkının bir sorunu olarak tanımlanmalıdır. Hatay sorunu, Arap halkının özgürlüğünün, demokratik ve hukuk kavgasında ifadesini bulan kimlik sorunudur. Tarih içinde kendini istediği gibi ifade etme sorunudur. Hatay Arap halkının kendi davası olarak, bir kimlik özgürlüğü ve bunun kurumsal güvencelerle hukuki çerçevede oturması sorunu bulunmaktadır. Kendi kaderini tayin hakkı olayıdır. Bu soruna toprak sorunu olarak da bakmak mümkündür, ama bu sorunun Hatay halkının Arap orijinini ilgilendiren yanı bu gün için bir kimlik sorunu olarak algılanmalıdır. Suriye haklı olarak bu davayı bir toprak sorunu olarak görebilir ve bunun için zaman ve zemine uygun davranabilir ya da vazgeçebilir. Ama bunu Hatay Arap halkına bir tercih olarak dayatamaz.
Suriye Hatay davasında her ne tutum alırsa alsın, Hatay Arap halkının kimlik sorununu dile getirip özgürlük taleplerini ne yönlendirme ne de belirleme durumunda olamaz. Bu anlamda hiçbir organik bağ yoktur ve böylesi bir bağ dayatılamaz. Bu açıdan, iki ülke arasındaki iyi ilişkiler Hatay Arap halkını sevindirir ancak hak talebini yok sayma anlamına gelmez. Diplomasi uzmanları belki de haklı olarak bu davaya “Ayrı varlık” (Entite’ Distincte) tanımını uygun görmüş ve bir ara çözüm için ayrı bir statü oluşturma ihtiyacı görmüşlerdir. Bundan anlaşılması gereken açık ve net mesaj, Hatay davasının zaman içinde kazandığı boyut itibariyle ikili bir dava olduğudur; kimlik ve toprak sorunu. Bu satırların yazarını ilgilendiren bu davanın bu gün Hatay Arap halkı açısından taşıdığı gündemdir. Bu nedenle, bu sorun hak ve özgürlüklerin, demokrasi ve insan haklarının kapsamı içinde, hiç kimseye zarar vermeden, bölücülüğe sapmadan barışçıl yollarla çözümü için çaba vermeyi halkın çıkarına daha uygun görmektedir. Kürtlerin uğradığı acıları kimseye çektirmeden, Hatay sorunu da gün gelecek çözülecektir; ama, ısrarla birileri “böyle bir sorun yoktur” diyorsa, bunu neden ikide bir tekrar etmek zorunda kaldığını izah etme durumundadır.
1939 yılı itibariyle, ilhaktan bu yana geçen 64 yıla rağmen, henüz hiçbir kitlesel siyasi çabanın ortaya çıkmamış olmasına rağmen, ısrarlı bir şekilde Türk yetkililer ve yabancı çevrelerin ağzından, bölgemizin tüm toprak olaylarında bir sorun örneği olarak dile getirilmesi, bu sorunun ne ölçüde derin ve gerçekçi bir boyuta sahip olduğunu anlatmaya yeterlidir. Kürtleri on yıllarca inkar etmek onları yok etmeye, sorunlarını görmezlikten gelmeye yetmediği gibi bu konuda da sorunu göz ardı etmenin hiçbir faydası yoktur. Kimse kimseyi basit laflarla aldatmaya kalkışmasın bu sorun vardır ve çözülebilir özelliktedir. İki ülke arasında hiçbir incinmeye neden olmadan, tersine iki ülke ilişkilerine güç katarak çözülebilir bir sorundur. Avrupa birliğinde hiçbir milletin toprak sorunu olmaması gerçeği de bu sorunun çözümü için iyimser olmamızı getirmeye yeterlidir. Avrupa birliği sürecinde Kıbrıs sorununu çözebilen bir Türkiye’nin, vatandaşlarına öğreteceği genişlik, benzer diğer sorunların çözümü için önemli bir bilinç alt yapısı oluşturacağı kesindir. Çağdaş olmak, öncelikle dar milliyetçilikten arınma anlamına gelmesi bunu gerektirir. Avrupa birliği Türkiye’yi içine alırken diğer ülkelerden de talep ettiği temel ölçütlerden biri olan “hiçbir ülkeyle toprak sorunu olmaması” gereği, Türkiye’den Hatay sorunun bir netliğe kavuşturulmasını isteyecektir. Bu yönde Avrupa parlamentosunda bir dosyanın hazırlandığı da bilinmektedir.
Buna rağmen, çok uzun bir yazın konusu olan Hatay davası üzerine yalnızca iki temel noktayı dile getirerek, her ne düşüncede olunursa olunsun, cevabı verilmeye mecbur olunan, atlanması mümkün olmayan bir gerçeği görmeye davet etmekle yetineceğim.
Birincisi; 1922 Manda yasası (Suriye’nin Fransız mandası altına alındığı milletler cemiyetince onaylanmış olan yasa) 4. madde hükmü gereğince, “Mandaterin Suriye ve Lübnan topraklarının tümü ya da bir bölümünü vermesi ya da kiralaması, ya da yabancı bir devletin denetimi altına bırakmaz”. Bu açıdan Mandater Fransa Türkiye’nin Hatay için Israrla istediği özerk ya da bağımsız yapı uluslar arası anlaşmalara aykırı görülerek şiddetle reddedilmiştir. Lozan anlaşması gereğince belirlenmiş olan Türkiye Suriye sınırında ısrar edilmiştir ki, bu anlaşma bu günde tek geçerli uluslar arası anlaşma olarak Türkiye’nin sınırlarını belirlemiştir. (Aktaran. Emekli Büyükelçi İsmail Soysal, Türk Tarih Kurumunca verilen konferans, ‘Hatay sorunu ve Türk-Fransız siyasal ilişkileri. Ayrıca, Türk Tarih Kurumu üç aylık yayını BELLETEN cilt:XLVII, sa.188, ekim 1983, sayfa:987-8)
Bilmeyenler bu noktada da önemli yanılgılar içindedir. Türkiye Cumhuriyetinin en kutsal anlaşması sayılan Lozan Anlaşmasında Hatay Türkiye sınırları içinde değildir. 24 Temmuz 1924’te imzalanan Lozan Anlaşması’nın onayladığı ve Kesim I’de 3. Madde olarak yer alan, “ Suriye ile, 20 Ekim 1921 tarihli Türk-Fransız itilafnamesinin 8. Maddesinde açıklanan ve belirlenen sınır; İskenderun Körfezi üzerinden Payas mevkiinin hemen güneyinde olmak üzere seçilecek bir noktadan başlayacak ve yakınından meydanı Ekbeze doğru gidecektir” demektedir. Uluslar arası onay almış bu anlaşmaya göre Hatay Suriye’ye ait olduğu tespit edilmiştir. (Bkz. Lozan Anlaşması, ya da Türkiye Cumhuriyetinin Uluslararası Temelleri, Derleyen, TC. Lefkoşe Büyükelçi Müsteşarı Reha Parla. s:2) Bu ayrıca, 30 Mayıs 1926 sözleşmesi, 22 Haziran 1929 sınırına ilişkin Protokol ile ve 3 Mayıs 1930 Son Protokol ile saptanmış sınırdır. ( İsmail Soysal, adı geçen konferans s;102)
Buna göre Hatay’ın, Fransa ile Türkiye arasında yapılan özel anlaşmalarla devlet değiştirmesini tezgahlayan girişim, uluslararası bir onay görmemiş, meşru olmayan bir ilhak olarak gündemde durmaktadır. Türkiye Hariciyesi bu gerçeğin farkında olarak bu sorunun taşıdığı “handikaptan” bahsetmektedir.
İkincisi; II. dünya savaşı hazırlıklarının yapıldığı bir ortamın dar emperyalist çıkar güdüleriyle, Fransızların uluslar arası anlaşmalara ve mandaterlik yasasına aykırı olarak Türkiye’yle ikili anlaşmalar aracılığıyla, önce Hatayı “Ayrı varlık” (Entite’ distincte) ilan edip anayasasıyla birlikte ayrı bir devlete dönüştürerek, komik cinsten bir sayım ve seçmen belirleyip, Arapları mezheplerine göre ayırıp azınlık yaparak oluşturulan Mecliste ilhak kararı aldırmakla işlenen uluslar arası gasp suçu, Milletler Cemiyeti tarafından hiçbir şekilde kabul edilmemiştir.
Bu hukuksuz anlaşma (23 Haziran 1939 ilhak anlaşması) ve eklerinin, 30 Haziran 1939 günü 3658 sayılı bir yasayla TBMM’ce onaylanması ve genel sekreterliğe iletilmiş olmasına rağmen, Milletler Cemiyeti (MC) 18. Madde gereğince Kütüğe geçirilmiş olması gerekirken ki, uluslar arası bir onay görmesi için bu zorunludur, reddedilmiş ve kütüğe geçirilmemiştir. Bu gerçeğin ne anlama geldiğini çok iyi bilen Türkiye hariciyesi bu gün dahi pür telaş bu açığın kaygısını taşımaya devam etmekte, “nedenlerinin araştırılması gerekir”diyerek bunu dile getirmektedirler. Bundan da anlaşılması gereken şey, Hatay davası hukuki planda dahi çözülmemiş, sosyal ve ulusal alanda ise hiçbir geçerliliği olmamış bir sorun olarak gündemde durmaktadır. (Bkz. Adı geçen konferans s:102)
Hatay davasının detaylarına girmeden, yukarıda belirlediğimiz bu iki noktanın taşıdığı anlamı ve soruları atlayarak Hatay davası diye bir davanın olmadığını iddia etmenin ne anlama geleceğini okuyucuya bırakmakla yetineceğiz.
Çözüm yolları ve detayları her ne olursa olsun bu sorun ne bir gezi ile nede bir liderin kararıyla sona erdirilemez. Bu, birey olarak her kesin boyunu çok aşar. İki ülke barış, kardeşlik, karşılıklı güven ve kazanımlar içinde bu sorunun üstesinden geleceği kesindir. Zaman buna en kesin çözümü getirecek biricik dayanaktır. Beşşar el Esad’ta basitçe ve mütevazıca bunu söylemiştir.
e. “Korku birliği” mi? Komşuluk erdemi mi?
Diğer taraftan, bu geziye eleştiri yapan tek tük kişilerden biri olan değerli köşe yazarı Cengiz Çandarı’ın yaklaşımı ise, bölgeyi çok iyi bildiğini iddia etmesine rağmen oldukça yanlış ve talihsiz olmuştur.
“ 'korkunun birleştirdiği' bu iki ülke, bu 'korku'dan bir 'işbirliği' üretme yoluna girmek istiyorlar.
Suriye, Türkiye'ye muhtaç olabilir ama Türkiye, Suriye'ye muhtaç falan değil.
söz konusu 'Araplarla yakınlaşma'nın 'mezhebi bir azınlık rejimi'yle yapılması başlı başına bir 'paradoks'.” (Cengiz Çandar, dünden Bu güne Tercüman. 10 ocak 2004)
Öncelikle Cengiz Çandar gibi bir yazardan, iki ülke arasındaki ilişkileri böylesi bir düzlemde değerlendirmesi oldukça yadırgatıcıdır. Kıstasları oldukça sıradan ve düzeyli değildir.
Birincisi; iki ülke ilişkileri Kürt meselesi için gelişmemiştir. Saddam rejimi iktidardayken ve Kürtlere en ağır kıyımları yöneltirken ve Kürt örgütleri bile istisnasız Suriye’de her türlü olanaktan yararlanırken iki ülke ilişkileri dönüşmeye başlamış, soğuk süreç yerini, sıcak ilişkilere terk etmiştir. Olayın dönümü, Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkmasıyla da bire bir ilgisi yoktur. Dünya ve bölgedeki köklü değişimlerin yoğunlaştırdığı, her iki ülke açısından da ciddi değişimlerin başladığı nesnel verilerin birikimi ardından, siyasal tıkanıklıkların karşılıklı iyi niyet dönüşümleriyle ortaya çıkan bir süreçte, bu ilişkiler rayına oturmaya başlamıştır. “Korkular” değil, iki ülke halkının karşılıklı güven ve barış arzuları bu ilişkilere hız vermiştir. Gelişmekte olan ilişkiler, Çandar’ın iddia ettiği, “korku birliği” değil, komşuluk erdemi ağır basmaya başlamıştır. Kaldı ki, Türkiye’nin resmi Kürt görüşü zalim bir milliyetçilik ve şovenizm içinde olduğu bilinmesine karşın, iki ülkenin aralarındaki ilişki açısından Kürt sorununda takınılan ortak tutumun detayları yeterince açık değildir; bilinen o ki, Irak’ın toprak bütünlüğü ve tüm etnik toplulukların haklarının en sağlam güvencelere alınması dile gelmektedir. Zor günler içinde bulunan bir komşuya yaklaşımda tutulacak erdem yolu, toprak bütünlüğünü savunmak olacaktır. Geriye Irak halkının ortak kararı ile gündeme gelecek olan yapılanmalara destek vermek kalır. Irak halkı ortak bir kararla Kürtlerin kendi topraklarının idarecisi olarak federal Irak devletinde yer almalarını onaylayan eğilimleri bu günden belirgin hale geldiği de görülmektedir. Haklı olanda budur.
Suriye-Türkiye ortak ilişkileri, olaylara milliyetçi yaklaşımlarla yönelme eğilimi taşıdığı yerde ve bu özel olarak Kürtlere karşı bir biçim aldığı yerde tüm bölgenin ilerici güçlerini karşılarında bulması kaçınılmaz olur. Bu yönde bir gelişmenin olduğunu bu günden söylemek yanlış olacaktır. Suriye’nin siyasal tarihi bu eğilimlere geçit vermeyecek kadar ilkelerle doludur.
Ancak buna rağmen Türkiye’de Kürt sorunun taşıdığı ağırlık ve önem ve bunun bir uzantısı olarak Irak Kürdistan’ına karşı bakışın ilkelliği, haklı kaygıların taşınmasını dışlamamalıdır. İki komşu ülkenin Kürt sorununda oldukça farklı yaklaşımları olduğu bu sorunun tarihi süreci boyunca da bilinen bir gerçektir. Irak Kürdistan’ı konusunda olası bir görüş birliği ise, Irak’ın bütünlüğünü dile getirmekten öte bir anlam taşıması oldukça güçtür. Suriye Kürt örgütlerinin ana vatanı olduğu gerçeği buna zayıf ta olsa bir kanıt olarak gösterilebilir. Ve her demokrat gibi bizlerde Kürt halkının haklı taleplerine karşı oluşacak her türden haksız tepki ve ittifakların gerici olduğunu, karşısında durulması gerektiğini belirtiriz. Kürt halkı kendi kaderini barışçıl imkanlar içinde belirlemelidir ve bu hakkı, toprak genişletme fırsatı olarak değerlendirmeden yerine getirme çabasında olmalıdır. Bölgemizin hassas dengelerini göz önüne alacak her türden Kürt girişim ve oluşumu tüm bölge demokratlarının onayını ve desteğini görecektir. Kendi kaderini tayin hakkı ne kadar kutsal ise bölgemizde “yeni bir İsrail oluşumu”na (Abdullah Öcalan’ın 4 Haziran 1982’de, 14sol siyasal örgütün, Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi (FKBDC) kuruluş çalışmalarında, bu satırların yazarına ve orada bulunan örgüt liderlerine sözünü ettiği bir tespittir) karşı olmakta o kadar halkların yararınadır. Kürtlerin kaderlerini tayin hakları ve güvenceleri, onurluca yaşam için kazanmaları gereken özgürlük, bölgemizin istikrarı içinde zorunlu bir aşamadır. Bu aynı zamanda Arapların da, Türklerin de özgürlüğü için zorunludur. Başka ulusları ezen bir ulus özgür olamaz.
İkincisi; Suriye’nin Türkiye’ye muhtaç olduğu doğrudur, ama bu Suriye’nin Türkiyesiz olmayacağı anlamına hiç gelmez. Suriye 50 yıldır Siyonistlerle savaşında komşusu Türkiye’nin düşman yaklaşımlarına karşın var olmuş ve ekonomik açıdan dünyanın en kolay yaşanabilir ülkesi olmuştur. Bu anlamda tek yönlü bir ihtiyaç olmadığını söylemeye bile gerek yoktur. Türkiye’nin, Suriye’ye ihtiyacı olmadığı iddiası ise bilgisizlikten ibarettir. Türkiye’nin bu ilişki için on yılı aşkın süredir kapı aşındıran çabalarını görmezlikten gelme anlamına gelir ki, bu iddia yalnızca sahibini küçültür. Çünkü her şey kamuoyu önünde, açıkta ve şeffafça cereyan etmektedir. Bu ihtiyacın ekonomik verileri bu satırların sınırlarını çok aşar; günlük gazete bilgileri bile rakamların ne kadar kabarık olduğunu göstermektedir. Diğer boyutta, sosyal-siyasal kapsamda Suriye’nin olumlu katkıları, iki halkın yakınlaşması yanı sıra, bölgede oynanmak istenen oyunların tezgahlarına karşı, bir direnme unsuru da olacaktır. Bunuda yönetimlere değil halkların yakınlaşmasına güvenerek tespit ettiğimizi söylemeliyiz. Yönetimlerin her kesitte farklı çıkarlar içinde sürdürdükleri hatalara karşı halkların yakınlaşması, bu açıdan önemli bir güven unsuru olduğu yadsınmaz. Beşşar el Esad’ın Türkiye halkları tarafından böylesine içten karşılanması da buna bir işarettir.
Kaldı ki, karşılıklı ihtiyaç olayı ise ne Suriye ne de, Türkiye’nin öznel eğilimlerine bağlıdır, bu olay globalleşen dünyamızın, çağdaş ilişkiler gereği olarak nesnel verilerle gündeme gelmiş bir sonuçtur. Komşuluk ilişkisinin mantığı da bunu gerektirir.
Çandar’ın bu yaklaşımı, ilkel, tek taraflı çıkarlar temelinde ilişki eğilimlerini temsil eden eski dünya görüşü olarak gündeme gelmiştir.
Üçüncüsü; Suriye yönetimini bir “azınlık mezhebi” olarak görmek ve Araplarla ilişki açısından bu kanalı tercih etmeyi “paradoks” saymak, en hafif deyimiyle bilgi eksikliğidir. Öncelikle, bilinmeli ki, Suriye’de yaşamın tüm detaylarına hakim olan Sünni mezheptir. Bu fıkıh açısından olduğu kadar, devlette etkinlik ve yoğunlaşma açısından da öyledir. Alevi olan Cumhurbaşkanı da Sünni mezhep sistemine göre tapınır. Bu birazda Kürt orijinli Turgut Özal’ın Türk cumhurbaşkanı olması gibidir. Kaldı ki, Çandar’ın siyasal ilişkileri mezhep temelinde algılaması ciddi bir hatadır. Siyasal olayları bu açıdan mütalaa edeceksek Türkiye’nin Şii Azerbaycan’la yada Şii İran’la ilişkisini bir yere oturtmak mümkün olamaz. Avrupa birliğine katılımı haklı olarak savunan Çandar’ın, Ortodoks Yunan’la ilişkileri, Katolik olan çoğunluk ilişkisi için bir araca dönüştürme çabalarını izahı mümkün olamaz; Protestanlarla ilişki için, Katolik İtalya’nın Başbakanına duyulan güveni de açıklayamaz. Bu yaklaşımlar Çandar’ın ülkemizdeki mezhep sorunlarına bakışına da önemli bir veri olsa gerek. Kaldı ki, ilişkilere bu açıdan hiç bakılmaz. Elbette ki, mezheplerin toplum ilişkisindeki yerini gözetmek gerekiyor ama bu ilgili toplumla kurulan ilişki kapsamında önemli bir anlam taşır. Türkiye, İran’la ilişki kurarken, İslam dünyasıyla ilişkinin bir aracı olarak bu ülkeyle ilişki geliştirmiyor ki, Yunanistan’la ilişkisi de öyle. Bu ilişkiler ikili komşuluk ilişkileridir ve yükseldiği temel dayanak verili ekonomik ihtiyaçların üzerine iyi komşuluk ilişkileri olan insanlık erdemlerinin bir boyutudur.
Kaldı ki, Suriye’de her kim ki azınlık bir mezhep egemenliği var diyorsa o kocaman bir yalan söylüyor ve Suriye hakkında hiçbir şey bilmiyor demektir. Bunu anlatmaya nereden başlamak gerek, Arap aleminin en önemli Sünni İslam Eğitim Enstitülerinin Suriye’de olduğunu, bunların devletin özel ve yoğun fonlarıyla beslendiğini belirtmekten mi? Yoksa Evkaf (Vakıf) Bakanlığının dev bütçesi ve kadrosuyla yalnızca Sünni mezhebe hizmet ettiğinden mi bahsedelim. Şiiliğin bile ağır takip altında olduğu (yayın dağıtım basım hakları diyanet işlerine bağlıdır, o da Sünni fıkha aykırı bir basım ve yayıma asla izin vermez), Aleviliğin ise hiçbir şekil ve surette yasal bir tapınma, yayın vb. haklarının olmadığını mı belirtelim. Devlet yönetiminde nüfus oranına göre hakkının çok altında yer alan Aleviler, sıradan kadrolarıyla, yoğun işsizleriyle, fakirliğin ağır baskısı altında olmalarıyla, Suriye toplumunun egemenleri olmaktan çok uzaktadırlar. Geride “Alevilerin ordudaki ağırlıkları” yalanı bulunuyor. Bu konuda Alevilerin orduda yer alma tarihleri irdelenince görülecektir ki, ordu açlıktan, işsizlikten kurtulmanın sığınağı olmuştur. Asker olmayı, vatan savunmayı, nöbet tutmayı aşağılayan klasik Arap anlayışı (Kurulan tüm Arap devletlerinde askerlik ya Türkler gibi yabancı millet insanlarına ya da çaresiz ve kimsesiz Arap avamına ait angarya bir iş olarak görülmüştür, yalnızca komuta etmek emir verici mevkide bulunmak kabul edilir bir görev sayılmıştır) Alevileri devletin siyasal işlerinden uzak tutan baskıncı tutumlarıyla birleşince, Alevilerin ordu görevinde asker olarak yığılmaları gündeme gelmiştir. Bu günün verileriyle de Suriye ordusunda yüksek rütbeli subay sayısı bir elin parmak sayısı kadar bile değildir. Bu alanla ilgilenen her kes, bu gerçeği net olarak bilmektedir.
Buna karşı Suriye kanalıyla Arap alemine girmenin bir çok avantajı bulunmaktadır. Suriye bu gün Arap aydınlarının başta olmak üzere tüm siyasal çevrelerin yoğun desteğini almış laik bir ülkedir. Arap coğrafyasının kuzey sınırıdır ve kuzey tüm komşularının kapısıdır. On yıllardır süren siyasal istikrarıyla güven verici ülkedir. İç sorunlarında ortaya çıkan kimi olumsuzluklar yeni yönetimle izi silinmek üzere önlemlere muhataptır. Açılımlarıyla , dünyanın bir parçası olarak küreselleşmede yer alma arzusuyla da önemli bir çağdaş dönüşüm aşamasındadır. Arap halkları bu gelişmelerden de etkilenmekte Suriye’yi kendilerine artan oranda yakın görmektedirler. Bu kanaldan Araplarla kurulacak ilişkiler, çok daha verimli ve kalıcıdır. Kaldı ki, komşu ülkeler arasında yakınlaşmadan, barış ve dayanışmadan başka bir tercih olabilir mi. İki komşu, birbirlerinin iç işlerine karışmak istemedikçe, kimin ne mezhep ve meşrepte olduğunun ne ölçüde engelleyici yanı olabilir; Bu ilişki emperyalist devletlerle sürdürülen ve çoğu kez kölelik anlamına gelen ilişkilerden bin kat daha iyidir.
Sonuç
Bu satırların yazarını tanıyanlar Arap orijinli, yurtsever, devrimci-demokrat bir Türkiye vatandaşı olduğunu bilirler. Her türden milliyetçiliğe karşı mücadele etmiş ve yönetimlerin gazabına uğramış biri olarak, bu gün iki ülke arasında gelişen sıcak ilişkilerin iki halkın doğrudan yararına olduğunu belirler. Yönetimlerin halk karşısındaki olumsuzluklarına ve bir birleriyle düşmanlıklarını halkların sırtına yıkma yarışlarına tanık olarak da bu gelişmeyi, bir olumluluk adımı olarak değerlendirir. Ayrıca kendisini ve halkını birincil derecede ilgilendiren sorunların er yada geç, kimseye zarar vermeden, barışçıl yollar sonuna kadar temel alınarak çözülmesi gereğine inanır. Hatay davasını da, bu çerçevede görür. Avrupa birliğinde yer almak, çağdaş uygarlığın bir unsuru olmak, demokrasiyi, özgürlüğü ve insan haklarını savunmak, bölücülüğe prim vermeden, hukukun üstünlüğüyle kazanımların kalıcı olmasına çalışmak bu aşamanın uğraş verilmesi gereken haklı görevleridir. Birey olarak bizlerin bu süreçte kazanacağı tek başarı halkların barış ortamında gelecek kuşaklara güvenli bir ortam sağlaması olacaktır. Bu da on yıllardır uğruna mücadele ettiğimiz değerlerle bire bir örtüşen bir hedeftir. 12 Ocak 2004.
Mihrac Ural
12 Ocak 2004
6 Ocak 2004 tarihi itibariyle, 57 yıllık bir kesintinin ardından Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar el Esad’ın Türkiye ziyareti başladı.
İki komşu ülke arasında yarım asırdır süren soğuk savaş, yerini sıcak ilişkilere bırakmaya başladı. Bu gelişme iki halk ve iki ülke için çok önemli ve verimli bir gelişmedir. Bölgemiz açısından arzulanan bu adım, geç kalmış bir adım olarak, hızla aşılması gereken bir dizi görevi de gündeme getirmektedir. Olayları yakından takip etmeyenler için sürpriz sayılacak bu gelişme, gerçekte tarihsel, sosyal ve siyasal bir dizi gelişmenin, ağır adımlarla ilerlemesinin ürünü olarak ortaya çıktı. Bu da, her iki tarafın öznel çabası sonucu bu düzeye vardı. Nesnel verilerin hazırladığı ortam üzerinde iyi niyetle gelişen iradeci çabalar, komşuluk ilişkisinin gereklerine uygun bir süreci açmış oldu. 57 yıllık kopma, bu adımla aşılması ve değişmesi için gerekli ilk adımları oluşturdu.
İki ülke arasında gelişen iyi komşuluk ilişkisinin doğru kavranması için arada var olan sorunların tarihsel gelişimleriyle birlikte kavranmasının önemi bulunmaktadır. İki halk arasında ortak tarihten gelen olumlu ilişki zemini, ülke yönetimlerinin uzun yıllar bir soğuk savaş olarak karşılıklı sürtüşmelerini oluşturan temel konuları ortadan kaldıramamıştır. Bu gün yönetimlerin attıkları olumlu adımlara rağmen bu sorunlar varlığını korumaktadır. İyi ilişkiler bu sorunların gölgesini üstünde taşıyarak devam edecektir. Olası gelişmelerin de, sürpriz olmaması için, bu olayların kavranması gereği bulunmaktadır. Bu açıdan, İki ülke arasındaki sorunlar kategorik olarak üç başlık altında toplanabilir. Birincisi; Güvenlik sorunu, ikincisi; Su sorunu ve üçüncüsü; Toprak yada Hatay sorunu.
a. Güvenlik sorunu
Bilindiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı sürecinin bir sonucu ve bakiyesi olarak ortaya çıkmıştır. Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ün ileri görüşlü perspektiflerinin bir ürünü olan farklı bir planın yaşama geçirilmesiydi. Başka milletlerin servetlerini talan ve topraklarını istila etme maceraları arkasından gitmeyen, Osmanlının gaspçı, talanca sisteminden kopan ve kendi üreten ve onunla onurlu bir yaşam sürdürmeye kararlı bir toplum perspektifinin inşası olarak gündeme geldi (bu belirlemeler Atatürk’e aittir, aktaran Cemal Kutay, Türkçe ibadet s:154). Bu adımla dünya uluslar topluluğu içinde yerini alan Türk milleti, tarihten gelen ve elinde kalan Osmanlı mirasından aynı anda kurtulabilen bir devlet inşa edemiyordu. Yeni devlet toprak sorunu başta olmak üzere, etnik sorunların da içinde olduğu bir dizi sorunu sırtında taşımaya devam etmişti. Bu güne kadar gelen Kürt sorunu, komşu ülkelerle düşmanlık çemberi içinden çıkamamanın nedeni olan topraklar bunu anlatır. Komşu ülkelerle var olan sorunlar yanı sıra, kopmanın da bu süreçte oynadığı önemli bir rol vardır; kopma ortak değerlerden uzaklaşma olarak görülebileceği gibi, Batıya yönelmenin getirdiği komşu ihmali ve bunlar arasında ortak tarihi okumanın en önemli unsuru alfabenin, bir siyasi kararla değiştirilmesini eklemek gerek. Buna, Atatürk zamanında ve sonra gelişen şoven eğilimlerin yarattığı kaoslarla, komşuluk ilişkilerinde bu güne kadar gelen güvenlik sorunları eklenmiştir. (bunun en belirgin unsurları başlangıcından itibaren Kıbrıs sorunuyla ilgili olay ve gelişmeler, Hatay’ın ilhakı, Musul Kerkük sorunundaki eğilimler söylenebilir). Ayrıca, Türkiye’nin dünya kamplaşmasında almaya kendini mahkum ettiği haksız yer, Nato’nun bir üyesi ve bölgede tüm halkların nefretle andığı haksız askeri-siyasi ittifaklarla komşularına karşı bir tehdit unsuru olması güvenlik sorununu zaman içinde ağırlaştıran bir sorun haline getirmiştir. Bu süreç artan ekonomik istikrarsızlık, askeri darbelerle at başı giden siyasal çalkantılar, insan hakları ihlalleri de eklendiğinde dışta komşularıyla olduğu kadar içte kendi halklarıyla da barışık olmayan, tıkanmış, zoru tercih eden bir ülke olma konumuna düşmüştür. İşte bu verilerin ortamından, son on yılın dünyada ve ülkemizdeki ciddi değişimlerin dinamikleriyle bir değişim trendi yakalanarak yaşanan farklılaşma ki, bunların başında Avrupa Birliğine katılma ve bu anlamda çağdaş uygarlık standartlarına ulaşma çabası, bu gün gözlenmeye başlanan komşularımıza iyi ilişkiler kurma girişimlerini gündeme getirmiş oldu. Tekrar belirtelim ki bu gelişmeler niyetlerin dinamikleriyle değil, nesnel koşulların doğal evrimi sonucu ortaya çıkan gelişmeler üzerine niyetlerinde olumluya doğru kaymasının bir sonucu olarak gündeme gelmiştir. İyi niyetin rolü üzerinde söylenecek bir şey varsa, o da iki ülke halkının bir birine olan sevgisi ve saygısının değişmeden bu sürece bu gün hizmet etmekte olduğudur; yönetimlerin bu açıdan tarihleri hiçte iç açıcı olmamıştır.
Bu sürecin daha da derinleşip sürmesi, tüm bölge halklarının yararına olacağı gerçeği göz önüne alındığında, Türkiye’nin üzerinden atması gereken daha çok olumsuz eğilimlerin sırada beklediğinden söz etmek yanlış olmayacaktır.
Her şeye rağmen, komşuluk ilişkilerinin mantığı gereği, ilişki kurmak tüm tarafların karlı çıkacağı bir süreç inşa etmek anlamına geliyor. Bu süreci, kimi ilkel milliyetçi kafaların sandığı gibi “Türkiye’nin büyüklüğüne, Türkiye’nin gücüne” ( bu her ne demekse) ve bundan kaynaklanan baskınlığının kerametine bağlamak yanlış olduğu kadar, Türkiye’nin komşularıyla on yıllardır süren soğuk savaşının bilinç alt yapısına önemli bir işaret olarak algılanmalıdır. Oysa, komşularla iyi ilişki kurmak Türkiye’nin ertelenmez bir ihtiyacıdır ve bu ihtiyaç Türkiye’nin on yıllar içinde süren ekonomik, sosyal ve siyasal nesnel yapısının birikim verilerinin kaçınılmaz bir ürünü olarak gündeme gelmiştir. Halkın komşularıyla barış içinde olma isteği ise hiç kaybolmayan bir değer olarak buna eklenince itici bir güç oldu ve iyi komşuluk ilişkisine dinamik kattı. Türkiye halklarının demokrasi ve özgürlük mücadelesinde kat ettiği mesafe bağnaz yöneticiler üzerinde öylesine etkin rol oynadı ki, gelişen nesnel olanaklarla birlikte bu süreci açmaya zorlamış oldu. Bu adımlar, Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu, Hatay sorunu, su sorunu, güvenlik sorunları gibi bir dizi temel konuda atılması gereken önemli adımlar olsa da, süreç başlamış bulunmaktadır. Suriye ile gelişen iyi komşuluk ilişkileri bu açıdan önemli bir adım olarak iki halkın yararına ve arzularına uygun olarak gündeme gelmiştir.
Suriye Türkiye ilişkileri tarihi önemli ortaklıkların tarihidir. Ama bu ortaklıkta Osmanlı zulmünün 500 yıllık etkisi ve dayanılmaz ağırlığı olduğu bilinmelidir. Yeni dönem ilişkilerin hassasiyeti de buradan beslenir. Buna karşın yeni sürecin kökleri için Cumhuriyet Türkiye’sini baz almak yanlış olmayacaktır. Ne yazık ki, bununda çok olumlu izleri bulunmamaktadır. Suriye Fransız sömürgecileri altında inlerken, Hatay sorunun gündeme gelmesi ve Türkiye’nin gayri meşru şekilde bu sorunu ilhakla sonuçlandırması Suriye için unutulması güç kanayan bir yara olmuştur. Türkiye, özgür bir Suriye devletiyle bu sonuca gitmiş olsaydı böyle bir yaradan söz etmek o kadar gerekli olmazdı. Burada detaylara haklı haksız tespitine yönelmekten çok, tarihi sorunların gerçekliğiyle nasıl algılandığına bir işaret yapmaktayız. Zira gelişen yeni ilişkilerin kaderini de bu ayrıntılar etkileyecektir.
İki ülke ilişkileri Cumhuriyet dönemi yıllarında Hatay davasının açtığı yarayla sürerken, II dünya savaşı sonrası koşullarda yeni yaralar aldı. İki ülke farklı kampların rekabetinde karşıt taraflar olarak yerlerini aldılar. Bu süreçte, güvenlik sorunları eklenmeye, yoğunlaşıp ağırlaşmaya başladı. İsrail devleti, Avrupa’nın II. dünya savaşının bir kefareti olarak, Filistin Arap halkının toprakları üzerine zorla konumlandırılırken, açılan ve bu güne kadar süren savaşlar dizisinde, Türkiye olağan üstü olumsuz rollerle Arapların karşısında yer alarak bu ilişki tarihine en karanlık sayfaları eklemiştir. Arap halkının algılayışında Türkiye bir ABD maşası, İsrail Siyonizminin ortağı olmuştur. Güven bunalımı bu açıdan, Türkiye’nin yanlış politikaları, emperyalist talepler arkasında sürüklenişinin bir ürünü olarak belirmiştir. Suriye, bu süreçte Türkiye’ye karşı hiçbir olumsuz tutum almamıştır. Buna, bu günlerde daha yoğun olarak seslendirilmeye başlanan kimi gizli İngiliz belgelerinden de anlaşıldığı kadarıyla, Türkiye’nin Nato’da yer alması, Kore savaşına asker ihraç ederek maşalık yapması değil, ama aynı zamanda Ortadoğu’da Osmanlıcılık yapması, bölgeyi denetim altına alarak, Sosyalist Blok’a karşı bir kalkan oluşturması taleplerine evet demesini de eklemek gerek. Bölgede Osmanlıcılık demek, Sadabat paktı demek, kirli ikili ilişkilerle bölge ilerici yönetimlerini kuşatıp çökertmek demek, muhaliflere yataklık yapmak ve destek vermek demektir. Irak krallığıyla, zalim İran şahlığıyla, Ürdün Krallığıyla geliştirilen gizli ve kirli ilişkiler bu gün belgeleriyle açığa çıkmaya başlayan gerçekleri yansıtıyor. İşte bu dönemde Türkiye komşularıyla kendini hapsettiği düşman çemberini kendi elleriyle, emperyalistlerin talepleri doğrultusunda kuruyordu. Bunlar bilinmeden, bu gün olumluya doğru eğilim gösteren ilişkilerde, kimin ilk adımları attığı ve neden atmakla yükümlü olduğunun anlaşılması mümkün olamaz. İşte bunlar, ikili olduğu kadar, tüm komşularla ülkemizin içine sürüklendiği güven bunalımını yaratmıştır. Suçu kimsede aramanın bir faydası yoktur. Tarih bilgisi olmayanların bu konuda takılı kaldıkları yer, hiçbir şeyi izah etmeye yeterli değildir. PKK olayı, bu tarih içinde devede kulak bile değildir. Bunlara Arapların İsrail Siyonistleriyle tüm savaşlarında ABD‘nin Türkiye’deki üslerinin Arapları sindirmek için kullanılması gerçeği, komşuluk ilişkilerinde işlenen tarihi ve vahim olayları anlatmaya yeterlidir. Bu açıdan Türkiye’nin kendine ördüğü düşman çemberini değerlendirirken, insaf ve bilgi sahibi olmak zorunludur diyoruz.
b. Su sorunu
Su bölgemizin çok ihtiyaç duyduğu yaşamsal bir kaynaktır. Türkiye dahil hiçbir ülkenin su kaynakları kendine yeterli değildir. Buna ekonomik olmayan su tüketimini eklediğimizde bu gün ve yarın için ne ölçüde büyük sorunlarla karşı karşıya kalınacağı açıktır. Bu sorunun her ülke içinde dengesi açısından olduğu kadar komşular arası ortak su kaynaklarının adil bir biçimde paylaşımı için de, ciddi önlemlerin alınması gerekmektedir. Bu açıdan, bir ülkenin çok yararına olan kimi girişimler, komşu ülkenin çıkarlarını zedeleyici olabilir. Denge bu açıdan çok önemlidir. Elbette ki, her ülke kendi kaynakları üzerinde tasarrufunu kimseye bağlı olamadan yapmalıdır. Uluslararası yasalarla düzenlenmiş ortak kullanım kaynaklar düzenlenmesi komşuluk haklarının göz önünde tutulmasını zorunlu kılıyor. Türkiye-Suriye arasında su sorunu bu bağlamda çözülebilecek, sorun olmaktan çıkarılabilecek bir özellik taşımaktadır.
İki ülke arasında su sorunu, Türkiye’nin değişen ekonomik konjonktürü gereği artan enerji talepleri doğrultusunda Fırat ve Dicle nehirleri üzerinde yoğunlaşan barajların suyu denetim altına almasının bir sonucu olarak kendini hissettiren bir konuma getirmiştir. Türkiye doğal olarak kendi enerji ihtiyacını karşılama uğraşısındadır. Ama bu uğraşı hesapsız ve komşuluk gerçeğini hiçe sayan bir tarz alınca tepkiler başlamış, Suriye’nin yardım çağrılarına Arapların tepkileri eklenerek ciddi bir boyut almaya başlamıştır. Bunda Suriye’nin sulamada verimli yöntemler kullanmaması, savaş ortamında bu ekonomik yaklaşımlara bakmamasının da rolü olduğunu söylemek gerek. Fırat ve Dicle gerçekte iki dev nehirdir ve hedeflenen 48 baraj inşasına rağmen artığı komşulara yeterlidir. Suriye uluslar arası kurallara bağlı olarak bu sulardan hakkı olan miktarı yazılı bir anlaşmayla resmileştirmek istemektedir. Başbakanlığı sırasında 1992’lerde Suriye’yi ziyaret eden Demirel, bilinen demagoji uzmanlığıyla olayı, “Atatürk barajı inşa süreci boyunca 500 m küp/sn su verme” anlaşmasına indirgenmiştir. Sonradan yaptığı açıklamalarla Demirel, devlet adamlığına yakışmayacak üslupla, komşu ülkeyi nasıl aldattığını açıklamış ve bu anlaşmayla Türkiye’nin uluslar arası bir anlaşmayla elinin kolunun bağlanmasını nasıl engellediğini dile getirmiştir (zira, yapılan anlaşma yalnızca “Atatürk Barajının bitimine kadar” diye bir belirleme yapmıştı, yani “bitince”, anlaşmada bitiyordu). El oğlu uyumuyor ya, komşu Suriye bu gerçekleri adım adım izliyor ve içine düşürüldüğü oyuna karşı ciddi bir güven bunalımı yaşıyordu. Burada bir kez daha eğri oturup düzgün konuşulmalıdır, bu güvensizlik furyasını kim inşa etti. Bu gün yönetimde bulununlar bu gerçeği muhalefetteyken çok iyi seslendiriyorlardı, şimdi dün söylediklerinin yükümlülüğü altında olup olmadıklarını göstermek durumundalar. İşte, emperyalistlerin ülkemize biçtiği rolün, elli yıl içinde nasılda tüm hedeflerine ulaştığı açıkça görülmektedir. İngilizlerin 30 yılı aşkın gizli belgelerinin bu konuda açığa vuracağı daha çok şeyin olduğu bilinmelidir.
c. Müslüman kardeşler ve PKK
Bu sürecin son yıllarında, yani 80’li yıllarda, Suriye ciddi bir gericilik tehlikesine maruz kalmıştır. Belki dünyanın, İslam terörüne maruz ilk ülkesi olmuştur. Müslüman Kardeşler örgütü isyanlara, çoluk çocuk, aydın, bilim adamı, subay, din adamı katliamlarına, ilk okullarda toplu katliam bombaları patlatmaya başlamıştı. Suriye kan gölüne döndüğü bu kesitte, bir taraftan Saddam yönetimi diğer taraftan Türkiye, Müslüman Kardeşler örgütüne yoğun destek sunmaya başlamıştır. Maddi, askeri, teknik, iltica, iş olanağı vb. imkanlar su gibi akmaya başlamıştı. Bu dönem Saddam, Türkiye’nin en iyi dostu olma yanı sıra emperyalistlerin en gözde lideriydi. Biraz tarih bilgisini zorlayan gazete okuyucusu bile bu gerçekleri hatırlayacaktır. Bu dönemde ne PKK nede başka bir şey ortada vardı. Bu süreçte öylesine amansız katliamlar sürdürüldü ki, Saddam’ın bombaları şehri Şam’da yüksek rütbeli subayları topluca katlederken, Türkiye’nin bombaları Bihşin köyünü silah deposu haline getiren ve Türk vatandaşı olan militanlar eliyle kitle ulaşım araçlarında, tren vagonlarında ve yolcu otobüslerinde suçsuz insanları topluca katlediyordu. Yüzlerce Suriyeli masum insan bu bombalarla katledildi (TC vatandaşı bu cani teröristler, yakalandıklarında katliamlarını tüm detaylarıyla televizyonda açıkça itiraf etmişlerdi). Suriye elinde kullanabileceği onlarca koz olmasına rağmen, bu katliamlara karşı misilleme yapmaya kalkışmamıştır. Vatandaşlarının çektiği acıyı başkasının çekmesini istememiştir. Bunu, ilke olarak benimsemiş bir geleneğin, iyi komşuluk ilişkisi kapsamanda sürdürmeyi tercih etmiştir. Bu kasvetli süreçte özverili taraf olarak Suriye’nin komşuluk erdemi, olumsuzluğun aşılmasına ve bu günlere gelinmesine temel teşkil etmiş olduğundan bahsetmek yanlış olmayacaktır. Bu süreçle kesişen PKK yükselişi ise, bir Suriye dürtüsü değildir.
PKK Kürt halkının bağırda doğmuş haklı ve tarihi gerçekliği olan bir davanın öncülüğünü ve sözcülüğünü yapıyordu. Türkiye’nin bir iç sorunundan kaynaklanmıştı ve o tarihin özellikleri itibariyle (sosyalist sistemin çözülüşü, ulusalcı yeni hareketlerin, oluşan ideolojik boşlukları tüm dünyada doldurmaya başlaması ve biriken Kürt sorununun inanılmaz bir zulümle inkar edilip ve kıyıma uğratılmasının etkisiyle) yükselme trendi yakalamıştı. Bu kesişme Suriye’nin, Irak’ta ki dahil, bölgenin tüm Kürt örgütlerine karşı sürdürdüğü sempati ve açılımla birlikte kendini gösterince, Suriye’nin PKK’yı Türkiye’ye karşı kışkırttığı yönünde, bir yanlış algılamaya yol açmıştır. Bu satırların yazarı, bu ilişkilerin en yakın tanığı olarak iddiayla belirtir ki, Suriye yönetimiyle, PKK arasında ciddi hiçbir organik bağ yoktu ve olmamıştı. Tersi sorunların yaşandığına dair verilecek bir çok örnek yaşanmıştır. 82 askeri faşist darbesinin ardından on binlerce Türkiyeli devrimcinin özgürce sığınabildiği bir alan olarak Suriye’nin bu anlamda sağladığı olanak dışında bir şeyden bahsetmek, abartmadan ibarettir. Kaldı ki, Suriye bu yoğun ilticayı Lübnan alanına sürmek için inanılmaz baskılar dahi yapmıştır. İsrail’in Lübnan istilasında direnen Türkiyeli örgüt ve devrimci militan yoğunluğu, bunun bir göstergesi ve tanığıdır.
İki ülke, bu gerçeklerin bilincinde yeni bir süreci başlatırken, iyi niyetli olmalıdır; nesnel verilerin iyi ilişkiler için hazır olduğu bir ortamda öznel niyetlerin iyi olması tayin edici mahiyette olur. Ancak bu, var olan gerçeği değiştirmese de. Bu yüzden genele bakmayı, ilişkilerin bütünündeki yararlı unsurları, özeldeki, tarihten gelen çözümsüz ve sorunlu unsurların önünde tutmaya çalışılmalıdır. Bu yöntem, iki halkın yararına olan yöntemdir. Bu sürecin ilk işaretleri üzerine söylenmesi gereken, Türkiye’nin bellirginleşen ekonomik dönüşümleri ve bunun ihtiyaçlarıyla birlikte başlayan açılımları daha çok iyi niyeti gerektirdiğidir. Türk halkına ağır bir fatura olarak dayatılan ekonomik gelişmeler, dışa açılım ihtiyacı doğurdukça komşulara daha sıcak bakmayı dayatmış oluyordu. Gerçek paradoks buydu.
Türkiye 90’lı yıllarla birlikte hızla bir anlayış farklılığına girmiştir. Özal yönetiminin iktisadi süreçlerinin temel dürtüleriyle bölgenin pazarlarına açılma çabası, komşu ülkelerle tarihten gelen sorunlarla tıkalı olan ilişkileri değiştirmeyi zorlayan bir unsur olmuştur. Bu sürecin içte, Türkiye halkına yararlı olup olmadığı sorunu bir yana bu sürecin mantığı gereği komşulara açılma eğilimi taşıması, sonuçları itibariyle iyi komşuluk ilişkilerine bir başlangıç adımı oluşturdu. Buna karşılık, Suriye’nin Arap topraklarını işgal eden ülkelerle bilinen, ilişkileri en alt düzeyde sürdürme geleneği Hafız el Esad dönemi boyunca sürüyordu. On yıllardır üst düzeyde önemli bir sonuç gösteren hiç bir ilişki geliştirmeyen iki ülke, Özal’ın atılımıyla, Türkiye’nin ısrarlı talepleriyle farklılaşmaya eğilim gösterdi. Bunu Demirel’in 92 ziyareti izledi.
Bu arada çok ciddi bir sorun patlak verdi. Bir askeri Türk komutanı, siyasi kaygı duymadan ve siyasilere yönelmiş bir aşağılama girişimi olarak Suriye’ye karşı PKK nedeniyle saldırı tehdidi savurdu. Bu tehdidin arkasından sürüklenip-yuvarlanarak seviyesizliklerini gösteren siyasiler, başta Demirel olmak üzere, Başbakan Mesut Yılmaz ve ortakları bir ağızdan savaş tellallığı yapmaya ve bu satırlarda anılması mümkün olmayan sokak ağzıyla, Suriye’ye ve yönetimine ve liderine ağır küfürler yönlendirilmeye başlandı. Savaşın ne olduğunu, nasıl sürdürülebileceğini bilmeyenler, Kıbrıs gibi, düzenli bir silahlı gücü olmayan adada paniklemeyi ve bunun sonucu iki çıkartma yapmak zorunda kaldığını hatırlarına getirmeden, sırtlarına yığılmış 100 milyar dolarlık dış borcun utancını da umursamadan, bir hafta içinde 50 yıldır İsrail gibi ABD destekli dev teknoloji ve dev lojistik imkanları olan bir ülkeyle savaşarak ayakta kalmış Suriye’yi bir baştan bir başa işgal edeceklerini iddia etmeye başladılar. Öylesine bir gürültü koptu ki, Osmanlının fütuhat naraları bir kez daha depreşmeye başlatıldı. Demirel, ağır lafları arasında en hafif olanı Hafız el Esad’ın başını duvarlara çarparak nasıl ezeceğini ilan ederken (Samandağı mitingi), Mesut Yılmaz, Esad’ın gözlerini nasıl oyacağını anlatıyordu (Diyarbakır mitingi). Bu mahalle kabadayıları bir taraftan, savaş tamtamlarını çalarken diğer taraftan, siyasal tercihleriyle halklarının sırtına borç dayamakla kalmayıp, Türkiye tarihinin en ahlaksız hortumculuğuna çanak tutup, suiistimallerini yürütüyorlardı. (Bu dönem ve sonrasının kirli işleri, bu gün, bu taifeyi (Yılmaz ve Bakanlarını) yüce divana kadar götürmüş bulunmaktadır). Bu kasvetli ve karanlık niyet günlerinde Suriye, heyecana kapılmadan ve laf kalabalığına pabuç bırakmadan bu serseriliği izliyordu. Bu satırların yazarı, bu süreci detaylarıyla izlerken, iki halkın birbirine karşılıklı duyduğu sevgi ve saygının maceracı yöneticilerin ayakları altında ezilişine tanıklık ediyordu. Suriye dirayet göstererek, PKK liderinin ülkesi dışına çıkmasına sessiz kalmayı tercih etti. Türkiye bunu Suriye’nin korkaklığı ve askeri tehdidin başarısı olarak algıladı. Oysa gerçekler çok farklıydı. Siyasilerin bir askerin arkasından sürüklenişiyle dünyaya gösterilen mahkumiyetleri bir yana, savaş olasılığından duydukları korkuyu, “savaşı engelleyen adam olarak” Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’e Türkiye’nin en büyük ödülü olan Atatürk Nişanı, büyük bir törenle sunuluyordu. Bu da demagojinin bir boyutuydu ki, Türkiye komşularıyla soğuk savaşını hep bu kirli araçlarla sürdürüp yoğunlaştırmıştı.
d. Yeni dönem
Bu sürecin ardından bir yumuşama dönemi ve sessizlik geldi. Hafız el Esad’ın ölümü ve başsağlığına Türkiye Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Suriye’ye bakanlarla birlikte gidişi, bir anlamda uzun yıllar yanlış yapan tarafın öz eleştiri yapması olarak algılandı. Suriye, bu süreçte gelişen bir çok nesnel gelişme, PKK liderinin Suriye’den çıkışıyla gevşeyen gerginlik üzerine yoğunlaşan bu jestlere tepkisiz kalamazdı. Ve özellikle AKP hükümeti döneminde Abdullah Gül’ün Başbakan olarak ve dış işleri bakanı olarak sürdürdüğü ısrarlı ilişkiler, artık iki ülke arasında görmezden gelinmesi mümkün olmayan bir nitelik değişimi zorlamaya başlamıştır. Bu süreçte on binlerce ticari taşıtın Suriye güzergahından transit geçişi, günlük binlerce yolcu otobüsünün gidiş gelişi, bavul ticaretinin ilerlemesi, Türkiye üretimi gıda, tekstil vb. emtianın piyasaya inmesi iki ülkenin ilişkilerinin artık değiştiğini ifade ediyordu. Beşşar el Esad’ın gezisi ise, bu gerçeğin resmen onaylanması olarak belirdi.
Bu iyi komşuluk ilişkisi Suriye’nin de acil bir ihtiyacıydı. ABD’nin silahları boynuna dayanmıştır, Irak işgali, Suriye’nin işgal edilme denemesi gibiydi. Tıkanmış İsrail Arap savaşlarının boğucu ağırlığı, tüm gücüyle daha çok Suriye’nin boğazına yapışmış bir kement gibiydi. İktisadi açıdan ciddi sorunlar yaşanmakta, açılım ertelenmez bir adım olarak gündemdeydi. Beşşar el Esad’ın ilk parlamento konuşmasında dile gelen özgürlük havası karşısında ciddi bir eski asker direnmesiyle karşı karşıya bulunuyordu. İçte dönüşümün ağır aksak seyredişinin sıkıntılarını dışa açılmakla gidermenin yolları aranıyordu. Türkiye bunun en yakın alternatifi ve bölge dengeleri açısından en önemli adımı olarak algılandı. Böylece karşılıklı başlayan iyi niyet sonuçta bu doruğa kadar yükselmiş oldu. İyi de oldu.
Saydığımız ve üzerine eklenebilecek tüm olumsuzluklara rağmen komşu iki ülkenin halkları arasında derin bir kültürel, sosyal, ekonomik tarih ortaklığı bulunuyor. Yüzyılları kapsayan bu ortaklıkta olumlusuyla olumsuzuyla paylaşılan ortaklık iki halkın birbirine karşı sevgisini de kaynaştırdığı bilinmektedir. Ortak din’in ve dilde oluşan alışverişin kolaylaştırdığı ilişkiler (Arapça’nın etkin şekilde Osmanlı Türkçe’sinde tedavül edilmesi) iki halkın ekonomik ilişkilerini de derinden etkilemiş Halep ve Şam şehirlerini, dini olduğu kadar ekonomik bir merkez haline getirmiştir. Viyana kapıları önünde bozguna uğrayarak Batıya daha çok yönelme umutlarını kaybeden Osmanlı’nın, şarka yönelişi ve artan oranda dine sarılması (hilafetin alınması da dahil) Suriye güzergahını daha etkin bir ortak konumuna getirmiştir. Bu ilişkiler Cumhuriyet Türkiye’siyle birlikte kesilmesine rağmen iki halkın bilinç altındaki tarihi ortaklığı anlamında kesilmemiştir. Bunu anlamak için Türkiye halkının bu dönem boyunca Arap halkıyla olan gönül bağını ve dayanışmasını yaşanan tüm siyasal olaylarda gösterdiği duyarlılıkta görmek güç değildir. Filistin davasına gösterilen ilgiden, İsrail Siyonistlerine karşı tepkiye kadar bu duygular her koşulda kendini göstermiştir. Yönetimlerin bir birlerine en derin düşmanlıkları sergilediği bir koşulda bu eğilimler hiç değişmemiştir. Söylemek istediğimiz, Türkiye halkının, Beşşar el Esad ve hanımına gösterdiği yakınlığın köklerinde bu tarih bilinci olduğudur; 60 yıl aradan sonra nesnel verilerin değişimine bağlı olarak (bunu “çıkarların” değişimi olarak da okuyabilirsiniz) değişen yönetim ilişkileri, her zaman iki halkın birbirlerine güven sevgi ve saygıyla bakan zeminini bulmuştur.
Bu ortam doğal olarak arada tarihten gelen sorunları unutmadan, hızlı bir yakınlaşmayı getirmiştir. Bu yakınlaşma sürecinde, arada kalan sorunların zamana terk edildiğinin açıklanması, bir yandan çözülebilir olduğunu diğer yandan genel ilişki önünde mutlaka gündeme sokulması gereken bir sorun olarak dayatılmaması gerektiğini iki taraf anlayışla karşılamıştır. Toplumlar, insan yarasının az olduğu sorunlarda, toprak güvenlik su vb. daha kolay anlaşabiliyor ve toleranslı olabiliyorlar. Arada ne toplu katliamların ne bombalarla yakılan canların olmadığı bir koşulda tarihten gelen değerlerle birlikte tıkalı olan ilişkiler daha kolay açılabiliyor. Arap İsrail ilişkisiyle Arap Türk ilişkisi arasında bu ciddi farkın rolünü unutmamak gerek. Türkiye-Suriye iyi komşuluk ilişkisine tepkinin yalnızca İsrail’den gelmesi bunu anlatmaya yeterlidir. Beşşar el Esad’ın ziyaretini engellemek dahil, uzun süredir sürüncemede bırakılan su alışını “ilke” olarak onaylama oyunları, gerçekte Türk halkının gözünden kaçmayan sahtekarlıklar olarak belirmiştir. Mehmet Ali Birand’ın İki ülke ilişkilerinden İsrail’in rahatsızlığına ilişkin sorduğu soruya Esad’ın verdiği yanıt, “ iki ülke ilişkileri İsrail olmadan ve olmasına rağmen süren ilişkilerdir, bu ilişkiler tarihten gelmiştir ve eski sayfanın temizlenerek sürmesi gibi bir devamlılığı göstermektedir, rahatsızlık duyanlar olursa bunun hiçbir etkisi olmaz” yönünde oldukça anlamlı ve bu gerçeklere parmak basıcı nitelikteydi.
Geride hiçbir gizli niyet taşımadan, gerçek iki komşunun birlikte kazanacakları bir sürecin ilişkisi olarak iki tarafın atacağı ve derinleştireceği bağlarla büyüyecektir. Bu ilişkide ne zayıf ne de güçlü taraf vardır eşitler arasında bir ilişki ilkesi vardır. Bunu anlamak için dünyada yaşanan en tehlikeli süreçlerinde, iki tarafın birbirlerini hiçe sayarak var olduklarını ve bu güne kadar geldiklerini bilmek yeterlidir. Aksi olsaydı, bu gün birinin diğeri karşısındaki duruşu böyle olmazdı.
İki ülke arasındaki ilişkiye, geleneksel darlıkları nedeniyle bir tarafın diğerine karşı üstünlüğü açısından bakmaya çalışanların zaman zaman, Cumhurbaşkanlığı koltuğunun DNA’sına kadar uzanan anlamsız ve talihsiz yaklaşımları hiçbir yarar sağlamaz. “Beşşar'ın koltuğunun DNA'sında bir Türk olan Suphi Bereket var.” Diyen değerli yazar Güneri Civaoğlu’nun yaklaşımına bir düzey vermek pek olası görülmüyor.(Güneri Civaoğlu. Milliyet 06 Ocak 2004) .
Bu mantıktan yola çıkılacak olursa, İstanbul’un, Kostantinapolis olarak Bizans imparatorluğun doğal varisi olan Yunanistan’ın DNA’sıyla ilişkilendirilmesi, mantık tutarlılığı açısından gerekli olurdu. Yada I. Dünya savaşı sonucu İstanbul’u işgal eden emperyalistlerin Osmanlı tahtını ele geçirmelerinden dolayı, geride kalan DNA izleri gereğince, bazı hakların iddia edilmesi normal görülmelidir. Civaoğlu, Beyoğlu delikanlısı Suphi Bereket’in Cumhurbaşkanlığı, ne Suriye Arap halkını ne de çöken Osmanlı imparatorluğunu temsil etme durumunda olmayan Fransız işgalcilerinin onayı ve rahmeti altında bulunan bir Yalova kaymakamı olduğunu çok iyi biliyor. Hatay sorununda, gazetecilerin sorularına ilkel kanaatlerine uygun cevapları vermeyen Beşşar el Esad’a karşı, Civaoğlu’nun, geleneksel Türk usulü soğuk savaş mantığıyla salladığı bu sopa evhamdan ibarettir.
Birincisi, 1920’li yıllarında Suriye ne bir Cumhuriyetti nede bağımsız bir devletti. Mezhep ve din temelinde 4 devlete bölünmüş ( Alevi devleti, Sünni devleti, Dürzi devleti ve Hıristiyan Lübnan devleti), işgal altında olup, sınırları dahi belirgin olmayan bir topraktı. Suphi Bereket’in, bu koşuldaki görevi bir işbirlikçi yönetici olmaktan öte bir anlama sahip değildi. Böyle biriyle övünmek gerekirse, İşgalcilerin kuklası sultan Vahdettin’le de öğünmek gerekirdi.
İkincisi, Fransızların işbirlikçisi olarak sürdürdüğü görevini 21 Aralık 1925’te terk ederken, başlayan “Büyük Suriye Devrimi” adıyla anılan halk ayaklanmalarında, ne bir yeri nede bir katkısı olduğu görülmüştür. Suriye Cumhuriyeti ilan edilirken ise seçtiği yol, Suriye’yi terk etmek olmuştur. Avrupa’nın bir çok prensi gibi farklı ülkelerde krallık görevi üstlenenlerden biri de, Danimarka Prensi Carl, Kral VII. Haakon adını alarak Norveç’in kralı olmuştur, ama başına geçtiği ve vatan kabul ettiği toprakları son imkanına kadar, işgalci Hitler Nazizmine karış şerefle savunmayı bilmiştir. DNA’sı anılması gerekenler bunlardır.
Üçüncüsü, Suriye Cumhurbaşkanlığının DNA’sından söz etmek gerekiyorsa, ABD’nin başını çektiği cürüm ittifakının tüm baskılarına karşın, İsrail Siyonizmine ve onunla teslim anlaşmaları dayatmasına boyun eğemeyen Hafız el Esad’ın, tüm bölge için genel ve adil bir barış isteyen siyasal anlayış DNA’sının, Beşşar el Esad’ta belirginleşmeye başlayan izlerinden bahsetmek daha yerinde olacaktır.
d. Hatay davası
Sorun Hatay davası ise bunu ayrıca konuşmak gerek. Beşşar el Esad bunu söylüyor. Bu sorunlar vardır ve çözümü için çalışılmalıdır, çözümde diyalog esastır diyor. Buna, akıllı devlet adamlarının yolunu izleyerek “Ben Türkiye-Suriye ilişkilerinde parçayı değil bütünü esas alıyorum, anlaşamadıklarımızı ise bu çerçevede, diyalog içinde çözeceğiz” diyerek, ortada ne Mehmet Ali Birand’ın dediği gibi, “musalla taşında cesedi bulunan bir ölüyü kaldıracak imam arandığı” ne de hemen şimdi, her ne olursa ve her ne yolla gerçekleşirse çözüm bulalım kolaycılığıyla çözülebilir bir sorun yoktur. İki ülke, bir biriyle ilişkilerini bütün açısından görmeli, arada kalan, tarihten gelen ya da yeni doğacak olan tüm sorunları da bu açıdan diyalogla çözmelidir. Doğrusu da budur. İki halkın istediği de budur. Bilinmeli ki, tarihi kimi davalar, ne başkanların niyetleri ne de baskıların ağırlığıyla, haksız biçimde sona erdirilemez. Tarihi sorunlar olması da bundandır; tarih içinde tüm yollar denenmesine karşın çözülememiş sorun olmaya devam etmiş olmaları onlara tarihsel davalar adını kazandırmıştır. Bu tür sorunları çözmede adil olmak şarttır, kimsenin zararlı çıkmayacağı yöntemler benimsenerek çözümüne yaklaşılmalıdır. Hatay sorunu da bu sorunlardandır. Suriye’nin hiçbir iktidarı bu davadan vazgeçtim deme cüreti gösteremez, Türkiye’nin de hiçbir iktidarı verdim gitti diyemez. Gelecek kuşaklara kadar uzanma ihtimali olan bu davalarda acele etmek yanlışların en olumsuzudur. Tarihin küreselleşme yönündeki ilerleyişiyle insanlığı bir ülkenin bireyleri haline getirdiği bir koşulda, bu tür davaları toprak kaybetmek ya da kazanmak olarak görmeden çözüm yolu bulmayı denemek en doğru olan tutumdur.
Buna rağmen, Hatay sorunu öncelikle Hatay Arap halkının bir sorunu olarak tanımlanmalıdır. Hatay sorunu, Arap halkının özgürlüğünün, demokratik ve hukuk kavgasında ifadesini bulan kimlik sorunudur. Tarih içinde kendini istediği gibi ifade etme sorunudur. Hatay Arap halkının kendi davası olarak, bir kimlik özgürlüğü ve bunun kurumsal güvencelerle hukuki çerçevede oturması sorunu bulunmaktadır. Kendi kaderini tayin hakkı olayıdır. Bu soruna toprak sorunu olarak da bakmak mümkündür, ama bu sorunun Hatay halkının Arap orijinini ilgilendiren yanı bu gün için bir kimlik sorunu olarak algılanmalıdır. Suriye haklı olarak bu davayı bir toprak sorunu olarak görebilir ve bunun için zaman ve zemine uygun davranabilir ya da vazgeçebilir. Ama bunu Hatay Arap halkına bir tercih olarak dayatamaz.
Suriye Hatay davasında her ne tutum alırsa alsın, Hatay Arap halkının kimlik sorununu dile getirip özgürlük taleplerini ne yönlendirme ne de belirleme durumunda olamaz. Bu anlamda hiçbir organik bağ yoktur ve böylesi bir bağ dayatılamaz. Bu açıdan, iki ülke arasındaki iyi ilişkiler Hatay Arap halkını sevindirir ancak hak talebini yok sayma anlamına gelmez. Diplomasi uzmanları belki de haklı olarak bu davaya “Ayrı varlık” (Entite’ Distincte) tanımını uygun görmüş ve bir ara çözüm için ayrı bir statü oluşturma ihtiyacı görmüşlerdir. Bundan anlaşılması gereken açık ve net mesaj, Hatay davasının zaman içinde kazandığı boyut itibariyle ikili bir dava olduğudur; kimlik ve toprak sorunu. Bu satırların yazarını ilgilendiren bu davanın bu gün Hatay Arap halkı açısından taşıdığı gündemdir. Bu nedenle, bu sorun hak ve özgürlüklerin, demokrasi ve insan haklarının kapsamı içinde, hiç kimseye zarar vermeden, bölücülüğe sapmadan barışçıl yollarla çözümü için çaba vermeyi halkın çıkarına daha uygun görmektedir. Kürtlerin uğradığı acıları kimseye çektirmeden, Hatay sorunu da gün gelecek çözülecektir; ama, ısrarla birileri “böyle bir sorun yoktur” diyorsa, bunu neden ikide bir tekrar etmek zorunda kaldığını izah etme durumundadır.
1939 yılı itibariyle, ilhaktan bu yana geçen 64 yıla rağmen, henüz hiçbir kitlesel siyasi çabanın ortaya çıkmamış olmasına rağmen, ısrarlı bir şekilde Türk yetkililer ve yabancı çevrelerin ağzından, bölgemizin tüm toprak olaylarında bir sorun örneği olarak dile getirilmesi, bu sorunun ne ölçüde derin ve gerçekçi bir boyuta sahip olduğunu anlatmaya yeterlidir. Kürtleri on yıllarca inkar etmek onları yok etmeye, sorunlarını görmezlikten gelmeye yetmediği gibi bu konuda da sorunu göz ardı etmenin hiçbir faydası yoktur. Kimse kimseyi basit laflarla aldatmaya kalkışmasın bu sorun vardır ve çözülebilir özelliktedir. İki ülke arasında hiçbir incinmeye neden olmadan, tersine iki ülke ilişkilerine güç katarak çözülebilir bir sorundur. Avrupa birliğinde hiçbir milletin toprak sorunu olmaması gerçeği de bu sorunun çözümü için iyimser olmamızı getirmeye yeterlidir. Avrupa birliği sürecinde Kıbrıs sorununu çözebilen bir Türkiye’nin, vatandaşlarına öğreteceği genişlik, benzer diğer sorunların çözümü için önemli bir bilinç alt yapısı oluşturacağı kesindir. Çağdaş olmak, öncelikle dar milliyetçilikten arınma anlamına gelmesi bunu gerektirir. Avrupa birliği Türkiye’yi içine alırken diğer ülkelerden de talep ettiği temel ölçütlerden biri olan “hiçbir ülkeyle toprak sorunu olmaması” gereği, Türkiye’den Hatay sorunun bir netliğe kavuşturulmasını isteyecektir. Bu yönde Avrupa parlamentosunda bir dosyanın hazırlandığı da bilinmektedir.
Buna rağmen, çok uzun bir yazın konusu olan Hatay davası üzerine yalnızca iki temel noktayı dile getirerek, her ne düşüncede olunursa olunsun, cevabı verilmeye mecbur olunan, atlanması mümkün olmayan bir gerçeği görmeye davet etmekle yetineceğim.
Birincisi; 1922 Manda yasası (Suriye’nin Fransız mandası altına alındığı milletler cemiyetince onaylanmış olan yasa) 4. madde hükmü gereğince, “Mandaterin Suriye ve Lübnan topraklarının tümü ya da bir bölümünü vermesi ya da kiralaması, ya da yabancı bir devletin denetimi altına bırakmaz”. Bu açıdan Mandater Fransa Türkiye’nin Hatay için Israrla istediği özerk ya da bağımsız yapı uluslar arası anlaşmalara aykırı görülerek şiddetle reddedilmiştir. Lozan anlaşması gereğince belirlenmiş olan Türkiye Suriye sınırında ısrar edilmiştir ki, bu anlaşma bu günde tek geçerli uluslar arası anlaşma olarak Türkiye’nin sınırlarını belirlemiştir. (Aktaran. Emekli Büyükelçi İsmail Soysal, Türk Tarih Kurumunca verilen konferans, ‘Hatay sorunu ve Türk-Fransız siyasal ilişkileri. Ayrıca, Türk Tarih Kurumu üç aylık yayını BELLETEN cilt:XLVII, sa.188, ekim 1983, sayfa:987-8)
Bilmeyenler bu noktada da önemli yanılgılar içindedir. Türkiye Cumhuriyetinin en kutsal anlaşması sayılan Lozan Anlaşmasında Hatay Türkiye sınırları içinde değildir. 24 Temmuz 1924’te imzalanan Lozan Anlaşması’nın onayladığı ve Kesim I’de 3. Madde olarak yer alan, “ Suriye ile, 20 Ekim 1921 tarihli Türk-Fransız itilafnamesinin 8. Maddesinde açıklanan ve belirlenen sınır; İskenderun Körfezi üzerinden Payas mevkiinin hemen güneyinde olmak üzere seçilecek bir noktadan başlayacak ve yakınından meydanı Ekbeze doğru gidecektir” demektedir. Uluslar arası onay almış bu anlaşmaya göre Hatay Suriye’ye ait olduğu tespit edilmiştir. (Bkz. Lozan Anlaşması, ya da Türkiye Cumhuriyetinin Uluslararası Temelleri, Derleyen, TC. Lefkoşe Büyükelçi Müsteşarı Reha Parla. s:2) Bu ayrıca, 30 Mayıs 1926 sözleşmesi, 22 Haziran 1929 sınırına ilişkin Protokol ile ve 3 Mayıs 1930 Son Protokol ile saptanmış sınırdır. ( İsmail Soysal, adı geçen konferans s;102)
Buna göre Hatay’ın, Fransa ile Türkiye arasında yapılan özel anlaşmalarla devlet değiştirmesini tezgahlayan girişim, uluslararası bir onay görmemiş, meşru olmayan bir ilhak olarak gündemde durmaktadır. Türkiye Hariciyesi bu gerçeğin farkında olarak bu sorunun taşıdığı “handikaptan” bahsetmektedir.
İkincisi; II. dünya savaşı hazırlıklarının yapıldığı bir ortamın dar emperyalist çıkar güdüleriyle, Fransızların uluslar arası anlaşmalara ve mandaterlik yasasına aykırı olarak Türkiye’yle ikili anlaşmalar aracılığıyla, önce Hatayı “Ayrı varlık” (Entite’ distincte) ilan edip anayasasıyla birlikte ayrı bir devlete dönüştürerek, komik cinsten bir sayım ve seçmen belirleyip, Arapları mezheplerine göre ayırıp azınlık yaparak oluşturulan Mecliste ilhak kararı aldırmakla işlenen uluslar arası gasp suçu, Milletler Cemiyeti tarafından hiçbir şekilde kabul edilmemiştir.
Bu hukuksuz anlaşma (23 Haziran 1939 ilhak anlaşması) ve eklerinin, 30 Haziran 1939 günü 3658 sayılı bir yasayla TBMM’ce onaylanması ve genel sekreterliğe iletilmiş olmasına rağmen, Milletler Cemiyeti (MC) 18. Madde gereğince Kütüğe geçirilmiş olması gerekirken ki, uluslar arası bir onay görmesi için bu zorunludur, reddedilmiş ve kütüğe geçirilmemiştir. Bu gerçeğin ne anlama geldiğini çok iyi bilen Türkiye hariciyesi bu gün dahi pür telaş bu açığın kaygısını taşımaya devam etmekte, “nedenlerinin araştırılması gerekir”diyerek bunu dile getirmektedirler. Bundan da anlaşılması gereken şey, Hatay davası hukuki planda dahi çözülmemiş, sosyal ve ulusal alanda ise hiçbir geçerliliği olmamış bir sorun olarak gündemde durmaktadır. (Bkz. Adı geçen konferans s:102)
Hatay davasının detaylarına girmeden, yukarıda belirlediğimiz bu iki noktanın taşıdığı anlamı ve soruları atlayarak Hatay davası diye bir davanın olmadığını iddia etmenin ne anlama geleceğini okuyucuya bırakmakla yetineceğiz.
Çözüm yolları ve detayları her ne olursa olsun bu sorun ne bir gezi ile nede bir liderin kararıyla sona erdirilemez. Bu, birey olarak her kesin boyunu çok aşar. İki ülke barış, kardeşlik, karşılıklı güven ve kazanımlar içinde bu sorunun üstesinden geleceği kesindir. Zaman buna en kesin çözümü getirecek biricik dayanaktır. Beşşar el Esad’ta basitçe ve mütevazıca bunu söylemiştir.
e. “Korku birliği” mi? Komşuluk erdemi mi?
Diğer taraftan, bu geziye eleştiri yapan tek tük kişilerden biri olan değerli köşe yazarı Cengiz Çandarı’ın yaklaşımı ise, bölgeyi çok iyi bildiğini iddia etmesine rağmen oldukça yanlış ve talihsiz olmuştur.
“ 'korkunun birleştirdiği' bu iki ülke, bu 'korku'dan bir 'işbirliği' üretme yoluna girmek istiyorlar.
Suriye, Türkiye'ye muhtaç olabilir ama Türkiye, Suriye'ye muhtaç falan değil.
söz konusu 'Araplarla yakınlaşma'nın 'mezhebi bir azınlık rejimi'yle yapılması başlı başına bir 'paradoks'.” (Cengiz Çandar, dünden Bu güne Tercüman. 10 ocak 2004)
Öncelikle Cengiz Çandar gibi bir yazardan, iki ülke arasındaki ilişkileri böylesi bir düzlemde değerlendirmesi oldukça yadırgatıcıdır. Kıstasları oldukça sıradan ve düzeyli değildir.
Birincisi; iki ülke ilişkileri Kürt meselesi için gelişmemiştir. Saddam rejimi iktidardayken ve Kürtlere en ağır kıyımları yöneltirken ve Kürt örgütleri bile istisnasız Suriye’de her türlü olanaktan yararlanırken iki ülke ilişkileri dönüşmeye başlamış, soğuk süreç yerini, sıcak ilişkilere terk etmiştir. Olayın dönümü, Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkmasıyla da bire bir ilgisi yoktur. Dünya ve bölgedeki köklü değişimlerin yoğunlaştırdığı, her iki ülke açısından da ciddi değişimlerin başladığı nesnel verilerin birikimi ardından, siyasal tıkanıklıkların karşılıklı iyi niyet dönüşümleriyle ortaya çıkan bir süreçte, bu ilişkiler rayına oturmaya başlamıştır. “Korkular” değil, iki ülke halkının karşılıklı güven ve barış arzuları bu ilişkilere hız vermiştir. Gelişmekte olan ilişkiler, Çandar’ın iddia ettiği, “korku birliği” değil, komşuluk erdemi ağır basmaya başlamıştır. Kaldı ki, Türkiye’nin resmi Kürt görüşü zalim bir milliyetçilik ve şovenizm içinde olduğu bilinmesine karşın, iki ülkenin aralarındaki ilişki açısından Kürt sorununda takınılan ortak tutumun detayları yeterince açık değildir; bilinen o ki, Irak’ın toprak bütünlüğü ve tüm etnik toplulukların haklarının en sağlam güvencelere alınması dile gelmektedir. Zor günler içinde bulunan bir komşuya yaklaşımda tutulacak erdem yolu, toprak bütünlüğünü savunmak olacaktır. Geriye Irak halkının ortak kararı ile gündeme gelecek olan yapılanmalara destek vermek kalır. Irak halkı ortak bir kararla Kürtlerin kendi topraklarının idarecisi olarak federal Irak devletinde yer almalarını onaylayan eğilimleri bu günden belirgin hale geldiği de görülmektedir. Haklı olanda budur.
Suriye-Türkiye ortak ilişkileri, olaylara milliyetçi yaklaşımlarla yönelme eğilimi taşıdığı yerde ve bu özel olarak Kürtlere karşı bir biçim aldığı yerde tüm bölgenin ilerici güçlerini karşılarında bulması kaçınılmaz olur. Bu yönde bir gelişmenin olduğunu bu günden söylemek yanlış olacaktır. Suriye’nin siyasal tarihi bu eğilimlere geçit vermeyecek kadar ilkelerle doludur.
Ancak buna rağmen Türkiye’de Kürt sorunun taşıdığı ağırlık ve önem ve bunun bir uzantısı olarak Irak Kürdistan’ına karşı bakışın ilkelliği, haklı kaygıların taşınmasını dışlamamalıdır. İki komşu ülkenin Kürt sorununda oldukça farklı yaklaşımları olduğu bu sorunun tarihi süreci boyunca da bilinen bir gerçektir. Irak Kürdistan’ı konusunda olası bir görüş birliği ise, Irak’ın bütünlüğünü dile getirmekten öte bir anlam taşıması oldukça güçtür. Suriye Kürt örgütlerinin ana vatanı olduğu gerçeği buna zayıf ta olsa bir kanıt olarak gösterilebilir. Ve her demokrat gibi bizlerde Kürt halkının haklı taleplerine karşı oluşacak her türden haksız tepki ve ittifakların gerici olduğunu, karşısında durulması gerektiğini belirtiriz. Kürt halkı kendi kaderini barışçıl imkanlar içinde belirlemelidir ve bu hakkı, toprak genişletme fırsatı olarak değerlendirmeden yerine getirme çabasında olmalıdır. Bölgemizin hassas dengelerini göz önüne alacak her türden Kürt girişim ve oluşumu tüm bölge demokratlarının onayını ve desteğini görecektir. Kendi kaderini tayin hakkı ne kadar kutsal ise bölgemizde “yeni bir İsrail oluşumu”na (Abdullah Öcalan’ın 4 Haziran 1982’de, 14sol siyasal örgütün, Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi (FKBDC) kuruluş çalışmalarında, bu satırların yazarına ve orada bulunan örgüt liderlerine sözünü ettiği bir tespittir) karşı olmakta o kadar halkların yararınadır. Kürtlerin kaderlerini tayin hakları ve güvenceleri, onurluca yaşam için kazanmaları gereken özgürlük, bölgemizin istikrarı içinde zorunlu bir aşamadır. Bu aynı zamanda Arapların da, Türklerin de özgürlüğü için zorunludur. Başka ulusları ezen bir ulus özgür olamaz.
İkincisi; Suriye’nin Türkiye’ye muhtaç olduğu doğrudur, ama bu Suriye’nin Türkiyesiz olmayacağı anlamına hiç gelmez. Suriye 50 yıldır Siyonistlerle savaşında komşusu Türkiye’nin düşman yaklaşımlarına karşın var olmuş ve ekonomik açıdan dünyanın en kolay yaşanabilir ülkesi olmuştur. Bu anlamda tek yönlü bir ihtiyaç olmadığını söylemeye bile gerek yoktur. Türkiye’nin, Suriye’ye ihtiyacı olmadığı iddiası ise bilgisizlikten ibarettir. Türkiye’nin bu ilişki için on yılı aşkın süredir kapı aşındıran çabalarını görmezlikten gelme anlamına gelir ki, bu iddia yalnızca sahibini küçültür. Çünkü her şey kamuoyu önünde, açıkta ve şeffafça cereyan etmektedir. Bu ihtiyacın ekonomik verileri bu satırların sınırlarını çok aşar; günlük gazete bilgileri bile rakamların ne kadar kabarık olduğunu göstermektedir. Diğer boyutta, sosyal-siyasal kapsamda Suriye’nin olumlu katkıları, iki halkın yakınlaşması yanı sıra, bölgede oynanmak istenen oyunların tezgahlarına karşı, bir direnme unsuru da olacaktır. Bunuda yönetimlere değil halkların yakınlaşmasına güvenerek tespit ettiğimizi söylemeliyiz. Yönetimlerin her kesitte farklı çıkarlar içinde sürdürdükleri hatalara karşı halkların yakınlaşması, bu açıdan önemli bir güven unsuru olduğu yadsınmaz. Beşşar el Esad’ın Türkiye halkları tarafından böylesine içten karşılanması da buna bir işarettir.
Kaldı ki, karşılıklı ihtiyaç olayı ise ne Suriye ne de, Türkiye’nin öznel eğilimlerine bağlıdır, bu olay globalleşen dünyamızın, çağdaş ilişkiler gereği olarak nesnel verilerle gündeme gelmiş bir sonuçtur. Komşuluk ilişkisinin mantığı da bunu gerektirir.
Çandar’ın bu yaklaşımı, ilkel, tek taraflı çıkarlar temelinde ilişki eğilimlerini temsil eden eski dünya görüşü olarak gündeme gelmiştir.
Üçüncüsü; Suriye yönetimini bir “azınlık mezhebi” olarak görmek ve Araplarla ilişki açısından bu kanalı tercih etmeyi “paradoks” saymak, en hafif deyimiyle bilgi eksikliğidir. Öncelikle, bilinmeli ki, Suriye’de yaşamın tüm detaylarına hakim olan Sünni mezheptir. Bu fıkıh açısından olduğu kadar, devlette etkinlik ve yoğunlaşma açısından da öyledir. Alevi olan Cumhurbaşkanı da Sünni mezhep sistemine göre tapınır. Bu birazda Kürt orijinli Turgut Özal’ın Türk cumhurbaşkanı olması gibidir. Kaldı ki, Çandar’ın siyasal ilişkileri mezhep temelinde algılaması ciddi bir hatadır. Siyasal olayları bu açıdan mütalaa edeceksek Türkiye’nin Şii Azerbaycan’la yada Şii İran’la ilişkisini bir yere oturtmak mümkün olamaz. Avrupa birliğine katılımı haklı olarak savunan Çandar’ın, Ortodoks Yunan’la ilişkileri, Katolik olan çoğunluk ilişkisi için bir araca dönüştürme çabalarını izahı mümkün olamaz; Protestanlarla ilişki için, Katolik İtalya’nın Başbakanına duyulan güveni de açıklayamaz. Bu yaklaşımlar Çandar’ın ülkemizdeki mezhep sorunlarına bakışına da önemli bir veri olsa gerek. Kaldı ki, ilişkilere bu açıdan hiç bakılmaz. Elbette ki, mezheplerin toplum ilişkisindeki yerini gözetmek gerekiyor ama bu ilgili toplumla kurulan ilişki kapsamında önemli bir anlam taşır. Türkiye, İran’la ilişki kurarken, İslam dünyasıyla ilişkinin bir aracı olarak bu ülkeyle ilişki geliştirmiyor ki, Yunanistan’la ilişkisi de öyle. Bu ilişkiler ikili komşuluk ilişkileridir ve yükseldiği temel dayanak verili ekonomik ihtiyaçların üzerine iyi komşuluk ilişkileri olan insanlık erdemlerinin bir boyutudur.
Kaldı ki, Suriye’de her kim ki azınlık bir mezhep egemenliği var diyorsa o kocaman bir yalan söylüyor ve Suriye hakkında hiçbir şey bilmiyor demektir. Bunu anlatmaya nereden başlamak gerek, Arap aleminin en önemli Sünni İslam Eğitim Enstitülerinin Suriye’de olduğunu, bunların devletin özel ve yoğun fonlarıyla beslendiğini belirtmekten mi? Yoksa Evkaf (Vakıf) Bakanlığının dev bütçesi ve kadrosuyla yalnızca Sünni mezhebe hizmet ettiğinden mi bahsedelim. Şiiliğin bile ağır takip altında olduğu (yayın dağıtım basım hakları diyanet işlerine bağlıdır, o da Sünni fıkha aykırı bir basım ve yayıma asla izin vermez), Aleviliğin ise hiçbir şekil ve surette yasal bir tapınma, yayın vb. haklarının olmadığını mı belirtelim. Devlet yönetiminde nüfus oranına göre hakkının çok altında yer alan Aleviler, sıradan kadrolarıyla, yoğun işsizleriyle, fakirliğin ağır baskısı altında olmalarıyla, Suriye toplumunun egemenleri olmaktan çok uzaktadırlar. Geride “Alevilerin ordudaki ağırlıkları” yalanı bulunuyor. Bu konuda Alevilerin orduda yer alma tarihleri irdelenince görülecektir ki, ordu açlıktan, işsizlikten kurtulmanın sığınağı olmuştur. Asker olmayı, vatan savunmayı, nöbet tutmayı aşağılayan klasik Arap anlayışı (Kurulan tüm Arap devletlerinde askerlik ya Türkler gibi yabancı millet insanlarına ya da çaresiz ve kimsesiz Arap avamına ait angarya bir iş olarak görülmüştür, yalnızca komuta etmek emir verici mevkide bulunmak kabul edilir bir görev sayılmıştır) Alevileri devletin siyasal işlerinden uzak tutan baskıncı tutumlarıyla birleşince, Alevilerin ordu görevinde asker olarak yığılmaları gündeme gelmiştir. Bu günün verileriyle de Suriye ordusunda yüksek rütbeli subay sayısı bir elin parmak sayısı kadar bile değildir. Bu alanla ilgilenen her kes, bu gerçeği net olarak bilmektedir.
Buna karşı Suriye kanalıyla Arap alemine girmenin bir çok avantajı bulunmaktadır. Suriye bu gün Arap aydınlarının başta olmak üzere tüm siyasal çevrelerin yoğun desteğini almış laik bir ülkedir. Arap coğrafyasının kuzey sınırıdır ve kuzey tüm komşularının kapısıdır. On yıllardır süren siyasal istikrarıyla güven verici ülkedir. İç sorunlarında ortaya çıkan kimi olumsuzluklar yeni yönetimle izi silinmek üzere önlemlere muhataptır. Açılımlarıyla , dünyanın bir parçası olarak küreselleşmede yer alma arzusuyla da önemli bir çağdaş dönüşüm aşamasındadır. Arap halkları bu gelişmelerden de etkilenmekte Suriye’yi kendilerine artan oranda yakın görmektedirler. Bu kanaldan Araplarla kurulacak ilişkiler, çok daha verimli ve kalıcıdır. Kaldı ki, komşu ülkeler arasında yakınlaşmadan, barış ve dayanışmadan başka bir tercih olabilir mi. İki komşu, birbirlerinin iç işlerine karışmak istemedikçe, kimin ne mezhep ve meşrepte olduğunun ne ölçüde engelleyici yanı olabilir; Bu ilişki emperyalist devletlerle sürdürülen ve çoğu kez kölelik anlamına gelen ilişkilerden bin kat daha iyidir.
Sonuç
Bu satırların yazarını tanıyanlar Arap orijinli, yurtsever, devrimci-demokrat bir Türkiye vatandaşı olduğunu bilirler. Her türden milliyetçiliğe karşı mücadele etmiş ve yönetimlerin gazabına uğramış biri olarak, bu gün iki ülke arasında gelişen sıcak ilişkilerin iki halkın doğrudan yararına olduğunu belirler. Yönetimlerin halk karşısındaki olumsuzluklarına ve bir birleriyle düşmanlıklarını halkların sırtına yıkma yarışlarına tanık olarak da bu gelişmeyi, bir olumluluk adımı olarak değerlendirir. Ayrıca kendisini ve halkını birincil derecede ilgilendiren sorunların er yada geç, kimseye zarar vermeden, barışçıl yollar sonuna kadar temel alınarak çözülmesi gereğine inanır. Hatay davasını da, bu çerçevede görür. Avrupa birliğinde yer almak, çağdaş uygarlığın bir unsuru olmak, demokrasiyi, özgürlüğü ve insan haklarını savunmak, bölücülüğe prim vermeden, hukukun üstünlüğüyle kazanımların kalıcı olmasına çalışmak bu aşamanın uğraş verilmesi gereken haklı görevleridir. Birey olarak bizlerin bu süreçte kazanacağı tek başarı halkların barış ortamında gelecek kuşaklara güvenli bir ortam sağlaması olacaktır. Bu da on yıllardır uğruna mücadele ettiğimiz değerlerle bire bir örtüşen bir hedeftir. 12 Ocak 2004.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder