Sınırları insan erdemleriyle belirlenmiş, ne sınıfsal ne de etnik nedenlere mahkum olmamış doğrularımızla özgürlük ve demokrasi mücadelesini sürdüreceğiz...

BURADAYIZ İŞTE...

OKURLARIMIN DİKKATİNE. BLOGUMDA TEKNİK BİR ARIZA YA DA BİR SALDIRI GERÇEKLEŞMİŞTİ.. ŞİMDİ HER ŞEY YOLUNDA...EMEKLERİMİZ BURADA... SAĞLICAKLA KALINIZ...

PARALEL BİR BLOG DA DEVAM EDİYOR...

Yeni blogun adresi: http://mirural.blogspot.com/

ŞU AN İZLEMEKTE OLDUĞUNUZ BLOG ADRESİ İLE YENİ BLOG ADRESİ BİRBİRİNE ÇOK YAKINDIR. İLGİNİZE TEŞEKKÜRLER.

MİHRAC URAL

...

...

...

...

TÜRK MODERNLEŞMESİ JAKOBENİZM VE BONAPARTİZM

Yener Orkunoğlu

Türkiye'de modernleşme hareketinin tarihini ve modernleşmenin toplum üzerinde yarattığı etkileri incelemek ve aynı zamanda modernleşme konusunda liberal entelektüellerin yarattığı yanılsamaları açığa çıkarmak zorundayız.
Liberal entelektüellerin çarpıttığı bir konu var. Siyasal İslam'ın yörüngesine girmiş bir çok entelektüel, Türkiye'deki Kemalistleri Jakoben olmakla suçlarlar. Yani Jakobenizm, darbeci ve anti-demokrat olmakla özdeşleştirilir. Böylesi bir değerlendirme, Jakobenizmin çarpıtılmasıdır. Kemalizm'i, Jakobenizm olarak değerlendirmek, Jakobenizme karşı bir haksızlıktır. Çünkü Jakobenizm, Fransız Devrimi döneminde küçük burjuvazinin (baldırı çıplakların) radikal bir devrimci hareketi olarak doğdu. Fransız Devrim hareketinin sol kanadını oluşturur.
((Devamı orta sol sutunda))

..

..

Mihrac Ural

Mihrac Ural

Yeniden felsefe okumak


Cumhuriyetin Doğuya sırtını dönmesinin mahkumu idik. Alfabe kırılmasının sonucu da, okuma adına nemiz var nemiz yok, arşivlerin küfüne terk edildi. Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle zaten olmayan okumalara, sıçramalardan oluşan, dengesiz ve sonuçta eksiklikten kaynaklanan bir topallamaya düştük. Bu da, ülkemiz felsefe bilincinin derinlik ve bütünlüğünü oluşturacak zincir halkalarının kopuk olmasını getirmiştir.
Yunan felsefesi akılcılığının Aristo’yla temsil edilen sunumunu, İslami bir yorum ve ilerleyişle ele alan Farabi’de ifadesini bulan akılcılığa karşı, “ Tahafüt el Felasife” diyerek, dünya ve ahiret işinde akıla yer bırakmayan Gazali’nin, bu güne kadar süren tutuculuğundan yana saf belirlemiştir. Gazalinin, “filozoflar”ın aklın hareketinden yana dünyevi olayları yorumlayan yaklaşımlarına karşı yaptığı eleştirilere, aklın bir militanı İbni Rüşt’ün ünlü cevabı olan “Tahafüt el Tahafüt” ü tanımazlıktan gelmiştir. Böylece sağ, Yunan ve batı felsefe okumaları eksiğiyle iki ayağı topal hale gelmiştir. Dayandığı felsefi okumaların karşıtlarını da bilmemekle, sığ kalmıştır.((Devamı sol ana sutunda))

****

****

24 Nisan soykırımı hepimizi katletmişti...

Mihrac Ural

Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi –soykırımı- hepimizi katletmişti. Tam 93 yıldır sürmekte olan zorunlu sürgün ile insanlık sucunda İttihat –Terakki’nin ‘SOYKIRIM’ imzası vardır.

Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır.

Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur.

“Resmi tarih” diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.**19. yy sonlarından başlayarak, Katolik ve Gregoryan (Ortodoks) diyerek birbirlerine kırdırılan, tenkil ve sürgünlerle, mal mülklerine el konularak baskı altında tutulan Ermenilere yönelik soy kırımı, I Dünya savaşının, malum bol bahaneleri altında girişilmiştir (24 Nisan 1915).

Savaş sırasında, önce Ermeni gençlerinin Askere alınarak silahsız bırakılması ve ardından toplu tasfiyelerin yapılması, geride kalan Ermeni halkının Tenkil ve sürgünlerine geçilmesi. Bu konuda talimatların dakik bir biçimde, en yetkili resmi merciler tarafından istenip, izlenmesi. O dönemin Sadrazamı (Başbakanı) Talat Paşa’nın, başından itibaren olayları, dikkatlice takibi, emirler vermesi, istatistik tutması (iskan edecekleri yerde dahi nüfusa göre oranlarının %5 geçmeyecek düzeyde tutulmaları talimatları da dahil) ve bunun en ince ayrıntısına kadar yazılı özel notlarla tescili, Ermenilere reva görülen her şeyin, planlı bir tarzda icra edildiğini göstermeye yeterlidir (Ermeni tehciriyle ilgili Talat Paşa’nın tutanakları için bkz. Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi, 24 Nisan 2006’dan itibaren yayınlanan dizi) Bu, Ermenilere ilişkin, adına ne konulursa konulsun, yapılacak olanların önceden planlanmış eylemler olduğunu gösterir.

Bundan sonra, sonuçlara bakılarak, yapılanlara verilecek ad, tanımlamaya geçilir.*Böylesine planlı ve en ince ayrıntısına kadar takip edilmiş ve bir etnik topluluğa yönelen, sonuçta en iyimser tahminlerle, el yazması tutanaklardaki rakamlarla bir milyon (1000 000) üzerinde Ermenin ölümüne yol açan, kimi şehirlerde nüfusu yüz binlerden sıfıra indiren, çoluk çocuk on binlerce canın etnik yapısını değiştirmek için farklı etnik toplumlara dağıtan, topraklara el koyan, binalarını yıkan, her türden maddi ve canlı servetine el koyup katleden girişimlere, soy kırımından başka bir ad verilemeyeceği görülür.

Bu bir soykırımdır. (..)Osmanlıdan, cumhuriyete süre gelen bu aklın, daha uzun süre yürürlükte olma tehlikesi tüm çıplaklığıyla kendini göstermektedir. Tarihimizle cesurca yüzleşmeden bu aklı toplumsal işlevlerimizden ve geleceğe ilişkin yaşam planlarımızdan söküp atmak güç gibi duruyor.
((*)Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı –Mihrac Ural)

**
Sıranın kendisine gelmeyeceğini sananların dikkatine, bu vatanın birimize değil, hepimize ait olduğunu bir kez daha, bin kez daha yeniden birbirimize kanıtlamakla yükümlü olduğunuzu artık anlamak zorundasınız.

Bilmelisiniz ki, farklılıkları içselleştirmek, onlarla barış içinde yaşamayı fiilen gösterip, haklarını anayasal ve kurumsal güvencelerle kökleştirmek ertelenmez bir görev haline gelmiştir, bu yapılmadıkça bu vatanın hepimize ait olduğuna kimseyi inandıramazsınız.

Mümkünü, imkansız hale getirmeye devam ederseniz, sizi biz farklılar, ayrı varlıklar bile kurtaramaz. Bunun vebali, Hrant Dink’in katline yol açan akıl sistematiğinin kıyımına tek tek ve topluca maruz kalmaktır bilesiniz.
((*)Hrant Dink'in Katli ve Tarihi Gerçekler –Mihrac Ural)


Murat Altunöz’ün Beklenen Kitabı Kırılgan Zamanlar Çıktı…

2002 Ocak ayında başladığımız yolculuğumuza 7 yıldır devam ediyoruz. Karalama Dergisi, ülkenin koşullarına göre bazen inişler ve çıkışlar yaşamamıza rağmen her geçen gün dergimizle daha da büyüyoruz.

Karalama Dergisi olarak;
Şair Nevruz Uğur ve Halil İbrahim Yıldız’ın kitaplarından sonra Karalama’nın Kurucusu ve halen Editörü olan Murat Altunöz’ün Kırılgan Zamanlar adlı kitabını yayımladık.
Geçmiş zamanların, kırılmış, yalnız ve hüzünlü dizelerinde bulduk kendimizi,
Her dize de bir direniş, bir sürgün, bir ayrılık ve özlem var.
((Devamı sol alt sutünda))

...

...

Yerel Çeteleşmenin Boyutu...

Murat Altunöz /Gazeteci

Çeteleşme yıllar sonra Ergenekon operasyonuyla tekrar gündeme geldi. Eskiden bildiğimiz mafya sistemi çökmüş artık daha organize ve daha profesyonel bir hal alan almıştır.Bazı yazarlar, Emekli Polisler ve Emekli askerlerinde içinde bulunduğu yeni bir yapı ortaya çıktı.Aslında bu tür çeteleşmeler yıllardır hep ülkemizde vardır. Ama bu hafta benim bahsetmek istediğim yerel çetelerdir. malesef son yıllarda ciddi anlamda yerel çeteleşme ve Organize suçlarda bir çoğalma vardır. Zaten Hatay il Emniyet Müdürü Osman Çapalı'da bu konuya dikkat çekerek " Bireysel suçlar artık organize suçlara kaymıştır" demiştir.
((Devamı sol ana sutunda))


İNTERAKSİYON

Faiz Cebiroğlu
Her gelişim, karşılıklıdır. Her ileriye yönelik değişim, bir interaksiyondur. İnteraksiyon, karşılıklı etkileşim oluyor. İnsanlar, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek sosyal yönlerini geliştiriyorlar. Sosyal yönünü geliştiren insan, aldığı öğreti ve deneyimlerle bireysel yönünü ”işleyerek” yapılandırıyor. Yapılanma, ”özbilinç” ve ”özgüven” ile nitelik bir hal alıyor.

İnteraksiyon ya da karşılıklı etki, yaşadığımız toplumda, değişik yer ve ortamlarda farklı farklı oluyor. Dille başlayan diyaloğa; insanların bulunduğu yaşam tarzları, çalışma biçimleri ve kısacası sahip oldukları sınıfsal konumları da ekleniyor. Sosyal sınıf, gelişimde ”ana halka” oluyor. Sosyal sınıf, ileriye yönelik değişimin ”can alıcı noktasını” oluşturuyor.

(Devamı orta ana sütunda )
http://mirural.blogspot.com/

...

...

Yabancılaşmanın Dinamiği


Mihrac Ural

Yabancılaşma, insanlık ailesini birbirine yakınlaştıran, farklarını hızla öteleyen özel mülkiyeti ve olumsuz sonuçlarını bile köşeye sıkıştırma işlevi gören sonuçlarıyla, olumsuz değil çok olumlu bir role sahiptir. Tarihsel süreciyle derinleşip geliştikçe gerçekleşen yabancılaşma, insana çok daha cüretkâr olma, çok daha özgürce beyin labirentlerinde kurguladığı fantezileri yaşama ve bunu yaparken de dar anlamda aile, mahalle gibi klancı darlığın etkiler altında kalmayıp, geniş anlamda da ulusal sınırları aşıp belki başlangıcı sanal âlemin nimetleriyle, bilgi çağının iletişim olanaklarıyla bu tutku ve arzularının doruklarını zorlama şansını elde etmektedir.Yabancılaşma olmasaydı, emeğin sosyal etkilerinden bahsetmemiz mümkün olamazdı. Emek ne kadar sahibinden uzaklaşır, ne kadar sahibine belirgin olmaktan çıkarsa, o kadar evrensel ölçeklerde hizmet sunmaya başlamış demektir. Ve bir o kadar kültürel farklılıklarını hesaba katmadan ( renk, ırk, ulus, coğrafya, bölge farkı tanımadan) insan türüne ait hale gelmiş demektir.
((Devamı orta ana sol sütunda: ))
http://mirural.blogspot.com/

..

..

MİLLİ MARŞLAR

Ayşe Hür
1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı ‘Tre Trallade Jantor’dur. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkar ve ‘Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr….’diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası olayı "centilmen Türk seyircisinden jest" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi…
“Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur/Katibimin setresi uzun eteği çamur… diye başlayan ünlü türkünün bestesi 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’daki Selimiye Kışlası’nda kalan ‘eteklikli’ İskoç Alayı’na moral vermek için yazılmış ‘Donsuz askerler…’ diye başlayan bir asker şarkısıdır. II. Mahmut döneminde (1808-1826) modernleşme çabaları sırasında askerlere giydirilen setre ve pantolon mutaassıp çevreler tarafından ‘sokağa donla çıkmakla’ eşdeğer görülmüş, özellikle de ‘gavur mukallitliği’ denilen bu modernleşme hareketine çabuk uyum gösteren eli yüzü katipler halkın diline düşmüştür. Bir İstanbul külhanbeyi, bu katiplerle alay etmek için, Üsküdar yolu üzerinde olan Selimiye Kışlası’nda kalan İskoç askerleri için yazılan marşın müziğine Türkçe sözler yazar ve ünlü Katibim türküsü ortaya çıkar.
1974 Kıbrıs ‘Barış Harekatı'ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkumları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.

((devamı sol büyük sütunda))

25 Nisan 2008 Cuma

MİLLİ MARŞLAR

Ayşe Hür

‘Devşirme’ Marşlarla Milliyetçilik

“Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur/Katibimin setresi uzun eteği çamur… diye başlayan ünlü türkünün bestesi 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’daki Selimiye Kışlası’nda kalan ‘eteklikli’ İskoç Alayı’na moral vermek için yazılmış ‘Donsuz askerler…’ diye başlayan bir asker şarkısıdır. II. Mahmut döneminde (1808-1826) modernleşme çabaları sırasında askerlere giydirilen setre ve pantolon mutaassıp çevreler tarafından ‘sokağa donla çıkmakla’ eşdeğer görülmüş, özellikle de ‘gavur mukallitliği’ denilen bu modernleşme hareketine çabuk uyum gösteren eli yüzü katipler halkın diline düşmüştür. Bir İstanbul külhanbeyi, bu katiplerle alay etmek için, Üsküdar yolu üzerinde olan Selimiye Kışlası’nda kalan İskoç askerleri için yazılan marşın müziğine Türkçe sözler yazar ve ünlü Katibim türküsü ortaya çıkar.

1974 Kıbrıs ‘Barış Harekatı'ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkumları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.
AKP BİAT MI EDİYOR? Ama daha ilginci, Türklerin topluca ezbere söyleyebildikleri nadir marşlardan olan Gençlik Marşı, İstiklal Marşı ve 10. Yıl Marşı’nın bestelerinin de ‘gayri-milli’ olduğu yolunda iddialar var. Bunlardan 10. Yıl Marşı, 28 Şubat 1997 müdahalesinden beri rejime iman tazelemek isteyenlerin ilk aklına gelen marş. Geçenlerde AKP’nin Gençlik Kolları 2. Olağan Kongresi’nde, Başbakan Erdoğan’ın salona gelişi öncesinde 10. Yıl Marşı ve ‘Atatürk’ün İzindeyiz’ şarkısı çalınması, Erdoğan Deniz Baykal’ı eleştirirken sık sık Atatürk’e vurgu yapması aklımıza AKP de ‘iman tazeleyenlere katıldı?’ sorusunu getirmedi değil. Nitekim Hürriyet başyazarı Ertuğrul Özkök de kendilerini ‘marşa itibarını iade ettikleri ve zihniyet devrimi yaptıkları için’ kutlamıştı. AKP eğer düne kadar eleştirdiği merkezle ittifak yapmaya karar vermediyse, merkezi ‘Kim daha Atatürkçü?’ yarışmasıyla alt etmeyi düşünüyor demektir ki, bu gerçekten ilginç bir duruma işaret ediyor. Şimdilik işin bu yanını zamana bırakarak, “bu marşı 28 Şubat Marşı diye küçümsemek”, “çok ama çok kötü bir şeydir”, hatta ‘tehlikeli bir bölücülüktür’ diye gözdağı veren ‘Türkiye Türklerindir’ gazetesinin başyazarının gazabına uğramayı göze alarak, üç ‘milli’ marşımıza da yakından bakalım dedik.
‘Şakıyan Üç Genç Kız’
Türklerin en çok bildiği ve sevdiği üç marştan biri olan “Dağ başını duman almış, gümüş dere durmaz akar’ diye başlayan Gençlik Marşı, İsveçli besteci Felix Körling'e ait bir ormancı şarkısı. Marşın asıl adı ‘Tre Trallade Jantor’ yani ‘Şakıyan Üç Genç Kız’. Bazıları şarkının sözlerinin erotik olduğunu söylüyor ama İsveççe bilmediğim için kontrol edemedim. Marşın ‘millileştirilmesi’ 1900’lerin başında oluyor. İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından kurulan ‘paramiliter’ Osmanlı Genç Dernekleri’ndeki gençlerin ‘milli duygularının yoğunlaşması için’ Mektebi Sultani’nin idman hocalarından Selim Sırrı (Tarcan) Bey müzik eğitimi için gittiği Stocholm’den döndükten sonra aklına bir fikir geliyor. Gerisini İstanbul Erkek Muallim Mektebi Türkçe öğretmeni Ali Ulvi (Elöve) Bey’den dinleyelim: “Bir gün okulun uygulama odalarından birinde çalışırken, Selim Sırrı Tarcan ziyaretime geldi. O günlerde pek gözde olan bir İsveç marşı için yazmamı istedi. İstenilen güfte 4x4 veya 8 heceli olacaktı. Vakit geçirmeden çalışmaya koyuldum. I. Dünya Savaşı’nın aleyhimize döndüğü yıllardı o yıllar. Gençlik ve halk kaygıya kapılmıştı. Marş yazarken başlıca amacım bu havayı dağıtmak, gençlere azim, ümit ve kalp vermek oldu…”

MUSTAFA KEMAL ÇOK SEVİYOR. Marş ilk kez Ali Ulvi Bey’in okulunda (bugün St. Joseph Koleji) çalınır ve pek sevilir. Okul dışındaki ilk icrası ise 1916 yılının ilkbaharında Kadıköy’de İttihat Spor Çayırı’nda olacaktır. Marşın Cumhuriyet döneminin en sevilen marşı olmasını ise Mustafa Kemal’e borçluyuz. Önce Samsun’a giden Bandırma Vapuru’nun güvertesinde yıldızlara bakarak dalgaların sesini dinlerken; Samsun’dan Havza’ya giderken Çamlıbel mevkiinde arabası bozulduğunda ise yürüyerek Havza’ya giderken güç toplamak için, yanındakilerle bu marşı söylemiş. Milli Mücadele sırasında ordudaki subaylara moral veren marşın resmen ‘milli marş’ olması ise ancak 20 Haziran 1938 tarihli, 2400 Sayılı Kanun’la olmuş.
Bu bölümü eğlenceli bir anekdotla bitirelim: 1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı ‘Tre Trallade Jantor’dur. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkar ve ‘Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr….’diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası olayı "centilmen Türk seyircisinden jest" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi…
İstiklal Marşı ve Karmen Silva Opereti

“Bir gün Orta Tedrisat Müdürü odasında çalışıyordum. Kalpağımı masanın bir kenarına koymuştum. Kapı açıldı. İçeriye kısa boylu bir Erkanı Harbiye Albayı girdi. Onu görünce ayağa kalktım, kalpağımı giydim. ‘Buyurunuz’ dedim. Bu zat ‘Ben, Garp Cephesi Erkanı Harbiye Reisi İsmet’ dedi. Kendisini masamın önündeki iskemleye buyur ettim, oturdu. ‘Beni size Dr. Rıza Nur Bey gönderdi. Orduca karar verdik. Bir İstiklal Marşı istiyoruz. Bunun güftesini ve bestesini ayrı müsabakaya korsunuz. Her birini kazanana beşer yüz lira vereceğiz’ dedi. Emirlerini hemen yapacağımı söyledim. O da kalktı gitti.” Bu satırlar 1921’de Maarif Vekaleti’nde orta dereceli eğitimden sorumlu olan Kazım Nami (Duru) Bey’e ait.
O sırada Ankara’da ev bulamadığı için, Taceddin Dergâhı’nda misafir edilen ve Meclis’e Burdur Milletvekili olarak katılan ‘Çanakkale Şehitleri’ ve ‘Bülbül’ şiirlerinin sahibi Mehmet Akif (Ersoy)’un ‘Milletin başarılarının para ile övülemeyeceğini’ düşündüğü için yarışmaya katılmak istemediği, yarışmaya gönderilen 724 şiiiri gözü tutmayan ‘Türkçü’ Maarif Vekili Hamdullah Suphi (Tanrıöver) Bey’in kendisine yazdığı davet mektubundan sonra fikrini değiştirdiği bilinir.



MEHMET AKİF’İN ŞİİRİ SEÇİLİYOR. Ön elemeyi geçen yedi şiir, Mustafa Kemal’in oturum başkanlığını yaptığı 12 Mart 1921 günü tartışmaya açılır. İyi bir hatip olan Hamdullah Suphi, gür sesiyle Mehmet Akif’in şiirini okuduğunda milletvekilleri büyük bir heyecana kapılırlar. Hamdullah Suphi’nin başını çektiği bir ekip diğer şiirlerin okunmasına gerek bile görmez ve oylamaya geçmeyi önerir. Buna itiraz edenler olur. Çünkü diğer altı şiir Mehmet Akif’in şiirinden daha fazla ‘milli’ öğeler taşımaktadır. Örneğin bu şiirlerde ‘Türk’ sözü geçerken Akif’in şiirinde sadece ümmet anlamına gelen ‘ırk’ terimi vardır. Mustafa Kemal’in konuşmasını takiben şiir iki kez daha okunur ve oylamaya geçilir. Şiirin bazı yerlerinin tadil edilmesini gerektiğini ima eden Bolu Milletvekili Tunalı Hilmi Bey oylamanın oldu-bittiye getirilmesinin marşın meşruiyetini zedeleyeceğini ileri sürer ama sözünü dinletemez. Hamdullah Suphi’nin el kaldırma usulüyle yaptığı oylamada Akif’in şiiri ‘çoğunlukla’ ‘İstiklal Marşı’ olarak kabul edilir. Bunlar olurken Mehmet Akif, utangaçlığından başını kollarının arasına saklayarak, sırasının üstüne kapanır. Oylama sonucu belli olur olmaz da heyecanla Meclis’i terk ederek Taceddin Dergahı’na gidecek ve tebrikleri orada kabul edecektir. Daha sonra Hamdullah Suphi Bey’e “Ben bu kadar güzel yazmadım. Ama siz, çok güzel okudunuz.” diyecektir.
O günlerde büyük yoksunluk içinde yaşayan şair, yarışmanın başındaki tutumunu sürdürecek ve 500 liralık para ödülünü Darü’l Mesai adlı hayır kurumuna bağışlayacaktır. Mustafa Kemal daha sonra gazeteci İsmail Habib Sevük'e, İstiklal Marşı'nın en beğendiği beytinin "Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet/Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklâl" olduğunu söyleyecek ve "bu milletten asla unutmamasını istediğim mısralar işte bunlardır" diyecektir.

GÜFTECİ ÇOK BESTECİ AZ. Sıra beste yarışmasına gelmiştir. Aralarında yine Kazım Karabekir’in olduğu 24 ‘besteci’ eser göndermiştir, yani katılım düşüktür. Fakat o günlerde Yunan ordusu Polatlı’ya yaklaşmıştır. Hükümetin ve Meclis’in Kayseri’ye nakli düşünülmektedir. Sonunda, Meclis’te ordunun Sakarya’da savunma düzenine geçmesi fikri galip gelerek, Ankara’nın tahliyesinden vazgeçilir ama yarışma unutulur gider. Bunun üzerine bazı bestekarlar kendi bestelerini çevrelerinde ‘İstiklal Marşı’ diye yaymaya başlarlar. 1924 yılında bu kargaşaya son vermek için Milli Eğitim Bakanlığı’nda bir kurul oluşturulur ve Ali Rıfat (Çağatay) Bey’in Türk müziği etkisindeki ‘acemaşiran’ motifli bestesinde karar kılınır. Ancak 1930’da nedendir bilinmez, yeni bir emirle Riyaset-i Cumhur Orkestrası Şefi Osman Zeki (Üngör)’ün Batılı tarzdaki bestesinin ‘milli marş olarak kabul edildiği’ memleketin dört bir köşesine bildirilir. Batıcı modernleşme çabalarının bir sonucu olarak Türk musikisinin gözden düşmeye başlayacağının ilk işaretidir bu karar.


İLK MEZURLAR. “Nurettin Eşfak/mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak konuşuyor:/-Bizim İstiklâl Marşı'nda aksıyan bir taraf var/bilmem ki, nasıl anlatsam,/Âkif, inanmış adam, büyük şair/fakat onun/inandıklarının hepsine inanmıyorum./Meselâ, bakın: ‘Gelecektir sana vaadettiği günler Hakkın.’/Hayır,/gelecek günler için/gökten âyet inmedi bize./Onu biz, kendimiz/vaadettik kendimize./Bir şarkı istiyorum/zaferden sonrasına dair./ ‘Kim bilir belki yarın...’”
Yer sorunu yüzünden büyük bir ayıp işleyerek düzenini bozarak aktardığımız bu dizeler, Nazım Hikmet’in Kuvayı Milliye Destanı’ndan alınma. Nazım’ın itirazının neye olduğunu anlıyoruz ama, konumuz bu olmadığı için duymazlıktan geliyoruz. Ama başka aksayan yanlar da İstiklal Marşı’mızda. Hepimizin bildiği gibi 1930’dan beri “larda yüzen alsancak…”, “nim milletimin…” “bu celal sana…”, “kanlarımız sonra helal hakkıdır” gibi dizelerle savaşmak zorunda kalmıştır vatan evlatları. Çünkü marşta ‘prozodi’ hataları vardır, yani sözlerle müzik arasında ahenk yoktur. Marşın neden böyle olduğunu irdelemeden önce marşın besteleniş hikayesinin Zeki Üngör versiyonunu dinleyelim: “İstiklal Savaşı’nın devam ettiği sıralarda ben Muzıka-i Humayun muallimi idim. Yani doğrudan doğruya saraya ve Vahdettin’e bağlıydık (…) Kurtuluş ordusu süvarilerinin İzmir’e girdiklerinden iki veya üç gün sonra evimde, Talim-Terbiye Hey’eti azası ve terbiye mütehassısı dostum Haydar merhumla oturuyorduk. Kapı çalındı. İlkokul öğretmeni İhsan merhum geldi. Büyük bir heyecan içinde süvarilerin İzmir’e girişlerini anlatmaya başladı. Hepimiz coşmuştuk. Hemen kalkıp piyano başına geçtim. Ve derhal içimden doğan parçayı çalmaya koyuldum. Böylece marşın ilk ‘ti’ yerine kadar akordu çıktı. Bu şekilde iki üç mezur yaptım (…) İki gün sonra beste bitti. Götürüp arkadaşlara gösterdim. Çok beğendiler. Bunun üzerine bu müziği milli marş olarak takdime karar verdim. Kıymeti hakkında daha kat’i bir fikir edinmek maksadı ile besteyi Viyana Konservatuvarı direktörüne gönderdim. On gün sonra direktörden gelen bir mektupta eserin çok orijinal bulunduğu ve melodisinin Türk ihtişamına yakışacak şekilde olduğu belirtilerek tebrik ediliyordum. Bu mektup geldikten on beş gün sonra beni Ankara’dan çağırdılar, gittim. Bana Muzıka-i Hümayun-u bütün kadrosu ile Ankara’ya nakletmek vazifesi verildi (…) Vahdettin henüz padişah olduğu için bu işleri gizli yapıyorduk. Bir ay sonra da kimseye bir şey söylemeden Ankara’ya gittim. Ve hemen İstanbul’daki arkadaşları bir telgrafla çağırdım. Üç gün sonra geldiler. Böylece milli marşı bu heyete ilk defa olarak Ankara’da verilen o baloda Atatürk’ün huzurunda çaldık. İşte milli marş böyle bestelendi.”



DÖRTNALA ATLILAR NEREDE?. Osman Zeki Bey, marşın pek ölgün bulunan ritminin kabahatini de başkalarına atar: “Ben İstiklal Marşı’nı bestelerken kulaklarımda İzmir’e koşan atlıların dörtnal sesleri vardı. Bir de marşın bugün aldığı şekli düşünün. Eserin başında metronomu 1 dörtlük 80 olan bir eser hiç bir vakit cenaze marşına benzemez. Plaklardaki ağır tempolu çalınışı ise, ‘Sahibinin Sesi’ stüdyosunda orkestra ile plağa çaldığımız zaman teknisyenler, bunun çok süratli bir marş olduğunu söylediler. Bu sebeple plağın aynı yüzüne bir marş daha çalmamızı rica ettiler. Ben böyle bir teklifi kabul edemezdim. O anda aklıma bir şey geldi: ‘Marşı biraz ağır çalalım, böylece plak dolar. Sonra çalınırken gramofon biraz hızlıya ayarlanır, olur biter’ dedim. Bu fikir pek münasip görüldü ve dediğim gibi yapıldı. Fakat bilahare böyle bir fikir vermekle hata ettiğimi anladım. Çünkü marş çalınırken gramofonun hızlıya ayarlanması icab ettiğini kim bilebilirdi?” Bu açıklamaya inanıp ‘keşke böyle yapmasaydı’ deyip geçiyoruz çünkü çok daha vahim bir iddia var.
İNTİHAL Mİ?. O yıllarda TBMM’de Bursa Milletvekili olarak görev yapan askeri doktor Osman Şevki (Uludağ) Bey’e göre Osman Zeki Bey’in bestesi Karmen Silva adlı bir sokak şarkısından esinlenerek yapılmış, özgün olmayan bir eserdir. 1924’ten 1930’a kadar söylenen Ali Rıfat Bey’e ait besteyi prozodi açısından çok daha iyi bulan Osman Zeki Bey bu konudaki iddiasını defalarca Meclis kürsüsünde dile getirmiş ancak yetkililerden ve besteciden tatmin edici bir cevap alamamıştır. Şimdi sözü Osman Zeki Bey’e bırakalım: “…Sekiz ay sonra Ali Rıfat Bey’in kardeşi Samih Rıfat bey, Maarif Vekaleti’nden ayrılmış, onun yerine [Süleyman] Necati Bey geçmişti. Bu esnada Zeki Bey İstanbul’dan Ankara’ya gelerek yerleşmişti. Rivayete göre Zeki Bey kendi bestesinin Milli Marş olması için Latife Hanım’ın tavassutunu rica etmiş ve o da Necati Bey nezdinde iltimas ederek bu suretle Ali Rıfat beyin marşı men olunmuş ve sırada dördüncü olan Zeki beyin bestesi onun yerine geçmiştir. Bu rivayeti o zamanın mebusları hep böylece naklederler. Zeki Bey’in, kendi zamanında iyi bir viyolonist olduğunu söylerler. Fakat bu muhterem zatın besteciliği hakkında biz, ancak menfi bir kanaat sahibiyiz. Evvelce Maarif Vekaleti tarafından mekteplerde okutulan bir musiki kitabında ‘papatyalar’ adlı şarkının notaları üstüne kendisinin ‘bestekar’ diye imza atması ve eskiden Sâti Bey’in mektebinde musiki hocalığı ettiği esnada bunu talebesine kendi eseri olarak göstermesi hoş görülmez (…) Ben bunu 07/05/1940’da C.H.P. Meclis Gurubu’nda Maarif Vekili’nden sordum ve izahat istedim. Sonra da İstiklal Marşı’na geçerek bunun ilk kısmını teşkil eden on ölçüsünün Karmen Silva adında bir sokak şarkısından transpozisyon suretiyle alındığı rivayetini naklettikten sonra sordum: ‘Bu Marş, İstiklal Marşı olarak ortaya çıkarılmazdan evvel Vahdettin’e marş olarak takdim edilmiş midir, değil midir? Bu marşın orkestrasyonunu yapan Ermeni milletinden [Edgar] Manas Efendi değil midir?”

‘BİZDE BESTEKAR YOKTUR’. Maarif Vekili Hasan Ali Yücel kendisine şu cevabı vererek adeta iddiaları doğrular: “… Demek isteniyor ki bizim bestekarlarımız, kompozitörlerimiz yoktur, başka milletlerin bestelemiş oldukları şarkıyı alıp sözlerini değiştiriyor ve bu nağmeleri alıp kendi çocuklarımıza veriyoruz. Üstelik de bunları nereden aldığımızı söylemiyoruz. Arkadaşımızın bunda hakkı vardır. Çünkü hakikaten bir kısım şarkılarda ve marşlarda böyle iktibaslar, intihaller yapılmış ve bunu yapanlar da kemali cesaretle kendi adlarını altına koymuşlardır… adaptasyon mutlaka fena şey değildir. Fakat yalancılık, tercüme ettiği bir eser üzerine ‘Benimdir’ diye imza koymak ayıp bir şeydir….” Ve sonra İstiklal Marşı’na geçerek devam eder: “Mütehassısların bendenize söylediklerine göre bu bize Karmen operasından bir kısım değil de Karmen Silva diye bir vals varmış, revaçta imiş, onun bilmem kaç batutası benziyormuş. Zeki Bey bunun orkestrasyonunu Ermeni bir zata yaptırmıştır…”
Osman Şevki Bey’in ısrarlı sorularına rağmen, Zeki Üngör, eserini kısmen Karmen Silva adlı sokak şarkısından kopya ettiği yolundaki iddialara karşı suskun kalmıştır. Dolayısıyla İstiklal Marşı’mızın bestesi üzerindeki ‘gayri millilik’ şaibesi hala devam etmektedir! İlgililere duyurulur….

Kemalist Güzelleme: 10.Yıl Marşı
Müziği ‘devşirme’ olan marşlardan bir diğeri bazı kaynaklara göre İstiklal Marşı’nın yerine hazırlatıldığını söylenen 10. Yıl Marşı. Marş adından da anlaşılacağı üzere 1933 yılında Cumhuriyet’in 10. yıldönümü kutlamaları için hazırlanmış. Güftesi Faruk Nafiz (Çamlıbel) ve Behçet Kemal’e (Çağlar), bestesi Cemal Reşit’e (Rey) ait olan marş, tüm dünyaya bir zamanların ‘Hasta Adamı’ nın nasıl dirildiğini ve 10 yılda ne büyük işler başardığını anlatmayı amaçlıyor. Marşı ilk kez 14 Ekim’de dinleyen Mustafa Kemal’in marşı beğenmesi üzerine önce İstanbul’da Beyazıt ve Taksim meydanlarında, Şehir Bandosu’nun eşliğinde marş talimleri yapılmış, ardından bütün yurtta bir marş seferberliği başlatılmıştı. Ancak 1940’larda çocukların ağzında ‘Hamama da gittik nalınla/ Annem bizi yıkadı/Mis kokulu sabunla` şekline dönüşen marş, uzun süren bir kış uykusuna yattı. Aradan yıllar geçti, doğru dürüst bir ikinci marş bestelenemediği için olsa gerek 1990’larda Güneydoğu’da kan gövdeyi götürünce Cumhuriyet’in bekasına ilişkin kuşkulara kapılan kesimler tarafından tozlu raflardan indirildi ve yeniden dolaşıma sokuldu. Bunda Cumhuriyet’in 75. Yılı için bestelenen marşın tutmamasının da rolü büyüktü. 28 Şubat 1997’de TSK tarafından RP-DYP Koalisyonu’na verilen muhtıra sonrasında ise adeta Kemalist bir meydan okumaya dönüştü. O tarihten bu yana Türkiye’yi iç ve dış düşmanların saldırı altında hisseden kesimler, 10. Yıl Marşı’nı topluca okuyarak kendilerini güçlü hissetmeye çalışıyorlar. Aynen mezarlıktan geçerken ıslık çalanlar gibi…

DEMİR AĞLAR. “Çıktık açık alınla on yılda her savaştan/On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan/Başta bütün dünyanın saydığı Başkumandan/Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan” şeklindeki ilk kıtada, Mustafa Kemal’in asker kimliği öne çıkarılarak Milli Mücadele dönemindeki askeri ve sivil mücadeleler vurgulanıyor ve aslında 14 milyon civarında olan ülke nüfusu kafiye uğruna 15 milyona çıkarıldıktan sonra, Osmanlı İmparatorluğu döneminden beri yönünü Batıya çevirmiş bir toplum olarak, o dönemde medeniyetin sembolü olarak görülen ve eksikliği ciddi bir eziklik yaratmış olan demiryolu meselesine atıfta bulunuluyor. Marşın “Türk'üz, Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi/Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!” şeklindeki nakarat bölümünde ise o yıllarda pek beğenilen Nazi Almanyası ile Mussolini İtalyası’nın esintileri var.
TÜRK’ÜZ. “Bir hızla kötülüğü, geriliği boğarız/Karanlığın üstüne güneş gibi doğarız/Türk'üz, bütün başlardan üstün olan başlarız/Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız” şeklindeki ikinci kıtasının ilk dizesinde Cumhuriyet’in yerini aldığı Osmanlı Devleti ve onu oluşturan tüm unsurların nasıl algılandığına dair ipuçları var. İkinci dizede, malum ırkçı tema tekrar karşımıza çıkıyor. Son dizeler ise dünyadaki bütün dillerin Türkçe’den türediğini ileri süren Güneş Dil Teorisi ile, dünyadaki tüm kültürlerin kökeninde Türklerin olduğunu ileri süren Türk Tarih Tezi’ne bir gönderme.
“Çizerek kanımızla öz yurdun haritasını/Dindirdik memleketin yıllar süren yasını/Bütünledik her yönden İstiklâl kavgasını/Bütün dünya öğrendi Türklüğü saymasını” dizeleri ‘öz yurt’ tanımı ile Anadolu’nun Türklere ait olduğunu bir kez daha vurgularken, her ne kadar Birinci Dünya Savaşı sonunda imparatorluk topraklarının çoğu kaybedilmişse de, son Osmanlı Meclisi’nde alınan Misak-ı Milli kararı ile tarif edilen sınırların korunduğu tesellisiyle bitiyor.

SINIFSIZ KİTLE. “Örnektir milletlere açtığımız yeni iz/İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz/Uyduk görüşte bilgiye, gidişte ülküye biz/Tersine dönse dünya yolumuzdan dönmeyiz” dizelerinde önce toplumsal ayrışmayı ve sınıf oluşumunu rejime yönelik en büyük tehlike gören zihniyetin icadı olan ‘halkçılık’ ilkesinin ifadesi olarak Cumhuriyet rejiminin en kof hedefi vurgulanıyor, ardından bir İslam toplumundan Batılı bir toplum yaratmanın çelişkilerini çözmek için Ziya Gökalp’in icad ettiği ‘Batı medeniyeti-Türk/İslam kültürü’ sentezine atıfta bulunuluyor. Marşın noktasını rejimi tehdit eden iç ve dış düşmanlara verilen gözdağı oluşturuyor.

BESTE GAYRİ MİLLİ Mİ? İstiklal Marşı ile ilgili çarpıcı iddialarda bulunan Osman Şevki Bey’e göre, Cemal Reşit Rey’in bestesi de özgün değildir. Cemal Reşit eseri bestelerken, librettosu (güftesi) ve bestesi ünlü yazar Jean-Jacques Rousseau’ya ait olan ve ilk kez 1752 yılında Kral XV. Louis’in huzurunda sergilenen tek perdelik ‘Le devin du village’ (Köy Kâhini) adlı operanın “J’ai perdu tout mon bonheur/J’ai perdu mon serviteur” (bütün saadetimi kaybettim/hizmetçimi kaybettim) diye başlayan bölümden esinlenmiştir. Osman Şevki Bey, bestedeki ‘prozodi’ hatalarını bu kopyacılığa bağlar. Bu iddialara karşı uzun süre sessiz kalan Cemal Reşit Rey, sonunda böyle bir operanın tek bir notasından bile haberi olmadığını söylemekle yetinir. Ancak, Cemal Reşit Rey’in 1913’de, yani Jean-Jacques Rousseau’nun 200. doğum yılı etkinliklerinin düzenlendiği yıldan sadece bir yıl sonra, ailecek Paris’e yerleştiği; müzik eğitimini de bu ülkede aldığı düşünülünce ‘hiç duymadım’ savunması inandırıcı görünmez. Bu konuda kendi karar vermek isteyen okuyucularımız http://www.rousseauassociation.org/aboutRousseau/musicalWorks.htm adresinden Rousseau’nun operasını dinleyebilirler.

Kaynakça: Etem Üngör, Türk Marşları, Türk Kültürünü Araştırma Ens. Yayınları, Ankara, 1966; Ahmet Hatipoğlu, Türk Musıkîsi Prozodisi, TRT Yayınları, Ankara, 1988; Nusret Karanlıktagezer, İstiklal Marşı ve Mehmet Akif Ersoy, 1986; Musiki Mecmuası, 1 Nisan 1954, S.74.

Hiç yorum yok: