1 Mayıs 2008
1 Mayıs İşçi sınıfının birlik ve dayanışma günü. Bugün yüz yılı aşkın süredir çağdaş uygarlığın temel tüm değerlerini üreten işçilerin bayramıdır. Bugün, insan erdemleri açısından kazanılmış tüm değerlerin dünya emekçilerinin birlik ve dayanışmasında anlam buldukları bir gündür. Öyle ki, kutlandığı yüzyıl içinde kendine özgü dinamizmiyle gelişen, ilerleyip insanlığın hizmetine koşulan, tüm gelişmelere önemli dinamik katan bir halk kitlesidir.
İşçi sınıfı bu rolü, içinde yer aldığı tarihi kesiti doğru değerlendiren politikaların, doğru karar ve eylemleriyle gerçekleştirmiştir. İşçi sınıfı bu rolü oynarken, toplumun tüm emekçi kesimlerini etkilemiş, örgütsel olduğu kadar, döneminin tüm iktisadi, kültürel ve toplumsal düzlemlerinde egemen güçler dahil, toplumun tüm kesimlerini de etkileyen yeni açılımlara öncülük etmiştir. Tarihsel kesitlerle uyumlu olma esprisi olarak ortaya konulan bu sonuçlar, işçi sınıfının tüm etkinliklerini ve bayramlarını gerçek bir toplumsal değer olarak ortaya koyuyordu.
Bugün kıstaslar ve roller çok farklı bir bağlamdadır. Çeyrek asırdır işçi sınıfı böylesine önemli rolleri oynamaktan uzaktır. Gelişmelerin gerisinde kalan siyasal perspektiflerin yetmezlikleriyle bulanıklaşan, kendini kendi yerinden ifade edecek tutumlar ve kararlar yerine, tarihi geçmiş söylemler ve statülere bağımlı kalan karar ve tutumlarla toplumsal rolünü gittikçe zayıflatarak gerilemiştir. İlerleyen zamanla ortaya çıkan çok yönlü değişim, 1 Mayıs bayramının anlam ve içeriğinde ciddi mesaj değişikliklerine ihtiyaç duyan bir işçi sınıfı anlayışını dayatmıştır. Eski kıstaslarla, aynı rolü oynamanın olanaksız kaldığı dünyamızda işçi sınıfı da silkelenmek, ilgili tüm düzlemlerinde ciddi değişimlere yönelmek göreviyle karşı karşıya kalmıştır. Biz bunu, işçi sınıfının kendini dar sınıf çerçevesinden çıkışını sağlayacak bir genişlemeyi ifade eden "İşçi sınıfı halklaşmalıdır" sloganıyla ifade ettik.
Önemli olan; tarihi gelişmeyi sağlıklı algılamak ve onun izinde öznel çabaları yükseltmektir. Ancak tarihin tüm toplum mühendislik önermeleri kocaman bir aldatmacadan ibaret olduğunun açığa çıktığı bilinmelidir. İnsan önüne çıkan sorunların çözümünü yapabilir, bu süreç bir süreklilik içinde oldukça siyasal görevler gerçekçi tarzda ayakları yere basabilir. Bu açıdan, işçi sınıfı ve kültürü, işçi sınıfı ve diktatörlüğü, işçi sınıf ve refleksleri, bilinci vb söylemleri, öznel öğenin bu önemli tecellilerini yerli yerine yeniden oturtmak gerekiyor Bu söylemleri yeniden irdelemek ait oldukları, var oldukları sistem içindeki yerleriyle irdelemek gerekiyor. Bu hiç bir zaman işçi sınıfının dinamizmini, oynayacağı rolleri ve emeğin tarihteki rolünü küçümsemek değildir. Bu gün bile bu gücün çok önemli bir sosyal işlevi, adaletsizlikleri, toplumsal dengesizlikleri düzenlemek için derin reformlarla daha iyi bir yaşama yönelik girişim etkinlikleri olacağı açıktır. Bunu güçlendirmek de gereklidir. Ama buna yaslanarak işçi sınıfına ait olmayan misyonları, bir yük gibi sınıfın omzuna yıkarak ve bu misyonu yerine getiremediğinde ona sırt dönerek ortaya konacak bir duruş, toplumsal işlev açısından hiç bir şekilde ilerici ya da devrimci olamaz. İşçi sınıfı halklaşmalıdır deyişimizin ana eğilimleri budur. Artık, işçi sınıfını kitlesi olan işçiler açısından onun halkın bir parçası ve işlevleri arasında olan bir dinamik öğesi olarak ele alıp, fabrikada bir makinenin dişlisi ve onun dar ufuklarındaki önermeleri olmaktan çıkarmak gereklidir.
Bu noktada sınıf misyonlarının artık eskisi gibi algılanamayacağı da bilinmelidir. Bunların başında da işçi sınıfının çıkarlarının dar sınıf çerçevesine sığdırılamayacağı gerçeği gelir. Yani, artık işçi sınıfı fabrikalardaki makinelerin tamamlayıcı bir unsuru olarak, fabrikaları kale sanıp kendini de içinde tutsak yapan ve bu yolla toplumda rol oynanabileceğini sanan anlayışlara takılı kalamaz. İşçi sınıfının kalesi artık fabrikalar değil, tüm toplumsal, iktisadi, sosyal ve kültürel etkinliklerdir. İşçi sınıfı fabrikasından daha çok, mahallesinde, okulunda, sendikasında, dini ve kültürel tüm etkinliklerinde bir insan olarak halkın bir parçası olarak etkilenen ve etkileyen bir güçtür. Böylesi bir gücün yükümlülükleri de geçmişten oldukça farklı olacaktır. İşçi sınıfı bu düzleme son iki yüzyılın hızla gerçekleşen ve ağır bedeller ödenerek gelinen evriminin bir sonucu ulaşmıştır. Değişen dünyamızın verileriyle, işçi sınıfı dar anlamda bir sınıf ve eski kıstaslara mahkum olarak geniş anlamda bir toplumsal işlevi yerine getiremez, böylesi bir yükümlülüğü üstlenemez. Böylesi bir girişim zorlamalarla denense bile, sonuç ağır bir çöküş olur. Bu anlamda "işçi sınıfının bağımsız siyaseti" adı altında yapılanlar, tüm sonuçlarıyla bu gün açığa çıktığı gibi, işçi sınıfının hareketini, kendi ekonomik haklarını dahi korumaktan aciz sendikalara hapsetmekten daha ileriye götürememiştir. İşçi sınıfı adına bağımsız siyaset bir yana, siyasal varlık dahi olabilecek bir örgütlenme başarılamamış, sıradan demokratik hak ve talepler karşısında kararlı bir çizgi ve kalıcı bir katkı yapılamamıştır. Ülkemize musallat olan askeri darbeler karşısında ise, bir kıpırdanış gösteremediği gibi, kimi darbelere alkış tutulmuştur. Eşine dünyanın hiçbir ülkesinde rastlanmayan hantallık ve duyarsızlık, böylesi ekstrem sınıfçı takıntıların siyasal yönlendirmelerinin ürünü olmuştur.
İşçi sınıfı, insanlardan oluşmuş canlı bir unsur olan işçi kitleleri bu siyasetlerden hiçbir şey kazanamamıştır. Bu kısır siyasetlerin tutkunları, içinden çıkamadıkları marjinalliği dahi kavrayamamışlardır. Bir yandan egemen güçlerin anti demokratik dayatma ve ekonomik baskı kıskaçları, diğer taraftan dar sınıfçı marjinallerin önermeleriyle, siyasi yetileri kısırlaşan işçi sınıfı, ülkemizde yükselen demokratik hak arayışlarına ve bugün gelişen siyasal açılımlara katkıda bulunmaktan uzak kalmıştır; Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesine, tüm emekçi halklarımızın dolaysız kazanımları elde edebilecekleri Avrupa Topluluğu'na katılma sürecine hiç bir ciddi katkı yapamamıştır. Bu somut olaylarda hantal, tutucu ve marjinal kalınmıştır.
Bu marjinal siyasetler, işçi sınıfına tarihinde kazanılmış bir demokratik mevzileri olmadığı gibi zaman zaman elde edilen hakları dahi korumakta basiretsiz kalmıştır. Çok önemli bir demokratik ölçü olan Kürt halkının özgürlük ve demokrasi talebinde ise, on yıllardır sürdürülen hayır hah tutumlara, çirkin milliyetçi tutumlarla devam edilmektedir; Kürt ulusunun "ana dille eğitim" gibi doğal olan, doğumla kazanılmış olan haklarının talebi karşısında, "Emperyalistler bununla olmayan bir ulusu yaratıp ülkemizi bölmek istiyorlar" diyecek kadar ırkçı siyasi tutumlar sergileniyor. Bunlar, egemen güçlerin dahi ağızlarına alamayacakları aşırılıkla milliyetçilik oynama yarışına girmişlerdir. Ülkemiz solunun en solu ve en sağı top yekûn bu ilkel milliyetçi çizgide seyreder olmuştur. Aynı ilkel tutum, bugün, işçi sınıfının karşısında duran çok önemli bir toplumsal görevde de kendini göstermektedir.
Ülkemizin Avrupa Topluluğu'na katılımı konusunda, işçi sınıfı yine iki ateş arasında, bir yandan egemen güçlerin çok boyutlu kıskaçları, diğer taraftan onunla paralelleşmiş solun marjinal siyasi perspektiflerinin kesiştiği ilkel milliyetçi tutumlarla, toplumsal rolünü oynama hakkından yoksun bırakılmaktadır. Bu politikalar sonuçta, işçi sınıfını toplum nezdinde güvenilmez, kararsız ve ilkesiz bir güç konumuna düşürmüştür; işçi sınıfı içine girdiğimiz yeni yüzyılın başlamasıyla birlikte, karşı karşıya kaldığı en önemli tehlike, düşünen ve üreten insanlığın haklı bir kazanımı ve ürünü olan globalleşmeye karşı, emperyalistlerin politik müdahale ve yönlendirme çabalarından kaynaklanan yanlış algılar sonucu içine düşülen milliyetçi tutuculuktur.
"işçi sınıfının sınıfsal arılığının bozulmaması, ideolojik saflığı, bağımsız sınıf çıkarları" vb söylemler, artık bu çağın söylemleri olmaktan çıkmıştır. Bu yalnızca zayıfların, gelişmeler karşısında korkanların, korkularını işçi sınıfı sırtına yıkmak isteyenlerin ve politika üretmede yetmezliğe düşenlerin bir söylemi olmuştur. İşçi sınıfını makinelerin bir parçası görenler, fabrikaları kale ilan ederken, farkında olmadan işçinin insan olma özelliklerini ve bundan kaynaklanan genel kapsayıcılığı ve kapsanışını yok etmektedirler. İşçi sınıfı artık, İnsan haklarının ve erdemlerinin şiddetle ihtiyaç duyduğu özgürlük ve demokrasi mücadelesinde diğer tüm kesimler gibi bir dişli olarak yerini almalıdır. İşçi sınıfı toplumsal sorumluluklarını yerine getirirken, ne en önde ne en arkada, kendi yerinde, kendi etkinlik ölçekleri içinde, aktif bir unsur olarak yerini almalıdır. Yani İşçi sınıfı halklaşmalıdır. İşçi sınıfı kendi temsilcileri, ideolojik ve siyasal entelektüelleri bir bütün olarak tarihin bu aşamasında gündeme gelen gelişmeler uyarınca, içsel düzenlemelerini yapmalıdırlar. Herhangi bir vehime kapılmadan, İşçi sınıfının oynayacağı toplumsal bir rolü ciddi ve ayakları yere basan bir program perspektifi kazanmak durumundadır. Bu ihtiyaç ülkemizde çok daha büyük bir gereklilik olarak karşımızda duruyor.
Ülkemize dayatılan toplumsal sistem, iktisadi olduğu kadar ağır siyasal sorunların da kaynağı oldu. Globalleşen dünyada en arka sıralarda gelişmelerin dışında kalan ülkemizin 21. yüzyılda topluma karşı hiçbir ciddi yükümlülüğü yerine getirmemektedir. Çağdaş ülkeler topluluğu içinde, insan hakları ihlalleri, demokratik haklar ve adalet sisteminin yetersizliği nedeniyle yer bulamamaktadır. İnsanlık topluluğu içinde onur kırıcı sıralamaları işgal eden ülkemiz, yanlış politikalar ve işlevsizleşen sistemlerin mahkumu olarak halkın ciddi toplumsal iktisadi ve siyasal sorunlar girdabında boğulmasına yol açmaktadır. Bu durum, yöneten ve yönetilen tüm kesimlerin çok yönlü memnuniyetsizliği olarak kendini ifade ediyor. Bu noktada kimlik bunalımı ülkenin tek ayırt edici özelliği olmaktadır. Bu toplum, bu devleti sırtında daha fazla taşıyamaz. Biri ilkel bir muhafazakârlıkla, bir cumhuriyeti şer-i süreçlere sürükleme girişiminde, toplumun ortak olmayan bir kimlikle kuşatılıp geriye çekmeye çalışıyor. Diğeri kimden alındığı belli olmayan vehmi bir yetkiyi, tarihini doldurmuş dayatmalarla toplumun siyasi kaderi üzerinde ipotek koymayı ve artık, toplumu temsil etmekte yetersizliğe düşmüş bir kimliği sürdürme çabasında muhtıralar vermekte, darbelerle tehditler savurmaktadır. Bu ikili dayatmacılığın karşısında halkın doğal tepkisi, bir biçimde bu dev toplulukların organizatörü konumuna gelmiş olanların iradesine rağmen, meydanlarda, milyonluk kitleler halinde, özgürlük ve demokrasi arayışı içinde tavır geliştirmekte, siyasal bir duruş sergilemektedir. Halkın sezilerini, fiili bir protestoya yönlendiren siyasal eğilimler gerçekte, ülkemiz tıkanıklıklarının aşılması için, ifade özgürlüğünün bir tecellisi olarak belirmektedir. Bunun anlamı, ortak, adil ve coğrafyasının barışçıl geleceği için yeni bir kimlik arayışıdır. Bölgemizde ve ülkemizde gelişmekte olan tarihi olayların doğru algılanışını temsil eden bir siyasal tutumdur. Devletin, kurum, yasa ve kuruluşlarıyla kavramakta acze düştüğü, tehlikeleri kavrayış ve bunun karşısında yeniden düzenlenmiş ortak bir kimlikle ülkeyi ayakları üzerinde dikmenin bir ifadesidir. Demokrasi ve özgürlük güçlerinin bu kısa süre içinde ortaya koydukları siyasal tutumun ifade ettiği talepler, bu devleti artık aşmıştır. Ve devlet, birbirine göre ters yönde dönen bu çarklar altında, hiç kimseyi temsil etme durumunda değildir. Bunun adı kaostur. Kaosu, statüler bozulmadıkça dengeye getirmek mümkün değildir.
Türkiye kimliğini yitirmiş bir ülke olarak, artan oranda çözümsüzlük içindedir. Egemen sınıflar, Dünya'nın çeşitli egemen güçleriyle oluşturdukları çok yönlü bağımlılık ve egemenlik olanaklarını istismar ederek sorunlarını hafifletirken, halklarımız etkin direniş odaklarından yoksun olarak, krizlerin faturasını ödemektedir. Bunun anlamak için, Avrupa Topluluğu'na katılım sürecinde emperyalist ülke egemen sınıflarıyla, ülkemiz egemen sınıflarının karşılıklı oyunlarla oluşturdukları engellere rağmen, artan oranda çıkar birliklerini yükseltişlerini gözlemlemek yeterli olacaktır. Onlar artan oranda ülkemizi birlikte sömürürken, halklarının güç birliğini ve dayanışmasını engellemektedirler. Bu ise kriz faturalarının bir kez daha, en ağır şekliyle emekçi halklarımızın sırtına yıkılması demektir.
Bu yıkımda, işçi sınıfının takati inanılmaz bir vahşetle tüketilirken, hakları uğruna mücadelede yalnızlığa mahkum edilmektedir. "Vatan millet Sakarya" nidalarıyla kendini ortaya koyan sol güçler ise, "emperyalizm karşıtı" olma gibi kendi kendini aldatan söylemlerle, bu sürecin işçi sınıfı aleyhine daha da ağırlaşmasına katkıda bulunmaktadır. Böylece bir yandan Avrupa'nın ve ülkemizin egemen güçleri, diğer yandan ülkemizin sol güçleri birbirleriyle düşmanmış gibi görülen söylemlerle örtülü olarak el ele vermiş, başta işçi sınıfının ve genelde tüm halklarımızın çıkarlarını kösteklemektedirler. Bu iki egemen gücün ülkemiz soluyla kesişen dayanışmaları, en belirgin örneği Avrupa Topluluğu'na katılım sürecinde gösterdikleri ilkel milliyetçi tutumlarda belirginleşmektedir. Topluluk üyesi olmanın önünü kesmek için, akıl almaz engellerle sorun yaratan ülkemiz egemen güçleri, Avrupa'nın emperyalist tekelci güçleriyle her türden birleşme içinde çok boyutlu güçlerini yoğunlaştırmaktan geri kalmamaktadır. Emekçi halklarımız ise, Avrupalı kardeşleriyle ve onların tarihten gelen demokratik kurum ve kazanımlarıyla birleşip güçlenmeleri, vatan, devlet, dil, bayrak gibi kalıcı olmayan tarihsel olgular elden gidiyor aldatmacasıyla engellenmektedir.
Bu konuda sol güçlere ihale edilen söylemler, işçi-emekçi güçler lehine gibi görülen, ancak sonuçta tamamıyla egemen güçlerin yararına olan bir işlev görme konumuna düşmektedir. "Avrupa Topluluğuna katılmak, ülkemizi Avrupa tekelci güçlerine köle yapmak demektir" iddiası, sol söylemli gibi görülse de on yıllardır sürmekte olan çok önemli bir yanılgıyı, emekçi halklarımızın, her iki egemen güç tarafından on yıllardır köle edilip sömürüldüğü gerçeğinin anlaşılmamış olduğunu gösteriyor. Bu söylemler işçi sınıfını artan bir yalnızlığa, kısır ve milliyetçi tuzaklara, daha da kötüsü gericiliğin kendini siyasal İslam olarak ifade ettiği çıkmazlara kadar uzanan gerilemelere sürüklemektedir. Burada tekrardan Kürt ulusunun özgürlük ve demokrasi arayışında takınmakta olunan ilkel milliyetçi tutumun sol güçleri, egemen güçlerle aynı paralele getirdiğini hatırlatarak, işçi sınıfını öncelikle bekleyen iki güncel sınav ve tehlikeye dikkat çekmeyi zorunlu bir görev saymaktayız. 1 Mayıs bayramının bu gerçeklerin ışığında idrak edilmesi, özgürlük ve demokrasi, insan hakları ve adalet mücadelemizde emekçi halklarımıza olduğu kadar işçi sınıfının çıkarlarına da bu bütün içinde en olumlu sonuçları sunacaktır.
1 Mayıs bayramının, ülkemiz devrimci güçlerine, ilerici, demokrat, insan hakları savunucusu, barış güçleri, adalet ve özgürlük taraflılarına yüklediği en önemli görev; Dünya'da ve ülkemizde hızla tırmanışa geçmiş olan ilkel milliyetçi ve dinci siyasal gericiliğin, insanlığın ve halklarımızın temel çıkarlarına yönelik tehditleri karşısında birlik ve dayanışma içinde tutum almaktır. Bunun için, yeni politikalar üretmek, çoğunluğu gerçekten temsil eden perspektifler ortaya koymak, globalleşen dünyanın paralelinde tarihe ters düşmeyen açılımlarla kendi orijinalliğimizle bu büyük hareket mekanizmasının, olmazsa olmaz dişlisi olmayı başarmamız gerekmektedir. Bu görevler eski, tarihi dolmuş ve onlarca deneyde sınıfta kalmış kıstaslarla başarılamaz.
Ülkemizi yeni bir ortak kimliğe kavuşturmak için, tüm farklılıklarımızı içselleştiren ortak mücadeleye atılmalıyız. Çağrımız bu adım için gerekleri yerine getirme sorumluluğu üstlenmektir. Demokrasi ve özgürlük, bu sorumluluğun altına girilmeden kazanılamaz