Sınırları insan erdemleriyle belirlenmiş, ne sınıfsal ne de etnik nedenlere mahkum olmamış doğrularımızla özgürlük ve demokrasi mücadelesini sürdüreceğiz...

BURADAYIZ İŞTE...

OKURLARIMIN DİKKATİNE. BLOGUMDA TEKNİK BİR ARIZA YA DA BİR SALDIRI GERÇEKLEŞMİŞTİ.. ŞİMDİ HER ŞEY YOLUNDA...EMEKLERİMİZ BURADA... SAĞLICAKLA KALINIZ...

PARALEL BİR BLOG DA DEVAM EDİYOR...

Yeni blogun adresi: http://mirural.blogspot.com/

ŞU AN İZLEMEKTE OLDUĞUNUZ BLOG ADRESİ İLE YENİ BLOG ADRESİ BİRBİRİNE ÇOK YAKINDIR. İLGİNİZE TEŞEKKÜRLER.

MİHRAC URAL

...

...

...

...

TÜRK MODERNLEŞMESİ JAKOBENİZM VE BONAPARTİZM

Yener Orkunoğlu

Türkiye'de modernleşme hareketinin tarihini ve modernleşmenin toplum üzerinde yarattığı etkileri incelemek ve aynı zamanda modernleşme konusunda liberal entelektüellerin yarattığı yanılsamaları açığa çıkarmak zorundayız.
Liberal entelektüellerin çarpıttığı bir konu var. Siyasal İslam'ın yörüngesine girmiş bir çok entelektüel, Türkiye'deki Kemalistleri Jakoben olmakla suçlarlar. Yani Jakobenizm, darbeci ve anti-demokrat olmakla özdeşleştirilir. Böylesi bir değerlendirme, Jakobenizmin çarpıtılmasıdır. Kemalizm'i, Jakobenizm olarak değerlendirmek, Jakobenizme karşı bir haksızlıktır. Çünkü Jakobenizm, Fransız Devrimi döneminde küçük burjuvazinin (baldırı çıplakların) radikal bir devrimci hareketi olarak doğdu. Fransız Devrim hareketinin sol kanadını oluşturur.
((Devamı orta sol sutunda))

..

..

Mihrac Ural

Mihrac Ural

Yeniden felsefe okumak


Cumhuriyetin Doğuya sırtını dönmesinin mahkumu idik. Alfabe kırılmasının sonucu da, okuma adına nemiz var nemiz yok, arşivlerin küfüne terk edildi. Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle zaten olmayan okumalara, sıçramalardan oluşan, dengesiz ve sonuçta eksiklikten kaynaklanan bir topallamaya düştük. Bu da, ülkemiz felsefe bilincinin derinlik ve bütünlüğünü oluşturacak zincir halkalarının kopuk olmasını getirmiştir.
Yunan felsefesi akılcılığının Aristo’yla temsil edilen sunumunu, İslami bir yorum ve ilerleyişle ele alan Farabi’de ifadesini bulan akılcılığa karşı, “ Tahafüt el Felasife” diyerek, dünya ve ahiret işinde akıla yer bırakmayan Gazali’nin, bu güne kadar süren tutuculuğundan yana saf belirlemiştir. Gazalinin, “filozoflar”ın aklın hareketinden yana dünyevi olayları yorumlayan yaklaşımlarına karşı yaptığı eleştirilere, aklın bir militanı İbni Rüşt’ün ünlü cevabı olan “Tahafüt el Tahafüt” ü tanımazlıktan gelmiştir. Böylece sağ, Yunan ve batı felsefe okumaları eksiğiyle iki ayağı topal hale gelmiştir. Dayandığı felsefi okumaların karşıtlarını da bilmemekle, sığ kalmıştır.((Devamı sol ana sutunda))

****

****

24 Nisan soykırımı hepimizi katletmişti...

Mihrac Ural

Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi –soykırımı- hepimizi katletmişti. Tam 93 yıldır sürmekte olan zorunlu sürgün ile insanlık sucunda İttihat –Terakki’nin ‘SOYKIRIM’ imzası vardır.

Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır.

Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur.

“Resmi tarih” diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.**19. yy sonlarından başlayarak, Katolik ve Gregoryan (Ortodoks) diyerek birbirlerine kırdırılan, tenkil ve sürgünlerle, mal mülklerine el konularak baskı altında tutulan Ermenilere yönelik soy kırımı, I Dünya savaşının, malum bol bahaneleri altında girişilmiştir (24 Nisan 1915).

Savaş sırasında, önce Ermeni gençlerinin Askere alınarak silahsız bırakılması ve ardından toplu tasfiyelerin yapılması, geride kalan Ermeni halkının Tenkil ve sürgünlerine geçilmesi. Bu konuda talimatların dakik bir biçimde, en yetkili resmi merciler tarafından istenip, izlenmesi. O dönemin Sadrazamı (Başbakanı) Talat Paşa’nın, başından itibaren olayları, dikkatlice takibi, emirler vermesi, istatistik tutması (iskan edecekleri yerde dahi nüfusa göre oranlarının %5 geçmeyecek düzeyde tutulmaları talimatları da dahil) ve bunun en ince ayrıntısına kadar yazılı özel notlarla tescili, Ermenilere reva görülen her şeyin, planlı bir tarzda icra edildiğini göstermeye yeterlidir (Ermeni tehciriyle ilgili Talat Paşa’nın tutanakları için bkz. Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi, 24 Nisan 2006’dan itibaren yayınlanan dizi) Bu, Ermenilere ilişkin, adına ne konulursa konulsun, yapılacak olanların önceden planlanmış eylemler olduğunu gösterir.

Bundan sonra, sonuçlara bakılarak, yapılanlara verilecek ad, tanımlamaya geçilir.*Böylesine planlı ve en ince ayrıntısına kadar takip edilmiş ve bir etnik topluluğa yönelen, sonuçta en iyimser tahminlerle, el yazması tutanaklardaki rakamlarla bir milyon (1000 000) üzerinde Ermenin ölümüne yol açan, kimi şehirlerde nüfusu yüz binlerden sıfıra indiren, çoluk çocuk on binlerce canın etnik yapısını değiştirmek için farklı etnik toplumlara dağıtan, topraklara el koyan, binalarını yıkan, her türden maddi ve canlı servetine el koyup katleden girişimlere, soy kırımından başka bir ad verilemeyeceği görülür.

Bu bir soykırımdır. (..)Osmanlıdan, cumhuriyete süre gelen bu aklın, daha uzun süre yürürlükte olma tehlikesi tüm çıplaklığıyla kendini göstermektedir. Tarihimizle cesurca yüzleşmeden bu aklı toplumsal işlevlerimizden ve geleceğe ilişkin yaşam planlarımızdan söküp atmak güç gibi duruyor.
((*)Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı –Mihrac Ural)

**
Sıranın kendisine gelmeyeceğini sananların dikkatine, bu vatanın birimize değil, hepimize ait olduğunu bir kez daha, bin kez daha yeniden birbirimize kanıtlamakla yükümlü olduğunuzu artık anlamak zorundasınız.

Bilmelisiniz ki, farklılıkları içselleştirmek, onlarla barış içinde yaşamayı fiilen gösterip, haklarını anayasal ve kurumsal güvencelerle kökleştirmek ertelenmez bir görev haline gelmiştir, bu yapılmadıkça bu vatanın hepimize ait olduğuna kimseyi inandıramazsınız.

Mümkünü, imkansız hale getirmeye devam ederseniz, sizi biz farklılar, ayrı varlıklar bile kurtaramaz. Bunun vebali, Hrant Dink’in katline yol açan akıl sistematiğinin kıyımına tek tek ve topluca maruz kalmaktır bilesiniz.
((*)Hrant Dink'in Katli ve Tarihi Gerçekler –Mihrac Ural)


Murat Altunöz’ün Beklenen Kitabı Kırılgan Zamanlar Çıktı…

2002 Ocak ayında başladığımız yolculuğumuza 7 yıldır devam ediyoruz. Karalama Dergisi, ülkenin koşullarına göre bazen inişler ve çıkışlar yaşamamıza rağmen her geçen gün dergimizle daha da büyüyoruz.

Karalama Dergisi olarak;
Şair Nevruz Uğur ve Halil İbrahim Yıldız’ın kitaplarından sonra Karalama’nın Kurucusu ve halen Editörü olan Murat Altunöz’ün Kırılgan Zamanlar adlı kitabını yayımladık.
Geçmiş zamanların, kırılmış, yalnız ve hüzünlü dizelerinde bulduk kendimizi,
Her dize de bir direniş, bir sürgün, bir ayrılık ve özlem var.
((Devamı sol alt sutünda))

...

...

Yerel Çeteleşmenin Boyutu...

Murat Altunöz /Gazeteci

Çeteleşme yıllar sonra Ergenekon operasyonuyla tekrar gündeme geldi. Eskiden bildiğimiz mafya sistemi çökmüş artık daha organize ve daha profesyonel bir hal alan almıştır.Bazı yazarlar, Emekli Polisler ve Emekli askerlerinde içinde bulunduğu yeni bir yapı ortaya çıktı.Aslında bu tür çeteleşmeler yıllardır hep ülkemizde vardır. Ama bu hafta benim bahsetmek istediğim yerel çetelerdir. malesef son yıllarda ciddi anlamda yerel çeteleşme ve Organize suçlarda bir çoğalma vardır. Zaten Hatay il Emniyet Müdürü Osman Çapalı'da bu konuya dikkat çekerek " Bireysel suçlar artık organize suçlara kaymıştır" demiştir.
((Devamı sol ana sutunda))


İNTERAKSİYON

Faiz Cebiroğlu
Her gelişim, karşılıklıdır. Her ileriye yönelik değişim, bir interaksiyondur. İnteraksiyon, karşılıklı etkileşim oluyor. İnsanlar, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek sosyal yönlerini geliştiriyorlar. Sosyal yönünü geliştiren insan, aldığı öğreti ve deneyimlerle bireysel yönünü ”işleyerek” yapılandırıyor. Yapılanma, ”özbilinç” ve ”özgüven” ile nitelik bir hal alıyor.

İnteraksiyon ya da karşılıklı etki, yaşadığımız toplumda, değişik yer ve ortamlarda farklı farklı oluyor. Dille başlayan diyaloğa; insanların bulunduğu yaşam tarzları, çalışma biçimleri ve kısacası sahip oldukları sınıfsal konumları da ekleniyor. Sosyal sınıf, gelişimde ”ana halka” oluyor. Sosyal sınıf, ileriye yönelik değişimin ”can alıcı noktasını” oluşturuyor.

(Devamı orta ana sütunda )
http://mirural.blogspot.com/

...

...

Yabancılaşmanın Dinamiği


Mihrac Ural

Yabancılaşma, insanlık ailesini birbirine yakınlaştıran, farklarını hızla öteleyen özel mülkiyeti ve olumsuz sonuçlarını bile köşeye sıkıştırma işlevi gören sonuçlarıyla, olumsuz değil çok olumlu bir role sahiptir. Tarihsel süreciyle derinleşip geliştikçe gerçekleşen yabancılaşma, insana çok daha cüretkâr olma, çok daha özgürce beyin labirentlerinde kurguladığı fantezileri yaşama ve bunu yaparken de dar anlamda aile, mahalle gibi klancı darlığın etkiler altında kalmayıp, geniş anlamda da ulusal sınırları aşıp belki başlangıcı sanal âlemin nimetleriyle, bilgi çağının iletişim olanaklarıyla bu tutku ve arzularının doruklarını zorlama şansını elde etmektedir.Yabancılaşma olmasaydı, emeğin sosyal etkilerinden bahsetmemiz mümkün olamazdı. Emek ne kadar sahibinden uzaklaşır, ne kadar sahibine belirgin olmaktan çıkarsa, o kadar evrensel ölçeklerde hizmet sunmaya başlamış demektir. Ve bir o kadar kültürel farklılıklarını hesaba katmadan ( renk, ırk, ulus, coğrafya, bölge farkı tanımadan) insan türüne ait hale gelmiş demektir.
((Devamı orta ana sol sütunda: ))
http://mirural.blogspot.com/

..

..

MİLLİ MARŞLAR

Ayşe Hür
1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı ‘Tre Trallade Jantor’dur. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkar ve ‘Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr….’diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası olayı "centilmen Türk seyircisinden jest" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi…
“Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur/Katibimin setresi uzun eteği çamur… diye başlayan ünlü türkünün bestesi 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’daki Selimiye Kışlası’nda kalan ‘eteklikli’ İskoç Alayı’na moral vermek için yazılmış ‘Donsuz askerler…’ diye başlayan bir asker şarkısıdır. II. Mahmut döneminde (1808-1826) modernleşme çabaları sırasında askerlere giydirilen setre ve pantolon mutaassıp çevreler tarafından ‘sokağa donla çıkmakla’ eşdeğer görülmüş, özellikle de ‘gavur mukallitliği’ denilen bu modernleşme hareketine çabuk uyum gösteren eli yüzü katipler halkın diline düşmüştür. Bir İstanbul külhanbeyi, bu katiplerle alay etmek için, Üsküdar yolu üzerinde olan Selimiye Kışlası’nda kalan İskoç askerleri için yazılan marşın müziğine Türkçe sözler yazar ve ünlü Katibim türküsü ortaya çıkar.
1974 Kıbrıs ‘Barış Harekatı'ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkumları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.

((devamı sol büyük sütunda))

31 Ocak 2008 Perşembe

4.Osmanlı Aklının Korsanlığı ve Öcalan'ın kaçırılışı



4. OSMANLI AKLININ KORSANLIĞI ve ÖCALAN'NIN KAÇIRILIŞI


Bu bölümü sonradan eklemek zorunda kaldım. Makalemi iki ay önce bitirmiştim. Baskı hazırlıkları sırasında acı haber dünyayı sardı. Başkan Öcalan esir düşmüştü. 15 Şubat 99’da dünya tarihinin ender korsanlıklarından biri, tüm dünya kamuoyu gözü önünde ABD istihbarat servisi CIA, İsrail’in MOSAD’ı, Kenya’nın istihbaratı ve Türkiye MİT’inin kirli işbirliğiyle, Kürt ulusu tarihinin en önemli lideri kaçırılarak, Türkiye’ye teslim edildi. Dünyayı saran bu haber, bir kez daha Hasta Adam Osmanlı’nın devamı Türkiye Cumhuriyeti’nin, geleneksel korsanlığa devam ettiğini göstermiştir.
Korsanlık, Osmanlının denizlerdeki temel talan seferlerini oluşturuyordu. Nice milliyetler, halklar, uygarlıklar bu korsanlığın top gülleleri altında eritilerek yok edildi. Tek amaç vardı, o da, gasp ve barbarlıktı.

Osmanlı bu süreci, yaşamının son anına kadar sürdürdü. Hasta düşüp, tükendiği yerde yeşeren Türkiye Cumhuriyeti, genetik devamı olduğu Osmanlının bu yönüne yeniden yaşam vermesi kaçınılmazdı. Nitekim TC, 40 milyonluk dev bir Ortadoğu ulusu olan Kürt ulusunun lideri Öcalan’ı, uşaklığını yaptığı güçler yardımıyla, devletler hukukuna, her türden insan haklarına, uluslararası anlaşmalara tecavüz ederek gerçekleştirdiği korsanlık eylemiyle kaçırarak, bu adımı da attı.

Bu menfur girişim bir kez daha TC’nin hukuk dışı iştigalleri olan bir devlet olduğunu, ortaçağ anlayışıyla insan ilişkilerine baktığını ve buradan da egemenlik altında tutuğu ulus ve halklara karşı pervasız bir barbarlıkla yaklaşmakta olduğunu göstermiştir. PKK Genel Başkanı, Kürt ulusunun birleştirici önderi Başkan Abdullah Öcalan’ın esir edilişiyle başlayan süreç, ayrıca bir hukuksuzluk dizisi olarak sürmeye devam ediyor. Savunma hakkı sürekli kısıtlanan, avukatlarına inanılmaz engeller ve baskı yapan bu zulüm süreci, işlenen korsanlığın mantık uzantılarının nereye kadar gideceğine de bir göstergedir. Adil olmayacağı tüm verileriyle belli olan yargılamanın, alelacele düzenlenen ve bağımsız olmayan Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde (DGM) görülerek sona erdirilmek istenmesi, korsanlığın hukuk alanında nasıl işlev gördüğünü anlatmaya yeterlidir. Buna Türk aklının çalışma sistematiğini anlatması açısından, Öcalan’ın yakalanmasıyla Kürt ulusunun özgürlük istemi ve mücadelesinin bir çırpıda biteceğini bekleyen ve bu amaçla “Pişmanlık Yasası” teklifini, Meclis üstü girişimle önerip, kararnameyle yürürlüğe sokma telaşını eklemek gerek. Ayrıca, bugüne kadar akıllarına hiç gelmeyen, “Doğu’ya yatırımları hızlandırmak için, dağdan inecek, kandırılmış ve pişman olmuş Kürt savaşçılarına iş olanağı sağlamak için” kaynağı meçhul ve tamamıyla propagandaya yönelik 10 trilyonluk paket açıklaması komedyasını da hatırlamakta yarar vardır. Böylesine telaş ve böylesine çelişkili girişimler tipik bir Osmanlı aklı olarak, kendini ve ulusunu aldatmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Nitekim ne “Pişmanlık Yasası” na isticvap eden çıktı ne de sözü edilen yatırım heyulasından bir şey görüldü. Tüm söylemlerinin yalan ve aldatmacadan ibaret olduğu, birkaç hafta içinde tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı. Bu yalanın en büyük fabrikası olan Türk medyasının Öcalan’ın yakalanmasıyla başlattığı kirli propaganda ve uyduruk atıflarda bulunmalar da, Öcalan’ın avukatları aracılığıyla yansıyan mesajlarında yerle bir oldu. Esir Başkan Öcalan;” Bu mahkemede TC.nin Kürt siyaseti yargılanarak mahkum edilecektir. Mahkeme başlamadan kazanan taraf biz olduk, mahkum olacak taraf ise TC. olacaktır.” Mealinde, dışarıya yansıyan mesaj, Türk Medyasının bilinen temel özelliği yalancılık, abartmacılık ve kirli gayelerle hasmı kirletme çabası, kendini vuran bir silaha dönmüştür. Şimdi medyasından, yönetimine yeni konseptler ve arayışlar içinde bataklığa gömüldükçe gömülmektedirler.

Ancak bütün bu girişimler, var olan gerçeği örtmeye yetmeyecek birer beyhude çabadır. Kürt güneşini karartacak hiçbir bulut gök yüzünde asılı kalmayacaktır, Kürt özgürlüğünden daha yüksek bir zindan duvarı da örülemeyecektir. Geride yalnızca, insanlık tarihinin utanç listesinde, insanlığa karşı işlenen suçlarda, Osmanlı miras yedisi TC’nin yer alışı kalacaktır.

İnsanlığa hukuk uygarlığını sunan Roma’nın, suçlu görmediği, yargılayamadığı, Batı uygarlığı ülkelerinin yargılanabilecek hiçbir şey bulamadıkları, kendi isteğine rağmen “uluslararası mahkeme”de yargılanması sağlanamayan, esir Başkan Öcalan’ı Türk “adaletinin” (!) yargılama gerekçesi hiç olamaz. O, Kürt ulusu adına yalnızca, kendi topraklarında demokrasi ve özgürlük istemektedir. Kürtlerin, başkasına ait olup istedikleri hiçbir şey yoktur. Barışa ve kardeşliğe davet edenler de, Kürt ulusu ve lideri olmuştur. Verilen cevap, ölüm mekanizmalarıyla olmuştur; TC. bu eylemleriyle, Türk-Kürt kardeşliğinin koca bir yalan olduğunu yeterince açığa vurmuştur. Kürt ulusu, liderinin korsanca kaçırılışına rağmen, barış elini uzatmaya devam etmiştir. Ancak TC 40 milyon insanı, hala yok saymaya devam ediliyor. Tarihin en eski ve en uygar halklarından olan Kürtler, hiçbir ulusal hakka sahip olmadan esir yaşam mahkumiyetine devam ediyor.

Anadolu’nun kadim uygarlığı yeniden uyanırken, İnsanlığa sunduğu 20.yy’ın son büyük devrimcisi Esir Başkan Öcalan, özgürlüğüne er yada geç kavuşacaktır. Anadolu’nun uygar insanlığı bu tutsaklığa uzun süre göz yummayacaktır. Bu, bireyin fiziki özgürlük kazanımı olmasa da. Esir Başkan’ın açtığı yolda Kürt ulusunun özgürlüğünü engelleyecek hiçbir gücün kalıcı olmasına izin verilmeyecektir.

Ancak bu gelişmelerin insanlığa anlattığı önemli mesajların doğru kavranması gerekmektedir. Bunun en önemlisi TC. korsanlığıdır. TC’nin, Osmanlı korsanlığı defterini açtığıdır. Osmanlı aklının bu eylem türü, bundan sonra da sık sık dünya kamuoyunu meşgul ederek, hukuksuzluğu pervasızca sürdüreceği bilinmelidir. Uygar insanlığın görevi, Anadolu’nun uygar insanlığının, TC. korsanlığına karşı açtığı mücadelede yalnız bırakmamaktır.

30 Ocak 2008 Çarşamba

OSMANLI AKLININ TARİH SERÜVENİ ( II )



Mihrac Ural


3.

“Osmanlı Aklı”nın,
Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı


Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi, buna önemli bir örnek teşkil eder. Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır.

Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur. “Resmi tarih” diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.

İnkar etmek var olan gerçeğin yükümlülüğünden kaçmanın en kestirme yolu olarak “Osmanlı aklı” tarafından ikame edilmiştir. Bu aklın mihverinde dolaşan aydınlar, hatta solcu geçinen milliyetçiler, Osmanlıyı, İttihat ve Terakkiyi ve liderlerini, TC’yi ve Osmanlı artığı padişahları, Ermeni jenosidinden aklamak için, cürümü Teşkilatı Mahsusa’ nın iki silahşörü, Mülazım Halil ve Çerkez Ahmet adlı eşkıyanın sırtına yıkmaktadırlar. Cemal Paşa’nın bu iki eşkıyayı astırması sonucunda da, Ermeni jenosidinin hukuki hak arama kapıları tamamıyla kapatılabileceği düşünülmüştür. Ayrıca, katliama yol açan “Türk intikam duygularının körüklenişi, Ermenilerin tek ulusçu çıkar arayışları ve yabancı desteğine” mal edilerek, katilin değil, maktulün suçlanmasına gidilmiştir. ( Taner Akçam, bu inanılmaz denklemi “Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu” adlı kitabında kurmaya çalışmıştır. Bu kitaba karşı eleştirilerimiz, Mihrac Ural, “Ermeni Jenosidi ve Küçük Enver ( Taner Akçam )” adlı broşürde ele alındı). Böylece “Osmanlı aklı”, maktulleri katil ilan etme ayrıcalığına sahip olduğu da açığa vurulmuş oluyor. Bu akıl yöntemi bu gün tüm çirkefliğiyle, Kürtlerin her türden var oluşunun inkarı için çalışmaktadır.



Ermeni jenosidi, binlerce belge yanı sıra on binlerce tanık ve bu gün hala yaşamakta olan katliamın kanlı ortamlarında bulunan insanların varlığı Türk aklını, bu toplu kıyımın varlığına ikna etmemiştir. Bir daha Türklerin ayranı kabarırsa yeniden acımasızca katliam yapılabileceği tehditlerini yapma cüretinde olan yazar-çizer çömezler ortaya çıkabilmektedir. Bu konuda, Türklerin bu gün pek de hayırla anmadıkları meşhur Sadrazam Damat Ferit Paşanın Paris Konferansı’nda dile getirdiği ibret verici açıklamalar, Ermeni katliamının pekte anılmayan, üstü örtülen birer dehşet belgesidir. Malum milliyetçilerden Taha Akyol , “Medine’den Lozan’a” adlı kitabında kendi ifadesiyle şöyle aktarmıştır: “Damat Ferit, Paris Konferansı’nda da onursuz bir “heveskar” olarak konuşmuştur: Batılıların Türkiye’yi suçladığı bütün “cinayet-i müthişe” bir gerçektir! Fakat bunu “Padişahtan ve milletten habersiz olarak İttihatçılar yapmıştır!”. Hatta, “İttihat ve Terakki Komitesi, Hıristiyanları katletmekle yetinmeyerek üç milyon Müslüman’ı da çeşitli araçları kullanarak yokluk alemine göndermiştir!”. Bolşeviklerle İttihatçıların farkı yoktur ve Türkiye’nin durumu “Bolşevik terörist idaresi altındaki Rusya ile benzer olduğundan... Rus milletini Bolşevizmden kurtarmak için büyük fedakarlıklarda bulunan Avrupa ve Amerika’nın Türkiye’yi de kurtarması insaniyetkarane ve hayırhahane olacaktır...” (Taha Akyol, Medine’den Lozan’a s; 117-118).

Bu satırlarda Damat Ferit’in, Ermeni katliamının insani ve ahlaki boyutuyla ilgili bir çerçevede konuşmadığı açıktır. O, ellerinden giden egemenliğin yeniden ele geçirilmesi peşindedir ve tipik “Osmanlı aklı” gereği galip devletleri kandırma peşindedir. İttihatçılara karşı kini de buradan gelmektedir.

Aynı sorunun, Batı dünyasında oluşturduğu kanaatleri, İtilaf devletleri adına zamanın Fransız Başbakanı Clemenceau, şu sözlerle seslendirmiştir, “Hiçbir misal yoktur ki, Avrupa’da, Asya’da, Afrika’da bir memleket üzerinde Osmanlı hakimiyetinin kurulması, orada maddi umranın azalmasıyla ve medeniyet seviyesinin düşmesiyle sonuçlanmasın. Ve keza hiçbir misale tesadüf edilemez ki, Osmanlı hakimiyeti altında orada terakki gerçekleşmiş olsun...
Türk, fethettiği arazide mamuriyet meydana getirememiş ve harben kazandığını sulh zamanında inkişaf ettirememiştir. Türk’ün mahareti, mülkün ümranı hususunda maruf değildir...

Ermeni yetimleri








Balkanlarda ve Ermeni meselesinde Türk hükümetinin emriyle Hıristiyanlara katliam yapılmıştır .. Türk kavmi, idari işlemlerde şimdiye kadar maharet gösterememiş ve başarı sağlayamamıştır...” ( Taha Akyol, Medine’den Lozan’a sayfa; 118). Bu belirlemeler ve kaygılar, nitekim TC’nin, çağdaş dünya ile birleşmek istediğini açıkladığı, Batılı normlara yönelerek, Osmanlı geleneğinden kopmak istediğini ilan ettiği koşullarda da tüm çirkefliğiyle gündeme gelmeye devam etti. “Varlık Vergisi”, 6-7 Eylül olayları, bu vahşetin önemli dönemeçleridir.
Bu akıl, azınlıklara karşı ölüm kusan yöntemlerini, 11.11.1942 de kabul edilen ve ertesi gün yürürlüğe geçirilen “Varlık Vergisi” ile bir kez daha icra ediyordu. Bu vergi, azınlıkların iktisadi olduğu kadar, fiziki olarak yok edilmeleri, yurtlarından, iş yerlerinden sökülmeleri amacıyla, II. Dünya savaşı bahane edilerek yürürlüğe kondu. O karanlık günlerin İstanbul Defterdarı Faik Ökte olayla ilgili anılarını yazdığı “Varlık Vergisi Faciası” adlı kitabında, “Yan yana iki dükkanda çalışan, aynı kirayı veren, aynı istidatta olan Müslim ve Gayrı-Müslim iki vatandaşa tarh ettiğimiz vergilerin arasındaki ölçüsüz fark, verginin ilan günü foyamızı meydana vurmuştu” (Faik Ökte, Varlık Vergisi Faciası, sayfa 15) diyerek, gerçekleri dile getiriyor.


“Varlık vergisine alakadarların itiraz hakları yoktu”. Bu durum vergiye “zapt ve müsadere şekli vermekteydi”. “ Varlık Vergisi bu şekliyle, dünya vergi nizamı içinde itiraz yolları kapalı olan vergilerin de mevcut olabileceğine feci bir misal vermiştir.” (Age,sayfa;109). Osmanlı aklının bu icadı, Osmanlının istila ettiği topraklarda yaşayan milletleri haraca bağlama geleneğinin, nasıl da TC. döneminde açıkça sürdürüldüğüne bir göstergedir. Bu aynı zamanda, TC’nin, Osmanlının kirli mirasını sahiplenişine bir belgeydi.

“10 gün kadar Emniyet arşivlerinde, kazanç hesap mütahassıslarını” çalıştırdıklarını (Age, s; 81) dile getiren defterdar, Yunanlı isimlerle, hedef seçilen İstanbul Rumlarının isim benzerliğinden dolayı zorlandıklarını ifade ederken, seçilen hedefin kimler olduğu açığa vuruluyordu. Buna karşın, “vergi miktarı ve mükellef adedi ne olursa olsun, Amerikalılar varlık vergisi vermemiştir” (Age, s; 126). Vergisi, mal ve mülkünün tasfiyesine rağmen karşılanmayan binlerce mükellef, iaşesi kendi hesabına olmak üzere Erzurum’a, Aşkale’ye, Sivrihisar’a, zorunlu çalışma kamplarına, ölüme gönderiliyordu; Nazilerin, Yahudilere karşı uyguladıkları çalışma ve ölüm kampları, Osmanlı aklının azınlıklara karşı temel politikası olmuştu. Zamanın İstanbul Defterdarı Faik Ökte’nin, tahsildarı olduğu Varlık Vergisi için son sözü, “ bu zecri vasıtanın bu günkü vergi fikriyle, insanlık ölçütleriyle ölçülmesine imkan olmadığını söylemek yerinde olur.” (Age. s; 159) şeklinde olmuştur. Defterdar Öke’nin vicdan muhasebesi olan bu eseri, aynı akıl temsilcileri tarafından “Öke’nin yazdığı kitap ‘vatana İhanet’ “ olarak karşılandı” (Meriç, A.A, s;6). Aynı aklın papağanları “Dünya yüzünde ve bütün tarih boyunca bundan daha adilane vergi olmamıştır.” diyordu.


Sonuçta, mal ve mülklerini ucuza kapatarak kaçmaya mahkum edilenler, “Misafir” (Başbakan Şükrü Saraçoğlu) sayıldıkları binlerce yıllık ana yurtlarından, bir daha geri dönmemek üzere göçüyordu. İstenilende tas tamam bu idi. Lozan azınlıklara kimi haklar vermişti, TC’de, hak alanı böyle yok ediyordu. Anadolu gibi, “sermaye de bu yolla Türkleştiriliyordu.”
Rumların diğer azınlıklarla birlikte çektiği Varlık Vergisi kıyımı son değildi. Bu kıyımda İstanbul’un demografik yapısı bir darbe daha almıştı. Hak ver yok et politikasıydı bu. Rumları, çok geçmeden bir kıyım daha bekliyordu. 6-7 Eylül 1955 olaylarında bu aklın tetikçileri, İstanbul’un gerçek yerlileri ve kurucuları olan Rumların her türden varlığını ateşe veriyordu. Son Rum göçünün kapıları açılmıştı. Bu kez bahane, Kıbrıs sorunuydu. “Selanik’te bulunan, Atatürk’ün doğduğu evin yakıldığı” çığlıkları, arzulanan kıyım için bir işaret sayıldı. Bu süreç, Kıbrıs sorunu devam ettikçe sürdü. Her hangi bir dış sorun bahanesiyle, eziyetler azınlıkların ensesine dayanmış bir bıçak işlevi görüyordu. “Osmanlı aklı”, muasır medeniyete ulaşmayı, azınlıkların yok edilmesine bağlamıştı. Türkiye Cumhuriyeti, uluslar arası anlaşmalarla hak vermeye mecbur kaldığı tüm azınlıkları yok etti, yok saydıklarını, inkar ettiklerini ise köleleştirdi; Kürtler ve Araplar, Müslüman olmanın kefaretini ise bu güne kadar, ulusal kimliği inkar edilmiş köle olarak çekti.


Kürtlerin çektiği bir başka cehennemi azaptı. Onlar Müslüman olmanın kefaretini, Ermeniler, Rumlar ve diğer azınlıklar gibi bir çırpıda yok edilerek değil, zaman içinde çok daha vahşi işkencelerden, ölüm süreçlerinden geçirilerek, eritilerek, ulusal kimliği inkar edilmiş köleler olarak ödedi. Bunun için gerekli olan teorik temel, TC.‘nin Anadolu’yu Türkleştirme mavalında oluşturuldu. Bu amaçla “tarih ve dil tezi” komedyası üretilerek sahnelenirken Kürt gerçeği toptan inkar edildi. En yetkili ağızların, en iyimser söylemlerin sınırı “Kürtlerin, Türk olduğu” iddiasını aşamadı. Anadolu’da “...yaşayanların da hatta katıksız denecek surette Türk soyundan olduklarını ve Kürt diye bir kavmin olmadığını Ermenilerin ise, buraya yalnız bir muhaceret neticesi gelerek, tarihin derinlikleri içinde pek uzun denmeyecek bir zamanda kaybolduklarını, tarihi olarak tetik ettim.” (Kadri Pek, Cenup Anadolu’nun Eski zamanları, önsöz) diyebilmeyi, bilimsel bir sonuç olarak sundular. Aynı medreseden M. Şerif Fırat ise, “Yavuz Sultan Selim, 1514 yılında Şah İsmail ordusunu Çaldıran Ovası’nda yenip, Doğu illerimizden dönerken, ...Türk aşiretlerinin başı olan (Kurt baba) aşiretine baba-Kürdi adını takmıştır. Bu aşiretleri derebeyliklere ayırıp ‘Kürt’ namı altında Şah İsmail ve Şiiliğe cephe almalarını sağlamıştır! Doğu illerinin yüce dağlarında bu şekil imtiyaz altında bağımsız bir halde istediğini yapan bu aşiretler, tamamen milli birlik ve Türklük duygusundan uzaklaşarak, kendilerini gerçek Kürt ve baba-kürdi sanmışlardır.

Yavuz Sultan Selim devrinden önce yazılmış tarih ve haritalarda doğu illerimizin yukarı kısımlarına ’orarto’ denilmekte iken, Yavuz’dan sonra yazılan tarihlerde, bu Türk yurduna Kürdistan, buradaki Türk halkına da Kürt diye aslı astarı olmayan bu hayali adlar takılmıştır.” ( M. Şerif Fırat, Doğu illeri ve Varto tarihi, önsöz ) Burada da “Türk aklı”, kavimleri ve coğrafyalarını basit bir kelime oyunu ile buharlaştırabileceğini sanıyor ve bunu fiili olarak denemeye kalkışıyor. Buna en üst devlet zevatının da katılması, bu aklın egemenlik alanının nerelere uzandığını göstermektedir. Bunlardan biri de, Devlet Başkanı ve Başbakan Cemal Gürsel’dir. O da, “...Eğer yola yordama gelmezlerse, dağlı Türkler (Kürtler) rahat durmazlarsa, ordu; şehir ve köylerini bombalayıp yıkmakta, tereddüt etmeyecektir. Öyle bir kan gölü olacaktır ki, onlar da ülkeleri de yok olacaktır !..” (Stockholm’un Dagens Nyheter gazetesine verilen demeç, 16 Kasım 1960 ). Bu sözlere yorum yapmanın gereksiz olduğu inancındayız.
En küçük ideologundan en büyük devlet zevatına kadar akıl dışı bir saçmalık olan bu söylemleri üretenler, bunları “Türk tarih tezi ve güneş dil teorisi” gibi şatafatlı argümanlarla ortaya sürdüler. Son sığınakları olan Anadolu’yu Türkleştirmek için bu tezleri, kurultaylarda, bilimsel konferans dedikleri tiyatral mizansenlerde ortaya sürdüler.





Türk Dil Kurumu Genel Sekreteri İbrahim Necmi Dilmen, “Güneş-Dil Teorisinin Ana Hatları” isimli konuşmasında ( Üçüncü Türk Dil Kurultayı 1936 ), aynıyla şöyle diyebilmektedir; “Tarih insan soysallığının, Orta Asya’daki brakisefal Türklerden doğduğunu ve bunların muhaceretiyle Avrupa’ya, Afrika’ya, Amerika’ya yayıldığını; Okyanusya’ya yayıldığını, ispat etmektedir.

Kültürce üstün olanın brakisefal Orta Asya Türkünün yeryüzüne yayıldığı ve gittikleri yerlerdeki dolikisefallere kendi üstün kültürünü götürdüğü zaman da, bu kültürden doğmuş yeni kelimeleri vermemiş olmasına imkan yoktur.

Tarihin ilk bilebildiği bütün dillerin kültürlerinde müşterek olan Türk kültür varlığının izleri bu milletlerin dillerinde de bulmamak mümkün değildir.

İşte tarihin bu ana hatlarına dayanarak Türkçe’nin bütün dillerin ana kaynağı olduğu sabit olur.” Sıradan bir insanın dahi kulaklarına inanamayacağı bu iddia ile, insanlığın en uygar toprakları ve kavimleri, birbirinden farklı coğrafyalarda aynı anda ortaya çıkan farklı ırk, kültür ve dil etkinlikleri yok sayılıp, tümü, adı, ilk defa 8. Yüzyılda (M.S.720) Tonyokuk kitabelerinde yazıyla anılan, Türk ırkına bağlanıyordu.

Bu kurultayda (İkinci Türk Tarih Kongresi, İstanbul, 20-25 Eylül 1937), bir profesör karikatürü, özetle; ”Peygamber Muhammed, haremi Kıptî Marya, ondan doğan oğlu İbrahim, Ünlü Eves ve Hazrec kabilelerinin Türk olduğu. Ayrıca yahudi ve Farsların da öz Türk ırkından geldikleri” iddiasındadır. (İsmayıl Hakkı İzmirli, Şark Kaynaklarına Göre Müslümanlıktan Evvel Türk Kültürünün Arap Yarımadasında İzleri, adlı raporun, Peygamber ve Türkler bölümü, sayfa; 1013-1014)

İşte bugün, Anadolu’da yaşanan en önemli sorunların kaynağı bu akıldır. Tüm insanlık tarihini ve dilleri kendi ırkına ve diline bağlayacak kadar zıvanadan çıkmış olanların, kendilerinden farklı düşünecek olanlara karşı ne tür bir cehennemi inkarcılıkla cevap vereceklerini anlamak güç olmasa gerek. Kürtler de bu akıbete uğradı, inkarcılığı bu iflah olmaz tarzının rahmeti altına düştü.

“Osmanlı aklı”, Kürt ulusunun varlığını bu yaklaşımların karanlığında, sürekli inkar etmiştir. “Kürt diye bir şey yok” demiştir. 28 isyandan 29. isyana, farklı şekilde yükselen Kürt ulusu, ulusal bilinç ve kolektif kimliğinin özgürlük taleplerini dayatınca, bu inkarcılık yine pes etmemiştir. Kıyım, katliam, toplu göçe zorlama, faili meçhul cinayet, yargısız infaz gibi, en ilkel çağlarda bile bu ölçüde sürekli kılınamayan ölüm, “Osmanlı aklı” tarafından Kürtlere dayatılmaya devam edilmiştir. En kaba haliyle bu kıyım hareketi son onbeş yılda, 4000 köyün haritadan silinmesi ( yakılıp, yıkılarak) ve 20.000 Kürt insanın yargısız infazıyla oluşan katliamlar dizisi olarak belirmektedir. Buna 4000 faili meçhul cinayeti eklemek gerek. İnkarla at başı yürüyen bu “katli vacip” fermanı, TC döneminde de en çirkin şekliyle sürmüştür. Osmanlı artığı “Osmanlı aklı” tanımlamasına reddi miras demeyenlerin, bu mirasa sıkıca bağlı olduklarını görüyoruz. Bu mantığın en son verileri, bu aklın işleyişine de önemli bir örnek sunmaktadır. Dışişleri Bakanı, sosyal-demokrat İsmail Cem, “Kürtler Avrupa’nın sandığı gibi azınlık değil, Müslüman çoğunluğun kendisidirler. Onları azınlık kabul etmek ikinci sınıf vatandaş durumuna düşürmek demektir” demagojisiyle inkarcı geleneği sürdürmektedir. Bununla da çağdaş insanlığın aldatılabileceği umulmaktadır. Bu aklın son ürünü ise, idam cezasının kaldırma aldatmacasıdır.

“Osmanlı aklı” idam cezasını kendine yakışır bir nedenle kaldırmak ister o da, düşmanını ele geçirip faili meçhulle öldürmek için. Aylardır süren ve Kürt ulusunun varlığını yok etme komplolarından birini teşkil eden Abdullah Öcalan’ın İtalya’da durdurulmasıyla birlikte idam sorunu da yeniden gündeme geldi. Oysa, devrimci hareket, demokrasinin ikamesi uğruna üç kuşaktır emek veriyor, acı çekiyordu; bu mücadelenin en önemli başlıklarından biri de insanın yaşama hakkıdır, idam cezasının kaldırılmasıdır. Tamamıyla insani olan ve uygarlığın en çağdaş anlatımı olan bu istem, “Osmanlı aklı” ve egemenliği tarafından şiddetle reddedile gelmiştir.
Bu hayasızlık Öcalan’ın yakalanmasıyla, kandırmaca bir dönüşle “idam cezasının kaldırılması” gerektiği yönündeki seslenişlere ve “istişarelere” izin vermiştir. Atılan bu sahte adım, insanın yaşama hakkı ve bunun dokunulmazlığı gerekçesine dayanmıyordu. Tersine, tek gerekçesi Öcalan’ı ele geçirme önündeki uygar ülkelerin hukukunu atlatabilmeyi hedefliyordu. Zira bu uygar hukuk, idam cezasını kaldırmamış olan ülkelere, suçlu da olsa hiç kimsenin iade edilemeyeceğini karara bağlamıştır. “Osmanlı aklı”, uygar insanlık hukukunu alt etmek için “idam cezasının kaldırılması” oyununu oynuyordu. Yani bir ucuz kurnazlık, kaba aldatmacalık yapmaya yeltenmekteydi. “ Türk yasalarında idam oldukça kimse APO’yu bize iade etmez. APO’nun iadesi için, idam cezasını kaldırmak gerek” önermesi işte böylesine ilkel ve temelsizdi. Bu, hukukun, “Katli vacip” fermanına uydurulma çabasıdır. TC., Osmanlı mirasçısı olarak hukuk sorununa “konduğu gibi kaldırılır” gözüyle bakıyordu; onlara göre, hukuk bir padişah fermanıydı. “ Abdulhamit isteyince anayasayı ilan eder, isteyince onu yürürlükten kaldırır, kimsenin kılı bile kıpırdamaz” ya da İttihatçıların yaptığı gibi, ”İki cinayet ve birkaç telgraf, yeniden bir anayasa yürürlüğüne yol açar”.

Buna aynı aklın ekstrem temsilcileri tarafından önerilen “Onu uyuşturucu kaçakçısı olarak isteyelim, zira bu suçlara ölüm cezası yoktur. İade edilirse istediğimiz gibi yargılar, idam ederiz.” önermesini de eklemek gerek (Kanal 6’nın, 20 Kasım 98 tarihli Ceviz Kabuğu programı ).
Ancak, iade işleminin hukuki olarak mümkün olmayacağı anlaşılınca, “Osmanlı aklı” gerçek yüzünü tüm çirkefliğiyle göstermekte gecikmedi. Cumhurbaşkanı olarak Süleyman Demirel, bu reddedişi kaba bir açıklıkla dile getirmiştir, bireysel kanaatini toplum kanaati yerine koymaya alışkın olan bu ünlü demagog, ”Türk milleti idamın kaldırılmasına hazır değildir” diye buyurdu. Bu yaklaşımın kendi halkını aşağılayıcılığı bir yana, Avrupalının “Türk aklı” diye aşağılamaya çalıştığı düşünceye bir katkıdır da.

TC. kendini bu mirastan kurtaramıyor. Sorunları artıkça, yeni çözüm yolları bulmak yerine kolayına kaçarak daha da sertleşiyordu. Azınlıklara, Kürtlere, Araplara çektirilen tarihi acılardan sıyrılmak için daha barışçıl ve özverili olma gibi uygar bir meziyet taşımaktan kaçınmayı tercih ediyor. Oysa uygar bir akıl çok farklı düşünür ve davranır. Türk okuyucunun yakından tanıdığı, Almanya’daki yabancı işçilerin, özellikle Türk işçilerin çektikleri acıları, aralarında yaşayarak kaleme alan ve büyük yankı yaratan “En Alttakiler (Ganz Unten)” kitabının yazarı Günter Wallraff, uygar bir insan olarak, gerçek Avrupalı akıl ile kendi ulusunun azınlıklara, yabancılara tarih içinde çektirdiği acılara karşı nasıl davranması gerektiğini bakın nasıl dile getiriyor; “Bence Almanlar yakın tarihlerinde insanlığa karşı işledikleri suçlardan ötürü, azınlıklar konusunda başka uluslardan, başka halklardan bile daha saygılı, daha anlayışlı, daha hoşgörülü olmak zorundalar” (Günter Wallraff, En Alttakiler, Önsöz yerine sayfa;12).

Tüm ulusların tarihinde bu güne taşınması büyük ayıp olacak girişimler vardır. Önemli olan bu olumsuzlukları bu güne miras olarak taşımamaktır. Bunun için her ulusun uygar aklılara, insan haklarını özümsemiş kuşaklara ihtiyacı vardır. Dünyanın tüm uluslarında, mutlaka böylesi kuşakları yaratmaya yetecek birikimler vardır. Mesele bunları açığa çıkarmak, toplumun sorumluluk alanlarına çekebilmektir. Bu da bir ulusun tüm onurlu insanlarının sorunudur. Türk ulusu da bu görevle karşı karşıyadır.










Osmanlı Aklı'nn , Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı


Mihrac Ural
3.
“Osmanlı Aklı”nın,
Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı
Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi, buna önemli bir örnek teşkil eder. Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır. Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur. “Resmi tarih” diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.
İnkar etmek var olan gerçeğin yükümlülüğünden kaçmanın en kestirme yolu olarak “Osmanlı aklı” tarafından ikame edilmiştir. Bu aklın mihverinde dolaşan aydınlar, hatta solcu geçinen milliyetçiler, Osmanlıyı, İttihat ve Terakkiyi ve liderlerini, TC’yi ve Osmanlı artığı padişahları, Ermeni jenosidinden aklamak için, cürümü Teşkilatı Mahsusa’ nın iki silahşörü, Mülazım Halil ve Çerkez Ahmet adlı eşkıyanın sırtına yıkmaktadırlar. Cemal Paşa’nın bu iki eşkıyayı astırması sonucunda da, Ermeni jenosidinin hukuki hak arama kapıları tamamıyla kapatılabileceği düşünülmüştür. Ayrıca, katliama yol açan “Türk intikam duygularının körüklenişi, Ermenilerin tek ulusçu çıkar arayışları ve yabancı desteğine” mal edilerek, katilin değil, maktulün suçlanmasına gidilmiştir. ( Taner Akçam, bu inanılmaz denklemi “Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu” adlı kitabında kurmaya çalışmıştır. Bu kitaba karşı eleştirilerimiz, Mihrac Ural, “Ermeni Jenosidi ve Küçük Enver ( Taner Akçam )” adlı broşürde ele alındı). Böylece “Osmanlı aklı”, maktulleri katil ilan etme ayrıcalığına sahip olduğu da açığa vurulmuş oluyor. Bu akıl yöntemi bu gün tüm çirkefliğiyle, Kürtlerin her türden var oluşunun inkarı için çalışmaktadır.
Ermeni jenosidi, binlerce belge yanı sıra on binlerce tanık ve bu gün hala yaşamakta olan katliamın kanlı ortamlarında bulunan insanların varlığı Türk aklını, bu toplu kıyımın varlığına ikna etmemiştir. Bir daha Türklerin ayranı kabarırsa yeniden acımasızca katliam yapılabileceği tehditlerini yapma cüretinde olan yazar-çizer çömezler ortaya çıkabilmektedir. Bu konuda, Türklerin bu gün pek de hayırla anmadıkları meşhur Sadrazam Damat Ferit Paşanın Paris Konferansı’nda dile getirdiği ibret verici açıklamalar, Ermeni katliamının pekte anılmayan, üstü örtülen birer dehşet belgesidir. Malum milliyetçilerden Taha Akyol , “Medine’den Lozan’a” adlı kitabında kendi ifadesiyle şöyle aktarmıştır: “Damat Ferit, Paris Konferansı’nda da onursuz bir “heveskar” olarak konuşmuştur: Batılıların Türkiye’yi suçladığı bütün “cinayet-i müthişe” bir gerçektir! Fakat bunu “Padişahtan ve milletten habersiz olarak İttihatçılar yapmıştır!”. Hatta, “İttihat ve Terakki Komitesi, Hıristiyanları katletmekle yetinmeyerek üç milyon Müslüman’ı da çeşitli araçları kullanarak yokluk alemine göndermiştir!”. Bolşeviklerle İttihatçıların farkı yoktur ve Türkiye’nin durumu “Bolşevik terörist idaresi altındaki Rusya ile benzer olduğundan... Rus milletini Bolşevizmden kurtarmak için büyük fedakarlıklarda bulunan Avrupa ve Amerika’nın Türkiye’yi de kurtarması insaniyetkarane ve hayırhahane olacaktır...” (Taha Akyol, Medine’den Lozan’a s; 117-118). Bu satırlarda Damat Ferit’in, Ermeni katliamının insani ve ahlaki boyutuyla ilgili bir çerçevede konuşmadığı açıktır. O, ellerinden giden egemenliğin yeniden ele geçirilmesi peşindedir ve tipik “Osmanlı aklı” gereği galip devletleri kandırma peşindedir. İttihatçılara karşı kini de buradan gelmektedir.
Aynı sorunun, Batı dünyasında oluşturduğu kanaatleri, İtilaf devletleri adına zamanın Fransız Başbakanı Clemenceau, şu sözlerle seslendirmiştir, “Hiçbir misal yoktur ki, Avrupa’da, Asya’da, Afrika’da bir memleket üzerinde Osmanlı hakimiyetinin kurulması, orada maddi umranın azalmasıyla ve medeniyet seviyesinin düşmesiyle sonuçlanmasın. Ve keza hiçbir misale tesadüf edilemez ki, Osmanlı hakimiyeti altında orada terakki gerçekleşmiş olsun...
Türk, fethettiği arazide mamuriyet meydana getirememiş ve harben kazandığını sulh zamanında inkişaf ettirememiştir. Türk’ün mahareti, mülkün ümranı hususunda maruf değildir... Balkanlarda ve Ermeni meselesinde Türk hükümetinin emriyle Hıristiyanlara katliam yapılmıştır .. Türk kavmi, idari işlemlerde şimdiye kadar maharet gösterememiş ve başarı sağlayamamıştır...” ( Taha Akyol, Medine’den Lozan’a sayfa; 118). Bu belirlemeler ve kaygılar, nitekim TC’nin, çağdaş dünya ile birleşmek istediğini açıkladığı, Batılı normlara yönelerek, Osmanlı geleneğinden kopmak istediğini ilan ettiği koşullarda da tüm çirkefliğiyle gündeme gelmeye devam etti. “Varlık Vergisi”, 6-7 Eylül olayları, bu vahşetin önemli dönemeçleridir.
Bu akıl, azınlıklara karşı ölüm kusan yöntemlerini, 11.11.1942 de kabul edilen ve ertesi gün yürürlüğe geçirilen “Varlık Vergisi” ile bir kez daha icra ediyordu. Bu vergi, azınlıkların iktisadi olduğu kadar, fiziki olarak yok edilmeleri, yurtlarından, iş yerlerinden sökülmeleri amacıyla, II. Dünya savaşı bahane edilerek yürürlüğe kondu. O karanlık günlerin İstanbul Defterdarı Faik Ökte olayla ilgili anılarını yazdığı “Varlık Vergisi Faciası” adlı kitabında, “Yan yana iki dükkanda çalışan, aynı kirayı veren, aynı istidatta olan Müslim ve Gayrı-Müslim iki vatandaşa tarh ettiğimiz vergilerin arasındaki ölçüsüz fark, verginin ilan günü foyamızı meydana vurmuştu” (Faik Ökte, Varlık Vergisi Faciası, sayfa 15) diyerek, gerçekleri dile getiriyor.
“Varlık vergisine alakadarların itiraz hakları yoktu”. Bu durum vergiye “zapt ve müsadere şekli vermekteydi”. “ Varlık Vergisi bu şekliyle, dünya vergi nizamı içinde itiraz yolları kapalı olan vergilerin de mevcut olabileceğine feci bir misal vermiştir.” (Age,sayfa;109). Osmanlı aklının bu icadı, Osmanlının istila ettiği topraklarda yaşayan milletleri haraca bağlama geleneğinin, nasıl da TC. döneminde açıkça sürdürüldüğüne bir göstergedir. Bu aynı zamanda, TC’nin, Osmanlının kirli mirasını sahiplenişine bir belgeydi.


“10 gün kadar Emniyet arşivlerinde, kazanç hesap mütahassıslarını” çalıştırdıklarını (Age, s; 81) dile getiren defterdar, Yunanlı isimlerle, hedef seçilen İstanbul Rumlarının isim benzerliğinden dolayı zorlandıklarını ifade ederken, seçilen hedefin kimler olduğu açığa vuruluyordu. Buna karşın, “vergi miktarı ve mükellef adedi ne olursa olsun, Amerikalılar varlık vergisi vermemiştir” (Age, s; 126). Vergisi, mal ve mülkünün tasfiyesine rağmen karşılanmayan binlerce mükellef, iaşesi kendi hesabına olmak üzere Erzurum’a, Aşkale’ye, Sivrihisar’a, zorunlu çalışma kamplarına, ölüme gönderiliyordu; Nazilerin, Yahudilere karşı uyguladıkları çalışma ve ölüm kampları, Osmanlı aklının azınlıklara karşı temel politikası olmuştu. Zamanın İstanbul Defterdarı Faik Ökte’nin, tahsildarı olduğu Varlık Vergisi için son sözü, “ bu zecri vasıtanın bu günkü vergi fikriyle, insanlık ölçütleriyle ölçülmesine imkan olmadığını söylemek yerinde olur.” (Age. s; 159) şeklinde olmuştur. Defterdar Öke’nin vicdan muhasebesi olan bu eseri, aynı akıl temsilcileri tarafından “Öke’nin yazdığı kitap ‘vatana İhanet’ “ olarak karşılandı” (Meriç, A.A, s;6). Aynı aklın papağanları “Dünya yüzünde ve bütün tarih boyunca bundan daha adilane vergi olmamıştır.” diyordu.


Sonuçta, mal ve mülklerini ucuza kapatarak kaçmaya mahkum edilenler, “Misafir” (Başbakan Şükrü Saraçoğlu) sayıldıkları binlerce yıllık ana yurtlarından, bir daha geri dönmemek üzere göçüyordu. İstenilende tas tamam bu idi. Lozan azınlıklara kimi haklar vermişti, TC’de, hak alanı böyle yok ediyordu. Anadolu gibi, “sermaye de bu yolla Türkleştiriliyordu.”
Rumların diğer azınlıklarla birlikte çektiği Varlık Vergisi kıyımı son değildi. Bu kıyımda İstanbul’un demografik yapısı bir darbe daha almıştı. Hak ver yok et politikasıydı bu. Rumları, çok geçmeden bir kıyım daha bekliyordu. 6-7 Eylül 1955 olaylarında bu aklın tetikçileri, İstanbul’un gerçek yerlileri ve kurucuları olan Rumların her türden varlığını ateşe veriyordu. Son Rum göçünün kapıları açılmıştı. Bu kez bahane, Kıbrıs sorunuydu. “Selanik’te bulunan, Atatürk’ün doğduğu evin yakıldığı” çığlıkları, arzulanan kıyım için bir işaret sayıldı. Bu süreç, Kıbrıs sorunu devam ettikçe sürdü. Her hangi bir dış sorun bahanesiyle, eziyetler azınlıkların ensesine dayanmış bir bıçak işlevi görüyordu. “Osmanlı aklı”, muasır medeniyete ulaşmayı, azınlıkların yok edilmesine bağlamıştı. Türkiye Cumhuriyeti, uluslar arası anlaşmalarla hak vermeye mecbur kaldığı tüm azınlıkları yok etti, yok saydıklarını, inkar ettiklerini ise köleleştirdi; Kürtler ve Araplar, Müslüman olmanın kefaretini ise bu güne kadar, ulusal kimliği inkar edilmiş köle olarak çekti.


Kürtlerin çektiği bir başka cehennemi azaptı. Onlar Müslüman olmanın kefaretini, Ermeniler, Rumlar ve diğer azınlıklar gibi bir çırpıda yok edilerek değil, zaman içinde çok daha vahşi işkencelerden, ölüm süreçlerinden geçirilerek, eritilerek, ulusal kimliği inkar edilmiş köleler olarak ödedi. Bunun için gerekli olan teorik temel, TC.‘nin Anadolu’yu Türkleştirme mavalında oluşturuldu. Bu amaçla “tarih ve dil tezi” komedyası üretilerek sahnelenirken Kürt gerçeği toptan inkar edildi. En yetkili ağızların, en iyimser söylemlerin sınırı “Kürtlerin, Türk olduğu” iddiasını aşamadı. Anadolu’da “...yaşayanların da hatta katıksız denecek surette Türk soyundan olduklarını ve Kürt diye bir kavmin olmadığını Ermenilerin ise, buraya yalnız bir muhaceret neticesi gelerek, tarihin derinlikleri içinde pek uzun denmeyecek bir zamanda kaybolduklarını, tarihi olarak tetik ettim.” (Kadri Pek, Cenup Anadolu’nun Eski zamanları, önsöz) diyebilmeyi, bilimsel bir sonuç olarak sundular. Aynı medreseden M. Şerif Fırat ise, “Yavuz Sultan Selim, 1514 yılında Şah İsmail ordusunu Çaldıran Ovası’nda yenip, Doğu illerimizden dönerken, ...Türk aşiretlerinin başı olan (Kurt baba) aşiretine baba-Kürdi adını takmıştır. Bu aşiretleri derebeyliklere ayırıp ‘Kürt’ namı altında Şah İsmail ve Şiiliğe cephe almalarını sağlamıştır! Doğu illerinin yüce dağlarında bu şekil imtiyaz altında bağımsız bir halde istediğini yapan bu aşiretler, tamamen milli birlik ve Türklük duygusundan uzaklaşarak, kendilerini gerçek Kürt ve baba-kürdi sanmışlardır.


Yavuz Sultan Selim devrinden önce yazılmış tarih ve haritalarda doğu illerimizin yukarı kısımlarına ’orarto’ denilmekte iken, Yavuz’dan sonra yazılan tarihlerde, bu Türk yurduna Kürdistan, buradaki Türk halkına da Kürt diye aslı astarı olmayan bu hayali adlar takılmıştır.” ( M. Şerif Fırat, Doğu illeri ve Varto tarihi, önsöz ) Burada da “Türk aklı”, kavimleri ve coğrafyalarını basit bir kelime oyunu ile buharlaştırabileceğini sanıyor ve bunu fiili olarak denemeye kalkışıyor. Buna en üst devlet zevatının da katılması, bu aklın egemenlik alanının nerelere uzandığını göstermektedir. Bunlardan biri de, Devlet Başkanı ve Başbakan Cemal Gürsel’dir. O da, “...Eğer yola yordama gelmezlerse, dağlı Türkler (Kürtler) rahat durmazlarsa, ordu; şehir ve köylerini bombalayıp yıkmakta, tereddüt etmeyecektir. Öyle bir kan gölü olacaktır ki, onlar da ülkeleri de yok olacaktır !..” (Stockholm’un Dagens Nyheter gazetesine verilen demeç, 16 Kasım 1960 ). Bu sözlere yorum yapmanın gereksiz olduğu inancındayız.
En küçük ideologundan en büyük devlet zevatına kadar akıl dışı bir saçmalık olan bu söylemleri üretenler, bunları “Türk tarih tezi ve güneş dil teorisi” gibi şatafatlı argümanlarla ortaya sürdüler. Son sığınakları olan Anadolu’yu Türkleştirmek için bu tezleri, kurultaylarda, bilimsel konferans dedikleri tiyatral mizansenlerde ortaya sürdüler.


Türk Dil Kurumu Genel Sekreteri İbrahim Necmi Dilmen, “Güneş-Dil Teorisinin Ana Hatları” isimli konuşmasında ( Üçüncü Türk Dil Kurultayı 1936 ), aynıyla şöyle diyebilmektedir; “Tarih insan soysallığının, Orta Asya’daki brakisefal Türklerden doğduğunu ve bunların muhaceretiyle Avrupa’ya, Afrika’ya, Amerika’ya yayıldığını; Okyanusya’ya yayıldığını, ispat etmektedir.


Kültürce üstün olanın brakisefal Orta Asya Türkünün yeryüzüne yayıldığı ve gittikleri yerlerdeki dolikisefallere kendi üstün kültürünü götürdüğü zaman da, bu kültürden doğmuş yeni kelimeleri vermemiş olmasına imkan yoktur.


Tarihin ilk bilebildiği bütün dillerin kültürlerinde müşterek olan Türk kültür varlığının izleri bu milletlerin dillerinde de bulmamak mümkün değildir.


İşte tarihin bu ana hatlarına dayanarak Türkçe’nin bütün dillerin ana kaynağı olduğu sabit olur.” Sıradan bir insanın dahi kulaklarına inanamayacağı bu iddia ile, insanlığın en uygar toprakları ve kavimleri, birbirinden farklı coğrafyalarda aynı anda ortaya çıkan farklı ırk, kültür ve dil etkinlikleri yok sayılıp, tümü, adı, ilk defa 8. Yüzyılda (M.S.720) Tonyokuk kitabelerinde yazıyla anılan, Türk ırkına bağlanıyordu.


Bu kurultayda (İkinci Türk Tarih Kongresi, İstanbul, 20-25 Eylül 1937), bir profesör karikatürü, özetle; ”Peygamber Muhammed, haremi Kıptî Marya, ondan doğan oğlu İbrahim, Ünlü Eves ve Hazrec kabilelerinin Türk olduğu. Ayrıca yahudi ve Farsların da öz Türk ırkından geldikleri” iddiasındadır. (İsmayıl Hakkı İzmirli, Şark Kaynaklarına Göre Müslümanlıktan Evvel Türk Kültürünün Arap Yarımadasında İzleri, adlı raporun, Peygamber ve Türkler bölümü, sayfa; 1013-1014)


İşte bugün, Anadolu’da yaşanan en önemli sorunların kaynağı bu akıldır. Tüm insanlık tarihini ve dilleri kendi ırkına ve diline bağlayacak kadar zıvanadan çıkmış olanların, kendilerinden farklı düşünecek olanlara karşı ne tür bir cehennemi inkarcılıkla cevap vereceklerini anlamak güç olmasa gerek. Kürtler de bu akıbete uğradı, inkarcılığı bu iflah olmaz tarzının rahmeti altına düştü.


“Osmanlı aklı”, Kürt ulusunun varlığını bu yaklaşımların karanlığında, sürekli inkar etmiştir. “Kürt diye bir şey yok” demiştir. 28 isyandan 29. isyana, farklı şekilde yükselen Kürt ulusu, ulusal bilinç ve kolektif kimliğinin özgürlük taleplerini dayatınca, bu inkarcılık yine pes etmemiştir. Kıyım, katliam, toplu göçe zorlama, faili meçhul cinayet, yargısız infaz gibi, en ilkel çağlarda bile bu ölçüde sürekli kılınamayan ölüm, “Osmanlı aklı” tarafından Kürtlere dayatılmaya devam edilmiştir. En kaba haliyle bu kıyım hareketi son onbeş yılda, 4000 köyün haritadan silinmesi ( yakılıp, yıkılarak) ve 20.000 Kürt insanın yargısız infazıyla oluşan katliamlar dizisi olarak belirmektedir. Buna 4000 faili meçhul cinayeti eklemek gerek. İnkarla at başı yürüyen bu “katli vacip” fermanı, TC döneminde de en çirkin şekliyle sürmüştür. Osmanlı artığı “Osmanlı aklı” tanımlamasına reddi miras demeyenlerin, bu mirasa sıkıca bağlı olduklarını görüyoruz. Bu mantığın en son verileri, bu aklın işleyişine de önemli bir örnek sunmaktadır. Dışişleri Bakanı, sosyal-demokrat İsmail Cem, “Kürtler Avrupa’nın sandığı gibi azınlık değil, Müslüman çoğunluğun kendisidirler. Onları azınlık kabul etmek ikinci sınıf vatandaş durumuna düşürmek demektir” demagojisiyle inkarcı geleneği sürdürmektedir. Bununla da çağdaş insanlığın aldatılabileceği umulmaktadır. Bu aklın son ürünü ise, idam cezasının kaldırma aldatmacasıdır.


“Osmanlı aklı” idam cezasını kendine yakışır bir nedenle kaldırmak ister o da, düşmanını ele geçirip faili meçhulle öldürmek için. Aylardır süren ve Kürt ulusunun varlığını yok etme komplolarından birini teşkil eden Abdullah Öcalan’ın İtalya’da durdurulmasıyla birlikte idam sorunu da yeniden gündeme geldi. Oysa, devrimci hareket, demokrasinin ikamesi uğruna üç kuşaktır emek veriyor, acı çekiyordu; bu mücadelenin en önemli başlıklarından biri de insanın yaşama hakkıdır, idam cezasının kaldırılmasıdır. Tamamıyla insani olan ve uygarlığın en çağdaş anlatımı olan bu istem, “Osmanlı aklı” ve egemenliği tarafından şiddetle reddedile gelmiştir.
Bu hayasızlık Öcalan’ın yakalanmasıyla, kandırmaca bir dönüşle “idam cezasının kaldırılması” gerektiği yönündeki seslenişlere ve “istişarelere” izin vermiştir. Atılan bu sahte adım, insanın yaşama hakkı ve bunun dokunulmazlığı gerekçesine dayanmıyordu. Tersine, tek gerekçesi Öcalan’ı ele geçirme önündeki uygar ülkelerin hukukunu atlatabilmeyi hedefliyordu. Zira bu uygar hukuk, idam cezasını kaldırmamış olan ülkelere, suçlu da olsa hiç kimsenin iade edilemeyeceğini karara bağlamıştır. “Osmanlı aklı”, uygar insanlık hukukunu alt etmek için “idam cezasının kaldırılması” oyununu oynuyordu. Yani bir ucuz kurnazlık, kaba aldatmacalık yapmaya yeltenmekteydi. “ Türk yasalarında idam oldukça kimse APO’yu bize iade etmez. APO’nun iadesi için, idam cezasını kaldırmak gerek” önermesi işte böylesine ilkel ve temelsizdi. Bu, hukukun, “Katli vacip” fermanına uydurulma çabasıdır. TC., Osmanlı mirasçısı olarak hukuk sorununa “konduğu gibi kaldırılır” gözüyle bakıyordu; onlara göre, hukuk bir padişah fermanıydı. “ Abdulhamit isteyince anayasayı ilan eder, isteyince onu yürürlükten kaldırır, kimsenin kılı bile kıpırdamaz” ya da İttihatçıların yaptığı gibi, ”İki cinayet ve birkaç telgraf, yeniden bir anayasa yürürlüğüne yol açar”.


Buna aynı aklın ekstrem temsilcileri tarafından önerilen “Onu uyuşturucu kaçakçısı olarak isteyelim, zira bu suçlara ölüm cezası yoktur. İade edilirse istediğimiz gibi yargılar, idam ederiz.” önermesini de eklemek gerek (Kanal 6’nın, 20 Kasım 98 tarihli Ceviz Kabuğu programı ).
Ancak, iade işleminin hukuki olarak mümkün olmayacağı anlaşılınca, “Osmanlı aklı” gerçek yüzünü tüm çirkefliğiyle göstermekte gecikmedi. Cumhurbaşkanı olarak Süleyman Demirel, bu reddedişi kaba bir açıklıkla dile getirmiştir, bireysel kanaatini toplum kanaati yerine koymaya alışkın olan bu ünlü demagog, ”Türk milleti idamın kaldırılmasına hazır değildir” diye buyurdu. Bu yaklaşımın kendi halkını aşağılayıcılığı bir yana, Avrupalının “Türk aklı” diye aşağılamaya çalıştığı düşünceye bir katkıdır da.


TC. kendini bu mirastan kurtaramıyor. Sorunları artıkça, yeni çözüm yolları bulmak yerine kolayına kaçarak daha da sertleşiyordu. Azınlıklara, Kürtlere, Araplara çektirilen tarihi acılardan sıyrılmak için daha barışçıl ve özverili olma gibi uygar bir meziyet taşımaktan kaçınmayı tercih ediyor. Oysa uygar bir akıl çok farklı düşünür ve davranır. Türk okuyucunun yakından tanıdığı, Almanya’daki yabancı işçilerin, özellikle Türk işçilerin çektikleri acıları, aralarında yaşayarak kaleme alan ve büyük yankı yaratan “En Alttakiler (Ganz Unten)” kitabının yazarı Günter Wallraff, uygar bir insan olarak, gerçek Avrupalı akıl ile kendi ulusunun azınlıklara, yabancılara tarih içinde çektirdiği acılara karşı nasıl davranması gerektiğini bakın nasıl dile getiriyor; “Bence Almanlar yakın tarihlerinde insanlığa karşı işledikleri suçlardan ötürü, azınlıklar konusunda başka uluslardan, başka halklardan bile daha saygılı, daha anlayışlı, daha hoşgörülü olmak zorundalar” (Günter Wallraff, En Alttakiler, Önsöz yerine sayfa;12).


Tüm ulusların tarihinde bu güne taşınması büyük ayıp olacak girişimler vardır. Önemli olan bu olumsuzlukları bu güne miras olarak taşımamaktır. Bunun için her ulusun uygar aklılara, insan haklarını özümsemiş kuşaklara ihtiyacı vardır. Dünyanın tüm uluslarında, mutlaka böylesi kuşakları yaratmaya yetecek birikimler vardır. Mesele bunları açığa çıkarmak, toplumun sorumluluk alanlarına çekebilmektir. Bu da bir ulusun tüm onurlu insanlarının sorunudur. Türk ulusu da bu görevle karşı karşıyadır.

28 Ocak 2008 Pazartesi

Sabahattin Ali Cinayetinin Anatomisi


Ayşe Hür


“Sabahattin Ali’nin 29 Mart’ta yurtdışına kaçacağını bilen tek dostu Rasih Nuri İleri’ye göre Sabahattin Ali, zekasına fazla güvenerek, tek başına böyle cüretkar bir işe kalkışmıştı. Ama iddia edildiği gibi Bulgaristan sınırında değil, Kırklareli Emniyet Müdürlüğü’nde işkenceyle öldürülmüştü.”

Bir Başka ‘Derin’ Cinayetin Anatomisi

İlk kez, 1931 yılında, bir ihbar sonucu Türkiye Komünist Partisi ile ilişkisi olduğu gerekçesiyle tutuklanmıştı. Neyse ki üç ay sonra beraat etti. Ertesi yıl Konya’ya tayin oldu. Ünlü romanı Kuyucaklı Yusuf’u ilk kez burada, Yeni Anadolu gazetesinde tefrika etmeye başladı. 1932’de, biri ‘Gazi’ye hakaret eden bir şiiri dost meclisinde birden çok kez okuduğunu’ ihbar etmişti. Yeniden tutuklandı. Halbuki iki yıl önce yazdığı ‘Memleketten Haber’, bir zamanlar Sivas’ta yaşanmış bir Bektaşi olayını anlatan şiirin sözcüklerinin değiştirilmesiyle oluşturulmuş bir şiirdi ve içinde Mustafa Kemal adı geçmiyordu. Ama savunması inandırıcı bulunmadı, çünkü ‘sicili’ ortadaydı!
Mahkemede gösterdiği şahitlerin dinlenmesine gerek olmadığına karar verildi. Bir süre sonra dava gizli celsede görülmeye başladı. Cezası 12 ay hapis olarak açıklanmış, temyizden sonra 14 aya çıkarılarak gözdağı verilmişti. Dört ay Konya’da, altı ay Sinop’ta hapis yattı. 29 Ekim 1933’de Cumhuriyet’in 10. yılı şerefine cezasının bitmesine bir ay kala özgürlüğüne kavuştu. Sinop cezaevinin en popüler mirası “Başın öne eğilmesin/Aldırma gönül aldırma’ diye başlayan şiiriydi. En ufak bir eleştiriye tahammül edemeyen Tek Parti rejiminin bu ‘damgalı’ adamı, şiir, hikaye ve romanlarıyla, Türk edebiyatının köşe taşlarından biri olan Sabahattin Ali’ydi.
Hayatı 1948 yılının ilkbaharında ‘derin devlet’ in ellerinde sona erdiğinde geride cevaplanmayı bekleyen onlarca soru kalmıştı. Konunun tartışılmasına ancak 1968’de cesaret edilebildi. Ancak o günden beri tek bir ilerleme olmadı. CHP Denizli milletvekili Mustafa Gazalcı’nın verdiği soru önergesine, 2003’ün Nisan ayında AKP Hükümeti’nin İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’nun cevabı gayet tanıdıktı: “Belgeler var ama, zaman aşımına uğradığı için yok edilmiş...” Sabahattin Ali cinayeti vesilesi ile, Hrant Dink başta olmak üzere ölümleri üzerinde sır perdesi hala kalkmamış onlarca aydını, gazeteciyi, fikir adamını saygıyla anıyor, yetkilileri bu cinayetleri aydınlatmaya çağırıyoruz.

Aldırma Gönül Aldırma

Sinop Cezaevi’nden tahliye olduğunda tekrar öğretmenliğe dönmek istemişti Sabahattin Ali. ‘Hay hay’ demişti yetkililer, ama küçücük bir şartları vardı: Eski görüşlerini değiştirdiğini kanıtlamalıydı! 15 Ocak 1934 günlü Varlık dergisinde yayınlanan ‘Benim Aşkım’ başlıklı Mustafa Kemal güzellemesini, rejimin istediği diyeti ödemek için yazdı. Nadim olduğuna kanaat getirilmiş olmalıydı ki, önce Neşriyat Müdürlüğü Büro Şefliği'ne, ardından Talim ve Terbiye Dairesi ikinci sınıf mümeyyizliğine atandı. Ama bu atama onun sosyalist fikirlere ilgi duymasını engellememişti, sadece maişet motorunu rahatça çevirebilmesini sağlamış, dolayısıyla üretkenliğini arttırmıştı. Ama daha sonra yaşadıkları rejimin onu affetmediğini gösterecekti. 1944’te ırkçı-Türkçü hareketin lideri Nihal Atsız’a karşı açtığı hakaret davasını kazanmasına rağmen, Milli Eğitim Bakanlığı emrine alınınca öğretmenlikten istifa etti, profesyonel yazarlığa soyundu. Ama bu ülkede rejime muhalefet edenlere ekmek yoktu! Ne yazsa soruşturma konusu oluyor, mahkemenin birinden çıkıyor diğerine giriyordu. Aziz Nesin’le birlikte yayınladıkları Marko Paşa adlı mizah dergisi, kısa sürede 100 bin tiraja ulaşınca iktidarın paçaları tutuştu. Sıkıyönetim makamları tarafından defalarca toplatılan, en sonunda kapatılan derginin yerine çıkardığı Malum Paşa, Merhum Paşa, Hür Marko Paşa, Mazlum Paşa, Yedi Sekiz (Hasan) Paşa, Öküz Mehmet Paşa, Ali Baba gibi dergilerle muhalefete devam eden Sabahattin Ali, 1947’de kesinleşmiş bir cezasını çekmek için hapse girdi ve üç ay yattı. Aynı yıl Sırça Köşk adlı hikaye kitabı. Bakanlar Kurulu’nca toplatıldı. Arkasında gizli polisin ayak sesleri, sağcı basının saldırıları, derken, 1948'de Mehmet Ali Aybar'ın çıkardığı Zincirli Hürriyet’teki bir yazısından dolayı başlatılan kovuşturma sonrasında pes etti ve matbaa makinelerini satarak kamyon nakliyeciliğine başladı. Ne arkadaşları ne kendi bu işi kendine yakıştıramıyordu ama ne çare… Arkadaşlarına Türkiye’den gitmek istediğini söylemeye başlaması ilk bu zamanlar oldu. Ancak yazmasına izin vermeyen devlet, Türkiye’den gitmesine de izin vermiyordu. Pasaport başvurusunun reddedilmesinden sonraki bir gün, 29 Mart 1948’de kamyonuna atladı ve Kırklareli’ne doğru yola çıktı. Anlaşılan kısıldığı kapandan kurtulmak için bir plan yapmıştı. Çıkış o çıkış…

Yok Oluş

Sabahattin Ali’nin o günden sonra yaşadıklarını hala bilmiyoruz. Kendisinden ancak 9,5 ay sonra haber alındı ama bu haber çok acıydı: 12 Ocak 1949 günlü gazetelerde üç sütuna ‘Sabahattin Ali öldürüldü’ yazıyor ve devam ediyordu: ‘Huduttan Bulgaristan’a kaçarken öldürüldü. Bulgaristan’a para karşılığı adam kaçıran bir komünist şebekeye mensup Ali Ertekin adındaki katil yakalandı ve evinde yapılan araştırmada Sabahattin Ali’ye ait eşyalar bulundu. Ali Ertekin kimdi? Sabahattin Ali’yle ilişkisi neydi? Yazarı neden öldürmüştü? Neden yazarın eşyalarını hala saklıyordu? Polisin veya istihbaratın olaydan haberi var mıydı?
Resmi makamların ‘komünist komplo’ dediği cinayetin Nisan ayında başlayan duruşmalarında, bu sorulara cevap almak bir yana kafalar iyice karıştı. Mahkemeye sunulan bir belgeden, Sabahattin Ali’nin ölü bedeninin aslında, 16 Haziran 1948’de, sınırdan 35 kilometre içerde, Hedye köyü civarında çobanlar tarafından bulunduğu, 4-5 ay önce öldürülüp üstünkörü gömüldüğü anlaşılan cesedin çakallar tarafından ortaya çıkarıldığının sanıldığı, kimliğinin tespit edilememesi yüzünden, tekrar bulunduğu yere gömüldüğü öğrenilmişti. Ceset daha sonra babasını kaybeden bir kişi tarafından teşhis edilmek üzere yerinden çıkarılmış, ancak söz konusu kişinin ölü bedenin babasına ait olmadığını söylemesi üzerine yeniden gömülmüştü. Yani olaydan polisin bir şekilde haberi vardı.

Tanıdık Tipler, Tanıdık Bağlantılar

Pek tanıdık karanlık tiplerden biriydi Yugoslavya göçmeni Ali Ertekin. Türk uyruğuna geçtikten sonra Gönüllü Erbaş Okulu’nu bitirmiş, 1945’te Süvari Gönüllü Çavuşu iken silah çaldığı gerekçesiyle askeri mahkemede dört ay 20 gün hapis cezasına çarptırılmış ve askerlikle ilişiği kesilmişti. İddialara göre ertesi yıl Bulgaristan’a kaçmış, kısa süre sonra dönerken sınırda yakalanmış, komünizm propagandası yapmaktan hapis yatmıştı. Sabahattin Ali’yi, hapishane arkadaşı berber Hasan Tural vasıtasıyla tanımıştı. Sabahattin Ali’nin bir başka hapishaneden tanıdığı Hasan da göçmendi. Bulgaristan’dan gelmiş, komünizm propagandası suçundan o da hapis yatmıştı. Bazıları polis ajanı olduğunu söylüyordu, ama dava boyunca kimse bu iddiayı araştırmaya kalkmadı, kalkmadığı gibi Hasan Tural mahkemeye bile gelmedi.
Tüm dava boyunca usta bir tiyatro oyuncusu gibi ezberlediği replikleri tekrarlayan Ali Ertekin mahkemede epey şov yapmıştı. Önce konuşmak istememiş, sonra konuştukça konuşmuştu. Bazen ağlamış, bazen buz gibi bakışlarla izlemişti etrafını. Anlattığına göre, berber Hasan’ın ricası üzerine Bulgaristan’a geçirmeye yardımcı olmayı kabul ettiği Sabahattin Ali, Kırklareli’nin Üsküp nahiyesinin Sazara köyü yakınlarına geldiklerinde, Ali Ertekin’e güya “Ben buradan gideceğim. Ruslarla beraber döndüğüm zaman bu memlekette hürriyetin ne demek olduğunu öğreneceksiniz (..) Moskova’da bir Çek pasaportu çıkarttıktan sonra önce Romanya’ya oradan da Fransa’ya gideceğim. Fransa’daki Türkleri teşkilatlandıracağım. Yapılacak yardımlarla onları bir taraftan mülteci sıfatıyla, öte yandan muntazam pasaportla Türkiye’ye sokacağım. Onlar dışarıdan geldikleri için kolay tanınmazlar. Böylelikle memleket içindeki teşkilatı kuvvetlendirip işin başına geçeceğiz. Bu rejimi yıkacağız’ demişti. Ali Ertekin de ‘bir gün Türkiye’ye Bulgarlarla Rusların geleceğini düşünerek deli olmuş’, aklına vaktiyle 93 Harbi’nde dedesine yapılan fenalıklar gelince de kendini kaybetmişti. Elindeki sopa ile kitap okumakta olan Sabahattin Ali’nin kafasının sol tarafına şiddetli bir darbe patlatmıştı. Sabahattin Ali’nin suratı, gözlükleri, kulağı kan içinde kalmıştı. Arkasından bir kez daha vurmuştu. Sabahattin Ali sağ tarafına doğru yıkılmıştı. Ağzından burnundan kanın boşaldığı halde ölmediğini görünce, ensesine üçüncü darbeyi vurmuştu. En sonunda Sabahattin Ali’nin nefesi kesilmişti. Ölmüştü….

Hafifletici Neden

Ertekin’e göre güya başka bir olay yüzünden yakalandığında, polisler Sabahattin Ali’nin eşyalarını buldukları için, cinayetle ilişkisi ortaya çıkmıştı. Eşyaları niye atmadığına dair garip gerekçeleri bir yana, Sabahattin Ali’nin böyle saçma sapan bir konuşma yapacak biri olmadığı açıktı ama kimse bunun üzerinde durmadı. Ceset sınırdan 35 kilometre içerde bulunmuştu, kimse bu çelişkiye değinmedi. Ali Ertekin’i askerlikten tanıyan bazı tanıklar, sanığın milli hislerle cinayet işlemesinin inandırıcı olmadığını söylediler, bir Milli İstihbarat (MİT) memuru, Ali Ertekin’in sık sık MİT’e geldiğini söyledi, Emniyet Müdürlüğü’nden gelen bir yazıdan Ali Ertekin’e iki kez 50’şer lira ikramiye verildiği öğrenildi ama cevap gizli celse oldu. Dolayısıyla, işin aslı hiç bir zaman öğrenilemedi. 14 Ekim 1950’de karar açıklandı: Mahkeme,’bazı hafifletici sebepleri’ dikkate alarak dört yıl hapis cezası vermekle yetinmişti! Bu hafifletici nedenlerin ne olduğu hiçbir zaman öğrenilemedi. Kararı ’sağolun’ diyerek karşılayan Ali Ertekin, Demokrat Parti’nin Af Kanunu’dan yararlanarak iki yıl sonra serbest kaldı ama bir süre sonra şüpheli biçimde ortadan kayboldu, mezarı bile bulunamadı. Sabahattin Ali ailesinin iddiasına göre Kırklareli Emniyet Müdürlüğü’nde işkencede ölmüştü, ama bu iddia ispatlanamadı.

Sınırda Değil Emniyette Öldü

Sabahattin Ali’nin 29 Mart’ta yurtdışına kaçacağını bilen tek dostu Rasih Nuri İleri’ye göre Sabahattin Ali, zekasına fazla güvenmiş ve hiç kimseden yardım almadan böyle cüretkar bir işe kalkışmıştı. Ama iddia edildiği gibi Bulgaristan sınırında değil, Kırklareli Emniyet Müdürlüğü’nde işkence ile öldürülmüştü. Rasih Nuri’yi böyle düşünmeye iten şuydu: Anlaşmalarına göre, Sabahattin Ali sınırı sağ salim geçtiği zaman Rasih Nuri’ye, berber Hasan aracılığıyla meşhur yeşil kalemi ile özel olarak işaretlenmiş bir kartvizit gönderecekti. Kart Rasih Nuri’nin eline geçtiğinde, Sabahattin Ali’nin sağ salim sınırı geçtiği anlaşılacak, Ali Ertekin’e parası ödenecek, ayrıca Sabahattin Ali’nin Ankara’da yaşayan karısına ve İstanbul’da evinde kaldığı Mehmet Ali Cimcoz’a yazdığı iki mektup yerlerine ulaştırılacaktı. Kartı en geç 1 Nisan’da alacağını hesaplayan Rasih Nuri bir türlü haber çıkmayınca endişeler içinde üç hafta beklemiş, sonra polise yakalanmayı göze alarak berber Hasan’ın dükkanına gitmişti. Biraz maceralı biçimde ondan üzeri yeşil kalemle özel biçimde imzalanmış kartviziti almış, sevinçle eve dönüp mektupları da yerine ulaştırmıştı. Kart Sabahattin Ali’ye zorla imzalatılsaydı, şifrenin konmayacağını düşünen Rasih Nuri, Sabahattin Ali’nin ya sınırı geçtikten sonra, ya da sınırı geçtiğine inandırıldıktan sonra, Milli Emniyetçe gözaltına alındığını tahmin ediyordu. Polisin yine Ali Ertekin tarafından kaçırılacak olan iki kişiyi ele geçirmek için Sabahattin Ali’yi sorguya aldığını tahmin eden Rasih Nuri, Sabahattin Ali’nin sorguda ölmesi üzerine, olayın küçük bir ceza karşılığı polis ajanı Ali Ertekin’e yıkıldığını düşünüyordu. Rasih Nuri’nin polise yakalanmadan berberden kartı alabilmesi ise, Sabahattin Ali’nin sorguda çözülmediğini düşündürüyordu.

Kendisi de 24 Ocak 1993’te karanlık bir cinayete kurban giden Uğur Mumcu, 1973 yılında bir dost meclisinde, Rasih Nuri’nin anlattığına benzer bir hikayeyi Mareşal Fevzi Çakmak’ın yeğeni olan Adnan Çakmak’tan dinlediğini söylemişti. Emniyet Genel Müdürlüğü Teftiş Heyeti Başkanlığı yapmış bir kişi olan Adnan Çakmak’a olayı anlatan 12 Mart’ın ünlü işkencehanesi Ziverbey Köşkü’nden kader arkadaşı olan Kurmay Albay Talat Turhan’dı. Bir üst düzey emniyet görevlisi Talat Turhan’a “Sabahattin Ali sınırdan Kırklareli’ne getirildiğinde sorguya çekildi. Fakat konuşmadığı için sıkıştırıldı ve bu sıkıştırma sırasında öldü. Hem de inleyerek kollarımda can verdi...” demişti. Ancak Adnan Çakmak, Uğur Mumcu olayı yazmak istediğini söyleyince bu sözlerinin arkasında durmamıştı.

Hükümet Yaptı

Olayın olduğu tarihte İstanbul Emniyeti Birinci Şube Müdürü olan ‘Parmaksız’ Hamdi Bey, ise, "cinayeti işleyen polis değil, MİT’tir. İnfaz emrini veren de gazeteci, yazar, CHP’de üst düzeylerde bir kişidir. Zaten bu emri veren politikacı da daha sonra feci şekilde öldürüldü, adını veremem” diyerek hem Rasih Nuri’yi ve Uğur Mumcu’yu doğrulamış, hem de kafaları karıştırmıştı. İma ettiği kişi Nihat Erim’di ancak bu iddianın temelsiz olduğu anlaşıldı.
Demokrat Parti’nin milletvekili ve bakanların Samed Ağaoğlu, olaydan 30 yıl sonra Sabahattin Ali olayını aydınlatmak üzere bir kitap hazırlayan Kemal Bayram Çukurkavaklı’ya olayın kendi üzerinde yarattığı büyük etkiyi anlatmış, ancak ’gerçekten kaçıyor muydu, yoksa kaçıyor gösterilerek hudutta öldürüldü mü belli değil’ demişti. Ancak, ölümünden on yıl sonra yani 1992’de yayınlanan günlüğünün 14 Ocak 1949 tarihli sayfasında şunların yazdığı görüldü: “Dün Menderes Sabahattin Ali’nin hükümet tarafından öldürüldüğünü, hadisenin on gün [doğrusu ’10 ay evvel’ olmalı] kadar evvel olduğunu hükümetin bu işi nasıl meydana çıkaracağını çok düşündüğünü, eğer geçmişte 33 kişinin öldürülmesi [muhtemelen 1943’te Van’ın Özalp ilçesinde 33 Kürt köylüsünün Orgeneral Mustafa Muğlalı tarafından kurşuna dizilmesini kastediyor] hadisesi olmasaydı, meydana çıkartmamak yolunu tutacaklarını, fakat buna imkan bulamadıklarını, bunun için de hadiseye gazeteye yazılan şekli verdiklerini anlattı. Açılan yolun fena olduğunu söyledim. ’Doğru, inşallah bununla ebediyen kapanır’ cevabını verdi.’
Anlaşılan partisi iktidarda iken, arı kovanına çomak sokmaya cesaret edemeyen Samed Ağaoğlu, en azından ölümünden sonra gerçeğin bilinmesini istemişti. Olay CHP zamanında olduğu için Menderes de rahatça itiraf etmişti ama, ‘derin’ mekanizmalara el atacak yüreği olmadığı için daha ileri gitmemişti.

Muhbir Entelektüel

İşin bir başka yönüne de yıllar sonra değinildi. Hasan İzzettin Dinamo, araştırmacı Kemal Bayram Çukurkavaklı’ya, Sabahattin Ali’yi ihbar eden kişinin adını bildiğini ancak kim olduğunu söylemenin yararı olmadığını belirtmişti. Marko Paşa’da birlikte çalıştığı yazar Rıfat Ilgaz ise birlikte çalıştığı ve sonra yıllarca küs kaldığı bu isim için, “Polistir ama belgelemek çok zor” demişti. Rasih Nuri, Zekeriya Sertel, Mehmet Ali Aybar gibi pek çok dostu, bu şahsın, MİT’e çalıştığını bildiklerini fakat ellerinde somut bir kanıt olmadığı için adını veremeyeceklerini söylemişlerdi. Peki, Marko Paşa’dan arkadaşı Aziz Nesin bu konuda konuşur muydu? Elbette ki hayır! Böylece bu muhbir entelektüelin adı bir sır olarak kaldı.

Kaynakça: Hıfzı Topuz, Başın Öne Eğilmesin, Remzi Kitabevi, 2007; Alpay Kabacalı, Türkiye’de Siyasal Cinayetler, Gürer Yayınları, 2007, s.354-367; Kemal Bayram Çukurkavaklı, Sabahattin Ali Olayı, Ankara 1978.


* fotoğraflar Dr.Yalçın Ergir'in arşivinden alınmıştır...

24 Ocak 2008 Perşembe

TÜRBAN ve KURAN


Bedreddin Mahir

bedreddin.mahir@gmail.com

17 Eylül 2007



İslam’da Türban farz değildir. Farz olanda, köle, cariye, özgür ayırımı yapılamaz. Farzın, yakın akraba önünde ya da yabancılar önünde uygulanmasında ikircimliği olmaz; her zaman ve mekanda kendini ifade eder. İslam’da farz, altı değil, beş’tir.

Türban, Medine’nin Kozmopolit koşullarında bir simge olarak, özgür Müslüman kadını, köle ve cariye Müslüman kadından ayırt etmek ve tacizlerden korumak adına, süslerin örtülmesi için önerilmiştir. Kuranda da bu çerçeve içinde yer alan tüm ayetler kadının süsünü örtmesinden bahsetmiştir. Süs ise, Kuran’ın hiçbir yerinde kadın uzuvlarından biri olarak tanımlanmamıştır. Kuran’da süs ise, geçtiği her ayette açık ve sarih olarak, taşınan, takılan bir meta olarak belirlenmiştir.

Tarihin derinliklerinde de başörtüsü ritüelik bir simge olarak başladı. Zaman zaman kadının üretimde yer alışının bir ihtiyacı, sosyal yaşamdaki süsü olarak devam etti. Tarih içinde inanç güdüleriyle başlayıp süse dönüşen binlerce olgu gibi, baş bağlamakta aynı yolu izlemiştir. Türban ise, bunu tersten izledi, Peygamber döneminde bir takı-simge olarak, farklı olanı tanımla aracı olarak başlayıp sonradan inanca dönüştürüldü.

Örtünme dinin temel inanç unsuru olsaydı, Eskimolar peygambersiz Müslümanlar olarak, inanç şampiyonu olurlardı.


İslam Tanrısı dedi ki…


Allahın kullarından beklentisi İslam dinini en ayrıntılı işlenmiş konusudur. İslam dinin özü de burada yatar. Bunun için İslam dininde tüm olgular, yaptırımlar, eylemler, önermeler tek bir yöne doğru akar. O da Allaha takvada anlamını bulan, bağlılık, saygı ve inançtır. Bunun bin bir aracı ve her aracın bin bir şekli bulunabilir. Değişmeyen ise Allaha yönelimdir, teslimiyettir. Dinin adı da buradan gelmektedir, “Eslema” yani teslim oldu. İslam dininde inanç bu yüzden biçimlere endeksli değildir. Kuranda Allah, biçimlerle kulundan itaat istemeyecek kadar yüce bir yerde oturtulmuştur.

Bu yanıyla, kurandaki İslam’ın tanrısı, kullarına bağlılığı özce benimseme dışında, şekli simgesel hiçbir olguyu inancın temel unsuru olarak farz etmemiştir. Kuranda yazılı olarak dile gelen vahi dışında, tüm yaptırım ve önermelerin kul ürünü olduğu gerçeğiyle, özü benimsemiş bir Müslüman’a biçimleri inanç olarak benimseme farzı yoktur. Sünnet dahil, icma, kıyas din değildir. Vahi’yle ve kurandaki İslam’ın mantık tutarlılığıyla çelişen hiçbir önerme inanç kapsamı içinde bir hüküm olamaz. Uygulamasında her türden özgürlük olsa da ve bunu sosyal, siyasal yaşamda kişiye özel yaşanmasını savunmak demokrasinin gereği olsa da, dinin bir farzı, ya da inancın özüne ilişki olduğu iddia edilemez.

İslam dini temel olarak, Kuranda yer alan ve vahi olduğu belirtilen Sure ve onun tek tek cümlelerini ifade eden ayetlerin mesajından oluşmuş bir dindir. Tanrısal olan budur, bu dinin peygamberi de hüküm sahibi değil, tanrının sadece bir elçisi ve kuludur; “Muhammed sadece bir elçidir” (Âl-i İmran Suresi (3), ayet 144). İslam dininin temelini oluşturan kurandaki mesaj, içinde bulunduğu çağından çıkıp gelmiş haliyle, tanrının tekliği mücadelesini vermiş ve bunun tüm yönleriyle belirginleşmesi için insana yükümlülükler getirmiştir. Önceki semavi dinlerin çok belirgin olmayan tarı anlayışını da aşma amacıyla, bir eleştirel tutumla, kendi tanrı anlayışını geliştirmiştir. 23 yılın dünyasal ilişki ve çelişkilerinden verilen örneklerle, tanrının tekliği ve ona teslimiyet amacı, şekli bir mutlaklığa bağlı olmaksınız bin bir araçla icrası istenmiştir. İslam dininde tek merkez Allah’tır. Bu yanıyla da, önceki tüm inançlardan ve semavi dinlerden kendini ayırır.

İslam’ın Tanrısı, Tevrat’ın tanrısı Yehova gibi, insanlığı ihmal edip tek bir Yahudi milletine değil tüm insanlığa gelmiştir ve Yehova gibi başka tanrılarla rekabet içinde değildir, rakipsizdir, rekabeti yoktur. İslam’ın tanrısı, Hıristiyanlıktaki gibi üç parçanın birliği de değildir. Bab-oğul- Küdüs’ün ruhunda her nasılsa cisimleşmiş üçlü bir tanrı öbeği gibi parçalı bütün değildir.

Bu yüzden, İslam’ın Tanrısı, 99 adıyla, sınıflandırılarak, yetersiz de olsa vasfedilip arışın tahtına oturmuş, kendinden emin, yarattığı evrenin canlı cansız tüm varlıklarının teslimiyetinde, insanlığı sınavdan geçirirken, öz olan kedisi gibi isteği de özdür, içeriktir biçim değildir. Bunu indirdiği vahide ve vahinin yazılı masajı Kuran’da, her surede ve ayette tekrar tekrar belirtir. Kulunu sık sık affeder, dininin Beş Farz’ının özünü ister, Ameli hiçbir farzının biçimine mutlak bir kayıt koymaz, ona her türden toleransı tanır. İslam’da tanrı, biçimlerin ayrıntılarıyla, zamanın değişimine göre ortaya çıkan gereklerin biçimsel uygulamalara yaptığı etkilerle ilgilenmez. O, özdür öz ister, biçim değil. Bunun için, denebilir ki; biçimlerle kendini tanımlaya İslam’ın Kuran diye bir kerim kitabı, mesajı yoktur. Kuran, Allaha özce bağlılığın mesajıdır. Kurandaki İslam da budur.

İslam’da Tanrı tektir, ortaksızdır ne doğmuştur ne de doğrandır, insanlık onun kuludur.

Bu tekçi yaklaşımın mantıki sonucunda İslam’ın Beş farzı belirlenmiştir. Bu temel unsurlar dışında kalan unsurlar inancın tamamlayıcı unsurları olarak yerini almış ve bunlar için kurandaki ayetler yeterli olmayınca, peygamberin yaşamı boyunca yaptıkları, söyledikleri, davranışları sünnet adı altında kuranın açık olmayan ayetleri yorumlanmıştır. O da, yetmeyince icma ile din âlimlerinin ortak toplu kararlarına yaslanılmıştır. Bu sonuncusu da yetersiz olunca, kıyasla yani karşılaştırma yöntemine başvurularak sorular ve sorunlar çözülmüştür, buradaki yetersizlikler zamanın getirdiği yeniliklere ise kimi mezheplerde içtihat kapısı denilen kapılar açılmış ya da karmaşık kıstaslara dayılı yorum kapıları zorlanmıştır.

Oysa Kuran hariç, diğer yorumların tümü (İslam dini algılayışındaki tutarlılık açısından) tanrının değil kulların yorum ve önermelerinden ibarettir. Bu özelliklede Peygamberin ölümünden sonra çok başlı olan, vekaleti kimden alınmış belli olmayan kul söylem ve önermeleridir. Kulların kendi özgün verileriyle oluşan yorum ve önermelerinin, Kuran göre düzenlenmesi çabası, bu girişimlerin hiçbir zaman tanrının mutlak emirleri olmayacağını göstermeye yeterlidir. Bunun için bu günde sürmekte olan derin mezhebi farklılıkların, farklı dinler gibi bir tablo oluşturması bundandır.

İslam dini açısından bütün karmaşasına rağmen inancın özü, içeriği, gerçek anlamı, tanrıya teslimiyet, tanrıya kulluk ve tam bir bağlılık olarak tanımlanabilir. Kuranın binlerce ayeti, suçluyu suçsuzu, olumluyu olumsuzu, mümin olanı olmayanı sabırla tövbeye ve tanrıya teslime davet eder; tek sığınağın bu olduğunu ve her türlü affın bu sığınağa bağlı kalınınca tecelli olacağı telkin edilir. Allahın Kurandaki mesajıyla, kullarından isteği bu merkezdedir. Bunun için en zalimi, en fahişi en, olumsuzu bile tövbeye davet ederek, onu af edeceğini belirtir.

Bu verilerin ışığında, türban konusuyla ilgili olarak yapılacak her tartışma, bu öze göre yerinin tespit edilmesi gerekecektir. Evet, 1400 yıldır ezici biçimde temel İslam mezhepleri tarafından uygulana gelen şekliyle, inanca dönüştürülmüş bir başörtüsü, hicap, türban olayı olduğunu teslim etmek gerek. İrili ufaklı kimi İslam mezhep ve topluluklarında böyle bir inanç dayatma ısrarlı olamasa da, ezici çoğunluk bu yönde bir algı içinde inancını icra ettiği söylenmelidir. Ancak bu toplu sürükleniş, Kuran’da, tartışmaya yer vermeyecek açıklıkla, vasıflarıyla bir hükmün sonucu olmamıştır. Kuran dışında tamamıyla, kulun ve kulların yorumuyla, başlangıcı simge olanın inanca dönüşü gerçekleşmiştir. Bunu, Kuranın sayılı hicap ayetlerinde tanımlamak zor değildir.



Hicap ayetleri


1. Nur Suresi (24), 31.ayet

“İnanan kadınlara da söyle: Bakışlarını bazısını yumsunlar, ırzlarını korusunlar. Süslerini göstermesinler. Ancak kendiliğinden görünenler hariç. Başörtülerini yakalarının üzerine koysunlar. Süslerini kimseye göstermesinler. Yalnız, kocalarına, yahut babalarına, yahut kocalarının babalarına, yahut oğullarına, yahut kocalarının oğullarına, yahut kardeşlerine, yahut kardeşlerinin oğullarına, yahut kız kardeşlerini oğullarına, yahut kadınlarına, yahut ellerinin altında bulunan (köle ve cariye) larına, yahut kadına ihtiyacı bulunmayan erkeklerden tabilerine (yani hizmetçilere, yardıma muhtaç ihtiyarlara, bunaklara ve dilencilere), yahut henüz kadınların mahrem yerlerini anlamayan çocuklara gösterebilirler. Gizledikleri süslerin bilinmesi için ayaklarını vurmasınlar. Ey müminler, topluca Allaha tövbe edin ki felaha eresiniz.

2. Nur Suresi(24), 60. ayet

Evlenme arzusu kalmamış oturan (ihtiyar) kadınların, kasden süs göstermeğe çalışmadan, dış örtülerini bırakmalarında kendileri için bir günah yoktur. Ama sakınmaları, kendileri için daha hayırladır, Allah işitendir, bilendir.

3. Ahzab Suresi(33), 33. ayet

Evlerinizde oturun, ilk cahiliye (çağı kadınları)nın açılıp kırıtması gibi açılıp kırıtmayın…

4. Ahzab Suresi(33), 59. ayet

Ey peygamber, eşlerine, kızlarına ve inananların kadınlarına söyle ( bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) örtülerini üstlerine salsınlar ( vücutlarını örtsünler); onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah çok bağışlayan çok esirgeyendir.

(Ayetlerin tercümesi, Prof. Dr. Süleyman ateş’in, “Kuran-ı Kerim ve Yüce meali”nden alınmıştır)

Kuranda hicap ayetleri bunlardır. Bu ayetlerin daha da anlaşılmasını sağlayacak, birkaç ayet bulunmakla birlikte konumuzun temel Kuran ayetleri sadece bunlardır. Şimdi bu ayetlere baktığımızda, yapılan ve özellikle yerine getirilmesi istenen süslerin (ziynetlerin), örtülmesidir. Ayetlerdeki sarih ibareler ve kuranını insanlığa net açıklıkta bir kitap olarak indirildiğine gönderme yapılan ayetlerine dayanarak, tartışmaya yer vermeyecek şekilde, örtülmesi gerekenin süslerin taşındığı kadın uzuvları değil bizzat süsler olduğu görülecektir. Süslerin örtülmesini isteyen Kurnadaki İslam, süsleri yasaklamayı bile gerekli görmemiştir. Araf Suresi(7), 31. ve 32. ayetleri, süs ve süslenmeyi onaylamasına, açık bir gönderme olarak Kuranda yerini de almıştır.

“Ey adem oğulları, Süslerinizi (ziynetinizi) her mescide beraber götüren; yiyin, için fakat israf etmeyiniz; çünkü o, israf edenleri sevmez” (7/31)

“De ki, ‘Allah kulları için çıkardığı (ziyneti) ve güzel rızkları kim haram etti?’ De ki; ‘o, dünya hayatına inananlarından, kıyamet günü de yalnız onlarındır’ işte biz, bilen bir topluluk için ayetleri böyle çıkarıyoruz” (7/32)

Tanrı kurandaki mesajında, insanların rağbet edecekleri süslenmelere, temiz olmaya onay vermekle kalmıyor bunun yerinde bir davranış olduğunu belirterek te önemsiyor. Tabiî ki buna dayanarak süsü olmayan, güzel giyimli olmayan mescide gidemez gibi bir sonuç çıkarma yanlışına düşülmeyecektir. Ancak, inançla temizlik, güzellik, bakımlılık, süslülük arasındaki doğru orantı dinin kendi dokusunda olan bir dengedir. Ancak Allah, bu özgürlükleri ne farz olarak insanlığa emrediyor nede şekli unsur olan bu veriler üzerinde inanç kurmuyor. Her bir ayette tek tek dönüp geldiği yer, “Hayırlı olan takva elbisesidir” (Araf Suresi (7),26 ). Yani Allah, dünyevi tüm biçimselliklerden daha hayırlı olan ve sahiplenilmesi gerekenin inanç olduğunu, Allaha bağlılık ve teslimiyetin olduğunu vurgular.




Örtülerini üstlerine salsınlar

Peygamber, hicretle Medine’de mülteci durumundadır. Ansar denilen yandaşları vardır ve Medine şehri kozmopolittir. Her dinden soy ve boydan insanın yaşadığı önemli bir merkezdir. Bu karmaşa içinde, alışverişte, gezide, komşuluk gidiş gelişlerinde, pazarla iç içe olunan ibadet yerlerinde bulunuşta, Müslüman muhacirlerin sıkıntılar çektiği bilinmektedir. Bunlar arasında Kadınlara yapılan tacizlerinde yoğunca yaşandığı da

Oysa ki, Arap yarım adasında kadının oldukça özgür davranışı, giyimi, etkinliği ve özgür zenginliğiyle uyumlu bir trend içindedir. Mekke gibi o gün için çok gelişmiş bir merkezden çıkıp geldikleri şekilleriyle, Müslüman kadınlar Medine’de ilgi odağı durumunda olmuştur. Bu ilgi taciz dahil bir dizi sorunu gündeme getirmişti. Sorunların yoğunlaşması özgür kadınların, köle ve cariyelerden ayrıt edilebilmesi için, farklı olduklarının bilinmesi için ve incitilmemeleri, taciz edilmelerinin önlenmesi için, “tanınıp incinmemeleri için” (Ahzab Suresi(33), 59. ayet) bir simge olarak, “örtülerini üstlerine salsınlar” (33/59) denilmiştir. Bir simgedir burada örtünmek üstelik burada da, süslerin yada başın örtülmesinden hiç söz edilmemektedir. Sözü edilen süslerin örtülmesi, elbise giyilmesidir açık seçik olunmamasıdır. Bu ayetlerde İslam, kendi mesajıyla tutarlıdır. Kadını, aynı anda yaşanılmakta olunan, ancak peygamberin gelişiyle içinden çıkılmaya başlanan, eski dönem ilişkilerinin tümünden bir kopmayla kendini farklı olarak ifade etme gereği görmüştür. 23 yıllık indiriliş sürecinde, vahinin takip ettiği yol böylesi olay ve kesitlerle oluşmuştur. Yeni bir uygarlık, bir dinini mesajı üzerinde oluşuyor, kendini farklılaştırmak için, yaşamı ilgilendiren her olay ve olguda yeniden tanımlamak ifade etme durumunda kalıyor. Uluslar merkantilist dönemi geçerken adım adım kendine özgü, bayraklarıyla, milli marşlarıyla, giyimleriyle diğerlerinden farklılaşması gibi bir şeydir bu. İslam’da bu yönde kendini biçimlendiriyordu. Ancak bu biçimleniş, hiçbir zaman mutlak kayıtlara bağlanma gereği duyulmayan, ana amacı Allaha teslimiyet ve kullukta olan bir yörüngede kalmıştır.




Özgür kadını Tacizden koruyan simge …


Simge olarak doğdu örtünme olayı. Mekke’de değil Medine’de ayetler indi. Mekke peygamberin şehridir, herkes akraba ve komşudur, tanıdıktır. Orada kadının tacizi sosyal bir sorun olarak yoktur. Aileler bölünmüş, kavga büyümüştür ancak, bağlar kopmamıştır, bu açıdan kadınların örtünme yönünde simgesel bir belirti taşımalarına ilişkin Allahın bir uyarı indirme gereği olmamıştır. Medine öyle değil. Hicret edenlerin, ayrı din soy ve boydan olanların karmaşık durumu vardır. Bu özgün kesitte ve özgün ihtiyaçtan doğan örtünme olayı, cahiliye denilen önceki dönemin kadını ile yeni dönemin Müslüman kadınını da birbirinden ayrıma yönünde bir adımdı. Ancak, bu adım özgünlüğü hiçbir zaman dinin temel yönelimleri ve mantık örgüleriyle ilgili bir farz değildir. Zaten öyle olsaydı, sadece özgür kadın için önerilmezdi. Kölede, cariye de Müslüman ise inancın göreli olması düşünülemez. Özgür Müslüman kadına ne kadar gerekli ise Köle ve cariye Müslüman içinde geçerlidir. Ancak kuranda dile gelen ve süslerin örtülmesiyle açıkça ifade edilen şey, özgür kadını Medine’nin karmaşası içinde tacizden korumak, tanıtmak ve incinmesini engellemek için bir simge olarak belirlenmiştir.

Hicap ayetleri, kuranda bir simge olarak belirmiştir, inanç farzı değildir. Simgenin inanca dönüşümü ise, Tanrı sözü vahi ve bunun yazılı beyanı olan Kuranda değil, tamamıyla dünyevi varlıkların, koşullara göre, sosyal ilişki içinde ortaya çıkan ihtiyaçlara göre belirledikleri bir kul, kullar yorumudur. Bu satırların yazarı, kökleri ehli-beyt’in masum imamları dönemi kadar uzanan tarihi geçmişiyle, dinin tüm vecibelerini kuşaklar boyu taşımış olan bir aileye mensup olarak, kuranın hicap ayetlerini, baş örtme farzı olarak ya da inancın olmasa olmaz bir koşulu olarak yorumlandığına hiç tanık olmamıştır. Örtünme dinin temel inanç unsuru olsaydı, Eskimolar peygambersiz Müslümanlar olarak, inanç şampiyonları ilan edilirlerdi.

Ayet tebzirleri

Tebzir, kelimesinin kökü bizirdir, çekirdek anlamına gelir; kavun, karpuz, incir çekirdeği gibi. Çokluğu tanımlar. Konuşma ve edebi dilde, olmayan bol keseden harcama, aşırı söz söyleme olarak kullanılır. Sınırlı imkanları hesapsızca harcamadır. Tarih boyunca, Kuran ayetlerinin de öyle harcandığı bilinmektedir. Hicap ayetlerinin yorumunda olduğu gibi.Bu bizi ayetlerin nasıl anlaşılmaması gerektiğine götürüyor her defasında.

Kuranın ayetleri nasıl anlaşılmamalı. Kuranın doğasında değişmeyen temel bir hat vardır. Tüm unsurlarıyla yaşam ve ibadet tek olan tanrı içindir. Ona bağlı olmak kul olmak ve teslim olmak içindir. İslamik yaşamın manası da budur. Bu dünya bir sınav dünyasıdır. Diğer tüm unsurlar inancın şekli ve icrasında farz olmayan unsurlardır. Bununla ilgili iki örnek vererek, Kuran ayetlerinin Hicap ayetlerinin yanlış yorumu gibi yorumlanmaları halinde nasıl bir sonuç çıkacağını bilmek, konunun kavranması için yeterli olacaktır.

Teğâbün Suresi(64), 15. ayet, “Mallarınız ve evlatlarınız bir fitnedir. Büyük mükafat ise Allahın yanındadır.”

Kehf Suresi(18), 46. ayet, “ Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür. Kalıcı olan güzel işler ise Rab’inin katında sevapça daha hayırlıdır, umutça da daha hayırlıdır”

Enfal Suresi(8), 28. ayet, “Bilin ki, mallarınız ve çocuklarınız birer fitnedir (imtihandır). Allaha gelince büyük mükafat, O’nun yanındadır.”

Mümtehine Suresi(60), 3. ayet, “Kıyamet günü akrabanız ve çocuklarınız size fayda vermez. Aranızı ayırır. Allah yaptıklarınızı görmektedir.

Bu ayetlerde de görüleceği gibi, Mallar ve evlatlarıyla böbürlenenler yerilmektedir. Mallar ve oğulların gücü önemsiz sayılmaktadır. Bunlara dayanarak güçlü olduğunu sanmanın aldatıcı olduğu belirtilmektedir. Bu ayetleri, mal ve evlatlar konusunda, Hicap ayetlerinden daha açıktır, nettir. Şimdi Hicap ayetlerine yapılan yaklaşımla bu ayetleri ele almaya kalkışırsak ve bu ayetlerdeki “mallarınız ve çocuklarınız birer fitnedir” ısrarlı tekrarları inanca dönüştürecek olursak, bunlar dünya nimetlerinin süsüdür aldatıcıdır, her şey âhiretin mükafatındadır diye bakarsak, ne evliliklerimizin ne çocuk yapmamızın ne mal mülk edinme yönündeki alın terimizin çabamızın ölüp ölüp dirilme tarzındaki uğraşımızın hiçbir anlamı kalmaz. Kimse çalışmaz da. 24/24 saat ibadetle geçerdi günlerimiz. Bir an önce kıyameti, hesap gününü âhirette alacağımız mükafatı beklerdik. Bu ayetleri işlevsel bir farz olarak yorumlayacak olursak doğanın dengesini de bozardık.

Tarsinden de yorumlamaya kalkışmanın sakıncaları büyüktür. Peygamberin çocuğu olmamıştır, ebter’dir. Kevser Suresi’nde, Tanrı, Peygamberi ebter olarak suçlayanlara, onlar “ebterdir” der (108/3). Buna bakarak peygamberin çocuğu olmamasının intikamını almak için bu ayetleri zorlama olarak indirdiğini söylemek ise aynı mantığın diğer yüzü olarak görülmelidir. Tutarlı olmak adına ayetlerin yorumlanmasında ölçülerinde aynı olması gereklidir.

İslamda, ayetlerde geçen tüm konuların tek amacı vardır, tanrıya yönelin, iyiliğe yönelin, teslim olan, kulluk görevlerinizi yapın, tapın. Merkez yönelim budur, bunun için tüm araçlar, biçimler, özgünlükler zaman ve mekanın gerekleriyle değişken olabileceği gibi hiçbir tarzda farz değildir. Bu böyle kavranmaksızın, insanlığın ezici çoğunluğunu oluşturan İslam dışı alemi, küffar ilan edip, Kurandaki kimi ayetleri, yine hicap ayetlerini yorumlama mantığıyla yorumlayıp, harp diyarının düşmanlarını, cihadın hedefleri olarak görme sonucuna gitmek güç olmazdı. Bakara Suresi(2), 216. ayet, “ Size savaş yazıldı, hoşunuza gitmeyebilir ama, hoşlanmadığınız şeylerde size hayır vardır.” Bu ayeti aynı akılla yorumlayan El kaide terörü, bu algılayışın tecellisinden başka bir şey değildir.

Birde şu ayete göz atın ve hicap ayetleri mantığıyla yorumlayın, bakın ne çıkacak. Bakara Suresi(2), 178. ayet, “Ey inananlar, öldürmede kısas size farz kılındı (katilinde öldürülmesi gerek). Hüre hür, köleye köle, kadına kadın”. Belki ilikleriniz dondu bu satırları okurken. Ama öyledir, üstelik dikkatli okuyucunun gözünden kaçmayacaktır, hicap ayetlerinde “Farz” kelimesi geçmiyor, ama bu ayette aynıyla öyle geçiyor, “ Kısas size farz kılındı” deniyor. Hemen sonraki ayette de (2/179), kısasa şu anlam yükleniyor, “Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır. Böylece korunursunuz”

Bu cümleleri okurken ruhunuzun kimyası hala bozulmadıysa, kısası farz saymışsanız ya elinde koca kasap bıçağıyla intikam için birini doğrarken, yada kendiniz bir intikam adına böylesi bir bıçak altında doğranırken hissetmeye çalışın. Burada, “arkadaşım”ın sık sık, “empati yapmak gerekir” deyişini öneririm.

Bu bölümü bitirirken, Kuranın mesajının doğru ve tutarlı anlaşılması için, Allahın kullarından istediği, farz kıldığı ayetler ile biçimsel, işlevsel, inancın araçları olmaktan başka özellikleri olmayan önerme ve belirlemeleri birbirine karıştırmamak gerektiğini tekrar edeceğim. İslam dini görsel bir din değildir. İslam dini biçimlerin mesajıyla oluşmamıştır. İslam’ın inancın biçimlerle ve araçlarla ilişkisi, tanrıya teslimiyette, ona bağlılıkta ve kullukta anlam bulan öz ve içeriğin başladığı yerde biter.


İkircimli özgürlük, demokrasi değildir


Anayasa taslak hazırlıkları ve tartışmalarının yükseleceği bir döneme giriyoruz. Demokratik hak ve özgürlüklerin ana yönelimini belirleyecek olan yasaların yasası olarak anayasa, doğal olarak toplumun tüm duyarlı kesimlerini tartışma platformuna taşıyacaktır.

Uzun zamandır sessizce bekletilen türban sorunda bu genel taleplerin bir parçası olarak yeniden gündeme gelmesi kaçınılmazdır. Öyle ki, bu dönemin kendine özgü havası içinde diğer tüm demokrasi ve özgürlük taleplerinden önce Türban tartışılmaya başlanacaktır. Köşe yazarları ısınma yazılarına başladılar bile.

Tarihi siyasal baskıcı sistemin kırılmasıyla ortaya çıkan ülkemizin siyasal tablosu dini eğilimlerin (bunun siyasal İslam olarak tanımlanması ayrı bir tartışma konusudur) öne çıkmasıyla dengeye oturduğu görüldü. Üç eğilim, ulusalca-milliyetçi, dini ve etnik eğilimler Türkiye siyasal sahnesinin sacayakları oldu. Bu güçler arasındaki ilişki ve çelişkiler, yine bu güçlerin durumlarına bağlı olarak şekillenecektir.

Ülkemizin gerçekçi özgürlük ve demokrasi talepleri de bu ortamda ikame edilme şansını yakalayıp yakalamayacağı belli olacaktır. Buna rağmen sağ, dini eğilimiyle siyasal iktidara egemen olmuştur. Bu egemenlikle birlikte ülke, büyük bir dönüşüm sürecine girmiştir. Toplumun idolleri içerik ve biçimsel tüm özgünlükleriyle toplumu bir biçimde şekillendirmeye başlayacaktır. Bu dönüşüm, en sert kanundan çok daha etkili olarak topluma yön verecektir. Atatürk’ün üstyapı devrimlerinin, oturmamış birer siyasi karar olduğu ve geldiği gibi gittiği bu süreçte, bir kez daha tarihe bir not olarak kaydedilecektir. Bir daha anlaşılacaktır ki, devrimler nesnel ve öznel koşulları olgunlaşmadan, siyasal kararlara dayanılarak yapılırsa, bir gece ansızın geldikleri gibi gittikleri görülecektir. Devrimleri tarihsel içerikleriyle kavramadan topluma dayatmanın beyhude sonuçları, çoğu kez trajedi bile sayılmayacaktır.

Tarihsel geri dönülmez devrim…


80 yıl sonra ülkemizde siyaset, nispi dengelerin el verdiği bir istikrara kavuşmuş oldu. Diğer tüm sorunlarda olduğu gibi, özgürlük ve demokrasinin ikamesinde bu sürecin ilişki ve çelişkileri ağırlıklarını koyacaktır. Bu potada olgunluğa ulaşacak, demokrasi ve özgürlük taleplerinin kalıcı bir dönüşümle ikame edilmesi mümkün olacaktır. Cumhuriyetin kuruluşta düştüğü hataya, dini inançları siyasal kararlara dönüştürme ısrarıyla bir kez daha düşenler, bu kez aynı sonuçlarla, geri dönülmez biçimde karşı karşıya kalacaklardır. Tarihsel geri dönülmez demokrasinin ikamesi de bu sonucu ifade edecektir. Toplum, kimlik bunalımından olduğu kadar ekonomik, sosyal, siyasal yeniden yapılanma sancılarından da böylece düzlüğe çıkacaktır. Çok kapsamlı sorunların oluşturduğu kaosla boğuşan bir ülkede, türban sorunu bu bütün içinde bir unsur olarak çözümünü üretecektir.

Türban sorununu bu bütünsel sürecin bir parçası olarak algılamadan sağlıklı sonuçlara gitmek ise mümkün olmayacaktır. Türban, inanç kompleksinde yer alan, biçimsel halkaların sonuncularındandır. Var oluşunun ilk adımlarında taşıdığı simgesel özellik, bu gün dönüp yeniden belirgin olmuştur. Türban sorunu, gerçekte ülkemizin on yıllardır çözülmeden duran ve gittikçe derinleşen kimlik bunalımının bir parçasıdır.

İslami inancında farz olup olmaması bir yana türban, kitlesel bir talep olmasıyla, ülkemiz farklılıklarının göz ardı edilemez bir unsurudur. Toplumun belli bir kesimi kendini bu simgeyle değerlerinden ayrıma isteğindedir. Her şeye rağmen bu talep anlaşılabilir bir taleptir. Kendi taleplerini hiç temsil etmese de, demokrasi ve özgürlük talebinde bulunan her kesin ikircimsizce varlığını içselleştireceği ve bir özgürlük talebi olarak isteyenlerin hak kazanımlarını onaylayacağı bir taleptir.

Bu talebin dile gelişinde, Kuran ayetleri üzerinde yürütülen tebzirleri burada tekrar edip, özgürlük taleplerinin sınırlarını daraltma yanlışına düşmeyeceğiz. Ancak bu talepleri dile getiren kitlelerin inancı siyasal bir talep haline sokmalarından kaynaklanın, özgürlük ve demokrasiye ikircimli yaklaşımlarına dikkat çekeceğiz. Karşıt siyasal duruşta olsalar da, özgürlükleri için mücadelelerine katkı ve desteğimizi ortaya koyacağız. Ancak aynı tutarlılıkla bize ait özgürlük ve demokrasi taleplerine yaklaşımlarını sınayacağız. Zira, Özgürlüğü bir bütün olarak ele almadan, gerçek demokrasinin ikamesi mümkün değildir. Siyasetin eline düşmüş din, tarihi boyunca ikircimli olanların elinde siyasi intiharlarla bu güne gelmiştir.

Türban sorununda yükselen demokrasi ve özgürlük taleplerinin en büyük handikab ikircimliktir. İnancın zorunlu olmayan biçimlerini, insan hakları ya da inanç özgürlüğü adı altında topluma bir demokrasi talebi olarak dayatanların, toplumdan bekledikleri hoşgörüyü, kendi alan ve etkinlikleri içinde başı açık ibadete gösterememeleri bunu anlatır. İbadet yerine başı açık girenlerin karşılaştıkları tepki, türban haklarına özgürlük isteyenlere, özgürlük taleplerinde ikircimli olmamayı anlatan önemli bir veri olarak kabul edilmelidir. Ancak bunun böyle olmayacağı da açıktır. İbadet yerleri Allahın evleridir. Orada kulun hükmü geçmez, demokrasinin farklılıklarının, hâkimiyetin kayıtsız şartsız Allaha ait olduğu ortamda, herhangi bir kıymeti itibarı yoktur.

Cumhuriyetin 80 yıldır kamusal alan diye ezdiği türbanlı kitlelerin, ülkeyi Allahın kayıtsız şartsız hakim toprakları haline dönüştürdüklerinde, farklılıklara gösterecekleri bir hoşgörünün olması güçtür. Allahın sırtına yıkılacak olan, insani ve dünyevi yaptırımlar, gerçekte dinin siyasallaşmasının tipik göstergesi olarak yerini alacaktır. Ancak tüm bu endişelere karşın, ikircimli özgürlük, demokrasi değildir diyecek ve bunun kararlı savunucuları, militanları olacağız. Ülkemizin sorunlarını çözmenin en önemli siyasal iradesi de bu yaklaşımdır. Türban sorunu ve özgürlüğü de bu algılayışta anlam bulmaktadır.

Buradan hareketle, kimlik bunalımlarını aşmamış bir ülkenin mozaik dokusuna ait demokratik hak ve özgürlüklerin oturtulmadığı bir koşulda, türban sorunun kendine özgü bir sorun olmadığını belirlemek yanlış olmayacaktır. Tanrı ile kul arasında bire bir ilişki olması gereken inancın kitlesel bir siyasal hareket olarak örgütlenmesi bu gerçeği değiştirmeyecektir. Ancak bu özgürlük sorununu çözümü için yeterli olmayacak kadar sığıdır.

Ülkemizin sorunları, siyasetin yeni dengeler üzerinde oturmasıyla başlayan yeni sürecin ilişki ve çelişkilerinin belirleyeceği dengelerde daha anlamlı hale gelecektir. Özgürlüğü, kendi siyasal iktidar sürekliliği için, tanrıdan vekalet alınmış gibi, inanca ve onun biçimlerine araçlarına bağlayacak olanların ikircimlikleri, bu sorunların çözümüne katkı yapmayacaktır. Cumhuriyetin mazlumları olarak bu gün iktidar olanlar, yenilgiye uğrattıkları çarkın meczubu olmayacaklarının hiçbir garantisi yoktur. Bu yüzden özgürlüklerimizi ve demokrasi taleplerimizi, içinde türban sorununda olduğu haliyle, tüm farklılıklarımızın kaygılarını giderecek tarzda çözümünü gerçekleştirmekle yükümlüyüz. Anayasa tartışmalarının başladığı sathı maile yönelirken, demokrasi ve özgürlüklerin iktidarların eline bırakılmayacak kadar halkın yaşamsal talebi olduğunu belirlememiz gerekçeleri de burada yatmaktadır.

Kurandaki İslam’ı, vahi ayetlerinin tefsirden çok tebzirle ele alınması sonucu oluşan, kulların kurumlaştırdığı din, insana ait dünya işleriyle tanrıya ait âhiret işlerini birbirine karıştırma müptelasıdır. Tarihi boyunca dinin siyasete alet olduğu her yerde, bu olmuştur; yöneteler tanrı adına hüküm sürmüştür. Çağdaş dünyada bunun tekrarı pek geçerli görülmese de, çağdaş söylem ve araçlarla benzer eğilimlerin tekrarı hiçte güç değildir. Ülkemiz farklılıklarının sorunlarını, özgürlükleri genişleterek çözme yerine, vekaleti kimden alınmış belli olmayan bin çimentoyla birleştirip, tekleştirerek çözeceklerini iddia edenler, bu tehlikenin hiçte geçmiş bir tarihi anı olmadığını ifade ediyorlardır.

Tam bu noktada, demokrasi ve özgürlük taleplerimizde ve yaptırımlarımızda, ikircimsiz olmak gerekmektedir. Türbana özgürlük derken bu tehlikenin ayrımında olmak gereği, tüm özgürlük ve demokrasi güçlerinin birbirini yeniden tutarlılıkta, ikircimsizlikte tatmin etmeleri gerekmektedir. Bunun da tek bir yolu vardı, köklü bir demokratik dönüşümle, kurumsal ve hukuksal güvencelere bağlanmış ve yeniden yapılanmasıyla demokratik bir cumhuriyettir.

Bu cumhuriyet, tüm farklılıklarımıza eşit uzaklıkta ve birimizin değil hepimizin cumhuriyeti olarak örgütlenmelidir. Demokratik cumhuriyet, kendini tehlikede hisseden farklılıklarımıza da özgür olma engeli olmayan bir cumhuriyet olmalıdır.