Mihrac Ural
3.
“Osmanlı Aklı”nın,
Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı
Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi, buna önemli bir örnek teşkil eder. Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır. Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur. “Resmi tarih” diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.
İnkar etmek var olan gerçeğin yükümlülüğünden kaçmanın en kestirme yolu olarak “Osmanlı aklı” tarafından ikame edilmiştir. Bu aklın mihverinde dolaşan aydınlar, hatta solcu geçinen milliyetçiler, Osmanlıyı, İttihat ve Terakkiyi ve liderlerini, TC’yi ve Osmanlı artığı padişahları, Ermeni jenosidinden aklamak için, cürümü Teşkilatı Mahsusa’ nın iki silahşörü, Mülazım Halil ve Çerkez Ahmet adlı eşkıyanın sırtına yıkmaktadırlar. Cemal Paşa’nın bu iki eşkıyayı astırması sonucunda da, Ermeni jenosidinin hukuki hak arama kapıları tamamıyla kapatılabileceği düşünülmüştür. Ayrıca, katliama yol açan “Türk intikam duygularının körüklenişi, Ermenilerin tek ulusçu çıkar arayışları ve yabancı desteğine” mal edilerek, katilin değil, maktulün suçlanmasına gidilmiştir. ( Taner Akçam, bu inanılmaz denklemi “Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu” adlı kitabında kurmaya çalışmıştır. Bu kitaba karşı eleştirilerimiz, Mihrac Ural, “Ermeni Jenosidi ve Küçük Enver ( Taner Akçam )” adlı broşürde ele alındı). Böylece “Osmanlı aklı”, maktulleri katil ilan etme ayrıcalığına sahip olduğu da açığa vurulmuş oluyor. Bu akıl yöntemi bu gün tüm çirkefliğiyle, Kürtlerin her türden var oluşunun inkarı için çalışmaktadır.
Ermeni jenosidi, binlerce belge yanı sıra on binlerce tanık ve bu gün hala yaşamakta olan katliamın kanlı ortamlarında bulunan insanların varlığı Türk aklını, bu toplu kıyımın varlığına ikna etmemiştir. Bir daha Türklerin ayranı kabarırsa yeniden acımasızca katliam yapılabileceği tehditlerini yapma cüretinde olan yazar-çizer çömezler ortaya çıkabilmektedir. Bu konuda, Türklerin bu gün pek de hayırla anmadıkları meşhur Sadrazam Damat Ferit Paşanın Paris Konferansı’nda dile getirdiği ibret verici açıklamalar, Ermeni katliamının pekte anılmayan, üstü örtülen birer dehşet belgesidir. Malum milliyetçilerden Taha Akyol , “Medine’den Lozan’a” adlı kitabında kendi ifadesiyle şöyle aktarmıştır: “Damat Ferit, Paris Konferansı’nda da onursuz bir “heveskar” olarak konuşmuştur: Batılıların Türkiye’yi suçladığı bütün “cinayet-i müthişe” bir gerçektir! Fakat bunu “Padişahtan ve milletten habersiz olarak İttihatçılar yapmıştır!”. Hatta, “İttihat ve Terakki Komitesi, Hıristiyanları katletmekle yetinmeyerek üç milyon Müslüman’ı da çeşitli araçları kullanarak yokluk alemine göndermiştir!”. Bolşeviklerle İttihatçıların farkı yoktur ve Türkiye’nin durumu “Bolşevik terörist idaresi altındaki Rusya ile benzer olduğundan... Rus milletini Bolşevizmden kurtarmak için büyük fedakarlıklarda bulunan Avrupa ve Amerika’nın Türkiye’yi de kurtarması insaniyetkarane ve hayırhahane olacaktır...” (Taha Akyol, Medine’den Lozan’a s; 117-118). Bu satırlarda Damat Ferit’in, Ermeni katliamının insani ve ahlaki boyutuyla ilgili bir çerçevede konuşmadığı açıktır. O, ellerinden giden egemenliğin yeniden ele geçirilmesi peşindedir ve tipik “Osmanlı aklı” gereği galip devletleri kandırma peşindedir. İttihatçılara karşı kini de buradan gelmektedir.
Aynı sorunun, Batı dünyasında oluşturduğu kanaatleri, İtilaf devletleri adına zamanın Fransız Başbakanı Clemenceau, şu sözlerle seslendirmiştir, “Hiçbir misal yoktur ki, Avrupa’da, Asya’da, Afrika’da bir memleket üzerinde Osmanlı hakimiyetinin kurulması, orada maddi umranın azalmasıyla ve medeniyet seviyesinin düşmesiyle sonuçlanmasın. Ve keza hiçbir misale tesadüf edilemez ki, Osmanlı hakimiyeti altında orada terakki gerçekleşmiş olsun...
Türk, fethettiği arazide mamuriyet meydana getirememiş ve harben kazandığını sulh zamanında inkişaf ettirememiştir. Türk’ün mahareti, mülkün ümranı hususunda maruf değildir... Balkanlarda ve Ermeni meselesinde Türk hükümetinin emriyle Hıristiyanlara katliam yapılmıştır .. Türk kavmi, idari işlemlerde şimdiye kadar maharet gösterememiş ve başarı sağlayamamıştır...” ( Taha Akyol, Medine’den Lozan’a sayfa; 118). Bu belirlemeler ve kaygılar, nitekim TC’nin, çağdaş dünya ile birleşmek istediğini açıkladığı, Batılı normlara yönelerek, Osmanlı geleneğinden kopmak istediğini ilan ettiği koşullarda da tüm çirkefliğiyle gündeme gelmeye devam etti. “Varlık Vergisi”, 6-7 Eylül olayları, bu vahşetin önemli dönemeçleridir.
Bu akıl, azınlıklara karşı ölüm kusan yöntemlerini, 11.11.1942 de kabul edilen ve ertesi gün yürürlüğe geçirilen “Varlık Vergisi” ile bir kez daha icra ediyordu. Bu vergi, azınlıkların iktisadi olduğu kadar, fiziki olarak yok edilmeleri, yurtlarından, iş yerlerinden sökülmeleri amacıyla, II. Dünya savaşı bahane edilerek yürürlüğe kondu. O karanlık günlerin İstanbul Defterdarı Faik Ökte olayla ilgili anılarını yazdığı “Varlık Vergisi Faciası” adlı kitabında, “Yan yana iki dükkanda çalışan, aynı kirayı veren, aynı istidatta olan Müslim ve Gayrı-Müslim iki vatandaşa tarh ettiğimiz vergilerin arasındaki ölçüsüz fark, verginin ilan günü foyamızı meydana vurmuştu” (Faik Ökte, Varlık Vergisi Faciası, sayfa 15) diyerek, gerçekleri dile getiriyor.
“Varlık vergisine alakadarların itiraz hakları yoktu”. Bu durum vergiye “zapt ve müsadere şekli vermekteydi”. “ Varlık Vergisi bu şekliyle, dünya vergi nizamı içinde itiraz yolları kapalı olan vergilerin de mevcut olabileceğine feci bir misal vermiştir.” (Age,sayfa;109). Osmanlı aklının bu icadı, Osmanlının istila ettiği topraklarda yaşayan milletleri haraca bağlama geleneğinin, nasıl da TC. döneminde açıkça sürdürüldüğüne bir göstergedir. Bu aynı zamanda, TC’nin, Osmanlının kirli mirasını sahiplenişine bir belgeydi.
“10 gün kadar Emniyet arşivlerinde, kazanç hesap mütahassıslarını” çalıştırdıklarını (Age, s; 81) dile getiren defterdar, Yunanlı isimlerle, hedef seçilen İstanbul Rumlarının isim benzerliğinden dolayı zorlandıklarını ifade ederken, seçilen hedefin kimler olduğu açığa vuruluyordu. Buna karşın, “vergi miktarı ve mükellef adedi ne olursa olsun, Amerikalılar varlık vergisi vermemiştir” (Age, s; 126). Vergisi, mal ve mülkünün tasfiyesine rağmen karşılanmayan binlerce mükellef, iaşesi kendi hesabına olmak üzere Erzurum’a, Aşkale’ye, Sivrihisar’a, zorunlu çalışma kamplarına, ölüme gönderiliyordu; Nazilerin, Yahudilere karşı uyguladıkları çalışma ve ölüm kampları, Osmanlı aklının azınlıklara karşı temel politikası olmuştu. Zamanın İstanbul Defterdarı Faik Ökte’nin, tahsildarı olduğu Varlık Vergisi için son sözü, “ bu zecri vasıtanın bu günkü vergi fikriyle, insanlık ölçütleriyle ölçülmesine imkan olmadığını söylemek yerinde olur.” (Age. s; 159) şeklinde olmuştur. Defterdar Öke’nin vicdan muhasebesi olan bu eseri, aynı akıl temsilcileri tarafından “Öke’nin yazdığı kitap ‘vatana İhanet’ “ olarak karşılandı” (Meriç, A.A, s;6). Aynı aklın papağanları “Dünya yüzünde ve bütün tarih boyunca bundan daha adilane vergi olmamıştır.” diyordu.
Sonuçta, mal ve mülklerini ucuza kapatarak kaçmaya mahkum edilenler, “Misafir” (Başbakan Şükrü Saraçoğlu) sayıldıkları binlerce yıllık ana yurtlarından, bir daha geri dönmemek üzere göçüyordu. İstenilende tas tamam bu idi. Lozan azınlıklara kimi haklar vermişti, TC’de, hak alanı böyle yok ediyordu. Anadolu gibi, “sermaye de bu yolla Türkleştiriliyordu.”
Rumların diğer azınlıklarla birlikte çektiği Varlık Vergisi kıyımı son değildi. Bu kıyımda İstanbul’un demografik yapısı bir darbe daha almıştı. Hak ver yok et politikasıydı bu. Rumları, çok geçmeden bir kıyım daha bekliyordu. 6-7 Eylül 1955 olaylarında bu aklın tetikçileri, İstanbul’un gerçek yerlileri ve kurucuları olan Rumların her türden varlığını ateşe veriyordu. Son Rum göçünün kapıları açılmıştı. Bu kez bahane, Kıbrıs sorunuydu. “Selanik’te bulunan, Atatürk’ün doğduğu evin yakıldığı” çığlıkları, arzulanan kıyım için bir işaret sayıldı. Bu süreç, Kıbrıs sorunu devam ettikçe sürdü. Her hangi bir dış sorun bahanesiyle, eziyetler azınlıkların ensesine dayanmış bir bıçak işlevi görüyordu. “Osmanlı aklı”, muasır medeniyete ulaşmayı, azınlıkların yok edilmesine bağlamıştı. Türkiye Cumhuriyeti, uluslar arası anlaşmalarla hak vermeye mecbur kaldığı tüm azınlıkları yok etti, yok saydıklarını, inkar ettiklerini ise köleleştirdi; Kürtler ve Araplar, Müslüman olmanın kefaretini ise bu güne kadar, ulusal kimliği inkar edilmiş köle olarak çekti.
Kürtlerin çektiği bir başka cehennemi azaptı. Onlar Müslüman olmanın kefaretini, Ermeniler, Rumlar ve diğer azınlıklar gibi bir çırpıda yok edilerek değil, zaman içinde çok daha vahşi işkencelerden, ölüm süreçlerinden geçirilerek, eritilerek, ulusal kimliği inkar edilmiş köleler olarak ödedi. Bunun için gerekli olan teorik temel, TC.‘nin Anadolu’yu Türkleştirme mavalında oluşturuldu. Bu amaçla “tarih ve dil tezi” komedyası üretilerek sahnelenirken Kürt gerçeği toptan inkar edildi. En yetkili ağızların, en iyimser söylemlerin sınırı “Kürtlerin, Türk olduğu” iddiasını aşamadı. Anadolu’da “...yaşayanların da hatta katıksız denecek surette Türk soyundan olduklarını ve Kürt diye bir kavmin olmadığını Ermenilerin ise, buraya yalnız bir muhaceret neticesi gelerek, tarihin derinlikleri içinde pek uzun denmeyecek bir zamanda kaybolduklarını, tarihi olarak tetik ettim.” (Kadri Pek, Cenup Anadolu’nun Eski zamanları, önsöz) diyebilmeyi, bilimsel bir sonuç olarak sundular. Aynı medreseden M. Şerif Fırat ise, “Yavuz Sultan Selim, 1514 yılında Şah İsmail ordusunu Çaldıran Ovası’nda yenip, Doğu illerimizden dönerken, ...Türk aşiretlerinin başı olan (Kurt baba) aşiretine baba-Kürdi adını takmıştır. Bu aşiretleri derebeyliklere ayırıp ‘Kürt’ namı altında Şah İsmail ve Şiiliğe cephe almalarını sağlamıştır! Doğu illerinin yüce dağlarında bu şekil imtiyaz altında bağımsız bir halde istediğini yapan bu aşiretler, tamamen milli birlik ve Türklük duygusundan uzaklaşarak, kendilerini gerçek Kürt ve baba-kürdi sanmışlardır.
Yavuz Sultan Selim devrinden önce yazılmış tarih ve haritalarda doğu illerimizin yukarı kısımlarına ’orarto’ denilmekte iken, Yavuz’dan sonra yazılan tarihlerde, bu Türk yurduna Kürdistan, buradaki Türk halkına da Kürt diye aslı astarı olmayan bu hayali adlar takılmıştır.” ( M. Şerif Fırat, Doğu illeri ve Varto tarihi, önsöz ) Burada da “Türk aklı”, kavimleri ve coğrafyalarını basit bir kelime oyunu ile buharlaştırabileceğini sanıyor ve bunu fiili olarak denemeye kalkışıyor. Buna en üst devlet zevatının da katılması, bu aklın egemenlik alanının nerelere uzandığını göstermektedir. Bunlardan biri de, Devlet Başkanı ve Başbakan Cemal Gürsel’dir. O da, “...Eğer yola yordama gelmezlerse, dağlı Türkler (Kürtler) rahat durmazlarsa, ordu; şehir ve köylerini bombalayıp yıkmakta, tereddüt etmeyecektir. Öyle bir kan gölü olacaktır ki, onlar da ülkeleri de yok olacaktır !..” (Stockholm’un Dagens Nyheter gazetesine verilen demeç, 16 Kasım 1960 ). Bu sözlere yorum yapmanın gereksiz olduğu inancındayız.
En küçük ideologundan en büyük devlet zevatına kadar akıl dışı bir saçmalık olan bu söylemleri üretenler, bunları “Türk tarih tezi ve güneş dil teorisi” gibi şatafatlı argümanlarla ortaya sürdüler. Son sığınakları olan Anadolu’yu Türkleştirmek için bu tezleri, kurultaylarda, bilimsel konferans dedikleri tiyatral mizansenlerde ortaya sürdüler.
Türk Dil Kurumu Genel Sekreteri İbrahim Necmi Dilmen, “Güneş-Dil Teorisinin Ana Hatları” isimli konuşmasında ( Üçüncü Türk Dil Kurultayı 1936 ), aynıyla şöyle diyebilmektedir; “Tarih insan soysallığının, Orta Asya’daki brakisefal Türklerden doğduğunu ve bunların muhaceretiyle Avrupa’ya, Afrika’ya, Amerika’ya yayıldığını; Okyanusya’ya yayıldığını, ispat etmektedir.
Kültürce üstün olanın brakisefal Orta Asya Türkünün yeryüzüne yayıldığı ve gittikleri yerlerdeki dolikisefallere kendi üstün kültürünü götürdüğü zaman da, bu kültürden doğmuş yeni kelimeleri vermemiş olmasına imkan yoktur.
Tarihin ilk bilebildiği bütün dillerin kültürlerinde müşterek olan Türk kültür varlığının izleri bu milletlerin dillerinde de bulmamak mümkün değildir.
İşte tarihin bu ana hatlarına dayanarak Türkçe’nin bütün dillerin ana kaynağı olduğu sabit olur.” Sıradan bir insanın dahi kulaklarına inanamayacağı bu iddia ile, insanlığın en uygar toprakları ve kavimleri, birbirinden farklı coğrafyalarda aynı anda ortaya çıkan farklı ırk, kültür ve dil etkinlikleri yok sayılıp, tümü, adı, ilk defa 8. Yüzyılda (M.S.720) Tonyokuk kitabelerinde yazıyla anılan, Türk ırkına bağlanıyordu.
Bu kurultayda (İkinci Türk Tarih Kongresi, İstanbul, 20-25 Eylül 1937), bir profesör karikatürü, özetle; ”Peygamber Muhammed, haremi Kıptî Marya, ondan doğan oğlu İbrahim, Ünlü Eves ve Hazrec kabilelerinin Türk olduğu. Ayrıca yahudi ve Farsların da öz Türk ırkından geldikleri” iddiasındadır. (İsmayıl Hakkı İzmirli, Şark Kaynaklarına Göre Müslümanlıktan Evvel Türk Kültürünün Arap Yarımadasında İzleri, adlı raporun, Peygamber ve Türkler bölümü, sayfa; 1013-1014)
İşte bugün, Anadolu’da yaşanan en önemli sorunların kaynağı bu akıldır. Tüm insanlık tarihini ve dilleri kendi ırkına ve diline bağlayacak kadar zıvanadan çıkmış olanların, kendilerinden farklı düşünecek olanlara karşı ne tür bir cehennemi inkarcılıkla cevap vereceklerini anlamak güç olmasa gerek. Kürtler de bu akıbete uğradı, inkarcılığı bu iflah olmaz tarzının rahmeti altına düştü.
“Osmanlı aklı”, Kürt ulusunun varlığını bu yaklaşımların karanlığında, sürekli inkar etmiştir. “Kürt diye bir şey yok” demiştir. 28 isyandan 29. isyana, farklı şekilde yükselen Kürt ulusu, ulusal bilinç ve kolektif kimliğinin özgürlük taleplerini dayatınca, bu inkarcılık yine pes etmemiştir. Kıyım, katliam, toplu göçe zorlama, faili meçhul cinayet, yargısız infaz gibi, en ilkel çağlarda bile bu ölçüde sürekli kılınamayan ölüm, “Osmanlı aklı” tarafından Kürtlere dayatılmaya devam edilmiştir. En kaba haliyle bu kıyım hareketi son onbeş yılda, 4000 köyün haritadan silinmesi ( yakılıp, yıkılarak) ve 20.000 Kürt insanın yargısız infazıyla oluşan katliamlar dizisi olarak belirmektedir. Buna 4000 faili meçhul cinayeti eklemek gerek. İnkarla at başı yürüyen bu “katli vacip” fermanı, TC döneminde de en çirkin şekliyle sürmüştür. Osmanlı artığı “Osmanlı aklı” tanımlamasına reddi miras demeyenlerin, bu mirasa sıkıca bağlı olduklarını görüyoruz. Bu mantığın en son verileri, bu aklın işleyişine de önemli bir örnek sunmaktadır. Dışişleri Bakanı, sosyal-demokrat İsmail Cem, “Kürtler Avrupa’nın sandığı gibi azınlık değil, Müslüman çoğunluğun kendisidirler. Onları azınlık kabul etmek ikinci sınıf vatandaş durumuna düşürmek demektir” demagojisiyle inkarcı geleneği sürdürmektedir. Bununla da çağdaş insanlığın aldatılabileceği umulmaktadır. Bu aklın son ürünü ise, idam cezasının kaldırma aldatmacasıdır.
“Osmanlı aklı” idam cezasını kendine yakışır bir nedenle kaldırmak ister o da, düşmanını ele geçirip faili meçhulle öldürmek için. Aylardır süren ve Kürt ulusunun varlığını yok etme komplolarından birini teşkil eden Abdullah Öcalan’ın İtalya’da durdurulmasıyla birlikte idam sorunu da yeniden gündeme geldi. Oysa, devrimci hareket, demokrasinin ikamesi uğruna üç kuşaktır emek veriyor, acı çekiyordu; bu mücadelenin en önemli başlıklarından biri de insanın yaşama hakkıdır, idam cezasının kaldırılmasıdır. Tamamıyla insani olan ve uygarlığın en çağdaş anlatımı olan bu istem, “Osmanlı aklı” ve egemenliği tarafından şiddetle reddedile gelmiştir.
Bu hayasızlık Öcalan’ın yakalanmasıyla, kandırmaca bir dönüşle “idam cezasının kaldırılması” gerektiği yönündeki seslenişlere ve “istişarelere” izin vermiştir. Atılan bu sahte adım, insanın yaşama hakkı ve bunun dokunulmazlığı gerekçesine dayanmıyordu. Tersine, tek gerekçesi Öcalan’ı ele geçirme önündeki uygar ülkelerin hukukunu atlatabilmeyi hedefliyordu. Zira bu uygar hukuk, idam cezasını kaldırmamış olan ülkelere, suçlu da olsa hiç kimsenin iade edilemeyeceğini karara bağlamıştır. “Osmanlı aklı”, uygar insanlık hukukunu alt etmek için “idam cezasının kaldırılması” oyununu oynuyordu. Yani bir ucuz kurnazlık, kaba aldatmacalık yapmaya yeltenmekteydi. “ Türk yasalarında idam oldukça kimse APO’yu bize iade etmez. APO’nun iadesi için, idam cezasını kaldırmak gerek” önermesi işte böylesine ilkel ve temelsizdi. Bu, hukukun, “Katli vacip” fermanına uydurulma çabasıdır. TC., Osmanlı mirasçısı olarak hukuk sorununa “konduğu gibi kaldırılır” gözüyle bakıyordu; onlara göre, hukuk bir padişah fermanıydı. “ Abdulhamit isteyince anayasayı ilan eder, isteyince onu yürürlükten kaldırır, kimsenin kılı bile kıpırdamaz” ya da İttihatçıların yaptığı gibi, ”İki cinayet ve birkaç telgraf, yeniden bir anayasa yürürlüğüne yol açar”.
Buna aynı aklın ekstrem temsilcileri tarafından önerilen “Onu uyuşturucu kaçakçısı olarak isteyelim, zira bu suçlara ölüm cezası yoktur. İade edilirse istediğimiz gibi yargılar, idam ederiz.” önermesini de eklemek gerek (Kanal 6’nın, 20 Kasım 98 tarihli Ceviz Kabuğu programı ).
Ancak, iade işleminin hukuki olarak mümkün olmayacağı anlaşılınca, “Osmanlı aklı” gerçek yüzünü tüm çirkefliğiyle göstermekte gecikmedi. Cumhurbaşkanı olarak Süleyman Demirel, bu reddedişi kaba bir açıklıkla dile getirmiştir, bireysel kanaatini toplum kanaati yerine koymaya alışkın olan bu ünlü demagog, ”Türk milleti idamın kaldırılmasına hazır değildir” diye buyurdu. Bu yaklaşımın kendi halkını aşağılayıcılığı bir yana, Avrupalının “Türk aklı” diye aşağılamaya çalıştığı düşünceye bir katkıdır da.
TC. kendini bu mirastan kurtaramıyor. Sorunları artıkça, yeni çözüm yolları bulmak yerine kolayına kaçarak daha da sertleşiyordu. Azınlıklara, Kürtlere, Araplara çektirilen tarihi acılardan sıyrılmak için daha barışçıl ve özverili olma gibi uygar bir meziyet taşımaktan kaçınmayı tercih ediyor. Oysa uygar bir akıl çok farklı düşünür ve davranır. Türk okuyucunun yakından tanıdığı, Almanya’daki yabancı işçilerin, özellikle Türk işçilerin çektikleri acıları, aralarında yaşayarak kaleme alan ve büyük yankı yaratan “En Alttakiler (Ganz Unten)” kitabının yazarı Günter Wallraff, uygar bir insan olarak, gerçek Avrupalı akıl ile kendi ulusunun azınlıklara, yabancılara tarih içinde çektirdiği acılara karşı nasıl davranması gerektiğini bakın nasıl dile getiriyor; “Bence Almanlar yakın tarihlerinde insanlığa karşı işledikleri suçlardan ötürü, azınlıklar konusunda başka uluslardan, başka halklardan bile daha saygılı, daha anlayışlı, daha hoşgörülü olmak zorundalar” (Günter Wallraff, En Alttakiler, Önsöz yerine sayfa;12).
Tüm ulusların tarihinde bu güne taşınması büyük ayıp olacak girişimler vardır. Önemli olan bu olumsuzlukları bu güne miras olarak taşımamaktır. Bunun için her ulusun uygar aklılara, insan haklarını özümsemiş kuşaklara ihtiyacı vardır. Dünyanın tüm uluslarında, mutlaka böylesi kuşakları yaratmaya yetecek birikimler vardır. Mesele bunları açığa çıkarmak, toplumun sorumluluk alanlarına çekebilmektir. Bu da bir ulusun tüm onurlu insanlarının sorunudur. Türk ulusu da bu görevle karşı karşıyadır.
30 Ocak 2008 Çarşamba
Osmanlı Aklı'nn , Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı
Gönderen Mihrac Ural zaman: 11:22
Etiketler: osmanlı aklının Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder