Sınırları insan erdemleriyle belirlenmiş, ne sınıfsal ne de etnik nedenlere mahkum olmamış doğrularımızla özgürlük ve demokrasi mücadelesini sürdüreceğiz...

BURADAYIZ İŞTE...

OKURLARIMIN DİKKATİNE. BLOGUMDA TEKNİK BİR ARIZA YA DA BİR SALDIRI GERÇEKLEŞMİŞTİ.. ŞİMDİ HER ŞEY YOLUNDA...EMEKLERİMİZ BURADA... SAĞLICAKLA KALINIZ...

PARALEL BİR BLOG DA DEVAM EDİYOR...

Yeni blogun adresi: http://mirural.blogspot.com/

ŞU AN İZLEMEKTE OLDUĞUNUZ BLOG ADRESİ İLE YENİ BLOG ADRESİ BİRBİRİNE ÇOK YAKINDIR. İLGİNİZE TEŞEKKÜRLER.

MİHRAC URAL

...

...

...

...

TÜRK MODERNLEŞMESİ JAKOBENİZM VE BONAPARTİZM

Yener Orkunoğlu

Türkiye'de modernleşme hareketinin tarihini ve modernleşmenin toplum üzerinde yarattığı etkileri incelemek ve aynı zamanda modernleşme konusunda liberal entelektüellerin yarattığı yanılsamaları açığa çıkarmak zorundayız.
Liberal entelektüellerin çarpıttığı bir konu var. Siyasal İslam'ın yörüngesine girmiş bir çok entelektüel, Türkiye'deki Kemalistleri Jakoben olmakla suçlarlar. Yani Jakobenizm, darbeci ve anti-demokrat olmakla özdeşleştirilir. Böylesi bir değerlendirme, Jakobenizmin çarpıtılmasıdır. Kemalizm'i, Jakobenizm olarak değerlendirmek, Jakobenizme karşı bir haksızlıktır. Çünkü Jakobenizm, Fransız Devrimi döneminde küçük burjuvazinin (baldırı çıplakların) radikal bir devrimci hareketi olarak doğdu. Fransız Devrim hareketinin sol kanadını oluşturur.
((Devamı orta sol sutunda))

..

..

Mihrac Ural

Mihrac Ural

Yeniden felsefe okumak


Cumhuriyetin Doğuya sırtını dönmesinin mahkumu idik. Alfabe kırılmasının sonucu da, okuma adına nemiz var nemiz yok, arşivlerin küfüne terk edildi. Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle zaten olmayan okumalara, sıçramalardan oluşan, dengesiz ve sonuçta eksiklikten kaynaklanan bir topallamaya düştük. Bu da, ülkemiz felsefe bilincinin derinlik ve bütünlüğünü oluşturacak zincir halkalarının kopuk olmasını getirmiştir.
Yunan felsefesi akılcılığının Aristo’yla temsil edilen sunumunu, İslami bir yorum ve ilerleyişle ele alan Farabi’de ifadesini bulan akılcılığa karşı, “ Tahafüt el Felasife” diyerek, dünya ve ahiret işinde akıla yer bırakmayan Gazali’nin, bu güne kadar süren tutuculuğundan yana saf belirlemiştir. Gazalinin, “filozoflar”ın aklın hareketinden yana dünyevi olayları yorumlayan yaklaşımlarına karşı yaptığı eleştirilere, aklın bir militanı İbni Rüşt’ün ünlü cevabı olan “Tahafüt el Tahafüt” ü tanımazlıktan gelmiştir. Böylece sağ, Yunan ve batı felsefe okumaları eksiğiyle iki ayağı topal hale gelmiştir. Dayandığı felsefi okumaların karşıtlarını da bilmemekle, sığ kalmıştır.((Devamı sol ana sutunda))

****

****

24 Nisan soykırımı hepimizi katletmişti...

Mihrac Ural

Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi –soykırımı- hepimizi katletmişti. Tam 93 yıldır sürmekte olan zorunlu sürgün ile insanlık sucunda İttihat –Terakki’nin ‘SOYKIRIM’ imzası vardır.

Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır.

Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur.

“Resmi tarih” diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.**19. yy sonlarından başlayarak, Katolik ve Gregoryan (Ortodoks) diyerek birbirlerine kırdırılan, tenkil ve sürgünlerle, mal mülklerine el konularak baskı altında tutulan Ermenilere yönelik soy kırımı, I Dünya savaşının, malum bol bahaneleri altında girişilmiştir (24 Nisan 1915).

Savaş sırasında, önce Ermeni gençlerinin Askere alınarak silahsız bırakılması ve ardından toplu tasfiyelerin yapılması, geride kalan Ermeni halkının Tenkil ve sürgünlerine geçilmesi. Bu konuda talimatların dakik bir biçimde, en yetkili resmi merciler tarafından istenip, izlenmesi. O dönemin Sadrazamı (Başbakanı) Talat Paşa’nın, başından itibaren olayları, dikkatlice takibi, emirler vermesi, istatistik tutması (iskan edecekleri yerde dahi nüfusa göre oranlarının %5 geçmeyecek düzeyde tutulmaları talimatları da dahil) ve bunun en ince ayrıntısına kadar yazılı özel notlarla tescili, Ermenilere reva görülen her şeyin, planlı bir tarzda icra edildiğini göstermeye yeterlidir (Ermeni tehciriyle ilgili Talat Paşa’nın tutanakları için bkz. Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi, 24 Nisan 2006’dan itibaren yayınlanan dizi) Bu, Ermenilere ilişkin, adına ne konulursa konulsun, yapılacak olanların önceden planlanmış eylemler olduğunu gösterir.

Bundan sonra, sonuçlara bakılarak, yapılanlara verilecek ad, tanımlamaya geçilir.*Böylesine planlı ve en ince ayrıntısına kadar takip edilmiş ve bir etnik topluluğa yönelen, sonuçta en iyimser tahminlerle, el yazması tutanaklardaki rakamlarla bir milyon (1000 000) üzerinde Ermenin ölümüne yol açan, kimi şehirlerde nüfusu yüz binlerden sıfıra indiren, çoluk çocuk on binlerce canın etnik yapısını değiştirmek için farklı etnik toplumlara dağıtan, topraklara el koyan, binalarını yıkan, her türden maddi ve canlı servetine el koyup katleden girişimlere, soy kırımından başka bir ad verilemeyeceği görülür.

Bu bir soykırımdır. (..)Osmanlıdan, cumhuriyete süre gelen bu aklın, daha uzun süre yürürlükte olma tehlikesi tüm çıplaklığıyla kendini göstermektedir. Tarihimizle cesurca yüzleşmeden bu aklı toplumsal işlevlerimizden ve geleceğe ilişkin yaşam planlarımızdan söküp atmak güç gibi duruyor.
((*)Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı –Mihrac Ural)

**
Sıranın kendisine gelmeyeceğini sananların dikkatine, bu vatanın birimize değil, hepimize ait olduğunu bir kez daha, bin kez daha yeniden birbirimize kanıtlamakla yükümlü olduğunuzu artık anlamak zorundasınız.

Bilmelisiniz ki, farklılıkları içselleştirmek, onlarla barış içinde yaşamayı fiilen gösterip, haklarını anayasal ve kurumsal güvencelerle kökleştirmek ertelenmez bir görev haline gelmiştir, bu yapılmadıkça bu vatanın hepimize ait olduğuna kimseyi inandıramazsınız.

Mümkünü, imkansız hale getirmeye devam ederseniz, sizi biz farklılar, ayrı varlıklar bile kurtaramaz. Bunun vebali, Hrant Dink’in katline yol açan akıl sistematiğinin kıyımına tek tek ve topluca maruz kalmaktır bilesiniz.
((*)Hrant Dink'in Katli ve Tarihi Gerçekler –Mihrac Ural)


Murat Altunöz’ün Beklenen Kitabı Kırılgan Zamanlar Çıktı…

2002 Ocak ayında başladığımız yolculuğumuza 7 yıldır devam ediyoruz. Karalama Dergisi, ülkenin koşullarına göre bazen inişler ve çıkışlar yaşamamıza rağmen her geçen gün dergimizle daha da büyüyoruz.

Karalama Dergisi olarak;
Şair Nevruz Uğur ve Halil İbrahim Yıldız’ın kitaplarından sonra Karalama’nın Kurucusu ve halen Editörü olan Murat Altunöz’ün Kırılgan Zamanlar adlı kitabını yayımladık.
Geçmiş zamanların, kırılmış, yalnız ve hüzünlü dizelerinde bulduk kendimizi,
Her dize de bir direniş, bir sürgün, bir ayrılık ve özlem var.
((Devamı sol alt sutünda))

...

...

Yerel Çeteleşmenin Boyutu...

Murat Altunöz /Gazeteci

Çeteleşme yıllar sonra Ergenekon operasyonuyla tekrar gündeme geldi. Eskiden bildiğimiz mafya sistemi çökmüş artık daha organize ve daha profesyonel bir hal alan almıştır.Bazı yazarlar, Emekli Polisler ve Emekli askerlerinde içinde bulunduğu yeni bir yapı ortaya çıktı.Aslında bu tür çeteleşmeler yıllardır hep ülkemizde vardır. Ama bu hafta benim bahsetmek istediğim yerel çetelerdir. malesef son yıllarda ciddi anlamda yerel çeteleşme ve Organize suçlarda bir çoğalma vardır. Zaten Hatay il Emniyet Müdürü Osman Çapalı'da bu konuya dikkat çekerek " Bireysel suçlar artık organize suçlara kaymıştır" demiştir.
((Devamı sol ana sutunda))


İNTERAKSİYON

Faiz Cebiroğlu
Her gelişim, karşılıklıdır. Her ileriye yönelik değişim, bir interaksiyondur. İnteraksiyon, karşılıklı etkileşim oluyor. İnsanlar, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek sosyal yönlerini geliştiriyorlar. Sosyal yönünü geliştiren insan, aldığı öğreti ve deneyimlerle bireysel yönünü ”işleyerek” yapılandırıyor. Yapılanma, ”özbilinç” ve ”özgüven” ile nitelik bir hal alıyor.

İnteraksiyon ya da karşılıklı etki, yaşadığımız toplumda, değişik yer ve ortamlarda farklı farklı oluyor. Dille başlayan diyaloğa; insanların bulunduğu yaşam tarzları, çalışma biçimleri ve kısacası sahip oldukları sınıfsal konumları da ekleniyor. Sosyal sınıf, gelişimde ”ana halka” oluyor. Sosyal sınıf, ileriye yönelik değişimin ”can alıcı noktasını” oluşturuyor.

(Devamı orta ana sütunda )
http://mirural.blogspot.com/

...

...

Yabancılaşmanın Dinamiği


Mihrac Ural

Yabancılaşma, insanlık ailesini birbirine yakınlaştıran, farklarını hızla öteleyen özel mülkiyeti ve olumsuz sonuçlarını bile köşeye sıkıştırma işlevi gören sonuçlarıyla, olumsuz değil çok olumlu bir role sahiptir. Tarihsel süreciyle derinleşip geliştikçe gerçekleşen yabancılaşma, insana çok daha cüretkâr olma, çok daha özgürce beyin labirentlerinde kurguladığı fantezileri yaşama ve bunu yaparken de dar anlamda aile, mahalle gibi klancı darlığın etkiler altında kalmayıp, geniş anlamda da ulusal sınırları aşıp belki başlangıcı sanal âlemin nimetleriyle, bilgi çağının iletişim olanaklarıyla bu tutku ve arzularının doruklarını zorlama şansını elde etmektedir.Yabancılaşma olmasaydı, emeğin sosyal etkilerinden bahsetmemiz mümkün olamazdı. Emek ne kadar sahibinden uzaklaşır, ne kadar sahibine belirgin olmaktan çıkarsa, o kadar evrensel ölçeklerde hizmet sunmaya başlamış demektir. Ve bir o kadar kültürel farklılıklarını hesaba katmadan ( renk, ırk, ulus, coğrafya, bölge farkı tanımadan) insan türüne ait hale gelmiş demektir.
((Devamı orta ana sol sütunda: ))
http://mirural.blogspot.com/

..

..

MİLLİ MARŞLAR

Ayşe Hür
1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı ‘Tre Trallade Jantor’dur. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkar ve ‘Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr….’diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası olayı "centilmen Türk seyircisinden jest" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi…
“Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur/Katibimin setresi uzun eteği çamur… diye başlayan ünlü türkünün bestesi 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’daki Selimiye Kışlası’nda kalan ‘eteklikli’ İskoç Alayı’na moral vermek için yazılmış ‘Donsuz askerler…’ diye başlayan bir asker şarkısıdır. II. Mahmut döneminde (1808-1826) modernleşme çabaları sırasında askerlere giydirilen setre ve pantolon mutaassıp çevreler tarafından ‘sokağa donla çıkmakla’ eşdeğer görülmüş, özellikle de ‘gavur mukallitliği’ denilen bu modernleşme hareketine çabuk uyum gösteren eli yüzü katipler halkın diline düşmüştür. Bir İstanbul külhanbeyi, bu katiplerle alay etmek için, Üsküdar yolu üzerinde olan Selimiye Kışlası’nda kalan İskoç askerleri için yazılan marşın müziğine Türkçe sözler yazar ve ünlü Katibim türküsü ortaya çıkar.
1974 Kıbrıs ‘Barış Harekatı'ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkumları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.

((devamı sol büyük sütunda))

20 Ekim 2007 Cumartesi

Genel Seçimler Üzerine


Faiz Cebiroğlu’nun röportajı




Mihrac Ural



mircihan@gmail.com

1. Sayın Mihrac Ural, 22 Temmuz 2007’de Türkiye’de genel seçimler yapılıyor. Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi (THKC) Genel Sekreteri olarak, seçimlere ilişkin tutumunuzu öğrenebilir miyiz?


Mihrac Ural:

” Türkiye tek boyutlu bir siyasal-sosyal-ekonomik-kültürel programla yönetilebilir bir ülke değildir. Bu bir yandan ülkenin çok yönlü çeşitliliğiyle ilgili olduğu kadar, siyasal sisteminin anti-demokratik kısıtlamalarıyla da ilgilidir. Bu yüzden bağımsız adaylarla mecliste ayrı varlıklarımızı ayrı taleplerimizi, ayrı renk ve düşüncemizi temsil etmeye yönelmeliyiz. Özgürlük ve demokrasiye gerçekten bağlı ve genel olduğu kadar yerel program sunma durumunda olan bağımsız adayları destekleyeceğiz. Bağımsız adayları seçerken, sayısal anlamda oy toplama kaygısıyla hareket etmeyeceğiz. Sayılar değil, siyasal tutum ve duruş bağımsız adayımızın ana karakteri olacaktır. Amacımız, en yüksek oyu tutturacak adaya yönelmek değil, orijinalitesini en kapsamlı temsil edebilecek, “ayrı varlığımızı” mecliste seslendirecek bağımsız adayı seçmektir.”

Sorularınız için sizlere teşekkür ediyorum, bu sorunun cevabını çok kısa vermek mümkündür ve bunu size yukarda altı çizili satırlarla yapmaya çalıştım. Ancak cevabımın gerekçesini bir ölçüye kadar aktarmak isterim. Her kararın bir gerekçesi olduğu gibi.

Seçimlerde tutum, oy kullanacak insanların halkların ve ulusların olduğu kadar, her siyasal yapılanmanın tarihsel kaderinde önemli bir aşama olduğu kanaatindeyim. Zira seçimler, önceki tüm siyasal çabaların, amaçların, umutların, karalı-karasız dengelerin, yönelimlerin çağrıların, bir biçimde halkın sınavından geçme gerçeğiyle, karşı karşıya kalması demektir.

Önemle işaret etmeliyim ki, her ne türden yönetim altında olursak olalım, tarihin en kötü seçim siteminde de olsa, her seçim, belli bir oranda siyasi yapılanmaların bir sınavıdır denilebilir. En sistem dışı siyasi yapıların, uzun illegal koşullara, farklı araçlarla mücadelesini yürütüyor olmasına rağmen, sonuçta halkın oyunu talep ederek, siyasal erke uzanmada meşru olma istemi, bunun en açık belirtisidir. Bu yüzden seçimlerde tutum, bir kez daha, rekor denemesi için olimpiyatlara katılmak gibidir. Halk nezdinde meşru olmanın, bulunabilmiş en önemli yollarının başında seçimler gelir. Seçimlerden çıkacak en olumsuz sonuç bile, taşıdığı dersler itibariyle her siyasal yapılanmanın en büyük kazançları arasında sayılmalıdır derim. Bu zaman zaman popülizmi kışkırtan eğilimlere önemli dinamikler katıyor olsa da.

Biz, Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi (THKC) olarak, halkımızdan seçim sonuçları itibariyle alacağımız sinyalleri, kazancımız olarak görmeye devam edeceğiz.

Örgütümüz, tarihi boyunca, bu yüzden, tüm seçimlerde açık, net bir siyasal duruş sergileyip, hedef kitlesi olan halklarımızın özgürlük ve demokrasi mücadelesi yönündeki doğrularıyla tutarlı ve kararlı tutumlar sergilemiştir. Bu gün aynı eğilimi, daha bir güçlüce duyumsuyor ve halkımızın vereceği karardan nasibimize düşeni almayı düşünüyoruz. Sonuç ne olursa olsun, bunu doğru algılayıp kendimizi yeniden var etme anlamına gelecek kadar derin bir ders olması için, çalışmayı planlıyoruz.

Bu sorumluluk altında, uzun yılların birikim ve gözlemleriyle oluşan doğrularımızın seçim alanında halkımıza iletilmesine, sayısal anlamda oy için değil, nitelik anlamında bir siyasal duruş ve halkın kendi gerçekçi taleplerine sarılışı için, önermelerimizi paylaşmaya yöneleceğiz.

Bu çalışmalarımızın en çarpıcı özelliği, ülkemizin yapısallığı dolaysıyla, önceki on yıllardan farklı olarak, seçimlere tek boyutlu bir programla katılmaktan ya da halklarımıza tek boyutlu program dayatan belli partilerden adayların desteklenmesinin artık zaman aşımına uğradığı gerçeğinin bilince çıkartılması olmuştur. Bu gün, değişen dünyamızın, bölge ve ülkemizin verileri, tek boyutlu çözüm programlarının halklarımızın ihtiyaçlarını, taleplerini ve dünyayla ilişkilerini düzenlemekte yetersiz olduğunu göstermektedir.

Türkiye artık tek boyutlu siyasal-ekonomik-sosyal-kültürel programlarla, yönetilebilir bir ülke değildir diyoruz. Ülkemizi dış politika yönetir gibi, yönetmeye kalkışmak, gerekli birçok unsuru ihmal etmeyi, halklarımızın bir kesimini diğerine karşı imtiyazlı konuma geçirme gibi kabul edilemez bir dengesizliği, baştan kabullenmek demektir. Dış politikalar bile artık tek boyutlu bir programla yürütülmediği çağımızda, iç politikanın çeşitliliği mutlak önemdedir.

Bu önermeyi şöyle kavramak gerek. Merkezi sultalar, lider diktatörlükleri, tek merkezli yönetsel yapılanmaların hükümranlığı altında bulunan ve seçim sistemlerinin anti demokratik yapısıyla daha da olumsuzlaşan partiler ülkemiz siyasi kaderinde rol oynuyor. Bu partiler, ülkemiz gibi geniş bir renk, ayrı varlık, etnik, dini, kimlik farklılıkları taşıyan özelliklerini, çorba gibi bir potaya karıştırarak, tek boyutlu siyasi bir programlara sorunlarına çözüm aramaktadırlar. Tek devlet, tek bayrak, tek din, tek kültür söylemlerindeki gibi, etnik, bölgesel, kültürel, inançsal farklılıklarımızı yadsıyarak, öteleyerek, “Türkiye genelini kapsayan” adı altında tek bir programla sorunlarımıza çözüm bulacağı sanısındalar. Bu da devletçi ekonomide olduğu gibi özel ve özgün hiçbir varlığa önem vermeden, verimsiz, güvensiz, gelişmeye kapalı önermeler olmanın ötesine geçememektedir. Geneli kapsama adı altında ülkenin bir bölgesi diğerinin aleyhine, ülkemizin kimi etnik toplulukları diğerinin aleyhine, inançları, kültürleri diğerlerinin aleyhine kayırılıp geliştirilmektedir. Böylece genel geçerlilik adına haksızlıklar, adaletsizlikler ülkemizin kaderi gibi gelip dayanmaktadır. Bu nedenle tek boyutlu genel geçerli bir program önerisi artık, halklarımızı aldatmaya yetmeyecek kadar yüzü açığa çıkmış bir haksızlık ifadesi haline gelmiştir, diyoruz.

Bu programların en gelişmişi, her soruna çözüm bulduğu iddiasında olanı bile, tek boyutlu olması nedeniyle gerçekleşme şansı olamaz. Bu programlar, belli alanları, belli işletme topluluklarını, belli kültür ve belli dini, mezhebi dokuları, ister istemez kayırma, öne çıkartma, onların yoğunluklu sorunlarını çözme durumuna yönelecektir. Bu tek boyutluluk, bölgesini, ekonomisini, kültürünü, etnik, dini ve mezhepsel eğilimlerini temsil etmek üzere meclise gönderilen temsilciyi de, farklı yönde soğurmaya, peşine sürüklemeye başlar. Böylece meclis tarafsızlığını, gerçek temsil etkinliklerini kaybeder. Tüm Türkiye’nin milletvekili adı altında Hakkari’nden seçilen, İstanbul’un hizmetine koşulmuş olur, siyahların seçtiği, beyazların, sarıların hizmetine koşulur. Bu konumlanış, bilinçli yapılan bir yanlış olmasa da, yapısal olarak böylesi bir yanlışa düşmemek mümkün olmaz hale gelmiştir, durum budur. Bir toplu sürükleniş, yanlış yapılanmadan kaynaklanan, yanlış oluşum ve bu oluşum içinde sayısal bir unsur olmaktan kaynaklanan işlevsizlik, bir sistem haline dönüşmüştür. Bu yapılanmaya muhalif olma girişimleri, demokratik ve özgürlük arayışları ise derhal bastırılır. En ehveni şerri, ya parti diktatörlük mekanizmalarının çarkı altında ezilmek ya da gelecek seçimlerdeki şansını kaybetmek, ya da ardı arkası gelmeyen davalarla mahkemelerde siyasal nedenlerle yargılanmaya mahkum olur.

Ülkemizin birlik ve beraberliğinin, barışçıl bir yaşam düzleminde, adil bir tarzda yönetilmesi amacını tek boyutlu bir program sağlayamaz. Tek boyutluluk ülkemizin gerçeği bile değildir. Bu gün için ise ülkemizin güç yitirmesi, kaosu, bölücülüğün temel dinamiği olarak karşımızdaki yerini alır. Yükselen ulusalcı dalganın, ırkçı bir ilkellikle bezenmiş milliyetçiliklerin ve bunların soğurduğu sözde sosyal demokratların ülkemizin mozaik yapısına önerdiği tek çözüm, merkezi yapısının dayatmasıyla şekillenmiş, tek boyutlu bir siyasal programdan ibarettir.


Tek boyutlu program, dünyanın en yeterli programı olsa da, tüm sorunlara en gerçekçi çözümü bulmuş olan bir program da olsa, eğer ülkemizin etnik yapısını, mozaik dokusunu, inanç tablosunu, kültürel tablosunu açık ve ikircimsizce ele almamış ise, o program tek ulusa, tek boyutta hitap ediyor demektir. Çok uluslu bir ülkede tek ulusa göre dizayn edilmiş bir program, asla demokratik değildir. Dünyanın en demokrat insanlarının etrafında toplandığı bir program olsa da tek boyutlu program demokrat bir program olamaz. Ülkemiz açısından, çok uluslu mozaik yapısıyla belirlenmiş dokusun göz önüne alan bir demokratik bir sistemin oluşturulması, Özgürlük ve demokrasi programlarının ikamesi için zorunludur da. Ayrıca özgür ve demokratik bir sistemin yerli yerine oturmasına dek, yapılacak çok şey vardır. Bunların başında da, özgürlük ve demokrasi, çok boyutlu programlarla gerici dalgaları kırmak, gerici iktidarları ve ant-demokratik sistemlerinin baskıcı etkinliklerini zayıflatmak gibi halkımızın tıkalı siyasal yönelimlerini açma çabaları gelir.

Tekrar ediyorum ki, tek ulusa dizayn edilmiş hiçbir program ülkemizin geçeklerine cevap olamaz. Bu yüzden tek boyutlu partiler ve programları, artık ülkemizin yüksek çıkarlarını toplumsal barış ve adil yönelim ihtiyaçlarını temsil edemez. Ülkemiz, böylesi dar yaklaşım elbiselere sığmayacak kadar büyük ve çeşitlilik arz eden bir yapıya sahiptir.

Bu yüzden çok programlı, çok alternatifli, merkezi olmayan, bölgesel, tamamıyla yerel olan ve olduğu yeri orijinalitesini koruyarak temsil eden, ona göre de programını oluşturan yönelimleri tercih etmek, önümüzdeki sürecin halklarımız ve ülkemiz yararına olan temel tercihi olacaktır diyoruz. Bağımsız adayların desteklenmesi talebimiz, bu gerçeklerin verilerince şekillenmektedir. Ancak bu da, her adayın dünü ve bu günüyle, önermeleri ve yapabilecekleriyle sıkı bir tarzda belirlenmesine bağlı olacaktır.

Bu yaklaşımımız, ülke gerçeklerinin, özellikle de son çeyrek asır içinde aldığı çok yönlü yönelimlerin, dünyadaki gelişme ve değişimlerin sonucu oluşan yapısından kaynaklanmaktadır. Özellikle bu belirlemeyi bu seçim arifesinde, bu tarzda yapmak, olayların ruhu ve biçimini, ortaya bir varlık oluşturabilir düzeyde kavramak demektir.

Ülkemizin çok renkliliği sıradan bir söz değildir. Bu hep tekrar edilir, ama derinliği kavranmaz. Zira tüm ülkeler çok renklidir ama ülkemizin bununla kastedilen yapısının verileri çok farklıdır. Bunu bilince çıkartmak gerekir ki, seçimlerde özellikle bu seçimlerde yapmakta olduğumuz önerme anlam kazanabilsin.

Mesela, yıllardır ülkemizde ciddi bir kimlik bunalımı var diyoruz. İstatistik araştırmalarda yüzdeler veriliyor, kimileri kendini Müslüman olarak tanımlıyor, kimisi ise Kürt, Arap, Ermeni, Arnavut, Laz vb olarak tanımlıyor, önemli bir kısmı Türk diyor. Bir kimlik bunalımı var. Ve biz bu nesnel gerçeği on yıllardır, kesintisizce vurguluyoruz. Bunun nedenlerini de değişik yazılarımızda anlattık durduk. Türk etnik topluluğu, tarihsel modern uluslaşma sürecine geç girmiştir. Osmanlı bu süreci sürekli dışlamıştır. Anadolu’nun fethinden bu yana, kendilerini bile, kendi etnik kimlikleriyle tanımlamamışlardır. Türk etnik tanımlamasına hakir ve aşağılık bir gözle yaklaşmışlardır. Feodal sistemden çıkma yönünde, çağdaşlarının çabalarından örnek alarak dahi bir girişime başvurmamış, üretmek yerine talanla yaşamayı temel almışlardır. Sür git talan ve fetih siyasetleriyle reayasına dahi kararlı bir yerleşim süreci oluşturamamışlardır (başkenti bile sürekli değişen bir imparatorluk, Bursa’dan Edirne’ye, İstanbul’dan Ankara’ya). Anadolu’da kendilerinden önce, egemen olarak yaşayan uygar milliyetlerin, yaşama açtıkları ve vatan edindikleri topraklara, bir kısrak başı gibi, Orta Asya’dan gelip, uzanarak el koyup talan etmekle yetinmiş, bir yeni uygarlık kapısı aralamadan, yeni gasp ve talanlar için asker toplamaktan başka bir şey yapmamışlardır. Göçebe bir toplum olma karakterini aşmak için İslam’ın sunduğu yerleşiklik perspektifinden yararlanmamış ve sonuçları itibariyle, kendi etnik topluluklarının uluslaşma sürecinin gelişmesine hiçbir katkı yapmamışlardır.

Uluslaşma ancak, 19.yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında algılanıp, Atatürk gibi bir liderin ve kadrolarının özgün çabalarıyla, Cumhuriyet döneminde belli bir boyut almıştır. Ama artık tarih sahnesinde başka fenomenler yer alıyordu, geç kalınmıştı ve özümsenerek ortak bir üst kimlikte birleşip tek bir ulus meydana getirebilecek diğer etnik öğeler, kendi başlarını özgürlük arayışlarıyla alıp gitmişlerdi. Bu gün ortaya çıkan zorlamalarla ortak bir üst kimlik tanımlamasının tutmaması, kabul görmemesinin tarihi arka planı budur.


Bu gün ülkemiz kimlik bunalımının derin tarihi kaynakları buraya kadar uzanır. Bunu bilmek gerek, bu gün kimlik arayışında olanların suçlanmasından önce, bu tarihi süreci, diğer modern uluslar gibi yaşamanın önünde engel olanları ve onların miras yedi akıl devamları olanları görmek gereklidir.

Osmanlı’nın aynı tarihi kesitinde, tüm Avrupa milliyetleri, ulusal süreçlerinin tamamlandığı evreleri geçiyordu. Bu süreç, Anadolu’da başarılamayınca, mozaik renkleriyle Anadolu milletleri, etnik tüm değerleriyle dimdik yaşamlarını sürdürmeyi devam ettirebildiler. Topraklarına zorla el koyanlar, onlara yeni ve üstün bir uygarlık getiremediği için, onları bir ulus içinde birleştirip özümseme durumunda olamadılar.

Anadolu milliyetleri güçlü ve uygardılar, fetihçi zorbalık karşısında zora boyun eğdiler, kırıldılar, topraklarına el kondu ama ulusal değerlerini olduğu gibi koruma ısrarından vazgeçmediler. Bu güne geldiler, onları bir üst-kimlikte birleştiren ortak payda bulamadıkları için de, kendi uluslaşma süreçlerinin gelişip, özgürleşmesi için hak talebinde bulunmaya başladılar. Kürt ulusal hareketinin tarihi kökleri tas tamam buradadır. Ülkemizin sıkıntısı da, kaosu da bu tarihi süreçte örülüdür. Bunun geçici olduğunu, kökünün dışarıda olduğunu, terörle ilgili olduğunu sananlar aynı aklın devamcıları olarak gerçekleri kavrayamayan ve sorunları derinleştirenlerdir.

Böyle olunca, insan toplulukları hangi ad altında olursa olsun, farklı talepleri için, siyasal tepkiler vermekte, farklı siyasal tercihlerde bulunarak var oluş gerekçelerindeki “ayrı varlık”larını dile getirmektedirler. Bunu sadece etnik sorunla ilgili değil, ülkemizin farklı bölgelerinin ekonomik konumları, toplumsal, kültürel konumları inanç konumları içinde tekrar etmek yanlış olmayacaktır.

Bu belli başlı saflaşmada, tek boyutlu bir programla siyasal iktidar arayışı içinde olmak, bu yüzden adil olmayan bir yaklaşımdır. Bir tarafın taleplerini, diğerleri ihmal ederek yerine getirme gibi ülkemizin sorunlarını derinleştiren çıkışsız bir önerme olarak sırıtacaktır. Bu güne kadar egemen olan iktidar çevreleri ve bunlar arasında darbeci faşist generaller de dahil, her kes farkındadır ve toplumlarımızın bu devleti bu sistemiyle daha fazla sırtında taşımasının mümkün olmadığı açığa çıkmıştır. Daha az merkezi, daha çok yerel özgürlükleri olan ve bir tür federasyona yakın bir yeniden yapılanmanın acil bir ihtiyaç olduğu görülmektedir. İşte bu ihtiyacın en somut anlamı ülkemizin tek boyutlu programlarla yönetilemeyeceğini gösteriyor. Oysa ülkede her siyasal düzenleniş, inanılmaz bir merkezileşme kaygısıyla oluşturulmuştur; Seçim sisteminden, partiler sistemine, devlet kurum ve kuruluşlarından, konseylerine kadar ama her şey bu yönde Anadolu’nun tüm dinamiklerini nefes almaz hale getirmiştir. Bu yüzden bu bataklıktan çıkışın yolu için, çok boyutlu program önerimizi ve bunun bu seçimler nedeniyle ilk adımının bağımsız adaylarla mecliste temsili için mücadele edeceğimizi belirliyoruz. Resmi olarak milletvekilleri Türkiye geneli milletvekili sıfatı taşısa da, bu seçimlerde statünün bozulması, her milletvekilinin kendine oy verenlerin temsilcisi olarak mecliste yer almasının başarılması için çalışacağız.

Ülkedeki sistem sonucu, hangi merkezi partide yer alınırsa alınsın, kimi temsil ederse etsin, kimden oy alırsa alsın, sonuçta herkes Türkleşmiş Kürt, Türkleşmiş Arap, Türkleşmiş Rum, Ermeni, Arnavut olup çıkıyor, fabrikada üretilen bir meta gibi. Bu son dönem ulusalcı çağ dışılığın yükselişinde de aynı tipler önemli roller oynuyor. Baykal gibi, çıkışsız liderler, buradan yola çıkarak ne olduğu belirsiz “bilinç milliyetçiği” ya da “Türk üst kimlikli çok etnik yapılı bir ulus” söylemine varmakta bir abes görmemektedir. Kim kazanırsa kazansın, bizdendir, bize hizmet etmekle yükümlüdür, sonucu böylece tekrar ede duran bir paradoks olarak karşımıza çıkıyor. Ve bir kez daha her seçimde halkımız, kendi tercihiyle seçtiği yanılgısını üreterek, siyasal bir tutum belirlediği kanaatine varıyor. Oysa gerçekler bunu çok uzağındadır. Seçim sonuçlarının tekrar ede duran kaoslarında bu irade, ciddi roller oynuyor. Seçilmişler, atanmışlar gibi, belli bir gerçeği temsil etmekten uzak kalarak seçmenine yabancılaşıyor. Meclisin milletvekili dokusunda ortaya çıkan sıkıntılar, tek renklilik, lider sultasının beslenmesi buralardan üreyip gidiyor. Buna bir son vermenin zamanı, en azından son vermek için ilk adımların atılma zamanı gelmiştir diyoruz.

Tek boyutluluk ülkemizin en büyük handikabıdır. Çeşitlilik, farklılık ayrı varlık olmanın istençleriyle ilgililik, ülkemizin en büyük gücü ve sorunlarının aşılması için gerekli olan kavrayıştır diyoruz. Bu yüzden, “ayrı varlığımızı mecliste temsil etmeliyiz” şiarını vurguluyor, özgün tüm sorunları bir sis perdesiyle örtmekten başka bir işlevi kalmamış genelci partilere karşı, özgün ve özgür, demokrat, seçmenini tüm renkleri ve farklılıklarıyla temsile muktedir, bağımsız adayları destekleyeceğimizi ilan ediyorum.

2.Türkiye seçimlere gene son derece anti-demokratik bir baraj sistemiyle giriyor; %10’luk gibi. Böylesi bir seçim barajı ile bizler, Türk, Kürt, Arap ve diğer Anadolu sosyalistleri, barajı aşma şansımız yok gibi. Böylesi bir durumda ne yapılabilir?

M. Ural:
Anadolu’nun kadim yerli ve uygar uluslarının uyanışı, Türkiye halklarının bilincini tazelemede önemli bir manivela rolü oynamaktadır. Bu seçimlerde %10 barajını aşacak yol ve yöntemlerini geliştirmiş, bağımsız aday girişimiyle, kapatılmak istenen düşünce özgürlüğünü meclise götürecek bir kapı aralama dirayeti göstermiştir. Bağımsız adaylar, yeterlilikleri ölçüsünde bir siyasal duruş olarak, alacakları oyların sayısal değerleriyle değil, temsil ettikleri seçmen değerleriyle bu ilkel engelleri aşacaktır.

Bu seçim süreciyle birlikte, Anadolu’nun zengin dinamikleri, bu dayatmalara daha uzun süre seyirci kalamaz. Kapatılan tüm özgürlük ve demokrasi yolları, dev bir güçle aşaması zor olmayacaktır. Bu ilkeller, güç uygarlıklarıdır, Anadolu halkları ise uygarlık gücüdür. Anadolu ulusları, insanlığa ışık saçan uygarlıkların yaratıcıları, uygarlık gücü olarak yeniden diriliş, yeniden doğuşun sancılarıyla bu seçime girecekler. Alacakları sonuç ne olursa olsun, artık ülkemize reva görülen bu statülerin devam etmeyeceğini gösteren bir işaret olacaktır.


Türkiye geneli için dayatılan %10 barajının faşizan bir baraj olduğunu bu ülkenin faşistleri bile itiraf etmektedir, Başbakan da değişik vesilelerle dile getirmiştir. Böylesi akıl almaz şaklabanlıkların tek amacı, ülkemizi tek boyutlu hale getirmektir. Tekrar ediyorum, ülkemizin dokusuna bu çirkin elbise çok dardır. Bölücülük diyorlar işte bölücülüğün en aymaz ve pervasız cinsi budur. Bu aymazlık laboratuar işidir, sunidir. Uzun süre halklarımız boğazını sıkma takatine de sahip değildir, elleri boğazımızda ama gevşediğini kendileri de hissediyorlar. Bu seçimler bu çözülüşün önemli bir adımı olacaktır.

%10 barajına gelince, bu oran aşılması imkansız değildir. Özgürlük olsun, demokrasi kural ve kurumlarıyla ikame edilsin bakalım onlar %10 barajını aşabilirler mi. Bunu anlamak için uzağa gitmeye gerek yoktur, dönüp 2003 seçim sonuçlarında kimler kendi bölgelerinde ne oranda oy aldılar onlara baksınlar. Her yörenin gerçek temsilcileri %50’yi aşkın oyu kendi renklerinde, kendi alanında, gerçek seçmeninden alabilmiş, %10 değil %50’leri aşmıştır. Seçim barajı konmuş ama, bununla yetinilmemiş, seçim sistemi bir o kadar anti-demokratik, parti sistemi inanılmaz teklik zihniyetiyle oluşturulmuş, bunlar gibi sayılabilecek temel kurum ve kural hatası binleri aşar. Sistem, tarihsel korkuların, kaygıların, hırsız fenerinin silik ışıklarıyla sirkatini korumak adına, tek millet, tek bayrak, tek din, tek mezhep, tek program diyerek konsantre edilmeye çalışılmış ama sonuçta, yoğunluğunu kaybetmiş, kütlesiz bir madde haline dönüşmüştür.Bunun bilinç altında kuruluş korkuları yatıyor.

Ancak bilinmeli ki, korkuların kurumlaştırdığı hiçbir şey kalıcı olamaz. Ülkemizin kaderine el koymuş olanların, şu son haftalar içinde için düştükleri vuruşmalar, muhtıra vermekten, tehditte kadar uzanan dalaşlarıyla belirginleşen iktidar kavgaları gerçek bir cuntalar savaşın haline geldiği gözlemlenmiştir.

Cuntalar savaşı, ülkemizde devlet ve tüm siyasal sistemin temel yapısını tanımlar. Hükmet olsanız da, iktidar olamamak bunun adıdır. Zira hükümet cuntası gibi karşısında, Milli Güvenlik konseyi, Silahlı Kuvvetler, Yüksek Yargı Kurumu vb. cuntalar mevcuttur ki, ülkemizde iktidar olup yönetmek, bu cuntalar arası güç dengelerinin ve ittifaklarının sonucu mümkündür. Dengeler bozulunca, nelerin yaşanacağını, birkaç hafta önce tüm çirkefliğiyle tanık olduğumuz olaylar belirmeye başlar. Bu olaylar ki, adaleti ve kararlarını şüpheli hale getiren kirliliğe götürür. Gece yarılarına sığınarak karanlık prensleri, muhtıra vermekte pervasızca davranarak, bu ülkede atanmışların, seçilmişleri dize getirebilecekleri ilan etmekten çekinilmez. Anayasa Mahkemesi dahi, adalet duygularımızı rencide edecek haksız kararlar almakta bir beis görmez. İşte bu çirkin arbedede, bu devlet altında birlikte yaşama duygusu ayaklar altına alınırken, 1 Mayıs gösterileri gelip dayatınca, iktidar için dalaşan cuntaların nasıl bir yoğun kitle haline gelerek, demokratik bir mitingi, yürüyüşü kanlı şekilde bastırdıklarına tanık oluyoruz.

Özgürlükleri, demokratik hak ve talepleri, bu acımasız ve insanlık dışı yöntemlerle çiğnemek üzere aralarındaki sorunları ötelemeleri, ülkemizde demokrasinde yana bu statüyle bir yere gidilemeyeceğine, çok önemli bir veri olarak belirmiştir. Bu yanıyla, %10 barajı anti-demokratik bir sistemin son makyajıdır. Bu silah artık paslanmıştır. Anadolu’nun kadim yerli ve uygar uluslarının uyanışı, Türkiye halklarının bilincini tazelemede önemli bir manivela rolü oynamaktadır. Bu seçimlerde %10 barajını aşacak yol ve yöntemlerini geliştirmiş, bağımsız aday girişimiyle, kapatılmak istenen düşünce özgürlüğünü meclise götürecek bir kapı aralama dirayeti göstermiştir. Bağımsız adaylar, yeterlilikleri ölçüsünde bir siyasal duruş olarak, alacakları oyların sayısal değerleriyle değil, temsil ettikleri seçmen değerleriyle bu ilkel engelleri aşacaktır.

Bu seçim süreciyle birlikte, Anadolu’nun zengin dinamikleri, bu dayatmalara daha uzun süre seyirci kalamaz. Kapatılan tüm özgürlük ve demokrasi yolları, dev bir güçle aşaması zor olmayacaktır. Bu ilkeller, güç uygarlıklarıdır, Anadolu halkları ise uygarlık gücüdür. Anadolu ulusları, insanlığa ışık saçan uygarlıkların yaratıcıları, uygarlık gücü olarak yeniden diriliş, yeniden doğuşun sancılarıyla bu seçime girecekler. Alacakları sonuç ne olursa olsun, artık ülkemize reva görülen bu statülerin devam etmeyeceğini gösteren bir işaret olacaktır.

Bu seçimlerin galibi bu yanıla şimdiden bellidir. Arap imparatoriçesi Zennubiya 1800 yıl önce, MS 270’li yıllarda, Roma imparatorluğu tarafından esir alındığında, dik başıyla, sarsılmaz irade ve kararlılığıyla, topraklarını işgal eden mütecavizlere karşı şöyle haykırmıştı “güç uygarlıkları, uygarlık gücü karşısında er yada geç, mağlup olacaktır”. İmparatoriçemin üstüne söz söylemeye cüretim yetmez.










3.

Sayın Mihrac Ural Antakya’lı olduğunuzu biliyorum, temsil ettiğiniz çevrelerde de lider olarak görülüyorsunuz. Hatay davasıyla Arap etnik topluluğunun kimlik haklarıyla da ilgilisiniz. Bu anlamda ve seçim bağlamında Hataylılara nasıl bir mesaj iletmek istersiniz?



M. Ural

Onlar yalnızca, “ağlayan çocuğa meme verilir” sanıyorlar, ağlamamızı ya da başkaları gibi derin acılar, ölümler tatmamızı istiyorlar. Ölüm tacirleri, varlığımızın tanınması için ölümümüzü bedel olarak koymuşlar. Bu bir amansız denklemdir, yamandır zalimdir haksızdır. Mantıkları budur, yanılgıları da güçsüzlükleri de buradadır.

Kürt ulusal hareketinin 70’lı yıllardaki durumunu göz önüne getirin, “Kürt, dağda yürürken kart kurt sesi çıkartan Türklerin adıydı”. Ama sonra ne oldu, devlet 30 000 masum insanı katletti ve sonuçta Kürt yok olmadı, tersine realitesi keşfedildi.

Bizden de bu isteniyor, onlara bunun olanağını vermeyeceğiz, halkımın bu acıları çekerek tanınmasını talep etmiyorum. Söyledim beyaz kefenimi giyip şehrimin sokaklarında halkımın kimlik hakkını isteyeceğim diye. Zira ben Türkleri, Kürtleri ve tüm Anadolu ulusal varlıklarını seviyorum. Biz Araplar Türkiye’de düşman değil, dost arıyoruz. Onlara duyduğum saygıyı, halkıma göstermelerini istemekten, onların elindeki hakları halkıma tanımalarından başka bir şey istemiyorum. Bölücülüğe karşı olduğum kadar, halkımın kimlik haklarını gasp edenlere karşı kararlıca mücadelede ısrar edeceğimi ilan ediyorum.


Evet Antakyalıyım ve Arap etnik kökenliyim. Her Antakyalı gibi, tarihi bir mirasın bilincinde olarak, Antakyalı olmanın sorumluluğuyla siyasal mücadelemi yürütme kararlılığı içindeyim. Çok kadim bir Alevi şeyhleri ailesine mensubum. Kültürel bilinç altım, doğduğum coğrafyanın tarihsel bilincini miras edinmiştir. Bu Antakya topraklarında, kuruluş öncesi ve sonrası tüm uygarlık duraklarını içeren bir koleksiyonu içerir. İnsanlığa ilk Alfabeyi öğreten Finikelilerden, Roma ve Bizans’a, Arap İslam uygarlığına kadar, arada geçen tüm odakların bilgi birikimleri, benim ulaşmaya çalıştığım ve yansıtabildiğim kadarıyla, kişiliğimin şekillenişinde temel bir veri olarak belirmiştir. Bu, inanç babında da aynı evrimi ve birikimi içerir. İlk kültlerden, çok tanrılılığa, Hıristiyanlıktan İslam’a kadar bir birinin devamı olan inanç kültlerinin vardığı bu günde, 1400 yıllık kararlı ve yoğunluklu duruşuyla, geçmişin tüm dini değerlerini içselleştirmiş, aklı ve akılın eleştirel birikimlerini yaşamın düzenlenişinde temel veri olarak gören Arap alevi mezhebinin, insanlık erdemlerini yücelten tüm değerlerinin mirasını taşıma çabasındayım.

Şehrimin mozaik dokusu, benim insan ilişkilerimde temel aldığım bir yaşam boyotudur. Doğrularımın oluşma aşamaları her boyutuyla bu süzgeçten geçmiştir. Bu nedenle, siyasal mücadelem, ne sınıfsal nedenlerimle nede çevre ve inanç saiklerimle oluşmamıştır. Doğrularımı şekillendiren öncelikle insandır, insani erdem ve değerlerdir. Bunun içinde önemli oranda tarih, uygarlıklar, etnik yapılar, semavi dinler ve bu topraklarda iz bırakan tüm kültürler bulunuyor. Bu nedenle etnik olarak Arap olmama karşı hiçbir zaman “Arapçı” olmadım olmamaya da kararlıyım. Bunun kefaretini, sürgünlerimde ağırca da ödedim, ama duruşumu hiçbir eğri tutum etkileyemedi.

Milliyetçilik tüm toplumların handikabıdır dedim. Bu handikaba etnik topluluğumun düşmemesi için tüm gücümle çalıştım. Benimle birlikte doğruları kesişen tüm arkadaşlarım da, milliyetçi bataklıktan korunmak için elden gelen çabayı vermektedir.

Liderliğime gelince. Liderlik, hak ettiğim bir sıfat olduğu kanısında değilim. 30 yıllık özgürlük ve demokrasi mücadelemde, çekmediğim eziyet kalmadı. Siyasal tutuklu olarak, sürgün sürgün 12 zindan yatırdılar, Sağmalcılardan Selimiye kışlasına, Isparta’dan Denizliye, Bolvadin’den Konya’ya, Adıyaman’dan Adana’ya. Yurt dışına sürgünüm acıların en büyüğü idi. 27 yıldır bunu çekiyorum. Suçum, zaman aşımına uğramış düşünce suçundan başka bir şey değildir. Ülkeme dönmek, Gandi gibi sokaklarında özgürlük ve demokrasi mücadelemi beyaz kefenimi giyerek, şehrimin sokaklarında kararlı bir direnişçi olarak vermek istiyorum. Bun lider olmak değil, bu haklı davanın bir neferi olmak istiyorum. Bir merdiven basamağı olarak, genç liderlerin yetişmesine omuz vermek istiyorum.

Çağrıma gelince, Adı dahi anılmayan insanlar diyorum, Arap olmanız bir yana, insan olmanız bile tartışılır durumda olan hemşerilerim diyorum, Bu gün bilincinize dahi çıkmamış olan etnik bir topluluk olmanızın, kolektif kimlik değerlerinizin faturasını, ağır bir tarzda çekmektesiniz. Bunu algılamanız için, Milli Güvenlik Kurumunun hiçbir ile yapmadığı, özel olarak Hataylıların mal mülk dolaşımlarının takibe alınması kararını hatırlamanızı isteyeceğim. Gurbet ellerde, onur zedelenmeleriyle kazandığınız üç beş kuruşun, şüpheli hale getirilmesi ve takip edilmek istenmesinin, derin nedenlerini kavramanızı istiyorum.

Bu tek boyutlu sistem sizi, “ayrı varlık” olarak algılıyor ve öyle davranıyor. Çünkü biliyor ki, liva İskenderun diye tarihi bir dava vardır ve bu dava bitmemiştir; uluslar arası veriler, bu davanın mutlaka bir gün gelip dünya kamu oyu nezdinde tartışılarak karalı bir dengeye oturtulması gerekecektir. Çünkü biliyor ki, bu toprakların ana dili vardır ve bu yasaklanmıştır. Tarihin tanık olduğu, dev uluslardan biri olan Arap ulusunun insanlığa İslam medeniyetiyle yaptığı katkının, coğrafi olduğu kadar kültürel katkısının ayrılmaz bir parçasısınız. Bundan doğan haklarınız var, bu ülkenin birimizin değil, hepimizin olduğu gerçeğinin bir paydası olarak, adil olan haklarınızı elde etme talebinizin meşruiyeti var.

Oysa siz, bir ölü sessizliğindesiniz. Bunu anlamak güç değil, kırılmışsınız, iradeniz dışında ilhak edilmişsiniz, ama varsınız ve kolektif kimlik haklarınızı bir siyasal programda dile getirmemiş olsanız da, her anınızda, sevinç ve kederinizde, alışverişinizde, evinizde bu hakkı ifa ederek ulusal değerlerinizi savunma kararlılığınızı, direnişinizi göstermektesiniz. Ve bu yüzden sizden sessizce korkuyor ve sinsice sizi kuşatmak ve daha da boğup yok etmek istiyorlar. Çevrelerindeki örneklere bakıp, uyanmadan sizi haklamak istiyorlar. Ne yazık ki, siz de, çevrenizi saran bu ölümcül tehlikenin hiç farkında olmadan tepkisiz bir yaşam sürdürüyorsunuz. Buna rağmen sizi tehlike olarak görmekteler, önlem üstüne önlem almaktalar.

Kendisine saygısı olanlar buna daha fazla dayanmayacaktır. Var oluşunuzun tartışma götürmez değerleri, tüm diriliğiyle ayakta kaldıkça, siz kendi mezarınıza sesiz sitemsiz teslim olarak girseniz de, gelecek kuşaklar bu uyanışı mutlaka gerçekleştirecektir. Bu satırların yazarı bu uyanış için ödediği bedellere, yeni bedeller ödeme pahasına omuz verecektir.

2300 yıllık tarihi Antakya, İskenderun adları, ne olduğu belirsiz bir Hatay adıyla değiştirilip, hafızadan şehir ismini silmekle işe başladılar. O gün bu gündür, göçlerle, depremzedelerin yerleştirilmesiyle, Afganlı göçmenlerin oturtulmasıyla, demografisi ısrarlı ve istikrarlı bir şekilde bozulmaya çalışılan bu tarihi şehirde, Arap halkı yok gibidir. Hatay davası ve bu davanın temel unsuru Arap halkı ve kimlik sorunu uydurma gibidir. Zorlama, dayatma, aydın hezeyanı olarak beliriyor gibidir. Oysa gerçekler çok farklı gelişiyor. Arap halkı, ilhak edilmiş liva İskenderun davasının gerçek verileri olarak, kolektif kimliklerinin arayış ısrarında bu seçimlerle bir adım daha ileri gitme hazırlığı yapıyor. Kendi orijinalitesiyle varlığının ifade edilmesi için, tercihlerinde özgür tutumlar almaya yöneliyor. Tarihsel ve coğrafyasal dev bağlarıyla bir halkın inkarı, ülkemizin bilinen aklı düzeneklerine yabancı değildir. Derin devlette değil, ondan çok daha su yüzünde olan devlette bu inkarın temel temsilciliğini yaparak, kahredici bir yadsımaya yöneliyor. Ama güneş balçıkla sıvanmıyor.

Bu egemen güçlerin inkarcı yaklaşımı, bu cuntaların ilkel akıl yaklaşımı, bu tek boyutçu akıl yetmezliğiyle malul güruhlar, kıymeti kendinden menkul yanılgılarını, bir gerçekmiş gibi, halkımıza dayatma uğraşısındadırlar.

Bu yanılgı çağdışı milliyetçi yaklaşımların, farklılıklara karşı tarihsel davranışlarında dile gelen tutumlarla kesintisiz devam ediyor. Onlar yalnızca, “ağlayan çocuğa meme verilir” sanıyorlar, ağlamamızı ya da başkaları gibi derin acılar, ölümler tatmamızı istiyorlar. Ölüm tacirleri, varlığımızın tanınması için ölümümüzü bedel olarak koymuşlar. Bu bir amansız denklemdir, yamandır zalimdir haksızdır. Mantıkları budur, yanılgıları da güçsüzlükleri de buradadır.

Kürt ulusal hareketinin 70’lı yıllardaki durumunu göz önüne getirin, “Kürt, dağda yürürken kart kurt sesi çıkartan Türklerin adıydı”. Ama sonra ne oldu, devlet 30 000 masum insanı katletti ve sonuçta Kürt yok olmadı, tersine realitesi keşfedildi.

Bizden de bu isteniyor, onlara bunun olanağını vermeyeceğiz, halkımın bu acıları çekerek tanınmasını talep etmiyorum. Söyledim beyaz kefenimi giyip şehrimin sokaklarında halkımın kimlik hakkını isteyeceğim diye. Zira ben Türkleri, Kürtleri ve tüm Anadolu ulusal varlıklarını seviyorum. Biz Araplar Türkiye’de düşman değil, dost arıyoruz. Onlara duyduğum saygıyı, halkıma göstermelerini istemekten, onların elindeki hakları halkıma tanımalarından başka bir şey istemiyorum. Bölücülüğe karşı olduğum kadar, halkımın kimlik haklarını gasp edenlere karşı kararlıca mücadelede ısrar edeceğimi ilan ediyorum.

Bu çağrımda Arap halkının yurtsever evlatları, özgür insanları, demokratları aydınları, sizi sinsizce kuşatan ve boğmaya çalışarak inkar edenlere karşı, bu kez ayrı varlığınızı meclise taşıyarak var olduğunuzu anlatmaya çalışınız diyorum. Sizi gerçekten tüm değerlerinizle temsil etmeye muktedir, geçmişiyle bu günüyle, yazdıklarıyla, önerdikleriyle temsil edecek bağımsız adayları meclise ulaştırmak için oyunuzu kullanın. Bu güne kadar peşinden sürüklendiğiniz, genelleştirici, merkezi, tek boyut dayatmacısı partilerin, sizi temsil etmekten çok uzak olduğu gerçeğini bilerek oyunuzu bağımsız temsilcilerinize kullanın diyorum.

Doğrularınızın arkasında ne pahasına olarak durup, haklarınızı ve hukukunuzu almaya çalışınız. Başkasının gölgesinde var olarak yaşamak hiçbir zaman onurlu bir davranış olmamıştır. Kendiniz olun, kendi tarihsel ve yerel, ulusal ve sosyal, inançsal ve kültürel orijinalitenizle kimliğinizi taşıyın. Sayısal değerlere değil, haklı davanızın gerçekçi tutumlarına ait siyasal duruşları sergileyin. Doğrularınızı pazarlık konusu yapmayınız, onların arkasında durunuz. Çünkü gücünüz oradadır. Bunu başardığınız an, sizi sayı yerine bile koymayanlar, size saygı duyarak, sizi tanıyarak, nitelikçe, hak ettiğiniz yeri teslim etme durumunda olacaktır.

Binlerce yıllık şehirli olmanın ayrıcalığıyla kimliğinize sahip çıkın, zoru değil barışı, birliği ve adaleti seçiniz. “ayrı varlık” gerçeğinizin temsilcisi olacak bağımsız adaylara oyunuzu vererek, meclisi tek renge boyamak isteyenlere, karşı kendi renginizi koyarak, bu coğrafyanın bir barış, birlik, adalet , hukuk, özgürlük ve demokrasi coğrafyası olmasına katkı yapınız.

Mihrac Ural. 3 Haziran 2007




Hiç yorum yok: