Sınırları insan erdemleriyle belirlenmiş, ne sınıfsal ne de etnik nedenlere mahkum olmamış doğrularımızla özgürlük ve demokrasi mücadelesini sürdüreceğiz...

BURADAYIZ İŞTE...

OKURLARIMIN DİKKATİNE. BLOGUMDA TEKNİK BİR ARIZA YA DA BİR SALDIRI GERÇEKLEŞMİŞTİ.. ŞİMDİ HER ŞEY YOLUNDA...EMEKLERİMİZ BURADA... SAĞLICAKLA KALINIZ...

PARALEL BİR BLOG DA DEVAM EDİYOR...

Yeni blogun adresi: http://mirural.blogspot.com/

ŞU AN İZLEMEKTE OLDUĞUNUZ BLOG ADRESİ İLE YENİ BLOG ADRESİ BİRBİRİNE ÇOK YAKINDIR. İLGİNİZE TEŞEKKÜRLER.

MİHRAC URAL

...

...

...

...

TÜRK MODERNLEŞMESİ JAKOBENİZM VE BONAPARTİZM

Yener Orkunoğlu

Türkiye'de modernleşme hareketinin tarihini ve modernleşmenin toplum üzerinde yarattığı etkileri incelemek ve aynı zamanda modernleşme konusunda liberal entelektüellerin yarattığı yanılsamaları açığa çıkarmak zorundayız.
Liberal entelektüellerin çarpıttığı bir konu var. Siyasal İslam'ın yörüngesine girmiş bir çok entelektüel, Türkiye'deki Kemalistleri Jakoben olmakla suçlarlar. Yani Jakobenizm, darbeci ve anti-demokrat olmakla özdeşleştirilir. Böylesi bir değerlendirme, Jakobenizmin çarpıtılmasıdır. Kemalizm'i, Jakobenizm olarak değerlendirmek, Jakobenizme karşı bir haksızlıktır. Çünkü Jakobenizm, Fransız Devrimi döneminde küçük burjuvazinin (baldırı çıplakların) radikal bir devrimci hareketi olarak doğdu. Fransız Devrim hareketinin sol kanadını oluşturur.
((Devamı orta sol sutunda))

..

..

Mihrac Ural

Mihrac Ural

Yeniden felsefe okumak


Cumhuriyetin Doğuya sırtını dönmesinin mahkumu idik. Alfabe kırılmasının sonucu da, okuma adına nemiz var nemiz yok, arşivlerin küfüne terk edildi. Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle zaten olmayan okumalara, sıçramalardan oluşan, dengesiz ve sonuçta eksiklikten kaynaklanan bir topallamaya düştük. Bu da, ülkemiz felsefe bilincinin derinlik ve bütünlüğünü oluşturacak zincir halkalarının kopuk olmasını getirmiştir.
Yunan felsefesi akılcılığının Aristo’yla temsil edilen sunumunu, İslami bir yorum ve ilerleyişle ele alan Farabi’de ifadesini bulan akılcılığa karşı, “ Tahafüt el Felasife” diyerek, dünya ve ahiret işinde akıla yer bırakmayan Gazali’nin, bu güne kadar süren tutuculuğundan yana saf belirlemiştir. Gazalinin, “filozoflar”ın aklın hareketinden yana dünyevi olayları yorumlayan yaklaşımlarına karşı yaptığı eleştirilere, aklın bir militanı İbni Rüşt’ün ünlü cevabı olan “Tahafüt el Tahafüt” ü tanımazlıktan gelmiştir. Böylece sağ, Yunan ve batı felsefe okumaları eksiğiyle iki ayağı topal hale gelmiştir. Dayandığı felsefi okumaların karşıtlarını da bilmemekle, sığ kalmıştır.((Devamı sol ana sutunda))

****

****

24 Nisan soykırımı hepimizi katletmişti...

Mihrac Ural

Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi –soykırımı- hepimizi katletmişti. Tam 93 yıldır sürmekte olan zorunlu sürgün ile insanlık sucunda İttihat –Terakki’nin ‘SOYKIRIM’ imzası vardır.

Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır.

Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur.

“Resmi tarih” diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.**19. yy sonlarından başlayarak, Katolik ve Gregoryan (Ortodoks) diyerek birbirlerine kırdırılan, tenkil ve sürgünlerle, mal mülklerine el konularak baskı altında tutulan Ermenilere yönelik soy kırımı, I Dünya savaşının, malum bol bahaneleri altında girişilmiştir (24 Nisan 1915).

Savaş sırasında, önce Ermeni gençlerinin Askere alınarak silahsız bırakılması ve ardından toplu tasfiyelerin yapılması, geride kalan Ermeni halkının Tenkil ve sürgünlerine geçilmesi. Bu konuda talimatların dakik bir biçimde, en yetkili resmi merciler tarafından istenip, izlenmesi. O dönemin Sadrazamı (Başbakanı) Talat Paşa’nın, başından itibaren olayları, dikkatlice takibi, emirler vermesi, istatistik tutması (iskan edecekleri yerde dahi nüfusa göre oranlarının %5 geçmeyecek düzeyde tutulmaları talimatları da dahil) ve bunun en ince ayrıntısına kadar yazılı özel notlarla tescili, Ermenilere reva görülen her şeyin, planlı bir tarzda icra edildiğini göstermeye yeterlidir (Ermeni tehciriyle ilgili Talat Paşa’nın tutanakları için bkz. Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi, 24 Nisan 2006’dan itibaren yayınlanan dizi) Bu, Ermenilere ilişkin, adına ne konulursa konulsun, yapılacak olanların önceden planlanmış eylemler olduğunu gösterir.

Bundan sonra, sonuçlara bakılarak, yapılanlara verilecek ad, tanımlamaya geçilir.*Böylesine planlı ve en ince ayrıntısına kadar takip edilmiş ve bir etnik topluluğa yönelen, sonuçta en iyimser tahminlerle, el yazması tutanaklardaki rakamlarla bir milyon (1000 000) üzerinde Ermenin ölümüne yol açan, kimi şehirlerde nüfusu yüz binlerden sıfıra indiren, çoluk çocuk on binlerce canın etnik yapısını değiştirmek için farklı etnik toplumlara dağıtan, topraklara el koyan, binalarını yıkan, her türden maddi ve canlı servetine el koyup katleden girişimlere, soy kırımından başka bir ad verilemeyeceği görülür.

Bu bir soykırımdır. (..)Osmanlıdan, cumhuriyete süre gelen bu aklın, daha uzun süre yürürlükte olma tehlikesi tüm çıplaklığıyla kendini göstermektedir. Tarihimizle cesurca yüzleşmeden bu aklı toplumsal işlevlerimizden ve geleceğe ilişkin yaşam planlarımızdan söküp atmak güç gibi duruyor.
((*)Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı –Mihrac Ural)

**
Sıranın kendisine gelmeyeceğini sananların dikkatine, bu vatanın birimize değil, hepimize ait olduğunu bir kez daha, bin kez daha yeniden birbirimize kanıtlamakla yükümlü olduğunuzu artık anlamak zorundasınız.

Bilmelisiniz ki, farklılıkları içselleştirmek, onlarla barış içinde yaşamayı fiilen gösterip, haklarını anayasal ve kurumsal güvencelerle kökleştirmek ertelenmez bir görev haline gelmiştir, bu yapılmadıkça bu vatanın hepimize ait olduğuna kimseyi inandıramazsınız.

Mümkünü, imkansız hale getirmeye devam ederseniz, sizi biz farklılar, ayrı varlıklar bile kurtaramaz. Bunun vebali, Hrant Dink’in katline yol açan akıl sistematiğinin kıyımına tek tek ve topluca maruz kalmaktır bilesiniz.
((*)Hrant Dink'in Katli ve Tarihi Gerçekler –Mihrac Ural)


Murat Altunöz’ün Beklenen Kitabı Kırılgan Zamanlar Çıktı…

2002 Ocak ayında başladığımız yolculuğumuza 7 yıldır devam ediyoruz. Karalama Dergisi, ülkenin koşullarına göre bazen inişler ve çıkışlar yaşamamıza rağmen her geçen gün dergimizle daha da büyüyoruz.

Karalama Dergisi olarak;
Şair Nevruz Uğur ve Halil İbrahim Yıldız’ın kitaplarından sonra Karalama’nın Kurucusu ve halen Editörü olan Murat Altunöz’ün Kırılgan Zamanlar adlı kitabını yayımladık.
Geçmiş zamanların, kırılmış, yalnız ve hüzünlü dizelerinde bulduk kendimizi,
Her dize de bir direniş, bir sürgün, bir ayrılık ve özlem var.
((Devamı sol alt sutünda))

...

...

Yerel Çeteleşmenin Boyutu...

Murat Altunöz /Gazeteci

Çeteleşme yıllar sonra Ergenekon operasyonuyla tekrar gündeme geldi. Eskiden bildiğimiz mafya sistemi çökmüş artık daha organize ve daha profesyonel bir hal alan almıştır.Bazı yazarlar, Emekli Polisler ve Emekli askerlerinde içinde bulunduğu yeni bir yapı ortaya çıktı.Aslında bu tür çeteleşmeler yıllardır hep ülkemizde vardır. Ama bu hafta benim bahsetmek istediğim yerel çetelerdir. malesef son yıllarda ciddi anlamda yerel çeteleşme ve Organize suçlarda bir çoğalma vardır. Zaten Hatay il Emniyet Müdürü Osman Çapalı'da bu konuya dikkat çekerek " Bireysel suçlar artık organize suçlara kaymıştır" demiştir.
((Devamı sol ana sutunda))


İNTERAKSİYON

Faiz Cebiroğlu
Her gelişim, karşılıklıdır. Her ileriye yönelik değişim, bir interaksiyondur. İnteraksiyon, karşılıklı etkileşim oluyor. İnsanlar, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek sosyal yönlerini geliştiriyorlar. Sosyal yönünü geliştiren insan, aldığı öğreti ve deneyimlerle bireysel yönünü ”işleyerek” yapılandırıyor. Yapılanma, ”özbilinç” ve ”özgüven” ile nitelik bir hal alıyor.

İnteraksiyon ya da karşılıklı etki, yaşadığımız toplumda, değişik yer ve ortamlarda farklı farklı oluyor. Dille başlayan diyaloğa; insanların bulunduğu yaşam tarzları, çalışma biçimleri ve kısacası sahip oldukları sınıfsal konumları da ekleniyor. Sosyal sınıf, gelişimde ”ana halka” oluyor. Sosyal sınıf, ileriye yönelik değişimin ”can alıcı noktasını” oluşturuyor.

(Devamı orta ana sütunda )
http://mirural.blogspot.com/

...

...

Yabancılaşmanın Dinamiği


Mihrac Ural

Yabancılaşma, insanlık ailesini birbirine yakınlaştıran, farklarını hızla öteleyen özel mülkiyeti ve olumsuz sonuçlarını bile köşeye sıkıştırma işlevi gören sonuçlarıyla, olumsuz değil çok olumlu bir role sahiptir. Tarihsel süreciyle derinleşip geliştikçe gerçekleşen yabancılaşma, insana çok daha cüretkâr olma, çok daha özgürce beyin labirentlerinde kurguladığı fantezileri yaşama ve bunu yaparken de dar anlamda aile, mahalle gibi klancı darlığın etkiler altında kalmayıp, geniş anlamda da ulusal sınırları aşıp belki başlangıcı sanal âlemin nimetleriyle, bilgi çağının iletişim olanaklarıyla bu tutku ve arzularının doruklarını zorlama şansını elde etmektedir.Yabancılaşma olmasaydı, emeğin sosyal etkilerinden bahsetmemiz mümkün olamazdı. Emek ne kadar sahibinden uzaklaşır, ne kadar sahibine belirgin olmaktan çıkarsa, o kadar evrensel ölçeklerde hizmet sunmaya başlamış demektir. Ve bir o kadar kültürel farklılıklarını hesaba katmadan ( renk, ırk, ulus, coğrafya, bölge farkı tanımadan) insan türüne ait hale gelmiş demektir.
((Devamı orta ana sol sütunda: ))
http://mirural.blogspot.com/

..

..

MİLLİ MARŞLAR

Ayşe Hür
1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı ‘Tre Trallade Jantor’dur. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkar ve ‘Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr….’diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası olayı "centilmen Türk seyircisinden jest" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi…
“Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur/Katibimin setresi uzun eteği çamur… diye başlayan ünlü türkünün bestesi 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’daki Selimiye Kışlası’nda kalan ‘eteklikli’ İskoç Alayı’na moral vermek için yazılmış ‘Donsuz askerler…’ diye başlayan bir asker şarkısıdır. II. Mahmut döneminde (1808-1826) modernleşme çabaları sırasında askerlere giydirilen setre ve pantolon mutaassıp çevreler tarafından ‘sokağa donla çıkmakla’ eşdeğer görülmüş, özellikle de ‘gavur mukallitliği’ denilen bu modernleşme hareketine çabuk uyum gösteren eli yüzü katipler halkın diline düşmüştür. Bir İstanbul külhanbeyi, bu katiplerle alay etmek için, Üsküdar yolu üzerinde olan Selimiye Kışlası’nda kalan İskoç askerleri için yazılan marşın müziğine Türkçe sözler yazar ve ünlü Katibim türküsü ortaya çıkar.
1974 Kıbrıs ‘Barış Harekatı'ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkumları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.

((devamı sol büyük sütunda))

13 Nisan 2008 Pazar

Yabancılaşmanın Dinamiği

Mihrac Ural

mircihan@gmail.com
http://mihracural.blogspot.com/

21 Mart 2008
Hayatta kalma mücadelesinin sonuçlarından biri olarak, sosyal-kültürel süreçlerle doğasından kopan insan türü, içinden çıkıp geldiği doğaya artık geri dönmeyecektir. Bilinebilen tüm nesnel veriler, bu süreçlerin daha da ilerleyeceğine, bu kopuşu derinleştireceğine işaret etmektedir. Bu süreç aynı zamanda doğanın değişmesini, eğitilmesini ve insan doğasının da değişerek, eğitilerek farklılaşmasına yol açacaktır.
Farklılaşma bu boyutuyla da bir yabancılaşma olarak karşımızda yer alacaktır. Bence bu tarihin ilerici yüzüdür.
Yabancılaşma, insanlık ailesini birbirine yakınlaştıran, farklarını hızla öteleyen özel mülkiyeti ve olumsuz sonuçlarını bile köşeye sıkıştırma işlevi gören sonuçlarıyla, olumsuz değil çok olumlu bir role sahiptir.
Tarihsel süreciyle derinleşip geliştikçe gerçekleşen yabancılaşma, insana çok daha cüretkâr olma, çok daha özgürce beyin labirentlerinde kurguladığı fantezileri yaşama ve bunu yaparken de dar anlamda aile, mahalle gibi klancı darlığın etkiler altında kalmayıp, geniş anlamda da ulusal sınırları aşıp belki başlangıcı sanal âlemin nimetleriyle, bilgi çağının iletişim olanaklarıyla bu tutku ve arzularının doruklarını zorlama şansını elde etmektedir.
Bu konu üzerine yazılacak çok şey bulunuyor, bu gelişme ve yabancılaşmayı bir yozlaşma ve çöküş olarak görmediğimi, tarihin ilerleyişiyle uyumlu bir adım olarak, evrensel bir boyut ve insan türünden kabul görerek ilerlediğini, bu anlamda ilerici olduğunu söylüyorum. Doğadan koparken insanın kadın üzerinde baskıcı sistemlerin kuruluşuna yol açan zeminleri de dizginlediği kanısındayım. Bu ilerlemeyi yozlaştıranın ise, doğrudan doğruya küresel üretim ve yeni uygarlık unsurlarının gelişimiyle tarihi sürecini tamamlamış olan kapitalist-emperyalist ilişkilerin, küresel ölçekteki siyasal baskıların bir sonucu olarak dayatıldığını düşünüyorum.
Bu anlamda sık sık kullanılan, “her şeyin metalaştırılması” söylemini, bilgi çağında her şeyin bir değer kazanma şansı yakaladığı şeklinde söyleme durumunda olmamız gerekecektir. Çünkü tarihin bu ileri çağlarında, evrensel ölçekte değişim değeri olacak ürünlerin, yoğun bir mübadele değeri, yani soyut emek yoğunlukları çok yüksek olan ürünler olma zorunluluğu vardır. Duyguların bile mübadelesinin bu özgürlük ortamında çok yoğun ölçekte soyut emek taşımaları kaçınılmazdır. Bunu da duygu satımı olarak değil, değişimi olarak kavramamız gerek.
Bu konudaki söylemimin anlaşılması bir ölçüde yabancılaşmayla ilgili kanaatlerimi açıklamayı zorunlu kılıyor gibi. Zira yabancılaşma bize çok tehlikeli bir fenomen olarak ezberletildi..
Yabancılaşma “kendinden uzaklaşma” öncelikle bir Hegelci kavramdır. Bu kritik kavram Marksist söylemde (“işbölümü, emeğin toplumsal özelliğinin yabancılaşma çerçevesinde iktisadi ifadesidir” 1844 el yazmaları) söyleminde ayakları yere bastırılmaya çalışılır. Marksist süreçlerin başlarında önemle yer almasına karşın, kapital ve sonraki yazımlarda izini kaybettirmiştir. Sistemin tıkanıklık kesitlerinde ise yeniden parlatılmış ve öne önemle sürülmüştür.
Evet gerçekte de, yabancılaşma kavramı, içerik açısından önemli bir durum belirlemesidir. Ancak, bu günkü algılayışım itibariyle insan türünün yaşamını sürdürme ikamesiyle başlayan doğadan kopuş sürecinde, binlerce tür yabancılaşmadan ve artan işbölümüyle derinleşen bir yabancılaşmadan söz etmek mümkündür. Bunun en doruğunun, Marksizm’in temel tezleri arasında da olan, kapitalizmin insan emeğini kendine yabancı kılmasıyla doruğa ulaşmıştır. Marks “Burjuva toplum, tarihin en gelişmiş ve en çok yönlü üretim örgütlenmesidir”(Grundrisse, s:176) derken de dile getirdiği gerçek budur.
Yabancılaşmanın tarih serüveninin oynadığı olumlu bir kesit ve üretim ilişkileriyle üretici güçlerin çatışmasıyla gelinen tıkanma süreçlerinde oynadığı olumsuz bir sürecin olduğuna vurgu yapacağım. Bunun böyle olmasıdır ki, bir önceki topluma göre bir sonraki toplumsal yükselişin tarihte oynadığı devrimci rolü de açıklar. Kapitalizmin sistem olarak tarihte oynadığı devrimci rol tespitinin başka bir anlamı yoktur. Şöhreti hiçte iyi olmayan “yabancılaşma”ya tutunmaktan ziyade, üretici güçlerin gelişimi, bilgi ve enformasyon çağının kolektif insan aklı ürünleriyle çeşitlendirdiği, detaylandırdığı işbölümü sonucu; artık küresel bir üretime katkı içinde ürüne katılan emeklerin, sahiplerine yabancılaştığı oranda her şeye sahip olma gibi bir imkana ve etkinliğe kavuşabildiğine vurgudur.
Tıpkı meta gibi; meta üretimindeki katkılar gibi, bilginin de katkıları çok boyutludur. Binlerce yıldır insan bilgi birikimlerinin, yazınsal görsel vb kaynakların katkısıyla oluşan yeni bilgilerin içinde, artık şuna ya da buna ait bir bilgi emek yerine, ne kadar geniş çevreye yararlı olabileceğinden bahsetmek mümkün oluyor. Dolaysıyla bu yeni üretilen bilgide hiçbir emek sahibine doğrudan doğruya dönmüyor ama bir biçimde mensup olduğu insanlık topluluğuna hizmet sunuyor. Küreselleşme çağında bu çok daha belirgin hale geldi. Milyarlarca kaynaktan süzülen, sahibinden derinlemesine ve genişlemesine yabancılaşmış bilgilerin senteziyle yeni bilgilerle üretime katkılar yapılmaktadır. Bu sentezlemeleri yapanların, bilgiyi kendi mülkleri olarak da pazarlama şansları olmaktadır. Bu pazarlamayı yaptıklarında da o andan itibaren bilgi üreticisine yabancılaşıp insanlığın malı olma yolunu tutuyor.
Üretici güçler üzerindeki mülkiyetin, bu gün hala egemen olan burjuva tarzının tarihsel işlevini yitirdiği yerde oluşturduğu olumsuz çöküş, bu tarzı tasfiye edecek daha derin ve geniş kapsamlı iş bölümü ve mülkiyet ilişkisinin iktisadi ifadesi olan yabancılaşma gerçeği; insanlık için yeni bir kurtuluş, özgürleşme müjdesi gibi algılanmalıdır. Elbette ki son özgürlük ve kurtuluş olmayacaktır. Ancak feodalizmden çıkışta burjuvazinin sistemiyle oynadığı rol ne ise, kapitalizmden çıkışta küresel üretimin (bilgi çağıyla açılan yeni uygarlık ufuklarının) oynadığı rol bu olacaktır.
Ezberlerimizde kazılı olan tarihin materyalist-diyalektik kavrayışı bu yöne işaret eder. Bu, tarihi süreci içinde insan emeği ve bunun tüm sonuçları, mülkiyet ilişkilerinin ve bununla birlikte üretim ilişkilerinin ilerleyen her kesitinde artan bir yabancılaşmaya yol açmasıyla gerçekte tarihin ilerici yönünü temsil etmiştir.
Emeğin, emekçiden yabancılaşması yadsınacak, kaçınılacak veya kötülenecek bir durum değildir. Yabancılaşma bu yanıyla tarihin önemli dinamiklerinden biridir.
Yabancılaşma olmasaydı, emeğin sosyal etkilerinden bahsetmemiz mümkün olamazdı. İlk toplumlardan bu yana emeğin hızlı bir tırmanışla artan oranda derin ve geniş sosyal sonuçlar üretmesinin altında bu yabancılaşma vardır. Emek ne kadar sahibinden uzaklaşır, ne kadar sahibine belirgin olmaktan çıkarsa, o kadar evrensel ölçeklerde hizmet sunmaya başlamış demektir. Ve bir o kadar kültürel farklılıklarını hesaba katmadan ( renk, ırk, ulus, coğrafya, bölge farkı tanımadan) insan türüne ait hale gelmiş demektir. Üreticisinden yabancılaşmamış emek ilkel topluluklara ait süreçleri temsil eder, bu gün için bunun sanat eserlerinde bile önemli bir fonksiyonu yoktur. Mübadeleye girmeyen bir başka emek ürünüyle, yeryüzümüzün herhangi bir yerinde mübadele kabiliyeti olmayan, yabancılaşmamış emeğin ne sosyal ne kültürel bir etkinliği yok demektir. Yabancılaşma kelimesi çok talihsizdir, iticidir de. Gerçekte bu kelimeyle ifade edilen şey evrenselleşme, küreselleşme, bir biçimde insan ürünü olan her şeyde daha etkin bir ortaklaşma halidir.
Küresel üretim emeği daha çok yabancılaştırarak insan ve bu arada kadın cinsinin özgürlüğüne hizmet edecektir diyorum. Emperyalizm ise, bunu dizginleme çabasındadır diye de ekliyorum. Bunu anlamak çok zor değil. Bilgi çağında, bilginin üretime bir hammadde olarak da katılmaya başlayıp üretimin karakterini değiştirmeye başladığı bu çağda; üretim artık ne bir ulus, ne bir şirket mahkumu olarak dizginlenemez hale gelmiştir. Sınırları aşmakta, her türden tek boyutlu dayatmaları yıkmaktadır.
Bir geçiş sürecinde hızla değişen mülkiyet ilişkileri ve onunla birlikte değişmeye başlayan üretim ilişkileri, gerçek anlamda bir küresel üretime, yeni bir uygarlığa geçişi temsil etmektedir. Emperyalist güçler ise; bu gidişe karşı küresel bir siyasal gerici saldırı ile durmaya çalışmakta, yeryüzüne bölgesel savaşlar, yasaklar, kovuşturmalar dayatmaktadır.
Bunları aktarmamın nedeni şudur; küresel üretim yaygınlık anlamında küresel üretim değildir. Kölecilikte küreseldi, yani dünyamızın her yerinde vardı, kapitalizm de öyle.
Bu gün olan üretimin, küresel ölçekte, bir fabrikaya koyun gibi sokulmadan, bir sitede yerleşme biriminin sürüsü olmadan, sanal üretimin öncülük yaptığı bir üretim süreci dünyanın neresinde olursak olalım katkımızı yapabileceğimiz bir üretim tarzı olarak geliştiğini izah etmek istiyorum.
Zira buradan, tarihin önemli bir trendi olan mülkiyetin artan oranda küçülmesi ve buna karşın sosyal ve üretimsel etkinliklerinin nitelikçe artışına dikkat çekerim. Buradan da varacağım sonuç, emeğin emekçiden derinlemesine ve genişlemesine yabancılaştığını göstermektir. Ve emek bu ölçekte yabancılaşmasının ilerici bir durum olduğunu ve bunun olması önünde yalnızca emperyalistlerin durduğunu söylemek istiyorum. İnsanlık işte tam bu noktada tıkanıyor.
Oysa özgür gelişme dinamikleriyle, doğadan kopup gelen ve her defasında daha ileri bir sosyal-kültürel oluşumla, bu kopuşu türü için olumlu bir işleve dönüştüren insan, bu tıkanma karşısındaki direnişini, eskiyi aramada değil, daha ileriye yönelimle başarıya ulaştırabilecektir. Bu da, insanın doğadan kopuş mantığıyla, doğayı kendi türü için daha da olumlu hale getirme istenciyle ve kendi doğasını bu süreçlerle uyumlu hale getirme doğrultusuyla uyumludur diyorum.
Bu mayandaki yaklaşımlarımı mülkiyetin alacağı olası biçimlenişle sürdürüp, görüşlerime zemin olan tespitlerimi tamamlayacağım:
Tarihin ileri uygarlıklarına yöneldikçe mülkiyetin küçüldüğünü, daha da parçalandığını tespit ediyorum. Artık dev fabrikaların üretiminden daha kaliteli, daha dayanaklı, daha az maliyetli üretim daha küçük özel mülkiyet aracılığıyla, daracık yerlerde üretilebilmekte ve üretimin sosyal, kültürel gelişmenin daha insanı bir eşitlik içinde dağılımına yol açmaktadır. Emek yabancılaşmasının ve bunun sonucu artan oranda gelen diğer boyutlardaki yabancılaşma, insanlık arasında çok önemli bir iletişim, bir yakınlık, bir ortaklık, üretilen her şeyde kendinden bir pay olduğu psikolojisi yaratmaktadır. Artan iş bölümü ile daha çok emek daha çok insan için yararlı olacaktır, bu birbirinden bağımsız ve habersiz emek yoğunlukları, sahibinden önce tüm insanlığın hizmetine giderken, aynı zamanda başkasının emeğinden de tek tek diğer emekçilerde en iyi sosyal sonuçları elde edecektir. Yeniden genişleyerek dönecek bu çember zincir halkaları gibi, çok ötesinde dursa da birbirine bir biçimde yararlı bir bağlılıkla yaşamın ihtiyaçlarını üretecektir. Bu anlamda gelecek toplumun emek verenleri kendi emeklerinin yabancılaşmasından, başka emekçiye yabancılaşmış emekten yararlandıkları yoğunlukta zevk alacak mutlu olacaktır. Tarihi ilerleten bu dinamik, yani yabancılaşma artık tu kaka değildir; tersine bireyciliği yok eden önemli bir unsur olarak rolünü oynayan bir fenomendir.
Yabancılaşma bu anlamda yakınlaşmanın da temelidir. Sınıfsız toplum umutları taşıyan eski ezberlerimizin esasında bir biçimde bu yeni gelişme içinde belli düzlemlerdeki yansımasını görmek gerek.
Yeni uygarlık elbette ki, son uygarlık olmayacaktır ama tarihin tüm verileri, yeni uygarlığın eski uygarlığın tıkanıklıklarını aşarak insanın özgürleşmesinde önemli roller oynayacağını göstermektedir. Bundan yana olmak benim açımdan devrimci olmanın bir tecellisidir. Sadece sosyal-siyasal açıdan değil kültürel açıdan ve kadın cinsinin özgürleşme eğilimlerinin gerçekçi sonuçlarının ikamesi açısından da bu yol devrimci tek yoldur. Tek dediğime bakmayın, bu satırların yazarı akıl yolunun bin bir olduğuna kanaat getirmiştir, doğrunun da tek olmadığına… Bin bir yoldan bin bir doğruya gidilebilmesi ise, insanın doğayı da denetleyebilme derinliklerine bir işarettir. Bilgi çağında bu daha da gerçekçi bir yaklaşım olarak algılanmalıdır.
Bu konuda Marks’ta katılmadığım bir belirleme vardır. Yanılgı, teknolojinin artan oranda üretime katılmasıyla emeğin üretimdeki fonksiyonlarının azalacağı yanılgısıdır ( Bkz. Mir - Y. Orkunoğlu sohbetleri, Marks’ın Gurndrisse’de belirlediği ve bu gün için geçersiz olan tespitleri, 7. ileti). Bilgi ve teknoloji çağında olan en küçük bilgi kırıntısı, en küçük emek; dev boyutta bir sosyal, kültürel, üretimsel sonuçlar üretmektedir. İşin özü budur.
Ne kadar çok bilgimizi kendimize yabancılaştırır insanlığa yararlı kılabilirsek, o kadar üretim kolektivitesine ve paylaşımına imkan sağlamış oluruz. Dostluk adına, yakınlık adına, klan ilişkileri adına, bilgiyi dar alanda tutmak, başka bilgilerle sentezleştirmekten, bölgecilik, milliyetçilik, ırkçılık, akrabalık, ahbap çavuşluk adına alıkoymakla yabancılaşmasını engellediğimizi sandığımız bilgiler ise yararsız ölü bilgilerdir. Ne bize ne de toplumsal işlev içinde insanlığa bir yararı vardır. Bu durumda biz bize kalırız yabancılaşmayız, birbirimizi bir süre sonra yemesek de çürümeye, durağanlaşmaya ve kendimizi tekrar etmeye başlarız.

II. bölüm
Bu bölümde kadın hakları ve sınıf mücadelesi emek sermaye çelişkisindeki yeriyle ilgili yaklaşımları irdeleyeceğim.
Kadın haklarının sınıf mücadelesine bağlanmasını olumlu görmüyorum. Bu gerçekçi bir hak ikamesi olduğu kanısında da değilim. Zira kapitalizm sistem olarak kadına verebileceği ne ise bunu son sınırına varmış ve vardığı emperyalist aşamada girdiği genel tıkanıklıkla da verdiğini çürütmeye, soysuzlaştırmaya, işlevsizleştirmeye başlamıştır. Bu durumda kapitalizmin temel bir unsuru olan ve olmazsa olmaz koşullarından biri olan işçi sınıfının, kendi sistemi dışında kadına ne verebileceği sorunu gündeme gelmektedir. Bana göre, işçi sınıfının kadına işçi olmaktan daha ileri bir hak vermesinin olanağı ve nesnel icabı yoktur. Teorik olarak kadın için işçi sınıf sözcüleri, kurumları vb tarafından ortaya atılan kadın programları ise, soyut iyi niyetten öteye geçmeyecektir. Zira iddia edilen önermeler, propagandanın sınırlarını aşması mümkün olmayan önermelerdir. Bunun nedeni ise, birey olarak işçiler ya da işçi sınıfının sözcülerinin, aydın olarak iyi niyetlerindedir; amaçları da bu değildir. Olay tamamen sınıfın yapısı ve sistem içinde ve sonrası için konumuyla ilgilidir. İşçi sınıfını bu açıdan tanımak gerekirse, bu güne kadar süren ezberlerimizin bozulduğunu görmekteyim.
İşçi sınıfı, kapitalizmin temel var oluş unsurlarından biridir. Burjuva sınıfla birlikte oluşturduğu zıtlıkla, kapitalist sistemin varlığını tanımlarlar. Bu açıdan işçi sınıfı sınıf olarak sistemin dışında bir varlık değildir. Yani kapitalizmi yıkacak ya da aşacak yeni bir toplumsal sistemin temel kurucu unsuru olması mümkün değildir. Engels bunu şöyle ifade eder;
“ Üretim araçlarının toplumsal mülkiyete dönüşümüyle birlikte, ücretli iş de, proletarya da ortadan kalkacaktır” ( Engels, Ailenin özel mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s: 98.) Kapitalist mülkiyet tarzının değişimiyle, kapitalizmin tarihe karışması ve bu tarzın temel sınıflarının da tarihe karışması anlamında çok doğru bir tespit olan Engels’in bu yaklaşımı, siyasi bir kararla toplumsal mülkiyetin ilanıyla sağlanabilecek bir şey olmadığı ve olamayacağını ayrıca burada söylemeye gerek yoktur.
İktidarı bir biçimde ele geçirip (ayaklanma, darbe, kızıl ordunun Avrupa’yı istilası sonucu, sömürgeciliğe karşı mücadeleyle vb.) bir gecede ilan edilen bir siyasi kararla hukuki olarak toplumsal mülkiyetin ilanının ise, ne kapitalizmi ne de ücretli işi, ne de proletaryayı ortadan kaldırmadığını çok iyi biliyoruz. Bu gün itibariyle de kapitalizmi ve ona ait tüm verileri tarihsel olarak aşacak yeni uygarlığın, yeni üretim tarzı ve mülkiyet ilişkisinin “üretim araçlarının toplumsal mülkiyet dönüşümüyle” gerçekleşmeyeceği açıktır; bilgi ve enformasyon çağının, insan kolektif akıl ürünü gelişmeleriyle ortaya çıkma eğilimi gösteren yeni uygarlık, yeni üretim ilişkisi ve mülkiyet ilişkisi küresel üretimde kendini ifade eden bir farklı süreç olarak belirginleştirmektedir.
Bunun bütün verileri ise olgunlaşma halinde olup yeterli olgunluklara erişmesiyle evrensel bir yeni sistem olarak kendini ortaya koyması mümkün olacaktır. Bu anlamda kapitalizmi yıkma görevi onun temel sınıflarından biri olan işçi sınıfının misyonu olmayacaktır. İşçi sınıfına bu misyonu zorla yüklemek, omuzları üzerine kaldıramayacağı tarihsel roller yüklemektir. Bu durumda yerine yığılmasına yol açmak demektir ki, bu hiçbir zaman devrimci bir tutum değildir.
Bu tutuma bağıl ezberlerle kadın hakları, ailenin yapısal değişimleri, fuhuş sorunlarının çözümü, erkeklerin poligami özgürlükleri ve kadının cinsel aşktan yasaklı monogamisinin sona ermesini beklemek beyhude bir bekleyiştir. Bu noktada Engelsin “üretim araçlarının toplumsal mülkiyete dönüşümüyle birlikte, ücretli iş de, proletarya da ortadan kalkacaktır; öyleyse, aynı zamanda belirli bir sayıda kadın için (bu sayı istatistiklerde hesaplanabilir) para karşılığı kendini satma zorunluluğu da ortadan kalkacak demektir. Fuhuş ortadan kalkınca, monogami tehlikeye düşmek bir yana, nihayet gerçek haline gelir, hatta erkekler için bile.
“Öyleyse, erkeklerin durumu, herhalde, adamakıllı değişmiş olacaktır. Ama kadınların, bütün kadınların durumu da, büyük bir değişikliğe uğrayacaktır” ( Age. s; 98) Engels’in bu yaklaşımının, bir temenniden ibaret olduğunu söylemek zor değildir. Ailenin tarihsel sorunları ve evrimi, kadın hakları ve “cinsel aşk” tecellilerinin böylesi temennilerin ardından çözüme kavuşacağını beklemek, belki 19. yüz yılın soyutlamaları arasında anlaşılabilir bir beklenti olabilir. Ancak bunu 21. yüz yılın verilerinde çok anlamlı görmeye devam etmek ciddi bir yanlıştır ve ilerici devrimci bir çabanın teorik söylemi olarak kabul etmek mümkün değildir.
Böylesi bir teorik adımın, pratikte nelerle sonuçlandığını, Sovyet deneyiminde olduğu gibi, tüm geri ülkelerde kurulan sosyalist sistemlerde de yeterince açığa çıkmıştır. İşçi sınıfı diktatörlüğü ise, yeni bir uygarlık ve sosyal sistem kurmak bir yana, kadın cinsini erkek cinsinden daha katmerli bir fabrikaların, üretim araçlarının kölesi yapmıştır. Bu satırların yazarı bu gelişmeyi bir talihsizlik olarak yorumlamamaktadır. Bin kez kurulsa da kurulan bu sosyal sistemden başka bir türünün kurulamayacağını, hataların ne şahıs ne program ne de öznel herhangi bir şeyle ilgili olmadığını tespit eder. Bir ileri sosyal sistemin verileri, nesnel olarak araçları ve unsurları buna uygun değilse, kurulacak sosyal sistem hangi adı alırsa alsın, sosyalizm, komünizm vb hiçbir zaman gerçek anlamda daha ileri bir sosyal sistem olamayacaktır. Bu nedenle haklar ve özgürlükler daha ileri bir noktaya ulaştırılmış olmayacaktır. Olan da bundan başka bir şey değildir.
Bu anlamda devrim ve devrimcilik, işçi sınıfının nesnel konumuyla uyumlu değildir. Bu rolü ve konumu burjuvaziyle birlikte işçi sınıfı feodalizme karşı oynamıştır; bundan sonraki ise, birlikte kurdukları kapitalist sistem alanında, burjuvaya karşı haklarını genişletme mücadelesinden ibarettir, bunu da kimse ne devrim ve ne de devrim mücadelesi olarak belirleyemez. Bu söylemler belli bir kitle çalışması ve propaganda amacıyla anlaşılabilir yanı olsa da gerçekçi değildir. Özellikle işçi sınıfı kültürü gibi söylemlerin, işçinin içinde olduğu bin bir etkinin cirit attığı dini, ilkel, mahalle kültür etkileri altında yada fabrikasının yalıtılmış evrensel açılımları mümkün olmayan koşullar altında oluşmuş bir kültürü 21. yüzyılın evrensel kültür gelişmeleriyle boy ölçüşecek bir bel bağlama alanı görmek ve buradan hareketle kimi sonuçlar çıkarmak artık trajikomik bile değildir, doğrudan komiktir. Olguları bilimsel olarak yerli yerine oturtmak istersek ve olguları adlarıyla gerçekten çağırmak istiyorsak durum bundan ibarettir. Ezberlere, duygulara takılı olacaksa isteyen istediğini söylemekte özgür; ancak isteyen istediğini kazanmakta hiçte başarılı olmayacaktır.
Emek sermaye çelişkisine tamamen bu pencereden bakıyorum; birbirini tamamlayan zıtlığın bir bütün oluşturduğu yerde, o bütün içindeki temel unsurlarla aranacak hak, daha ileri bir kazınım olamaz diyorum. Bu günün tıkanması içinde işçi sınıfının emek mücadelesinin kadına katacağı hiçbir şey yoktur. Katmakta olduğu söylenen şey olsa olsa sistemin kendi genliği içinde hala tamamlanmamış, alınmamış haklardan başka bir şey değildir. Bunun için, kadın hakları sistemin hukuki, sosyal ortamı içinde kendine bir yer açma mücadelesine indirilmekte ve kadını bu parçacıklarla, özgürlük ve eşitliğin asla sağlanamayacağı, hatta işlevi çok tartışmalı olan bu unsurlarla oyalamaktan başka bir sonuca gidilemeyeceği anlaşılmaktadır. Buradaki tespitlerim, süreçteki çalışmalara karşı olmak değil, tersine bunları bir vaka olarak gerçeklikleriyle açıklama çabasıdır, yadsıma değil.
Yorumum, her şeyi eleştiren ama ortaya bir alternatif koymayan yaklaşımlar gibi duruyor olabilir. Ancak öyle değildir, ben söylemlerimde kendimi aldatacak ve kadın konusunda aldanmış olmaktan çıkmak üzere umutla sarılan söylemlerin, gerçek bir umut olmadığını savunuyorum.
Bu benim doğrularım, çünkü bu yaklaşımların tümünde toplumsal-kültürel-siyasi-hukuki vurguları yaparken ve üstelik bunları gerçekçi temellerde bile tutarlı yapmazken, “cinsel aşk” söyleminde dile gelen tutkuların, istençlerin özgür gerçekleşimi için istenen alanda bu çerçevenin dışına çıkılmamıştır. Oysa kadın haklarının, kadın doğası ve bu doğanın toplumsal kültürel süreçlerdeki işlevleri hep ihmal edilmiştir. Doğada eşit ve adil bir denge içinde olan iki cinsin, doğadan çıkıp gelmiş halleriyle oluşan toplumsal ve kültürel süreçlerde doğaları nedeniyle içine düştükleri tutsaklık hiç konu edilmemiştir. Bu süreçlerin kadın cinsi aleyhine olan dengelerin değişimi için, bu doğanın eğitilmesiyle ilgili bir yaklaşım gösterilmemiştir. Bu nedenle her defasında yeniden, en etkin haliyle kazınıldığı sanılan haklar, eskiyi tekrar etmekten başka bir sonuç vermemiştir. Kadın gerçek anlamda hak kazanımına ya da her iki cins için geçerli bir istem olabilecek cinsel aşk tecellilerine ulaşılmamıştır. Kadın erkek arasındaki eşitsizlik, erkek istemese de her zaman erkek cinsi lehine sonuçlanmıştır.
Bu noktadan bakınca, Engels’in “evlilik içinde erkeğin üstünlüğü, onun iktisadi üstünlüğünün yalın bir sonucudur ve bununla birlikte kaybolacaktır” (Age, s:106) demek gerçekçi bir yaklaşım, yerinde bir beklenti değildir. Tarihsel evrimi içinde, belli başlı aşamalardan ( Engels’in, Morgan’dan aktardığına göre “ ard arda dört biçimden geçmiş” Age, s:107 beşinci biçimi olan bu günkü tek eşli, “monogamique” aileye varmış) ailenin yeni versiyon gidişte kendine has kuşaklar yetiştirmesi, ahlak ve ilişki sistemleri kurması, kadın cinsi için yine gerçekçi bir adalet, eşitlik ve özgürlük olarak ikame edilmeyecektir. “Kendi pratiklerini ve herkesin davranışını yargılayacakları kamuoyunu kendileri yaratacaklardır” (age. s:107) demek hiçbir şekilde kadın cinsinin hak kazanımlarını dengeye getiremeyecektir. Engels’in bu sayfalarda belki söylediği en önemli şey, “cinsel ilişkilerin düzenlenme biçimi üzerinde bu günden düşünülebilecek şey, özelikle olumsuz bir nitelik taşır ve öz bakımından, ortadan kalkacak olanla yetinir.” (Age. s:106) devamla da buna, Morgan’ın sözlerini teyit edecek şekilde yaptığı aktarmayla “ Eğer uzak bir gelecekte, monigamique aile, toplumun gereksinmelerine karşılayamaz duruma gelirse, onun yerini alacak olan ailenin nasıl bir öz alacağını şimdiden söylemek olanaksızdır” (Age. s:108) Engels için ve sonrası Marksist söylemler için bunun kadın haklarına ilişkin çok iyi bir perspektif olmadığını, kısır bir yaklaşım, absürd olduğunu söyleyeceğim.
Bu önermelerin en iyisinde bile, mitolojik kahramanlardan biri olan Sisyphos’un hikayesini, kadın için tekrar etmek yani bir Sisypohosa dan bahsetmek yanlış olmayacaktır. Kadın bu tür önermelerle özgürlüğünü değil tutsaklığını zevke dönüştürmekten başka çaresi kalmamış olarak her defasında yeniden, tepeye yerleştirmek üzere taşımaya mahkum edildiği kayanın yuvarlanmasıyla yeniden başa dönen, bitip tükenmez acı sürecin devamı içinde olacaktır.
Biz geçiş kuşaklarının eski ile yeniyi yaşamakta olanların kaygıları, yeni kuşakların kendi dünyalarında çok anlamlı olmayacaktır. Gelecek kuşaklar bilgi çağının etkinlikleri içinde, bin bir bağla bağımlılaşmış eski aşkların, evliliklerin, kadını köşeye sıkıştırmış kısır işbölümü ve sunuların ortamından insanlık tür olarak, ‘kadın cins olarak’ daha ileri bir özgürlük içinde olacaktır. Bu nesnel gelişmeler, kadın cinsinin hak kazanımlarını gerçekçi hak kazanımları olarak belirleyebilecektir. Cinsel aşkın özgür, bilinçli, tutarlı ve perspektifi geniş bir eylem olarak tecellisi için de sonuçları olan bir yaklaşımdır.
Hep tekrar olacak bir daha söyleyeyim, kadın doğası kadını, doğadan çıkışla tutsak etmiştir. Bunu erkek, tek başına ne ekonomik üstünlüğü nedeniyle ne de iradeci bir müdahaleyle kazanmıştır. Tüm koşullar eşit olsa da doğayı ve kendi doğasını sosyal kültürel süreçlerle dengeye getiremeyen kadın ve hatta erkek cinsi, adaleti, eşitliği ve özgürlüğü sağlayamayacaktır. Bu alandaki tumturaklı söylemler hatta yasal ve kurumsal tecelliler gerçekçi bir sonuç yaratamayacaktır.



Yabancılaşmanı Erdemi



MİR-EMİR sohbetinden


kısa bir kesit




Emir:

Yabancılaşma gerçek bir devrimci süreçtir derken bundan ne anlamalıyım ben? Örneğin sana yabancılaşmam tu kaka değil mi?



Mir:


Hayır öyle değil.Ben yazıda da Marks'tan bir alıntı yaptım okudun mu? “işbölümü, emeğin toplumsal özelliğinin yabancılaşma çerçevesinde iktisadi ifadesidir” (1844 el yazmaları) İş bölümü arttıkça yabancılaşma derinleşir. Yani birey emeğini ürüne katarken yalnızca kendisine dönecek bir kullanım değeri olarak üründen yararlanma durumunda kalmaz. İş bölümü arttıkça birey emeği toplumsal bir yarar, genişleme içinde daha geniş bir çevrenin kullanım değerleri arasına girer. Bu aynı zamanda ürün içindeki soyut emeğin mübadele değerine de önemli bir katkı olarak kendini gösterir. Yabancılaşma daha çok kişinin emeğini ürüne katma olanağı sağlar, gerçek kolektif üretimdir. Ki kapitalizm tarihte önceki tüm sistemlerden daha kolektif bir üretim sistemi olarak gelişmiştir. Burjuvazinin üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetine rağmen, artan iş bölümüyle gündeme gelen yabancılaşma, ürüne artan bir toplumsal karakter kazandırmıştır; artık ürün, üretici emekçi için değil tüm insanlık için bir ürün olarak yaşama girmiştir: Bu da tamamen, iyi olmayan sözlük anlamına rağmen yabancılaşma sayesinde olmuştur. Bilimsel anlamda yabancılaşma budur.



Mir:


Bu ilerlemedir ve tarih bu yönde, artan iş bölümüyle ilerliyor ve ne kadar yabancılaşma olursa yani iş bölümü derinleşirse, bir üründe daha çok emekçinin emeği olacaktır. Yani yabancılaşma bu anlamda toplumsal üretim karakterini bilim ve teknik yardımıyla artıracaktır. Bu süreç sistemlere bağlı olmadan ilerleyecektir. Yani kapitalizmin tarihe karşıması iş bölümünü dolaysıyla yabancılaşmayı da sona erdirmeyecektir, tersine yoğunlaşacaktır ve bu başlı başına tarihin önemli bir ilerleme alanıdır. Kapitalizmin mülkiyet karakteri nedeniyle ve özellikle tekelci düzeyiyle yabancılaşmış emeğin emekçiye gerisin geriye dönüş düzenlenmesi olumsuz etkileniyorsa da, bu yabancılaşmanın olumsuzluğundan değildir. Kapitalizm sonrası egemen olacak üretim ilişkilerinde daha da artan bir yabancılaşmanın olumlu etkileri olacaktır. Artan iş bölümü ile daha çok emek daha çok insan için yararlı olacaktır, bu birbirinden bağımsız ve habersiz emek yoğunlukları, sahibinden önce tüm insanlığın hizmetine giderken, aynı zamanda başkasının emeğinden de tek tek diğer emekçilerde en iyi sosyal sonuçları elde edecektir. Yeniden genişleyerek dönecek bu çember zincir halkaları gibi, çok ötesinde dursa da birbirine bir biçimde yararlı bir bağlılıkla yaşamın ihtiyaçlarını üretecektir. Bu anlamda gelecek toplumun emek verenleri kendi emeklerinin yabancılaşmasından, başka emekçiye yabancılaşmış emekten yararlandıkları yoğunlukta zevk alacak mutlu olacaktır. Tarih ilerleteni bu dinamik, yani yabancılaşma artık tu kaka değildir; tersine bireyciliği yok eden önemli bir unsur olarak rolünü oynayan bir fenomendir.



Mir;


Bu durumda da, seninle yaptığım sohbet sonucu bana kattığın bilgiler, ya da benim sana kattığım bilgiler ve buna benzer bin bir kanaldan akıp gelen bilgiler, benim beynimde ( ya da senin) harmanlanıp yararlı bir ürün gibi, bilgi olarak insan yararına sunulması, yani sana yabancılaşıp (ya da bana), senin mülkiyetinden çıkıp (ya da benim) tekrar sana dönmesinin ( ya da bana) tu kaka olan yanı nedir? Bu bir zenginliktir ve herkesin katılımıyla oluşup sentezlenerek dolaşabilmekte, yararlı olabilmektedir. Tıpkı meta gibi; meta üretimindeki katkılar gibi, bilginin de katkıları çok boyutludur. Binlerce yıldır insan bilgi birikimlerinin, yazınsal görsel vb kaynakların katkısıyla oluşan yeni bilgilerin içinde, artık şuna ya da buna ait bir bilgi emek yerine, ne kadar geniş çevreye yararlı olabileceğinden bahsetmek mümkün oluyor. Dolaysıyla bu yeni üretilen bilgide hiçbir emek sahibine doğrudan doğruya dönmüyor ama bir biçimde mensup olduğu insanlık topluluğuna hizmet sunuyor. Küreselleşme çağında bu çok daha belirgin hale geldi. Milyarlarca kaynaktan süzülen, sahibinden derinlemesine ve genişlemesine yabancılaşmış bilgilerin senteziyle yeni bilgilerle üretime katkılar yapılmaktadır. Bu sentezlemeleri yapanların, bilgiyi kendi mülkleri olarak da pazarlama şansları olmaktadır. Bu pazarlamayı yaptıklarında da o andan itibaren bilgi üreticisine yabancılaşıp insanlığın malı olma yolunu tutuyor. Bakma bu gün kapitalist egemenlik hala hüküm sürdüğünden ve mülkiyet ilişkisi bu tarz bir özellik içinde olduğundan, yabancılaşmanın söz konusu olumlu boyutu tüm yönleriyle kendini göstermekte zorlanmaktadır. Bu da kapitalist çağ ortamında ki yabancılaşmanın düzeyidir. Bir sonraki ileri çağlarda bu daha da sağlıklı bir sürece girip, yabancılaşmanın geniş insani yararı belirgin olacaktır. Yukarıda dediğim gibi, iş bölümü arttıkça, derinleştikçe yabancılaşma daha geniş alanda sosyal bir işlev görecektir. Dolaysıyla, ne kadar çok bilgimizi kendimize yabancılaştırır insanlığa yararlı kılabilirsek, o kadar üretim kolektivitesine ve paylaşımına imkan sağlamış oluruz. Sonuçta benim sana ya da senin bana yabancılaşman, bizlerin toplumsal işlevlerdeki başarımızı gösterecektir, işe yararlılığımızı gösterecektir diye algılamanı tavsiye ederim.Dostluk adına, yakınlık adına, klan ilişkileri adına, bilgiyi dar alanda tutmak, başka bilgilerle sentezleştirmekten, bölgecilik, milliyetçilik, ırkçılık, akrabalık, ahbap çavuşluk adına alı koymakla yabancılaşmasını engellediğimizi sandığımız bilgiler ise yararsız ölü bilgilerdir. Ne bize ne de toplumsal işlev içinde insanlığa bir yararı vardır. Bu durumda biz bize kalırız yabancılaşmayız, bir birimizi bir süre sonra yemesek de çürümeye, durağanlaşmaya ve kendimizi tekrar etmeye başlarız. İşte böyle değerli dostum, yabancılaşma ilerlemedir, tarihin önemli devrici yönelimlerinden biridir, harekettir ve ilerlemedir.


Emir:


Yazını basitleştirmek zorunda kaldığım için senden özür dilerim. Sonuç olarak böylece daha iyi anlamış oldum. Bu kavrayış üzerinden yazının bütününü algılayabileceğimi sanıyorum.


Hiç yorum yok: