Sınırları insan erdemleriyle belirlenmiş, ne sınıfsal ne de etnik nedenlere mahkum olmamış doğrularımızla özgürlük ve demokrasi mücadelesini sürdüreceğiz...

BURADAYIZ İŞTE...

OKURLARIMIN DİKKATİNE. BLOGUMDA TEKNİK BİR ARIZA YA DA BİR SALDIRI GERÇEKLEŞMİŞTİ.. ŞİMDİ HER ŞEY YOLUNDA...EMEKLERİMİZ BURADA... SAĞLICAKLA KALINIZ...

PARALEL BİR BLOG DA DEVAM EDİYOR...

Yeni blogun adresi: http://mirural.blogspot.com/

ŞU AN İZLEMEKTE OLDUĞUNUZ BLOG ADRESİ İLE YENİ BLOG ADRESİ BİRBİRİNE ÇOK YAKINDIR. İLGİNİZE TEŞEKKÜRLER.

MİHRAC URAL

...

...

...

...

TÜRK MODERNLEŞMESİ JAKOBENİZM VE BONAPARTİZM

Yener Orkunoğlu

Türkiye'de modernleşme hareketinin tarihini ve modernleşmenin toplum üzerinde yarattığı etkileri incelemek ve aynı zamanda modernleşme konusunda liberal entelektüellerin yarattığı yanılsamaları açığa çıkarmak zorundayız.
Liberal entelektüellerin çarpıttığı bir konu var. Siyasal İslam'ın yörüngesine girmiş bir çok entelektüel, Türkiye'deki Kemalistleri Jakoben olmakla suçlarlar. Yani Jakobenizm, darbeci ve anti-demokrat olmakla özdeşleştirilir. Böylesi bir değerlendirme, Jakobenizmin çarpıtılmasıdır. Kemalizm'i, Jakobenizm olarak değerlendirmek, Jakobenizme karşı bir haksızlıktır. Çünkü Jakobenizm, Fransız Devrimi döneminde küçük burjuvazinin (baldırı çıplakların) radikal bir devrimci hareketi olarak doğdu. Fransız Devrim hareketinin sol kanadını oluşturur.
((Devamı orta sol sutunda))

..

..

Mihrac Ural

Mihrac Ural

Yeniden felsefe okumak


Cumhuriyetin Doğuya sırtını dönmesinin mahkumu idik. Alfabe kırılmasının sonucu da, okuma adına nemiz var nemiz yok, arşivlerin küfüne terk edildi. Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle zaten olmayan okumalara, sıçramalardan oluşan, dengesiz ve sonuçta eksiklikten kaynaklanan bir topallamaya düştük. Bu da, ülkemiz felsefe bilincinin derinlik ve bütünlüğünü oluşturacak zincir halkalarının kopuk olmasını getirmiştir.
Yunan felsefesi akılcılığının Aristo’yla temsil edilen sunumunu, İslami bir yorum ve ilerleyişle ele alan Farabi’de ifadesini bulan akılcılığa karşı, “ Tahafüt el Felasife” diyerek, dünya ve ahiret işinde akıla yer bırakmayan Gazali’nin, bu güne kadar süren tutuculuğundan yana saf belirlemiştir. Gazalinin, “filozoflar”ın aklın hareketinden yana dünyevi olayları yorumlayan yaklaşımlarına karşı yaptığı eleştirilere, aklın bir militanı İbni Rüşt’ün ünlü cevabı olan “Tahafüt el Tahafüt” ü tanımazlıktan gelmiştir. Böylece sağ, Yunan ve batı felsefe okumaları eksiğiyle iki ayağı topal hale gelmiştir. Dayandığı felsefi okumaların karşıtlarını da bilmemekle, sığ kalmıştır.((Devamı sol ana sutunda))

****

****

24 Nisan soykırımı hepimizi katletmişti...

Mihrac Ural

Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi –soykırımı- hepimizi katletmişti. Tam 93 yıldır sürmekte olan zorunlu sürgün ile insanlık sucunda İttihat –Terakki’nin ‘SOYKIRIM’ imzası vardır.

Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır.

Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur.

“Resmi tarih” diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.**19. yy sonlarından başlayarak, Katolik ve Gregoryan (Ortodoks) diyerek birbirlerine kırdırılan, tenkil ve sürgünlerle, mal mülklerine el konularak baskı altında tutulan Ermenilere yönelik soy kırımı, I Dünya savaşının, malum bol bahaneleri altında girişilmiştir (24 Nisan 1915).

Savaş sırasında, önce Ermeni gençlerinin Askere alınarak silahsız bırakılması ve ardından toplu tasfiyelerin yapılması, geride kalan Ermeni halkının Tenkil ve sürgünlerine geçilmesi. Bu konuda talimatların dakik bir biçimde, en yetkili resmi merciler tarafından istenip, izlenmesi. O dönemin Sadrazamı (Başbakanı) Talat Paşa’nın, başından itibaren olayları, dikkatlice takibi, emirler vermesi, istatistik tutması (iskan edecekleri yerde dahi nüfusa göre oranlarının %5 geçmeyecek düzeyde tutulmaları talimatları da dahil) ve bunun en ince ayrıntısına kadar yazılı özel notlarla tescili, Ermenilere reva görülen her şeyin, planlı bir tarzda icra edildiğini göstermeye yeterlidir (Ermeni tehciriyle ilgili Talat Paşa’nın tutanakları için bkz. Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi, 24 Nisan 2006’dan itibaren yayınlanan dizi) Bu, Ermenilere ilişkin, adına ne konulursa konulsun, yapılacak olanların önceden planlanmış eylemler olduğunu gösterir.

Bundan sonra, sonuçlara bakılarak, yapılanlara verilecek ad, tanımlamaya geçilir.*Böylesine planlı ve en ince ayrıntısına kadar takip edilmiş ve bir etnik topluluğa yönelen, sonuçta en iyimser tahminlerle, el yazması tutanaklardaki rakamlarla bir milyon (1000 000) üzerinde Ermenin ölümüne yol açan, kimi şehirlerde nüfusu yüz binlerden sıfıra indiren, çoluk çocuk on binlerce canın etnik yapısını değiştirmek için farklı etnik toplumlara dağıtan, topraklara el koyan, binalarını yıkan, her türden maddi ve canlı servetine el koyup katleden girişimlere, soy kırımından başka bir ad verilemeyeceği görülür.

Bu bir soykırımdır. (..)Osmanlıdan, cumhuriyete süre gelen bu aklın, daha uzun süre yürürlükte olma tehlikesi tüm çıplaklığıyla kendini göstermektedir. Tarihimizle cesurca yüzleşmeden bu aklı toplumsal işlevlerimizden ve geleceğe ilişkin yaşam planlarımızdan söküp atmak güç gibi duruyor.
((*)Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı –Mihrac Ural)

**
Sıranın kendisine gelmeyeceğini sananların dikkatine, bu vatanın birimize değil, hepimize ait olduğunu bir kez daha, bin kez daha yeniden birbirimize kanıtlamakla yükümlü olduğunuzu artık anlamak zorundasınız.

Bilmelisiniz ki, farklılıkları içselleştirmek, onlarla barış içinde yaşamayı fiilen gösterip, haklarını anayasal ve kurumsal güvencelerle kökleştirmek ertelenmez bir görev haline gelmiştir, bu yapılmadıkça bu vatanın hepimize ait olduğuna kimseyi inandıramazsınız.

Mümkünü, imkansız hale getirmeye devam ederseniz, sizi biz farklılar, ayrı varlıklar bile kurtaramaz. Bunun vebali, Hrant Dink’in katline yol açan akıl sistematiğinin kıyımına tek tek ve topluca maruz kalmaktır bilesiniz.
((*)Hrant Dink'in Katli ve Tarihi Gerçekler –Mihrac Ural)


Murat Altunöz’ün Beklenen Kitabı Kırılgan Zamanlar Çıktı…

2002 Ocak ayında başladığımız yolculuğumuza 7 yıldır devam ediyoruz. Karalama Dergisi, ülkenin koşullarına göre bazen inişler ve çıkışlar yaşamamıza rağmen her geçen gün dergimizle daha da büyüyoruz.

Karalama Dergisi olarak;
Şair Nevruz Uğur ve Halil İbrahim Yıldız’ın kitaplarından sonra Karalama’nın Kurucusu ve halen Editörü olan Murat Altunöz’ün Kırılgan Zamanlar adlı kitabını yayımladık.
Geçmiş zamanların, kırılmış, yalnız ve hüzünlü dizelerinde bulduk kendimizi,
Her dize de bir direniş, bir sürgün, bir ayrılık ve özlem var.
((Devamı sol alt sutünda))

...

...

Yerel Çeteleşmenin Boyutu...

Murat Altunöz /Gazeteci

Çeteleşme yıllar sonra Ergenekon operasyonuyla tekrar gündeme geldi. Eskiden bildiğimiz mafya sistemi çökmüş artık daha organize ve daha profesyonel bir hal alan almıştır.Bazı yazarlar, Emekli Polisler ve Emekli askerlerinde içinde bulunduğu yeni bir yapı ortaya çıktı.Aslında bu tür çeteleşmeler yıllardır hep ülkemizde vardır. Ama bu hafta benim bahsetmek istediğim yerel çetelerdir. malesef son yıllarda ciddi anlamda yerel çeteleşme ve Organize suçlarda bir çoğalma vardır. Zaten Hatay il Emniyet Müdürü Osman Çapalı'da bu konuya dikkat çekerek " Bireysel suçlar artık organize suçlara kaymıştır" demiştir.
((Devamı sol ana sutunda))


İNTERAKSİYON

Faiz Cebiroğlu
Her gelişim, karşılıklıdır. Her ileriye yönelik değişim, bir interaksiyondur. İnteraksiyon, karşılıklı etkileşim oluyor. İnsanlar, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek sosyal yönlerini geliştiriyorlar. Sosyal yönünü geliştiren insan, aldığı öğreti ve deneyimlerle bireysel yönünü ”işleyerek” yapılandırıyor. Yapılanma, ”özbilinç” ve ”özgüven” ile nitelik bir hal alıyor.

İnteraksiyon ya da karşılıklı etki, yaşadığımız toplumda, değişik yer ve ortamlarda farklı farklı oluyor. Dille başlayan diyaloğa; insanların bulunduğu yaşam tarzları, çalışma biçimleri ve kısacası sahip oldukları sınıfsal konumları da ekleniyor. Sosyal sınıf, gelişimde ”ana halka” oluyor. Sosyal sınıf, ileriye yönelik değişimin ”can alıcı noktasını” oluşturuyor.

(Devamı orta ana sütunda )
http://mirural.blogspot.com/

...

...

Yabancılaşmanın Dinamiği


Mihrac Ural

Yabancılaşma, insanlık ailesini birbirine yakınlaştıran, farklarını hızla öteleyen özel mülkiyeti ve olumsuz sonuçlarını bile köşeye sıkıştırma işlevi gören sonuçlarıyla, olumsuz değil çok olumlu bir role sahiptir. Tarihsel süreciyle derinleşip geliştikçe gerçekleşen yabancılaşma, insana çok daha cüretkâr olma, çok daha özgürce beyin labirentlerinde kurguladığı fantezileri yaşama ve bunu yaparken de dar anlamda aile, mahalle gibi klancı darlığın etkiler altında kalmayıp, geniş anlamda da ulusal sınırları aşıp belki başlangıcı sanal âlemin nimetleriyle, bilgi çağının iletişim olanaklarıyla bu tutku ve arzularının doruklarını zorlama şansını elde etmektedir.Yabancılaşma olmasaydı, emeğin sosyal etkilerinden bahsetmemiz mümkün olamazdı. Emek ne kadar sahibinden uzaklaşır, ne kadar sahibine belirgin olmaktan çıkarsa, o kadar evrensel ölçeklerde hizmet sunmaya başlamış demektir. Ve bir o kadar kültürel farklılıklarını hesaba katmadan ( renk, ırk, ulus, coğrafya, bölge farkı tanımadan) insan türüne ait hale gelmiş demektir.
((Devamı orta ana sol sütunda: ))
http://mirural.blogspot.com/

..

..

MİLLİ MARŞLAR

Ayşe Hür
1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı ‘Tre Trallade Jantor’dur. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkar ve ‘Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr….’diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası olayı "centilmen Türk seyircisinden jest" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi…
“Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur/Katibimin setresi uzun eteği çamur… diye başlayan ünlü türkünün bestesi 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’daki Selimiye Kışlası’nda kalan ‘eteklikli’ İskoç Alayı’na moral vermek için yazılmış ‘Donsuz askerler…’ diye başlayan bir asker şarkısıdır. II. Mahmut döneminde (1808-1826) modernleşme çabaları sırasında askerlere giydirilen setre ve pantolon mutaassıp çevreler tarafından ‘sokağa donla çıkmakla’ eşdeğer görülmüş, özellikle de ‘gavur mukallitliği’ denilen bu modernleşme hareketine çabuk uyum gösteren eli yüzü katipler halkın diline düşmüştür. Bir İstanbul külhanbeyi, bu katiplerle alay etmek için, Üsküdar yolu üzerinde olan Selimiye Kışlası’nda kalan İskoç askerleri için yazılan marşın müziğine Türkçe sözler yazar ve ünlü Katibim türküsü ortaya çıkar.
1974 Kıbrıs ‘Barış Harekatı'ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkumları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.

((devamı sol büyük sütunda))

10 Ekim 2007 Çarşamba

GEREĞİ YAPILACAK !..




Bu makaleyi yıllar önce yazdım. Ülkeme musallat olan zihniyet, on yıllar hatta, yüz yıllır önce ne ise öyle kalmış. siyasal sistemleri kırılmış ama, sorunları çözmede, zora dayalı iradeleri evrimleşmemiş, kaskatı olduğu gibi kalmış. Baskı araçlarıyla, güvenlik önlemleriyle sorunların çözüldüğü tarihin hiç bir kesitinde tespit edilmemiş olmasına rağmen, tarihten kopuk bu ilkel çözüm dayatmaların iflasından da ders alınmamıştır. Gençlerin ölümü üzerine oyanan, halkların birbirini kırması üzerine tezgahlanan ve sonuçtan her kesin zararlı çıkacağı açık olan bu süreçte kaybeden tek taraf bu irade olacaktır. Bu kayıp, ulusun tüm değerlerinin de erazyona uğramasını getirebileceği tehlikesinide hatırlatmak yerinde olacaktır.


Bütün mesele Kürt ulusunun varlığını kabul edip etmemekte, siyasal haklarını teslim edip etmemekte. Lafı hiç bir yere çekmeden sorunu olduğu gibi öylece tespit etmek gerek. Bu ulus gerçek mi? değil mi? Var mı? yok mu? Sorun bunları içselleştirip içselleştirmemekte yatıyor. Bu yüzden zorbalığı, askeri baskıyı ve ölümü çözüm olarak görenler, sahip çıktıklarını sandıkları vatanı tekellerinde tutuma gibi bir dayatmayla , bu topraklarda yaşamını sürdüren diğer ulusal varlıklara tek çıkış yolu bırakmaktadırlar, ya öleceksiniz ya savaşarak hakkınızı elde edeceksiniz. Bu onurlu uluslarda haklarını alma kararlılığı göstererek, tarihin büyük zulümlerine boyun eğmeden bu güne geldikleri gibi, bundan sonrada varlıklarını korumak, haklarını almak için kararlı olduklarını ilan ediyorlar ve kuşak kuşak evlatlarının fedakarlığın sunmakta tereddüt etmiyorlar. Bu meyanda hak talebinin bu türden tecelisine, "terör" demek, "kandırılmış çocuklar"ın öne sürülüşü demek, kendi kendine alay etmektir, ne komedi ne de trajedidir, bunamadır, şaşkınlıktır !..


Buna rağmen Kürtler, liderleri, siyasal örgütleri ve sivil toplum kuruluşlarıyla barış talebini yapmaktan geri kalmıyarak çağdaşlıkta örnek oluşturuyorlar. Ancak, barışa geçit vermeyenler, ilkel ırkçı, milliyetçi, ulusalcı ve şoven eğilmlerle var olan gerçekleri yok edebileceklerini sananlar, bir kez daha sınır ötesi "operasyona tezkere" kesmek istiyorlar. Bırakalım, ABD'nin Iraktaki hallerini ve Kuzey Irak'ta sağlanmış nispi suküneti bozup bozamyacağı ihtimalini, Irak'ın her hal ve koşuldaki hükümet iradesini, Kuzey Irak yönetiminin böylesi bir oparesyona karşı duruşunu, Böylesi bir operasyanun ülkede yaratacağı kaoslar, bırakalım bütün bunları bir kenara. Sınır ötesi oparasyon bir gezintimi sanılıyor, "mavi yolculuk"mu. Hangi akıl böylesi bir sürecin bir bataklığa girmek ve ebedi bir kavgaya ait cehennem kapılarını açmak anlamına geldiğini göremez ki !..


Rezilce sunulan timsah gözyaşlarının medyası, halkları birbirine kırdırtma yönünde işleyen çok bilinmeyenli denklemlerin bir aracı olarak, milliyetçi, ırkçı ulusalcı bölücülerin adına, askeri kapışmada ölen askerin anasını yansıtıyor. Bu acı, bir insanlık acısıdır, doğrudurda. Ama ölen Kürt, insan değilmi, anası yok mu? Kürt ananın gözyaşı da mı yok. İşte bütün sorun bu dar bakış, bu inkar, görmemezlikten gelme mantıksızlığıdır. Böyle sürdükçe de, daha çok tezkere alınır, verilir. Sonunda var olan gerçek, Kürt ulusalgerçeği, tüm tarihi görkemiyle siyasal haklarına kavuşur ve bu sürecin sorumluları vatan diye yer aramaya başlar. Bir düşünülsün, Osmanlının egemenlik altında tutuğu geniş topraklardan geriye kalan ne oldu ki? Zorla kimse kimsenin topraklarını tekelinde tutamaz. Bu ülke birimizn değil hepimizindir. Ortak, özgür ve demokratik bir yaşam için bunu birbirimize kanıtlamakla yükümlü olduğumuz anlaşılmaksızın ortak vatan oluşturulamaz. bu toprakları tarihe ilk açanlar, onu yaşama ilk işleyenlerin siyasal haklarını görmezden gelerek, devletin askeri zorbalığına dayalı bir hüküm uzun süremez. Bunu anlamak için, bir kaç saat anadilinizin yasaklı olduğunu düşünerek yaşamaya çalışın, empati yapın. Görülecek ki, sorunu çözme yönünde adım atmak o kadar zor değildir.

Yıllar önce yazdığım bu makele, kıymeti kendinden menkul tezkere tartışmalarının ayuka çıktığı 9 Ekim 2007 tarihi itibariyle, ülkemde bu yönden hiç bir şeyin değişmediğini görüyorum. Bende hiç değiştirmeden okumanıza sunuyorum.


Bedreddin Mahir

Savaş çılgınlığınız için ürettiğiniz tüm bahaneler yalandan ibarettir.

Bu maliyeyle değil savaş, bir mahalle kavgası bile veremezsiniz.

Sınırımızda tezgahlanmakta olan savaşa her ne şekilde olursa olsun katılırsanız kırılan taraf olacaksınız. Savaşa karşı olmak,barışı savunmak bu gün ve yarın için, gelecek kuşakların kardeşliği ve dayanışması için tek yoldur.

Ülkemizin bir dış korku ve sorun saikleriyle çözülmesi gereken hiçbir davası yoktur. Dava içtedir, halklarımıza karşı yerine getirilmemiş yükümlülüklerinizdedir.

Bırakın vermeyi düşündüğünüz savaşın insanlık dışı ahlaksız ve haksız bir savaş olacağını, bu savaştan ayaklarınız üzerinde geri dönme şansınız olursa, halkın demokrasi ve özgürlüklerini gasp etmenizden, iktisada dayadığınız krizlerden, adalet ve hukuka karşı işlediğiniz ağır tahribatlardan, insan haklarına işkence ve zindanlarla cevap vermenizden dolayı birikmiş suçlarınızın açtığı hendeklere düşmekten kurtulamayacaksınız.


“Gereği yapılacak” sözleri gündemden bir türlü düşmüyor. Telâffuz etmemelerine rağmen demek istiyorlar ki, savaş açarız, ordularımızla üstlerine gider, işlerini bitiririz. Sanırsınız ki, muhtardan bir ikametgah kağıdı çıkarıyorlar ya da mavi yolculuğa çıkıyorlar, o kadar kolay. Biz bu makalede var sayacağız ki, bol keseden savaş çığırtkanlığı yapan iktidar ricalinin önünde başka seçenek kalmadı, tüm veriler kendilerini savaşa sürülmekle yüz yüze bıraktı. Nasıl savaşacaklar, neyle savaşacaklar ve savaşın ekonomi politiği ne olacak.

Önce, cesaretle tarihi hatırlamak gerek. Viyana kapılarındaki hezimetten bu yana her savaşın maliyeti “toprak kaybı” ve ağır müeyyideler olduğu unutulmamalıdır. Bu milleti yönetenler, kıymeti kendinden menkul yönelimlerinin ağır faturasını yalnızca bu millete yıkmışlardır. Lozan’a kadar olan süreçte, gasp edilmiş 4 milyon kilometre kare toprak sahiplerine dönmüştür. Lozan’dan bu yana savaş olmadı. Hatay’ın ilhakı kapanmamış bir dava olarak, Fransızların ikinci dünya savaşı hazırlıkları çerçevesinde sundukları bir mayın, hala toprak altında henüz üstüne basılmamış. Kıbrıs ise, birkaç bin milise karşı ağır kayıplar verilerek ve bu güne kadar başa bela, içinden çıkılmaz sorunların kaynağı olan ateşten gömlek. 80 yıldır savaştan uzak, bir ordu ve millet. Savaşın fiili tahribatlarına ait hafızalarında bir şey bulunmayan bir toplum. Ve siyaseti günlük kaygılarla şekillendiren, sığ bilgilerinin sönük feneriyle kendine dahi yol gösteremeyen yöneticilerin şoven, ilkel milliyetçi, hesapsız çığırtkanlığı. Bu tabloda gereği yapılacak bir dış sorundan çok bir iç sorun var gibi.

“Gereğini” yapacaklar, ama arkalarında kocaman boşlukların, siyasi-sosyal- ekonomik hendeklerin farkında değiller. Demokrasi ve özgürlük talepleri hiçbir zaman tatmin edilmemiş, ulusal mozaiği reddedilmiş, küreselleşme talepleri kaale alınmamış, insan hakları, hukuk ve adalet ihtiyaçlarına işkencelerle, zindanlarla cevap verilmiş kaynayan bir toplumu arkasında bırakarak, komşu ülke topraklarına mavi yolculuk yapar gibi, fütuhat yapılacağını sanmaktadırlar. Ama Clausewitz’in dediği gibi “Savaş politikanın başka araçlarla devamından başka bir şey değil” ise, politikanın toplumu nerededir ne durumdadır. Toplum, tüm maddi ve askeri imkanlardan önce ve sonra her savaşın esasıdır. Buna uygun, haklı, onurlu ve savunma amaçlı bir savaş yok ise orda savaşa ait bir toplumda yok demektir. Ülkemiz, Osmanlıdan arta kalan kirli ve karanlık yöntemleri terk etmeyi kesin bir şekilde karara bağlamıştır. Cumhuriyet, tüm eksikliklerine karşın, bu adımın en net ifadesidir. Komşuluk ilişkilerinin tarihi erdemi, tecavüzün her türünü dışlar. Her millet, her ülke maceracı yönetimleri yüzünden, kimi talihsiz dönemlere maruz kalabilir. Bu gün komşumuz Irak maceracı zalim bir yönetim altında, bu karanlık günlerden geçmektedir. Bu konumda, komşumuzun yaralarını sarmasına, adil şekilde iç sorunlarını çözmesine, fırsattır diye bu koşullardan yararlanmadan, tarihin hafızasına silinmeyecek aşağılık davranışlara girmeden, dost elini uzatmak gerekmektedir. Bu dönemde işlenecek bir hata, hiçbir zaman unutulmaz. Bu bölgede ebede kadar birlikte yaşamak diye bir kaygı varsa, er yada geç yüz yüze gelecek olan milletler, aralarında hiçbir kötü iz bırakmamış olmalıdırlar.

Osmanlıdan arta kalan acıların tekrarı istenmiyorsa, Arap milletinin dev coğrafyası ve potansiyelleriyle ve temelde halkıyla dost kalınmak isteniyorsa ne türden gerekçeyle olursa olsun topraklarına tecavüz edilmemelidir, her hangi bir tecavüze de ortak olunmamalıdır. Kürt Federe Bölgesi Parlamentosu ya da anayasa taslağı ile ortaya koyduğunuz kaygılar ve tehditler inandırıcı değildir; 1992 de Parlamento kurulurken, 1997’den beri anayasa taslağı ortada dururken hangi çıkar saikleriyle susmuştunuz. O saikler sizin için hep geçerlidir ve bu olaylar Irak’ın iç içişleriyle, tarihiyle, acılarının kurduğu kendine özgü dengeleriyle ilgilidir. Sizin kaygılarınız, komşudaki gelişmeler ülkemizde emsal teşkil etme sorunu ise, bu sizin iç işinizdir: Sorunlarınızı, halkınıza güvenebildiğiniz kadar, hızlı çözebilirsiniz, ama bunları gerekçe göstererek başkalarının iç işlerine karışamazsınız. Irak Kürtlerinin Kerkük’ü başkent ilan etme kaygılarınıza gelince, bu daha komiktir, kimseyi aldatmaz. Bunu savaş nedeni ilan etmeniz ise, gerçek niyetinizi, komşu topraklara yapacağınız tecavüzü anlatır. Kaldı ki, Kerkük öyle basit bir belirlemeyle her hangi bir ulusun malı ilan edilemez. Kerkük Arapların olduğu kadar, Kürtlerin de diğer etnik toplulukların da yaşadığı bir kenttir. Kerkük öncelikle, Ortadoğu kültürlerinin harmanlandığı bir kenttir. Ama sorun o değil, sorun petroldür, servettir. Bu yüzden Kerkük’te yaratılacak bir oldu bitti kimseye kar getirmez. Hiç kimse böyle bir maceraya da girişemez. Kerkük’ün yönetimi sorunu ise, çok farklı bir kapsamda dır. Kerkük’ü en adil olan, tüm renkleriyle etnik dokusunu bir zenginliğe çevirebilen, demokrasi ve özgürlükleri ikame eden yönetecektir. Buna da Kerkük halkı karar verecektir. Kendi ülkesini yönetmekten aciz olanlar değil. Kaldı ki, kim yönetirse yönetsin, Kerkük Kerküklülerindir, servetleri de.

Savaş prenslerinin bu gerçeği iyi anlamaları gerek, her kesin bildiği gerçekleri çarpıtarak başlattıkları gerginlik, gerçekleri bulandıramaz .

Savaş prenslerimiz öncelikle, ortak ülkemizde Kürt milletine karşı yapılan yanlışları, ilkellikleri, şovenizmi ve çirkin davranışları göz önüne alarak, Kuzey Irak Kürtlerinin zalim Bağdat yönetimlerinden çektikleri acılara yenilerini eklememeleri gerek. İşlenen ve işlenme hazırlığı yapılan savaş cürümüne ortak olmamaları gerek. Yarın, komşu tüm devletlerin bencil milli çıkarlarının mahkumu olan itirazlarına rağmen Kürtlerin de, yaşama açtıkları topraklarda, yöneten özgür bir millet olacağını göz önüne alarak, dostluk ve dayanışma içinde olmanın planlarını yapmalıdırlar. Bunun için, savaş değil savaşa karşı mücadele etmek gerek. Bu gün birimizin değil, hepimizin olan bu ülkede toplumun duyarlı olduğu ve hazır olduğu mücadele budur, savaş değil.

Bu meyanda, halkını arkasına alamamış, toplumun taleplerini hiçe sayarak alınacak olan savaş kararı, hangi politikaların aracıdır. Bu araç yalnızca, millete yeniden Yemen türküleri okutur; giden geri gelmez. Şoven kışkırtmalarıyla oluştuğunu sandıkları kamuoyuyla, “yüksek milli çıkar” kararlarının sokaklarda alınacağını sananlar, sokaklara dahi çıkamayacak sonuçlarla karşı karşıya kalırlar. Bu asla unutulmamalıdır.

Buna rağmen var sayımlarımıza devamla, teorik olarak bir kaptı kaçtı savaşıyla büyük ganimetler elde ederek karlı çıkılacağı hesaplanıp. Savaş kararı alınarak, savaşa fiilen başlansa, bir kez başlama kararı alındıktan sonra, savaşa son verme kararının elde olmayacağı gerçeğiyle, bilançonun ne olacağına bir göz atmak gerek.

Başlama kararı elde bulanan, ancak bitirme kararı hiç kimsenin elinde olmayan bu savaşı yapacak orduların maliyeti, yalnızca bu seyahatin yol masrafları ne olacak. Yani savaşın ekonomi-politiği nasıl oluşturulacak. Bu maliyet seçim meydanlarında bol keseden vaatlere benzemez. Bu alanda yalan, başladığı an biten bir cehennemdir. Savaş çığırtkanları, askeri bir bölüğün, bir tugayın ve hele hele bir ordunun bir yerden bir yere nakli için, kaç yüz milyon dolarlık harcama gerektiğini hiç biliyorlar mı? Bu noktada, şaşkın siyasetçilerin maceracı çığırtkanlığı ile askeri eğitim görmüş subayların olağan üstü temkinli sözleri önemli bir ip ucu olsa gerek.

Savaş, kahramanlık, yiğitlik gözü kara olmakla başlatılarak, kazanılmaz. İsterseniz bunlarla başlarsınız ama dev olanaklarıyla bir bütçe ve dev harcamalarla önceden hazırlanmış çok boyutlu lojistik kaynakları hazırlamaksızın bu savaşı ayakta bitiremezsiniz. Hele hele bir başka ülke topraklarından sırt üstü dönebilmeniz bile büyük bir başarı olur.

Roma’dan itibaren, tarihte gelmiş geçmiş en büyük süper güç olan ABD dahi, savaşın hasım ülkenin topraklarına ayak basarak sürdürülemeyeceğini iyi biliyor. Bunun için bölgemizde tavşan kaç, tazı tut taktiğiyle, bir Kürt kartına, bir Türk kartına oynayarak, kışkırtarak, provake ederek, gönüllüler arasından en iyi maşayı seçmeye çalışmaktadır. Ama unutulmamalı ki, ABD’nin böylesi bir savaşta en kötü sonuçları alsa da, gidebileceği bir yeri var. Ya siz nereye gidebilirsiniz.

Bir savaş ne kadar kısa sürecekse sürsün, on milyarlarca dolarlık bir maliyetle başlar. Maliyeti, her saat, her yeni gün katlanarak artar. Önce tükenen her merminin, silahın, bombanın, füzenin vd. yerini dolduracak ihtiyatların, stokların maliyeti. Sonra, bunların yeterli olup olmamaları riskinin bindireceği ihtiyat maliyetler. Acil önlemler için bunlara katılması gerekebilecek yeni silah ve mühimmatların maliyeti. Saldırıda ve savunmada doğabilecek açıkların kapatılması için gerekli mali kaynaklara uzanan binlerce unsuru içeren hazırlıklar ve faturaları. Hasım topraklarda atılacak her ileri adımın, önünüze koyacağı düzenlemeler ve mevzilerin ikamesi, alt yapı sorunlarının maliyeti var. Bilinen o ki, savaş şose yollarda yapılmıyor, serbest arazinin ham zemini üzerinde veriliyor. Bu zemini aynı anda lehinize çevirecek maliyetle düzenlemez iseniz, bir anda askeri gücünüze mezar da olabilir. Adım atılan yerlere acil askeri alt yapı ve düzenleme maliyeti, özellikle yabancı topraklarda derinlemesine yapılacak işgallerde, bu maliyetler tüm acilliğiyle ve şiddetiyle karşılanması gereken maliyetleri getirecek. Bu konuda gecikme, önceki harcamaları da alıp götürür. Bu basit unsurları savaş tellalları ne kadar bilince çıkartmış, bilinmiyor bile. Sadece kara değil, bir hava savunması kurmak için, anti-füze bataryaları için kaç milyar dolar gerektiğinin hesabı yapılırsa, ne tür bir maliyetle karşı karşıya kalınacaktır bilinmiyor. Savaşırız, ”gerekeni yaparız” demekle savaş ne yapılır ne de kazanılır.

Ülkemiz, on yıllar içinde tüketilen ekonomik kudretlerden hangisine dayanarak savaş yapacak? İç ve dış borç toplamı 204 milyar dolar, gittikçe de artmakta, son IMF kredileri ardından başlayacak on milyarlarca dolarlık faiz ödemeleriyle, ekonomi altından kalkılması mümkün olmayan bir kıskaç altında. Milli geliri 2000 doların altına düşürmüş, 1995 veriliyle %300’lük bir borç artışı ve ardından gelen 2.5 milyon işsizler ordusu üretmiş. Enflasyon üçlü hanelerden inmediği gibi, kendi kendine yeterli ülke ekonomisinde tarım ithalatı katlanarak büyüyor. Savaşta ekmek bulmak bile büyük torpil gerektirecek. İthalat, ithalatı kovalamakta, firmalar art arda kapanmaktadır. Son yılın iş gücü nüfus 392.000 kişi artarken, istihdam ise 258.000 kişilik bir azalmayla bilinen kriz ivmelerini de aşmış bulunuyor. En üretken iş gücü olan kentli emekte işsizlik oranı, önceki yıla oranla %30 bir artışla %134.5’e çıkmıştır. Yani bu yılın ilk yarısında 650.000 işsizin eklenmesi demektir. Kentlerde eğitimli gençlerin %29.1’ işsiz üstelik bunlar kayıtlı işsiz, gerisini siz düşünün.

Bu maliyeyle değil savaş, bir mahalle kavgası bile veremezsiniz. Önerdiğiniz savaşın gayri ahlaki olmasını, komşuya tecavüzün en rezili, insan haklarının ihlali, yıkım ve kıyıcılığı bir yana, bu savaşta yer almazsanız da kaybedeceğiniz çok şey var, yer alırsanız ise kırılacaksınız.

Sağduyu sahibi herkes biliyor ki, ülkemizin dış korku ve sorunları yoktur, bu saikleriyle bir savaşa gitmek intihardır. Onurlu tutum savaşın her türüne ve tüm bahanelerine karşı çıkarak mücadele etmekten geçer. Gereği yapılması acil olan budur, savaş değildir.

Ayrıca bilinmeli ki, savaş nokta atışı değildir. Bir kez isabet etmese hemen dönüp bir kez daha deneme şansınız olmaz, her deney bırakın ardında gelecek karşı saldırıyı tek başına tekrarı için gerekli zaman ve maliyeti ölçmek bile korkunç rakamlarla karşı karşıya bırakır ilgiliyi. Ayrıca, başka ülke topraklarına yayılan bir savaş, ne tek başına düzenli ordu savaşıdır ne de hava saldırısıyla bitecek cinstendir. Köyleri ve şehirleriyle, her bir penceresi ayrı bir cephe olan savaş gerçeğinde, maliyet sadece para ve maddi olanaklar değildi, önce insan, sonra yine insan en sonunda da gene insan vardır.

Topraklarını tepeleyeceğiniz insanların, her koordinatı bir bomba gibi tehlike saçan cehenneme döner. Bu, özellikle uzun yıllar hiç savaşmamış bir ülkeyi, uzun yıllar savaş deneyimiyle pişmiş bir halk karşısında çok daha şansız koşullar içinde bırakır. Buraya kadar, bölgede patlak verecek yüzlerce sorunu, dünya kamu oyunun baskılarını ve fiili girişimlerini, ABD’nin böylesi bir savaşta olası tutumlarını, askeri ve mali kredilerde alacağı kararları vb. binlerce önemli yan etmeni hiç hesaba katmadan, verilecek bir savaş senaryosu üzerinde ilgililerin genel konumlarını irdeliyoruz. Savaş prensleri, “gereğini yaparken”, en sorunsuz haliyle nelerle karşı karşıya kalacaklar diye bakıyoruz. Bu arada, hasım elinin de, elma-armut topladığını var sayıyoruz.

Evet beyler, savaş kışkırtıcısı, ilkel milliyetçiler, şovenler, “savaşa sürükleniyoruz elimizde değil” maskesi takan ulusal solcular, insan ahlakının hiçbir türüne sığmayan yalanlarınızla, 21. Yüzyılın en yüz kızartıcı savaşına bir maşa olarak sürülmek üzere olduğunuzu bilmelisiniz. Ama bilmeniz gereken bir başka gerçekte, bu savaşta kaybedecek tek taraf siz olacaksınız. O zaman da bu toprakların sahibi olan halkta gereğini yapacaktır.

16.Ekim.2002

Hiç yorum yok: