Sınırları insan erdemleriyle belirlenmiş, ne sınıfsal ne de etnik nedenlere mahkum olmamış doğrularımızla özgürlük ve demokrasi mücadelesini sürdüreceğiz...

BURADAYIZ İŞTE...

OKURLARIMIN DİKKATİNE. BLOGUMDA TEKNİK BİR ARIZA YA DA BİR SALDIRI GERÇEKLEŞMİŞTİ.. ŞİMDİ HER ŞEY YOLUNDA...EMEKLERİMİZ BURADA... SAĞLICAKLA KALINIZ...

PARALEL BİR BLOG DA DEVAM EDİYOR...

Yeni blogun adresi: http://mirural.blogspot.com/

ŞU AN İZLEMEKTE OLDUĞUNUZ BLOG ADRESİ İLE YENİ BLOG ADRESİ BİRBİRİNE ÇOK YAKINDIR. İLGİNİZE TEŞEKKÜRLER.

MİHRAC URAL

...

...

...

...

TÜRK MODERNLEŞMESİ JAKOBENİZM VE BONAPARTİZM

Yener Orkunoğlu

Türkiye'de modernleşme hareketinin tarihini ve modernleşmenin toplum üzerinde yarattığı etkileri incelemek ve aynı zamanda modernleşme konusunda liberal entelektüellerin yarattığı yanılsamaları açığa çıkarmak zorundayız.
Liberal entelektüellerin çarpıttığı bir konu var. Siyasal İslam'ın yörüngesine girmiş bir çok entelektüel, Türkiye'deki Kemalistleri Jakoben olmakla suçlarlar. Yani Jakobenizm, darbeci ve anti-demokrat olmakla özdeşleştirilir. Böylesi bir değerlendirme, Jakobenizmin çarpıtılmasıdır. Kemalizm'i, Jakobenizm olarak değerlendirmek, Jakobenizme karşı bir haksızlıktır. Çünkü Jakobenizm, Fransız Devrimi döneminde küçük burjuvazinin (baldırı çıplakların) radikal bir devrimci hareketi olarak doğdu. Fransız Devrim hareketinin sol kanadını oluşturur.
((Devamı orta sol sutunda))

..

..

Mihrac Ural

Mihrac Ural

Yeniden felsefe okumak


Cumhuriyetin Doğuya sırtını dönmesinin mahkumu idik. Alfabe kırılmasının sonucu da, okuma adına nemiz var nemiz yok, arşivlerin küfüne terk edildi. Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle zaten olmayan okumalara, sıçramalardan oluşan, dengesiz ve sonuçta eksiklikten kaynaklanan bir topallamaya düştük. Bu da, ülkemiz felsefe bilincinin derinlik ve bütünlüğünü oluşturacak zincir halkalarının kopuk olmasını getirmiştir.
Yunan felsefesi akılcılığının Aristo’yla temsil edilen sunumunu, İslami bir yorum ve ilerleyişle ele alan Farabi’de ifadesini bulan akılcılığa karşı, “ Tahafüt el Felasife” diyerek, dünya ve ahiret işinde akıla yer bırakmayan Gazali’nin, bu güne kadar süren tutuculuğundan yana saf belirlemiştir. Gazalinin, “filozoflar”ın aklın hareketinden yana dünyevi olayları yorumlayan yaklaşımlarına karşı yaptığı eleştirilere, aklın bir militanı İbni Rüşt’ün ünlü cevabı olan “Tahafüt el Tahafüt” ü tanımazlıktan gelmiştir. Böylece sağ, Yunan ve batı felsefe okumaları eksiğiyle iki ayağı topal hale gelmiştir. Dayandığı felsefi okumaların karşıtlarını da bilmemekle, sığ kalmıştır.((Devamı sol ana sutunda))

****

****

24 Nisan soykırımı hepimizi katletmişti...

Mihrac Ural

Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi –soykırımı- hepimizi katletmişti. Tam 93 yıldır sürmekte olan zorunlu sürgün ile insanlık sucunda İttihat –Terakki’nin ‘SOYKIRIM’ imzası vardır.

Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır.

Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur.

“Resmi tarih” diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.**19. yy sonlarından başlayarak, Katolik ve Gregoryan (Ortodoks) diyerek birbirlerine kırdırılan, tenkil ve sürgünlerle, mal mülklerine el konularak baskı altında tutulan Ermenilere yönelik soy kırımı, I Dünya savaşının, malum bol bahaneleri altında girişilmiştir (24 Nisan 1915).

Savaş sırasında, önce Ermeni gençlerinin Askere alınarak silahsız bırakılması ve ardından toplu tasfiyelerin yapılması, geride kalan Ermeni halkının Tenkil ve sürgünlerine geçilmesi. Bu konuda talimatların dakik bir biçimde, en yetkili resmi merciler tarafından istenip, izlenmesi. O dönemin Sadrazamı (Başbakanı) Talat Paşa’nın, başından itibaren olayları, dikkatlice takibi, emirler vermesi, istatistik tutması (iskan edecekleri yerde dahi nüfusa göre oranlarının %5 geçmeyecek düzeyde tutulmaları talimatları da dahil) ve bunun en ince ayrıntısına kadar yazılı özel notlarla tescili, Ermenilere reva görülen her şeyin, planlı bir tarzda icra edildiğini göstermeye yeterlidir (Ermeni tehciriyle ilgili Talat Paşa’nın tutanakları için bkz. Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi, 24 Nisan 2006’dan itibaren yayınlanan dizi) Bu, Ermenilere ilişkin, adına ne konulursa konulsun, yapılacak olanların önceden planlanmış eylemler olduğunu gösterir.

Bundan sonra, sonuçlara bakılarak, yapılanlara verilecek ad, tanımlamaya geçilir.*Böylesine planlı ve en ince ayrıntısına kadar takip edilmiş ve bir etnik topluluğa yönelen, sonuçta en iyimser tahminlerle, el yazması tutanaklardaki rakamlarla bir milyon (1000 000) üzerinde Ermenin ölümüne yol açan, kimi şehirlerde nüfusu yüz binlerden sıfıra indiren, çoluk çocuk on binlerce canın etnik yapısını değiştirmek için farklı etnik toplumlara dağıtan, topraklara el koyan, binalarını yıkan, her türden maddi ve canlı servetine el koyup katleden girişimlere, soy kırımından başka bir ad verilemeyeceği görülür.

Bu bir soykırımdır. (..)Osmanlıdan, cumhuriyete süre gelen bu aklın, daha uzun süre yürürlükte olma tehlikesi tüm çıplaklığıyla kendini göstermektedir. Tarihimizle cesurca yüzleşmeden bu aklı toplumsal işlevlerimizden ve geleceğe ilişkin yaşam planlarımızdan söküp atmak güç gibi duruyor.
((*)Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı –Mihrac Ural)

**
Sıranın kendisine gelmeyeceğini sananların dikkatine, bu vatanın birimize değil, hepimize ait olduğunu bir kez daha, bin kez daha yeniden birbirimize kanıtlamakla yükümlü olduğunuzu artık anlamak zorundasınız.

Bilmelisiniz ki, farklılıkları içselleştirmek, onlarla barış içinde yaşamayı fiilen gösterip, haklarını anayasal ve kurumsal güvencelerle kökleştirmek ertelenmez bir görev haline gelmiştir, bu yapılmadıkça bu vatanın hepimize ait olduğuna kimseyi inandıramazsınız.

Mümkünü, imkansız hale getirmeye devam ederseniz, sizi biz farklılar, ayrı varlıklar bile kurtaramaz. Bunun vebali, Hrant Dink’in katline yol açan akıl sistematiğinin kıyımına tek tek ve topluca maruz kalmaktır bilesiniz.
((*)Hrant Dink'in Katli ve Tarihi Gerçekler –Mihrac Ural)


Murat Altunöz’ün Beklenen Kitabı Kırılgan Zamanlar Çıktı…

2002 Ocak ayında başladığımız yolculuğumuza 7 yıldır devam ediyoruz. Karalama Dergisi, ülkenin koşullarına göre bazen inişler ve çıkışlar yaşamamıza rağmen her geçen gün dergimizle daha da büyüyoruz.

Karalama Dergisi olarak;
Şair Nevruz Uğur ve Halil İbrahim Yıldız’ın kitaplarından sonra Karalama’nın Kurucusu ve halen Editörü olan Murat Altunöz’ün Kırılgan Zamanlar adlı kitabını yayımladık.
Geçmiş zamanların, kırılmış, yalnız ve hüzünlü dizelerinde bulduk kendimizi,
Her dize de bir direniş, bir sürgün, bir ayrılık ve özlem var.
((Devamı sol alt sutünda))

...

...

Yerel Çeteleşmenin Boyutu...

Murat Altunöz /Gazeteci

Çeteleşme yıllar sonra Ergenekon operasyonuyla tekrar gündeme geldi. Eskiden bildiğimiz mafya sistemi çökmüş artık daha organize ve daha profesyonel bir hal alan almıştır.Bazı yazarlar, Emekli Polisler ve Emekli askerlerinde içinde bulunduğu yeni bir yapı ortaya çıktı.Aslında bu tür çeteleşmeler yıllardır hep ülkemizde vardır. Ama bu hafta benim bahsetmek istediğim yerel çetelerdir. malesef son yıllarda ciddi anlamda yerel çeteleşme ve Organize suçlarda bir çoğalma vardır. Zaten Hatay il Emniyet Müdürü Osman Çapalı'da bu konuya dikkat çekerek " Bireysel suçlar artık organize suçlara kaymıştır" demiştir.
((Devamı sol ana sutunda))


İNTERAKSİYON

Faiz Cebiroğlu
Her gelişim, karşılıklıdır. Her ileriye yönelik değişim, bir interaksiyondur. İnteraksiyon, karşılıklı etkileşim oluyor. İnsanlar, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek sosyal yönlerini geliştiriyorlar. Sosyal yönünü geliştiren insan, aldığı öğreti ve deneyimlerle bireysel yönünü ”işleyerek” yapılandırıyor. Yapılanma, ”özbilinç” ve ”özgüven” ile nitelik bir hal alıyor.

İnteraksiyon ya da karşılıklı etki, yaşadığımız toplumda, değişik yer ve ortamlarda farklı farklı oluyor. Dille başlayan diyaloğa; insanların bulunduğu yaşam tarzları, çalışma biçimleri ve kısacası sahip oldukları sınıfsal konumları da ekleniyor. Sosyal sınıf, gelişimde ”ana halka” oluyor. Sosyal sınıf, ileriye yönelik değişimin ”can alıcı noktasını” oluşturuyor.

(Devamı orta ana sütunda )
http://mirural.blogspot.com/

...

...

Yabancılaşmanın Dinamiği


Mihrac Ural

Yabancılaşma, insanlık ailesini birbirine yakınlaştıran, farklarını hızla öteleyen özel mülkiyeti ve olumsuz sonuçlarını bile köşeye sıkıştırma işlevi gören sonuçlarıyla, olumsuz değil çok olumlu bir role sahiptir. Tarihsel süreciyle derinleşip geliştikçe gerçekleşen yabancılaşma, insana çok daha cüretkâr olma, çok daha özgürce beyin labirentlerinde kurguladığı fantezileri yaşama ve bunu yaparken de dar anlamda aile, mahalle gibi klancı darlığın etkiler altında kalmayıp, geniş anlamda da ulusal sınırları aşıp belki başlangıcı sanal âlemin nimetleriyle, bilgi çağının iletişim olanaklarıyla bu tutku ve arzularının doruklarını zorlama şansını elde etmektedir.Yabancılaşma olmasaydı, emeğin sosyal etkilerinden bahsetmemiz mümkün olamazdı. Emek ne kadar sahibinden uzaklaşır, ne kadar sahibine belirgin olmaktan çıkarsa, o kadar evrensel ölçeklerde hizmet sunmaya başlamış demektir. Ve bir o kadar kültürel farklılıklarını hesaba katmadan ( renk, ırk, ulus, coğrafya, bölge farkı tanımadan) insan türüne ait hale gelmiş demektir.
((Devamı orta ana sol sütunda: ))
http://mirural.blogspot.com/

..

..

MİLLİ MARŞLAR

Ayşe Hür
1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı ‘Tre Trallade Jantor’dur. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkar ve ‘Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr….’diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası olayı "centilmen Türk seyircisinden jest" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi…
“Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur/Katibimin setresi uzun eteği çamur… diye başlayan ünlü türkünün bestesi 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’daki Selimiye Kışlası’nda kalan ‘eteklikli’ İskoç Alayı’na moral vermek için yazılmış ‘Donsuz askerler…’ diye başlayan bir asker şarkısıdır. II. Mahmut döneminde (1808-1826) modernleşme çabaları sırasında askerlere giydirilen setre ve pantolon mutaassıp çevreler tarafından ‘sokağa donla çıkmakla’ eşdeğer görülmüş, özellikle de ‘gavur mukallitliği’ denilen bu modernleşme hareketine çabuk uyum gösteren eli yüzü katipler halkın diline düşmüştür. Bir İstanbul külhanbeyi, bu katiplerle alay etmek için, Üsküdar yolu üzerinde olan Selimiye Kışlası’nda kalan İskoç askerleri için yazılan marşın müziğine Türkçe sözler yazar ve ünlü Katibim türküsü ortaya çıkar.
1974 Kıbrıs ‘Barış Harekatı'ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkumları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.

((devamı sol büyük sütunda))

4 Ekim 2007 Perşembe

Kırk Katır mı Kırk Satır mı?-Ayşe HÜR



Ayşe Hür



Küreselleşme, insanları hem coğrafi hem de sosyo-kültürel anlamda köksüzleştirirken, onları yeni karşıtlıkların içine soktu, dolayısıyla, bu yeni zorlukları aşmak için yeni dayanışma biçimleri aranması gerekti. Bu arayışlar, bazı hallerde sevindirici biçimde ulus-devlet aidiyetini aşan, evrensellik ya da en azından bölgesellik iddiası taşıyan Avrupa Birliği gibi oluşumları güçlendirirken, maalesef çoğu durumda yerellikten öteye geçemeyen ayrılıkçı hareketlerin güçlenmesine yol açtı. Nitekim bugün 192’si Birleşmiş Milletler’e üye, toplam 194 ulus-devlete karşılık 5000’den fazla dilsel, etnik veya ulusal grubun yaşadığı dünyamızda, kendi ulus-devletini kurmaya çalışan, konfederasyon, federasyon ya da özerklik peşinde koşan yüzlerce grup var, onlarca ülkede başkaldırılar ve iç savaşlar sürüyor. // Öte yandan, bu grupları ele alırken kullanılan millet (ulus), milli (ulusal) azınlık, halk, etnik grup, etnik çekirdek, kendi kaderini tayin etme hakkı gibi terimlerin tam olarak neyi anlattığını da henüz bilmiyoruz. Örneğin milletle halkı farklı kılan özellikler nedir? Hangi etnik gruplar halk ya da millet olarak tanınma hakkına sahiptir? Bir ulusun üyesi olduğunu iddia eden grubun sadece kendini bu şekilde tanımlaması yeterli midir? Yoksa “başkası” tarafından da mı tanınması gerekir? Peki bu “başkası” kimdir? Bu tanımalar gerçekleştikten sonra yeni bir ulus-devletin oluşması mümkün müdür? Kendi kaderini tayin hakkı sadece bir kez mi kullanılabilir? Ulusal sorunun çözümü nihai olarak sınıf meselesinin çözümüne mi bağlıdır? AB tipi uluslar üstü/ötesi oluşumlar ulusal sorunlara çözüm getirebilir mi? Bu soruların her birine cevap vermek için sayfalar dolusu yazmak gerekir. // Bunlardan en basiti ile başlayalım. Günümüzde bir devlet, üzerinde bir ulusun veya birden fazla etnik grubun yaşadığı, sınırları iyi tanımlanmış bir toprak parçasından ibaret gibi görünüyor ama Imagined Community kitabıyla tanıdığımız Benedict Anderson’un dediği gibi bir ulus, kapladığı topraktan, bu topraklarda yaşayan insanların sayısından ya da ürettigi ekonomik zenginlikten çok daha fazla bir şey. Anderson’un sözleriyle “hayal edilmiş bir topluluk olarak ulus” esas olarak yaratılış miti, seçici biçimde anımsanan ya da unutulan olaylar, kahramanlık öyküleri ve var olduğu iddia edilen değer yargılarından oluşur. Bunlar sayesinde her ulusal topluluk kendini diğerlerinden ayırmayı başarır ve böylece devletinin meşruiyetini garanti altına alır. Örneğin bir Amerikalı için bu taşıyıcı semboller, başkan Washington’un doğum gününden başlar Şürkan Günü’ne; Bağımsızlık Bildirgesi’nden Gettysburg Konuşması’na, Özgürlük Heykeli’nden Rushmore Dağı Anıtları’na uzanır. Almanlar için Niebelungen destanı kadar heyecanlandırıcı şey azdır. Şanlı Bismark dönemi kadar Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan Versailles Andlaşmasının trajik hatırası da Alman ulusal mitosunun parçasıdır. Elbette Holocaust’u hatırlamak bile istemezler. Fransızlar 1789 İhtilaline olduğu kadar Fransız diline ya da mutfağına da vurgu yaparlar. Sömürgecilik dönemini “insanlığa katkı” olarak niteleyecek kadar ileri gidişlerini de unutmayalım. // Türkler için milli semboller meselesi biraz daha karışıktır. Ama yine de Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde “yedi düvele karşı verilen” Kurtuluş Savaşı’nın kurucu mitosumuzdaki yeri tartışmasızdır. Bazen İstanbul’un Fethi ya da Çanakkale Zaferi gibi ulus-devlet öncesi olaylar da bu mitolojiye dahil edilir, buna karşılık Ermeni Tehciri veya Kürtlere yönelik baskı politikaları gibi olaylar kolektif bellekten silinmeye çalışılır. (Tarihi Yazılmayan Halk: Kürtler kitabının yazarı Gürdal Aksoy’ın “Kürt tarih yazıcılığı, kendini reddeden bir tarihin, Türk resmi tarih tezinin üvey çocuğudur ve haddinden çok babasına benzemektedir” saptamasını da akılda tutmak gerekir.) // Bugüne dek, etnik sorunların ulus-devletlerin “başını ağrıtmaması için” bazısı şiddet içeren, bazısı ise barışçıl görünen çeşitli yollar denendi. Örneğin 1923’de Türkiye ve Yunanistan arasında imzalanan anlaşma ile 1,5 milyon kişinin zorunlu yer değiştirmeleri hukuki kılıfa sokulurken, İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlar Yahudileri ve Çingeneleri toplama kamplarında yok ettiler. Savaş sonrasında ise Çekoslovakya, Polonya ve Macaristan’da yaşayan 12 milyon Alman asıllı ile Sovyetler Birliği’nde Nazilerle işbirliği yaptığı iddia edilen Kırım Türkleri ya da Tatarlar gibi gruplar acımasız sürgünlere tabi tutuldu, milyarlık Çin birkaç milyonluk Tibet’e tahammül edemedi, Hindistan Keşmir’de 500 bin kişiyi öteki dünyaya havale etti, dünyanın kılı kıpırdamadı. Türkiye’de 1964’de Rum asıllıların Yunanistan’a gitmesi için baskıcı politikalar uygulanarak etnik saflık biraz daha garanti altına alınırken, aynı şeyi Bulgaristan da yaptı ve önce 1969-1978 arasında ailelerin birleştirilmesi adı altında; 1989’da isim değiştirme kampanyası sırasında toplam 400 bin müslüman/Türk’ü Türkiye’ye göçe zorladı. 1987’de Saddam Hüseyin, Halepçe’de literatüre “Kürt Hiroşiması” olarak geçen korkunç katliamı yaparken 1990’larda Hırvatistan’da Bosna’da, Kosova’da dilimize “etnik temizlik” terimini hediye eden (!) korkunç olaylar yaşandı, Afrika’da Hutu’lar tüm “medeni” dünyanın gözleri önünde, el makasları ile 800 bin Tutsi’yi kestiler. Özetle, ciddi araştırmacılara göre yüzyılın başından bu yana en az 250 “soykırım” yaşandı. Pandora’nın Kutusu Aslında dışarıdan uyumlu görünen bir yapıda bile egemen etnik çekirdek (örneğin Fransızlar) kendi politikalarını diğer etnik gruplara (örneğin Korsikalılara ) tam olarak aktaramayabilir. Bazı etnik ya da dinsel gruplar ise bir zamanlar haksızlıklara uğradıklarını (örneğin Türkiye’deki Kürtler, Aleviler ve Ermeniler ile Ukrayna’daki Ruthenianlar gibi) düşünerek bu birliğe gönülsüzce katlanıyor olabilirler. Bazı gruplar (örneğin Türkiye’deki Yahudiler ve Rumlar ile Romanya’daki Gagavuzlar gibi) kendilerini koca bir okyanusta korunmasız minik adacıklar gibi hissedebilirler. Ya da bazı etnik gruplar ezilmedikleri ya da dışlanmadıkları halde (İspanya’daki Katalanlar ve Basklar gibi) her ne pahasına olursa olsun kendi ulus-devletlerini kurmaya çalışırken, bazıları federasyona razı görünüp (Irak’taki Kürtler gibi) içten içe bağımsız devletlerini hayal ederler, bazıları (Kıbrıslı Türkler gibi) dünyayı karşılarına almak pahasına bağımsızlıklarını ilan ederler. Ve bir Türk’ün, benzer taleplerde bulunan bu üç etnik gruptan Katalanlar’a hayretle, Kürtlere nefretle, Kıbrıslı Türklere hayranlıkla baktığını görebiliriz. Etnik taleplerin toprak talebiyle örtüşmediği ülkelerde ise azınlıklar (ABD’deki Hispanikler ya da Asyalılar gibi), başka çareleri olmadığı için egemen unsurun içinde erimeye ya da onunla bütünleşmeye gönüllü olabilirler. Ancak böylesi “barış adalarında” bile tarihsel haksızlıkların telafisi için işi, ayrı bir eyalet talep etmeye kadar vardıranlar (örneğin ABD’deki Siyahlar gibi) boy gösterebilir. Kısacası, küreselleşen dünyamızda hiçbir ulus-devlet bekasından emin olamaz. // Bu özet tarihçeden de anlaşılacağı üzere, 1648 tarihli Vestfalya Anlaşması’ndan beri neredeyse kutsal sayılan ulus-devlet kurma hakkı, kaçınılmaz olarak yeni ulus-devlet taleplerinin de en güçlü dayanağı. Ancak mitolojideki gibi, Pandora’nın Kutusu bir kez açıldığında işin nereye varacağı belli değil. Ezilen ulus bir süre sonra başka gruplar için ezen ulusa dönüşebiliyor. Bu sefer ezildiğini düşünen kesimlerin etnik-ulusal mücadelesi başlıyor. İşin ucunu bıraksak, Eric Hobsbwam’ın işaret ettiği gibi yüzlerce yeni mikro devlete kavuşmamız, hatta derebeylikler dönemine dönmemiz işten bile değil. Ancak her ayrılık mutluluk getirmediği gibi, zoraki beraberliklerden de hayır gelmiyor. Avrupa ülkelerinin veya ABD’nin pek sofistike sandığımız çok kültürlülük politikalarının bile eleştirilmeye muhtaç olduğunu son yıllarda defalarca gördük. Milliyetler meselesinin hallini “işçi sınıfının devrimci mücadelesine” bağlayanların yaşadığı 90 yıllık düş kırıklığının hikayesini geçenlerde anlatmıştık. // Sonuç olarak, küreselleşmenin etnik-ulusal meseleleri yok etmek bir yana şiddetlendirdiğini görmezden gelemeyiz. Daha kötüsü, bunların nasıl çözüleceği meselesi hala ortada duruyor. Ama o ütopik aşamaya kadar, dünyanın selameti için, gerek egemen etnik çekirdeklerin, gerekse azınlıkların konuya gerçekçi ve sorumlu yaklaşması gerekiyor. Ama elbette en büyük görev, gerginliğin yaşandığı ülkedeki egemen etnik çekirdeğin elitlerine ve halkına düşüyor. Çok etnisiteli ulus-devletlerin cennet bahçesi olmasını beklemek şimdilik hayal olsa da, ulus-devletlerde görece huzur ve mutluluk, kendini ev sahibi görenlerin adil ve sevecen misafirperverliğine bağlı görünüyor.(Bu makale, http://www.diyarbekir.net/ 01 Ekim 2006 tarihli yayınından alınmıştır)


Hiç yorum yok: