Sınırları insan erdemleriyle belirlenmiş, ne sınıfsal ne de etnik nedenlere mahkum olmamış doğrularımızla özgürlük ve demokrasi mücadelesini sürdüreceğiz...

BURADAYIZ İŞTE...

OKURLARIMIN DİKKATİNE. BLOGUMDA TEKNİK BİR ARIZA YA DA BİR SALDIRI GERÇEKLEŞMİŞTİ.. ŞİMDİ HER ŞEY YOLUNDA...EMEKLERİMİZ BURADA... SAĞLICAKLA KALINIZ...

PARALEL BİR BLOG DA DEVAM EDİYOR...

Yeni blogun adresi: http://mirural.blogspot.com/

ŞU AN İZLEMEKTE OLDUĞUNUZ BLOG ADRESİ İLE YENİ BLOG ADRESİ BİRBİRİNE ÇOK YAKINDIR. İLGİNİZE TEŞEKKÜRLER.

MİHRAC URAL

...

...

...

...

TÜRK MODERNLEŞMESİ JAKOBENİZM VE BONAPARTİZM

Yener Orkunoğlu

Türkiye'de modernleşme hareketinin tarihini ve modernleşmenin toplum üzerinde yarattığı etkileri incelemek ve aynı zamanda modernleşme konusunda liberal entelektüellerin yarattığı yanılsamaları açığa çıkarmak zorundayız.
Liberal entelektüellerin çarpıttığı bir konu var. Siyasal İslam'ın yörüngesine girmiş bir çok entelektüel, Türkiye'deki Kemalistleri Jakoben olmakla suçlarlar. Yani Jakobenizm, darbeci ve anti-demokrat olmakla özdeşleştirilir. Böylesi bir değerlendirme, Jakobenizmin çarpıtılmasıdır. Kemalizm'i, Jakobenizm olarak değerlendirmek, Jakobenizme karşı bir haksızlıktır. Çünkü Jakobenizm, Fransız Devrimi döneminde küçük burjuvazinin (baldırı çıplakların) radikal bir devrimci hareketi olarak doğdu. Fransız Devrim hareketinin sol kanadını oluşturur.
((Devamı orta sol sutunda))

..

..

Mihrac Ural

Mihrac Ural

Yeniden felsefe okumak


Cumhuriyetin Doğuya sırtını dönmesinin mahkumu idik. Alfabe kırılmasının sonucu da, okuma adına nemiz var nemiz yok, arşivlerin küfüne terk edildi. Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle zaten olmayan okumalara, sıçramalardan oluşan, dengesiz ve sonuçta eksiklikten kaynaklanan bir topallamaya düştük. Bu da, ülkemiz felsefe bilincinin derinlik ve bütünlüğünü oluşturacak zincir halkalarının kopuk olmasını getirmiştir.
Yunan felsefesi akılcılığının Aristo’yla temsil edilen sunumunu, İslami bir yorum ve ilerleyişle ele alan Farabi’de ifadesini bulan akılcılığa karşı, “ Tahafüt el Felasife” diyerek, dünya ve ahiret işinde akıla yer bırakmayan Gazali’nin, bu güne kadar süren tutuculuğundan yana saf belirlemiştir. Gazalinin, “filozoflar”ın aklın hareketinden yana dünyevi olayları yorumlayan yaklaşımlarına karşı yaptığı eleştirilere, aklın bir militanı İbni Rüşt’ün ünlü cevabı olan “Tahafüt el Tahafüt” ü tanımazlıktan gelmiştir. Böylece sağ, Yunan ve batı felsefe okumaları eksiğiyle iki ayağı topal hale gelmiştir. Dayandığı felsefi okumaların karşıtlarını da bilmemekle, sığ kalmıştır.((Devamı sol ana sutunda))

****

****

24 Nisan soykırımı hepimizi katletmişti...

Mihrac Ural

Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi –soykırımı- hepimizi katletmişti. Tam 93 yıldır sürmekte olan zorunlu sürgün ile insanlık sucunda İttihat –Terakki’nin ‘SOYKIRIM’ imzası vardır.

Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır.

Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur.

“Resmi tarih” diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.**19. yy sonlarından başlayarak, Katolik ve Gregoryan (Ortodoks) diyerek birbirlerine kırdırılan, tenkil ve sürgünlerle, mal mülklerine el konularak baskı altında tutulan Ermenilere yönelik soy kırımı, I Dünya savaşının, malum bol bahaneleri altında girişilmiştir (24 Nisan 1915).

Savaş sırasında, önce Ermeni gençlerinin Askere alınarak silahsız bırakılması ve ardından toplu tasfiyelerin yapılması, geride kalan Ermeni halkının Tenkil ve sürgünlerine geçilmesi. Bu konuda talimatların dakik bir biçimde, en yetkili resmi merciler tarafından istenip, izlenmesi. O dönemin Sadrazamı (Başbakanı) Talat Paşa’nın, başından itibaren olayları, dikkatlice takibi, emirler vermesi, istatistik tutması (iskan edecekleri yerde dahi nüfusa göre oranlarının %5 geçmeyecek düzeyde tutulmaları talimatları da dahil) ve bunun en ince ayrıntısına kadar yazılı özel notlarla tescili, Ermenilere reva görülen her şeyin, planlı bir tarzda icra edildiğini göstermeye yeterlidir (Ermeni tehciriyle ilgili Talat Paşa’nın tutanakları için bkz. Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi, 24 Nisan 2006’dan itibaren yayınlanan dizi) Bu, Ermenilere ilişkin, adına ne konulursa konulsun, yapılacak olanların önceden planlanmış eylemler olduğunu gösterir.

Bundan sonra, sonuçlara bakılarak, yapılanlara verilecek ad, tanımlamaya geçilir.*Böylesine planlı ve en ince ayrıntısına kadar takip edilmiş ve bir etnik topluluğa yönelen, sonuçta en iyimser tahminlerle, el yazması tutanaklardaki rakamlarla bir milyon (1000 000) üzerinde Ermenin ölümüne yol açan, kimi şehirlerde nüfusu yüz binlerden sıfıra indiren, çoluk çocuk on binlerce canın etnik yapısını değiştirmek için farklı etnik toplumlara dağıtan, topraklara el koyan, binalarını yıkan, her türden maddi ve canlı servetine el koyup katleden girişimlere, soy kırımından başka bir ad verilemeyeceği görülür.

Bu bir soykırımdır. (..)Osmanlıdan, cumhuriyete süre gelen bu aklın, daha uzun süre yürürlükte olma tehlikesi tüm çıplaklığıyla kendini göstermektedir. Tarihimizle cesurca yüzleşmeden bu aklı toplumsal işlevlerimizden ve geleceğe ilişkin yaşam planlarımızdan söküp atmak güç gibi duruyor.
((*)Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı –Mihrac Ural)

**
Sıranın kendisine gelmeyeceğini sananların dikkatine, bu vatanın birimize değil, hepimize ait olduğunu bir kez daha, bin kez daha yeniden birbirimize kanıtlamakla yükümlü olduğunuzu artık anlamak zorundasınız.

Bilmelisiniz ki, farklılıkları içselleştirmek, onlarla barış içinde yaşamayı fiilen gösterip, haklarını anayasal ve kurumsal güvencelerle kökleştirmek ertelenmez bir görev haline gelmiştir, bu yapılmadıkça bu vatanın hepimize ait olduğuna kimseyi inandıramazsınız.

Mümkünü, imkansız hale getirmeye devam ederseniz, sizi biz farklılar, ayrı varlıklar bile kurtaramaz. Bunun vebali, Hrant Dink’in katline yol açan akıl sistematiğinin kıyımına tek tek ve topluca maruz kalmaktır bilesiniz.
((*)Hrant Dink'in Katli ve Tarihi Gerçekler –Mihrac Ural)


Murat Altunöz’ün Beklenen Kitabı Kırılgan Zamanlar Çıktı…

2002 Ocak ayında başladığımız yolculuğumuza 7 yıldır devam ediyoruz. Karalama Dergisi, ülkenin koşullarına göre bazen inişler ve çıkışlar yaşamamıza rağmen her geçen gün dergimizle daha da büyüyoruz.

Karalama Dergisi olarak;
Şair Nevruz Uğur ve Halil İbrahim Yıldız’ın kitaplarından sonra Karalama’nın Kurucusu ve halen Editörü olan Murat Altunöz’ün Kırılgan Zamanlar adlı kitabını yayımladık.
Geçmiş zamanların, kırılmış, yalnız ve hüzünlü dizelerinde bulduk kendimizi,
Her dize de bir direniş, bir sürgün, bir ayrılık ve özlem var.
((Devamı sol alt sutünda))

...

...

Yerel Çeteleşmenin Boyutu...

Murat Altunöz /Gazeteci

Çeteleşme yıllar sonra Ergenekon operasyonuyla tekrar gündeme geldi. Eskiden bildiğimiz mafya sistemi çökmüş artık daha organize ve daha profesyonel bir hal alan almıştır.Bazı yazarlar, Emekli Polisler ve Emekli askerlerinde içinde bulunduğu yeni bir yapı ortaya çıktı.Aslında bu tür çeteleşmeler yıllardır hep ülkemizde vardır. Ama bu hafta benim bahsetmek istediğim yerel çetelerdir. malesef son yıllarda ciddi anlamda yerel çeteleşme ve Organize suçlarda bir çoğalma vardır. Zaten Hatay il Emniyet Müdürü Osman Çapalı'da bu konuya dikkat çekerek " Bireysel suçlar artık organize suçlara kaymıştır" demiştir.
((Devamı sol ana sutunda))


İNTERAKSİYON

Faiz Cebiroğlu
Her gelişim, karşılıklıdır. Her ileriye yönelik değişim, bir interaksiyondur. İnteraksiyon, karşılıklı etkileşim oluyor. İnsanlar, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek sosyal yönlerini geliştiriyorlar. Sosyal yönünü geliştiren insan, aldığı öğreti ve deneyimlerle bireysel yönünü ”işleyerek” yapılandırıyor. Yapılanma, ”özbilinç” ve ”özgüven” ile nitelik bir hal alıyor.

İnteraksiyon ya da karşılıklı etki, yaşadığımız toplumda, değişik yer ve ortamlarda farklı farklı oluyor. Dille başlayan diyaloğa; insanların bulunduğu yaşam tarzları, çalışma biçimleri ve kısacası sahip oldukları sınıfsal konumları da ekleniyor. Sosyal sınıf, gelişimde ”ana halka” oluyor. Sosyal sınıf, ileriye yönelik değişimin ”can alıcı noktasını” oluşturuyor.

(Devamı orta ana sütunda )
http://mirural.blogspot.com/

...

...

Yabancılaşmanın Dinamiği


Mihrac Ural

Yabancılaşma, insanlık ailesini birbirine yakınlaştıran, farklarını hızla öteleyen özel mülkiyeti ve olumsuz sonuçlarını bile köşeye sıkıştırma işlevi gören sonuçlarıyla, olumsuz değil çok olumlu bir role sahiptir. Tarihsel süreciyle derinleşip geliştikçe gerçekleşen yabancılaşma, insana çok daha cüretkâr olma, çok daha özgürce beyin labirentlerinde kurguladığı fantezileri yaşama ve bunu yaparken de dar anlamda aile, mahalle gibi klancı darlığın etkiler altında kalmayıp, geniş anlamda da ulusal sınırları aşıp belki başlangıcı sanal âlemin nimetleriyle, bilgi çağının iletişim olanaklarıyla bu tutku ve arzularının doruklarını zorlama şansını elde etmektedir.Yabancılaşma olmasaydı, emeğin sosyal etkilerinden bahsetmemiz mümkün olamazdı. Emek ne kadar sahibinden uzaklaşır, ne kadar sahibine belirgin olmaktan çıkarsa, o kadar evrensel ölçeklerde hizmet sunmaya başlamış demektir. Ve bir o kadar kültürel farklılıklarını hesaba katmadan ( renk, ırk, ulus, coğrafya, bölge farkı tanımadan) insan türüne ait hale gelmiş demektir.
((Devamı orta ana sol sütunda: ))
http://mirural.blogspot.com/

..

..

MİLLİ MARŞLAR

Ayşe Hür
1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı ‘Tre Trallade Jantor’dur. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkar ve ‘Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr….’diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası olayı "centilmen Türk seyircisinden jest" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi…
“Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur/Katibimin setresi uzun eteği çamur… diye başlayan ünlü türkünün bestesi 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’daki Selimiye Kışlası’nda kalan ‘eteklikli’ İskoç Alayı’na moral vermek için yazılmış ‘Donsuz askerler…’ diye başlayan bir asker şarkısıdır. II. Mahmut döneminde (1808-1826) modernleşme çabaları sırasında askerlere giydirilen setre ve pantolon mutaassıp çevreler tarafından ‘sokağa donla çıkmakla’ eşdeğer görülmüş, özellikle de ‘gavur mukallitliği’ denilen bu modernleşme hareketine çabuk uyum gösteren eli yüzü katipler halkın diline düşmüştür. Bir İstanbul külhanbeyi, bu katiplerle alay etmek için, Üsküdar yolu üzerinde olan Selimiye Kışlası’nda kalan İskoç askerleri için yazılan marşın müziğine Türkçe sözler yazar ve ünlü Katibim türküsü ortaya çıkar.
1974 Kıbrıs ‘Barış Harekatı'ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkumları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.

((devamı sol büyük sütunda))

23 Aralık 2007 Pazar

AYDINLANMA ve MODERNİTE


Aydınlanma ve Modernite

Mihrac Ural

mircihan@gmail.com

5 Aralık 2007

Yener Orkunoğlu’nun kaleme aldığı “Türk ve Kürt Modernleşmesi” makalesini, her zamanki gibi önemle okudum. Basılı yayında da yayınlanan makalelerinin kısa olması, ele aldığı konularla her zaman uyuşmamaktadır. Bu makale ise çok daha kritik bir makale. Konuya giriş için bile okuyucuya tarihsel anlamda ilgili süreçlerin en azından konu için kısa da olsa aktarılması gerekmektedir.
Orkunoğlu önemli bir konuya değinmiş, aydınlanma ile modernleşme arasında fark koyarak, 20. yüzyılın başlarından itibaren kendini daha çok açığa vuran biçimsel değişimlerin iç dokularında, ciddi bir yenileşmenin ve buna ait ekonomik, toplumsal ve siyasal içselleştirmelerin olmadığını, hazmedilmemiş tarih süreçlerin bir taklit olarak gelip kendini çarpıkça dayatmasının bir modernleşme olarak belirdiğini dile getirmiştir. Orkunoğlu’nun makalesinin sınırlarına sığmayan bu belirlemenin devamı olmalıydı; ancak yok. Bir polemikten çok, bir sohbet olarak kavranması gereken bu satırlarım; eksikleri tamamlamadan çok, onlara dikkat çekmeyi içeren ve ana yönelimleri belirleyen bir içerikte olacaktır.

1.
Yeni uygarlık, küresel üretim ve mülkiyet ilişkileriyle, feodalizme karşı kapitalizmin 14-15. yüz yılda oynadığı rolü oynuyor gibidir. Gelişip egemen olması muhkem olan bu yenilenme, bir tarihsel devrim için olgunlukları hızlandırmaktadır. Bu, insanlık için çok ciddi yeni bir aydınlanmanın fırsatını da beraberinde getirecektir. Doğaya bakış ve doğayı yorumlayışta olduğu kadar, yaşama dair tüm normların bir değişim sürecidir bu, tarihsel bir devrim ve dönüşümdür. İnternet iletişiminin PTT’ye yaptığı geri dönülmesi mümkün olmayan bir devrimdir. İnsan hakları algılayışı dahil, bilim ve bilgide de ve onların sonuçlarının insanlık ilişkilerine yansımasında da büyük bir değişimin eşiğidir bu gelişmeler. Doğal olarak bu süreç kendi aydınlanmasını da birlikte ortaya koyacaktır. İşte sorunumuzda tam buradadır. Bunun bilince çıkartılmasında, bu gerçeklerden yana olunmasında, eski uygarlığın her türden siyasal ve sosyal olgularının bu günün gelişimi karşısındaki tıkayıcılığına karşı mücadelesinden yana olma sorunudur.

Makalede, Kürt modernleşmesi için önemli bir tespit var. Türk modernleşmesinin aksaklıklarının tecrübesi üzerinde yükselme eğilimi ihtimalinden söz ediliyor. Bunlar önemli ve açılmalıdır. Kürt modernleşmesinin, Türk tecrübesini tekrar edebileceği kadar, kendine has bir yol seçerek sadece modernleşmesini değil; ama aynı zamanda aydınlanmasının da sorunlarını çözme şansı olduğunu ihtimal dışı tutmamak gerek derim.
Bunun iyi kavranması için öncelikle Batı aydınlanmasının belli bir tarihe ait özgünlüğünün, mutlak olmadığını bilince çıkartmalıyız. Makaledeki vurgular daha çok aydınlanmanın tarihte bir kez olan ve Batı’ya ait olan bir veri olarak alındığı izlenimi bırakmaktadır, her ne kadar tanıdığım Orkunoğlu’nun böylesi bir temel yaklaşımı olmasa da. Aydınlanma hadisesinin illa ki batılı olduğu ve olacağı yaklaşımları bence çok ilkel bir tarih bilincine ve geleceği Batı ulusları tekeline bırakmak demektir. Ki çoğu aydın ve bil cümle sol bu kısırlık içinde gelişmeleri tanımlama çabası içindedir.
Aydınlanma süreçlerinin bölgemiz halkları için batı tarzı olma gerekliliği var sayılıyor. Makalede de bu belirleme ağırlıkta. Evet, Batı’nın ortaya koyduğu bir aydınlanma ve çağı vardır. 18. yüzyıl felsefesini tanımlayan aydınlanma, önceki yüzyıllar üzerinde yükselip sonraki yüzyılların modernleşme sürecini açan aklın özgürleşmesini, dinin insan aklının doğayı ve toplumu eleştirel süzgeçlerinden geçirmesini engelleyen kilise egemenliğine son veren bir çağ olarak insanlık için önemli bir atıldır.



Ancak bu aydınlanmaya yapılan ısrarlı vurgu ve bu çağın kendine özgü aydınlanması olduğu gerçeğinin hiç dile gelmemesi, Batı aydınlanmasını tarihte bir kez yaşanan ve bir daha kimsenin yaşamayı umut etmesi dahi mümkün olmayan bir fenomeni haline getirmektedir. Bu tarz bir sunum yanlıştır diyorum. Bence her büyük tarihi kesitin kendine göre bir aydınlanma sı ve bunun gerekçesi ve bunun sonucu özgün bir modernleşmesi vardır. Bunu anlamak için batılı aydınlanma çağından önceki Yunan ya da İslam aydınlanma çağlarına gönderme yapmak yanlış olmayacaktır. Bu birikimlerdir ki, insan aklının kolektif gelişme düzlemlerini tanımlar. Tarihi her büyük kesitinin kendi aydınlanma birikimleri vardır. Tarihi ilerleten en önemli faktörler arasında da bunlar bulunmaktadır. Bu da her tarihi kesit içinde kolektif insan aklının ürünü olarak gündeme gelmiştir. Elbette ki, bu aydınlanma atılımlarını tırnak içinde batılı aydınlanmayla bire bir algılamamak gerektiği de açıktır. Ancak her bir tarihi süreçte cereyan erden aydınlanmalar bir sonraki için önemli bir veri olmuştur. Bundan sonra da gündeme gelecek aydınlama atılımlarına Batının aydınlanması bir veri olacaktır.

Batı aydınlanmasının geçmişte kalan kökleri, bir sonraki tarihsel kesitlerin aydınlanmasına temel bir veri olsa da, artık onun tekrarını yakalama gibi bir çaba ilerici bir çaba olmaktan uzaktır. Dinin topluma dayattığı tüm algılama düzlemlerinin karşısına dikilen ve doğayı çözümleyerek algılanan aydınlığın, toplumu düzenlemede oynadığı rolle kendini tanımlayan Batı aydınlanmasının bu gün için sadece, gelecek aydınlanma için bir veri olarak rol alacaktır. Gelecek tarihi kesitin aydınlanması içinde özümsenecektir. Ancak batı aydınlanmasını, onu yaşamamış ülkeler, uluslar, halklar için aşılması zorunlu bir halka olarak algılamak çok tutarlı bir yaklaşım olmayacaktır. Tarihsel süreçlerde kimi halkaların içselleştirilmesi bire bir o halkaların yaşanmasıyla olmaktan çok, bir ileri sürecin içinde algılanmasıyla da mümkündür. Böyle olmasaydı, uygarlıkların bir biçimde tüm insanlığın malı haline gelmesinin olanağı olmazdı. Arap-İslam uygarlığının görkemli kesitlerinde Avrupa prensleri El Hamra üniversitesinde eğitim görürdü. Aynı kesit içinde, bu günkü Papa 16. Benediktus’un iddia ettiği gibi, Avrupalılık için temel olarak gösterilen klasik Yunan kültürüyle kaynaşmış Hıristiyanlık, insanlığı inanılmaz bir hurafecilikte ve ilkelliğin derin karanlıklarında ısrarcı bir zulümle tutma çabasındaydı. Buna rağmen, Batı kendi reform ve Rönesans’ını yaratırken, bütün bu değerlere savaş açma durumunda kalmıştır. Sıçramasını, atılımını önceki tarih kesitlerinin aydınlanmalarından yararlanarak, onu veri ve temel alarak kendi aydınlanmasının kanallarını açmış ve bunu başarmıştır.


Kant’ın ifadesiyle, “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır Sapare Aude! Aklını kendin kullanmak cesaretini göster sözü, şimdi Aydınlanmanın parolası olmaktadır.”


Bu bir “Aklı kullanma cesareti”dir. Aklı bir bilgi havuzu haline getirme değil, Lessing’in dediği gibi "Aklın kuvveti, hakikate sahip olmada değil, hakikatı araştırmadadır." Hakikatten daha önemli olan bu adım özgürleşmenin diğer adıdır ve tüm aydınlanma çağının temeli ancak köklü bir özgürleşme ardından gelecek bir adımdır.


15. yüzyıl ve ardından gelen süreç, özellikle de “Dinde meydana gelen yenileşme hareketleri, dinsel düşüncenin giderek geriletilmesi ve aydınlanmacılıkla birlikte kuruculuk ve egemenlik gücünü kaybetmesiyle sonuçlanmıştır. Rönesans ve reformlarla başlayan bu gelişmeler, aydınlanmacılıkla doruğuna varmış ve buradan itibaren modernite denilen sürecin oluşumunu hazırlamıştır. Bu süreç aydınlamacılıkta ifadesini bulan köklü bir zihin değişikliği anlamına gelmiştir”

Batının 18. yüz yıl felsefesi olarak tanımlanan aydınlanma çağı ve ardından açılan modernite süreci belli tarihi olguların olgunlaşmasına bağlı olarak şekillendiği açıktır. Bu farklı tarihi süreçlerin kendi verilerinin olgunlaşmasıyla bir başka düzlem ve ortamda yeni aydınlanma ve modernite süreçlerinin açılacağına da önemli bir tarih belirlemesi olarak görülmelidir.
Böylesi bir tarih okuması, bize tüm insan topluluklarının uygun bir ortamda koşulların olgunlaştığı yerde, bir biçimde gelişmekte olan, yeni bir aydınlanmanın unsurları olma çabası verme durumunda olmaları gerektiğine işaret eder. Bu gün ise bu çok daha gerçekçidir. Batı aydınlanması üzerinden yüzyıllar geçti. Batı, kendi dinamikleriyle kurduğu uygarlıkla insanlığa inanılmaz ölçekte değerler kattı. Bütün tarihsel uygarlıklar gibi doğup gelişti ve geri sayım işaretleri verme sürecine girdi. Bunun en önemli belirtisi tüm tarih okumalarının gösterdiği gibi, egemenliği zor araçları ve onlara sarf edilen değerlerle sürdürme durumuna düşmektir. Batı, artık küresel ölçekte gericiliğin, baskının, dayatmanın ve savaşların sürdürülmesi için insanlığa zarar veren bir kaynak haline gelmiştir.



Artık, Batı’nın tüm insani değerleri, aydınlanma değerleri insanlığa zarar veren girişimlerin bir maskesi haline dönüşmüştür. Sanayi Devrimi’nin dinamikleriyle gelişen ve yaygınlaşan kapitalizmin, dünya ölçeğinde pazarları açan nesnel gelişimi, meta ihracından, sermaye ihracına ve bilimsel teknik devrim ve ardından gelen bilgi çağıyla, insan kolektif aklının ortaya koyduğu sonuçlar, artık kapitalist ilişkilerin doğal bir işlerlik içinde sürdürülebilmesine hizmet etmez hale gelmiştir. Bu sonuçlar Batı uygarlığının içinden yeni bir uygarlığın verileri olarak işlev gördükçe, kapitalist ilişkiler kendi zor araçlarıyla sürdürülme eğilimi göstermektedir. Küresel üretim bir gerçek olarak, belli bir merkeze tabi olmada bilginin de üretime, hammadde+üretim araçlar+işgücü gibi bir unsuru olarak katılımıyla, sanal üretim gibi yepyeni ve evrensel aklın ortak etkinliğiyle yapılan ön üretiminin katılımıyla adım adım egemen olma yönünde ilerlediği gözlemlenmektedir. Bir yeni uygarlık sistemi kuracak kadar olgunlaşmamışta olsa bu veriler, hızla gelişmekte ve kapitalist üretime alternatif bir üretim ilişkisi ve mülkiyet ilişkisinin önemli belirtileri olarak ortaya çıkmaktadır. Bu gelişmeler insanlığı önemli bir yeniden sosyal siyasal düzenleniş fırsatı yaratmaktadır. Emperyalist kapitalizm ve merkezleri dünya ölçeğindeki yaygınlığına karşı küresel ölçekte bir üretim olarak farklılaşan bu gelişimin ilerlemesine karşı, yüzyılları kapsayacak enerji kaynaklarının kontrolü, nüfus alanlarının yeniden düzenlenişi gibi “Yaratıcı Anarşi”yle ancak izah edilebilecek cehennemi denklemleri kurgulamakta ve uygulamaktadır.


Yeni uygarlık, küresel üretim ve mülkiyet ilişkileriyle, feodalizme karşı kapitalizmin 14-15. yüzyılda oynadığı rolü oynuyor gibidir. Gelişip egemen olması muhkem olan bu yenilenme, bir tarihsel devrim için olgunlukları hızlandırmaktadır. Bu, insanlık için çok ciddi yeni bir aydınlanmanın fırsatını da beraberinde getirecektir. Doğaya bakış ve doğayı yorumlayışta olduğu kadar, yaşama dair tüm normların bir değişim sürecidir bu, tarihsel bir devrim ve dönüşümdür. İnternet iletişiminin PTT’ye yaptığı geri dönülmesi mümkün olmayan bir devrimdir. İnsan hakları algılayışı dahil, bilim ve bilgide de ve onların sonuçlarının insanlık ilişkilerine yansımasında da büyük bir değişimin eşiğidir bu gelişmeler. Doğal olarak bu süreç kendi aydınlanmasını da birlikte ortaya koyacaktır. İşte sorunumuzda tam buradadır. Bunun bilince çıkartılmasında, bu gerçeklerden yana olunmasında, eski uygarlığın her türden siyasal ve sosyal olgularının bu günün gelişimi karşısındaki tıkayıcılığına karşı mücadelesinden yana olma sorunudur. Yeni uygarlık sürecinin solu, devrimcisi bu gerçeklerin verileriyle perspektiflerini oluşturmasının gerekliliği de, konumuz olmasa da anti parantez olarak burada hatırlatılmalıdır.
Bu gün bu açıdan insanlık eşit oranda olmasa da, önemli oranda, çok geniş bir yelpaze içinde böylesi bir aydınlanmanın yükselişine, kendi orijinalitesinden bir katkı yapma olanağına sahiptir denebilir.


Hüseyn bin Hamdan el Hasibi 900’lü yıllarda yaşamış bir düşünür, hakikati akılla özdeştirmiş ve bunun dorukları olduğunu, tarih içinde evrimleşerek, belli doruklardan geçerek ilerlediğini ifade etmiştir. Bu yaklaşımına dayanarak ta, “akılla çelişen insanın kabul sınırlarında olamaz” demiştir. Bu belirlemeyi Kant’tan yüz yıllar önce yapmıştır. Dile getirdiği doruklarda dini şahsiyetleri ve peygamberleri birer simgesel unsur olarak ele alsa da, aydınlanmanın her uygarlıkta belli bir bütünü temsil ettiğini vurgulamıştır. Rast Başin’in “Doğrunun Yolu” adlı kitabında o çağlarda gördüğü bu evrimin devam etmediğini iddia etmek mümkün değildir.
Bana göre, yazılarımızda bu çağın aydınlanması açısından geri ulusların, halkların, ülkelerin ileri ülkelerden çok daha şanslı olduklarını söylemek abartılı olmayacaktır. Şöyle ki, tarihin ilerlemesine dikkatlice bakacak olursak, göreceğiz ki belli bir yükselişten sonra çöküşe giren uygarlıklar, yeni bir hamleyi kendilerinden çok, onları tarihe gönderecek unsurlar yapmaktadır.


Bu, tarihe gömülecek uygarlığın içinden çıkıp gelse de, eski uygarlığın öncüsü olan, onun tüm etkinliklerini tekelinde tutan ve bu gün emperyalist ülkeler dediğimiz çevreler olmayacaktır. Bunlar yeni uygarlığa karşı direnecektir. Bu gün de gerçek küreselleşmenin karşısında küresel gericiliği dayatan da tas tamam bunlardır. Bu yüzden, Batı uygarlığının gelip dayandığı yerde başlayan gerileme ve çöküşte, bu eski öncü ülke ve ulusların katı birer tutucu oldukları ve insanlığa yeni açılımlar sunamadıklarını tespit etmek gerekir. İnsanlığın, çok yönlü gelişiminin durağan olmaması gerçeğinden hareketle de; yeniçağda büyük bir atılımla bu tıkanmayı kaçınılmaz şekilde aşması beklenmelidir. Bu atılım tarihte de olduğu gibi tutucu güçlere karşı direnen, onlara karşı yeni uygarlığın unsurları içinde yer alanlar yapacaktır. Batıda, ulusun feodallere, kiliseye karşı durması gibi; bu çağlarda ulusların, ülkelerin, halkların emperyalist tutuculuğa karşı durma ihtimali gibi.


Bu anlamda, bu gün için geri sayılabilecek ülkelerin, bu tarihi gelişmeyi doğru algılayabilen gelecek kuşaklarının, bu gün ve ileri çağlarda kendi özgün ve o çağa ait olacak bir aydınlanmaya doğru atılım yapmalarının mümkün olduğunu düşünüyorum. Benim vurgusunu yapmaya çalıştığım aydınlanma da bu alternatifte bulunmaktadır.

İnanıyorum ki, emperyalist çok yönlü baskı, işgal, savaş ve bilcümle baskılara karşı gelişecek uzun erimli mücadelede (ki, şimdilik bir yüzyılı geride bıraktık) yeni bir uygarlık koşulları içinde kendi orijinalitesiyle yer bulabilme şansını yakalayanlar, aynı zamanda o çağların aydınlanmasını yaşayacaklardır.


Bilişim çağının etkinliklerini yaşamsal bir insani sistem haline getirecek olanların, bunun bir üretim ve mülkiyet ilişkisi olarak, batıdan nitelikçe farklı bir tecellisi olarak, ikamesinin yeni bir aydınlanma çağı olarak belirmesinin kaçınılmaz olacağını düşünüyorum; bu nokta genişçe tartışılabilir. Ben sadece, aydınlanmanın bildik batı uygarlığının şafağı gibi, klasik bir yerde ve kıstaslarda başlayıp sona eren bir unsur olmadığını belirtmek istiyorum. Her tarihi kesitinin kendine özgü bir aydınlanma trendi vardır diyorum ve bu mutlaka batı türü bir aydınlanma olmayacaktır derim. Bu açıdan Kürtler, Türkler, Araplar ve tüm geri ulus ve ülkeler için, yeni tarihsel kesitin aydınlanmasında eşit oranda rol oynama şansının hala değerlendirilmesine yönelik ciddi fırsatlar olduğunu düşünüyorum. Bunun için aydınların, bilcümle sivil toplum unsurlarını, çağı bilince çıkarmış siyasal güçlerin oynayacağı büyük roller olduğu vurgusunun yapılmasından yanayım.
2.
Tüm olumsuzluklar, özgürlük için ayağa kalkmış bir ulusun çok daha olumlu bir açılım yapması için birer fırsata da dönüştürülebilir. Dünün beyin göçü diye karşı çıkılan etnik göçmenler -küreselleşme çağında çok önemli bir güç olarak- aidiyetlerinin bu çağda kendi orijinaliteleriyle yer almak için bir unsur olarak işlev görebileceklerdir.

Makalede haklı olarak "Olumsuz öğe ne? İki noktaya dikkat çekmekle yetineceğim. Birincisi, toplumsal gerilik ve aşiret ilişkileri, Kürt modernleşmesi içinde dinsel eğilimlere zemin oluşturmaktadır. İkincisi, Kürt modernleşmesi, sosyal sorunlar yeterince dikkate almamaktadır. Sadece ulusal ve kültürel kimlikle sınırlanmış bir projeyi savunuyormuş gibi izlenim yaratmaktadır." denmektedir.

Kürtlerin tarih içinde yakaladıkları en önemli özgürlük halkasının başka ne tür şansı vardı da reddedildi diye düşünmek gerek. Eleştirsek de, beğenmesek de var olan gerçeklikler içinde Kürtlerin bu verilerle özgürlük için çalışmalarını anlamanın gerekliliğini vurgulayacağım. Eleştiri hakkını koruyarak bunu belirlerken bir gerçeği de gözden kaçırmamak gerek.


Kürt ulusunun önemli handikaplarından birinin, büyük bir tutucu dini potansiyelini de kapsıyor olmasıdır. Bu gün AKP‘nin üzerinden nemalanmak istediği ve özgürlük hareketini tasfiye için kullanmak istediği araçlar arasında bu da yer alıyor. Tabi bu kesimlerin yönlendiricisi, feodal ilişki çevreleri ve ülkede her türden etnik ve inançsal çeşitliliğiyle iç içe geçmiş ekonomik çıkarların en üstünde bulunanlardır. Buna özgürlük hareketini yok etmek için, bu çevrelerin uluslararası bağlantılarını da eklemek gerek.


Bu yığılma karşısında özgürlük hareketinde, “beni öğle yemeğinde yiyeceklerine aynı araçlarla onları kahvaltı yapayım” deme eğilimlerinin geliştireceği kimi ilişkilerin tehlikesini de hesaba katmak gereklidir. Yani dış güçlerle kurulabilecek olası dirsek temaslarını hesaba katmak gerek. Bunlar çağı yakalamada geri ülkelerin, özgürlük arayışında olan ülkelerin en büyük handikaplarıdır. Buna rağmen tersinin olabileceğini düşünmek istiyorum ve bu ihtimalinde yazılarımızda yer almasının çok önemli olduğunu belirliyorum.

İyimser olmak için de çok nedenimiz vardır. Bütün bu olumsuzluklardan olumlu sonuçlar çıkartmak zor değildir. Önemli olan çağı iyi kavramak ve bu çağın küreselleşme bilincini, doğru mücadele yönelimlerine akıtabilmektir. Bunun için çağın gelişme yön ve dinamiklerini bilmek, onları tutmak ve ülke, ulus ve halkla içselleştirebileceği tarzda bununla uyumlaştırmaktır. Bizim kuşağımızın yıllarında başarılamaz ise de, gelecek kuşaklar açısından kesinlikle başarılacaktır.
Tarih bilgimizi yeniden yoklayalım: İstanbul’un fethi bu coğrafyayı çağın gerisinde bırakırken; Batı, bu alandan göç edenlerle birlikte Aydınlanma çağına girmiştir. Benzer bir süreç tüm insanlığın önünde kendi orijinalitesiyle geleceğin aydınlanmasında yer almak etkin olup etkilenebilme fırsatı sunmaktadır. İletişim teknolojisinin bilişim çağında oluşturduğu ortamın, yeryüzünü bir küçük köy haline getirme esprisinin taşıdığı derin anlamı burada kavramak gerekir. Bu şansı, yeniden elimizin tersiyle itmemek için yapılması gereken çok önemli bir görevle karşı karşıyayız derim. Bu ise, makalede bilince çıkan, aydınlanmasız modernleşmeyi gerçek anlamda bir aydınlanma modernleşmesine dönüştürebilir. Bunun için çağın ne kadar kavranabildiği noktası hayati önem taşıyor. Tekrar gibi olsa da, bunun üzerinde yeniden durmak gerekir.

Orkunoğlu’yla bir süre önce, basılı yayınımız Atak dergisinde hala yayınlanmakta olan ve internet sitelerinde de yayınlanan sohbetlerimizde küreselleşmeyi, gelişen ve egemen olması muhkem olan yeni bir uygarlığın, yeni bir üretim ilişkisi ve mülkiyet ilişkisinin zemini olarak belirlemiştim. Bu, postmodernizmin bireyin yeniden algılanışı diye dayatılan bir yenilenme algısından çok farklı bir tarihsel gelişmedir. Küresel üretim ilişkisi, postmodernizmin bireyi yüceltme adına yapılan onu tek tek esir alma çabası değil, tersine bireyi üretim etkinlikleriyle yücelten, üretim etkinliğini nitelikçe büyüyen sosyal sonuçlarıyla onu ve ilişkilerini toplum adına yeniden düzenleyiştir. Yeni uygarlığın üretim ve mülkiyet ilişkisi, emperyalistlerin bireyciliği topluma karşı kışkırtan kof ve sahte övgüsü ardında gizli olan esir edilişinin evrensel ölçekte baskı ve siyası dayatma pervasızlığı anlamında bir küreselleşmesi değildir. Bu insan kolektif aklının kazanımlarıyla, icatları, teknik ve bilgi birikimlerinin yarattığı engellenemez bir tarihi dönüşümün toplamı olan ileri bir uygarlıktır.

Zira bu gelişme, bu tarihi dönüşüm, üretim ilişkilerini artık küresel bir üretim ilişkisi haline getirmektedir. Kapitalist emperyalizm bunu başaramamıştır. Batı uygarlığının kapitalist sistemi, ilişkilerini küreselleştirmesine karşın üretimini küreselleştirememiştir. Batı uygarlığının kapitalist üretim sınırı, ulusal, ülkesel merkezli çıkar tekelleşmesinin, emperyalist çıkar merkezlerinin sınırında sukut etmiştir. Batı uygarlığı kapitalize ilişkiler, tüm dünyada küresel ölçekte yaygındır; ancak küresel bir üretim değildir. Tersine her merkezi öbeğin, bu ulus ya da ülke yada belli bölgesel ölçekler içinde de olsa lokal kalmıştır.

Yeni uygarlığın gelişimi, bilişim çağının, bilgi ve teknik çağın insan kolektif akıl ürünü olan sonuçlarının yarattığı tarihsel dev dönüşümlerle oluşan yeni üretim tarzı, artık ne ülkesel ne ulusal ne de belli sınırlara mahkumdur. Bilginin üretildiği her yerde, çok daha az maliyetle, çok daha küçük alanda ve inanılmaz büyük sosyal sonuçlarıyla yeni mülkiyet ilişkilerini de beraberinde getirerek kendini ortaya koymaktadır. Batı uygarlığı bu son kesitinde bundan çok ciddi tarzda rahatsızdır. Artan tutuculuğu, saldırganlığı, dünyanın tüm enerji kaynaklarına hoyratça saldırışı, işgalleri, savaşları bu gelişmeye karşı direnme adına yapmaktadır. Zira bu hantal yapı, gelişen yeninin dinamikleri karşısında kendini çok güçsüz hissetmektedir. İçgüdüsel bir tepki olarak beliren bu tablo; bir zamanlar kapitalizmin, feodalizmin bağrından gelişip onu yıkması gibidir. Bir üst aşamada tarihin tekerrürüyle karşı karşıyayız. Bu süreçte modernleşmeden çok yeni bir çağın aydınlanması için büyük fırsatlar olduğundan söz etmek, toplum motivasyonu için çok gereklidir.

Kürt özgürlük hareketi ve özgürlük eğilimlerinde olan Araplar ya da diğerleri açısından geçerli olmak üzere söylenebilecek şey, bu çağdaş yenilenmeyi bilince çıkaran siyasal hareketlerin etkinliği altında bir modernleşmeden çok, çağa ait bir aydınlanma atılımı yapma şansına sahip olduklarıdır. Gelişen yeni uygarlığın ilişki ağları içinde kendi orijinalitesiyle yer alabilecekler açısından çok önemli bir süreç olan bu atılım, bir ölçüye kadar özgürlüklerin sınırını ne kadar geliştirebileceklerine bağlı olarak şekillenecektir. Ayşe Hür’ün dediği gibi, küreselleşme çağında “ezilen ulus bir süre sonra başka guruplar için ezen ulusa dönüşebilir” (Ayşe Hür, Kırk katır mı kırk satır mı makalesi) olması, özgürlük hareketleri için çağın doğru algılanmasının ne kadar önemli olduğuna da bir göndermedir.

Bu atılımı boğacak çok yönlü tehlikelerin olduğu kesin. Bunların bir kısmına makalede “toplumsal gerilik ve ve aşiret ilişkileri” diyerek değinilmiş. Bunlara eklenecek birçok temel öğe daha sıralanabilir: coğrafi koşullardan, inanç türlerine; komşuların konumlarından, tarihi süreçlere kadar. Ancak tüm bu olumsuzluklar, özgürlük için ayağa kalkmış bir ulusun çok daha olumlu bir açılım yapması için birer fırsata da dönüştürülebilir. Dünün beyin göçü diye karşı çıkılan etnik göçmenler -küreselleşme çağında çok önemli bir güç olarak- aidiyetlerinin bu çağda kendi orijinaliteleriyle yer almak için bir unsur olarak işlev görebileceklerdir.

3.
ülkemiz solunun hiçbir verisi, özgürlük hareketinin örgütsel ya da eylemsel dayanışmasını kaldırabilecek bir potansiyel ve dinamiğe sahip olmadığını göstermektedir. Sanırım Kürt özgürlük hareketi istese de, onlar kaçacaktır. Gözlemlerime göre, sosyalist güçler ve onların etkinliğindeki her türden siyasal hareket, böyle bir Kürt dayanışma isteğine karşı içgüdüsel olarak karşı durma eğilimi gösterecek; “milliyetçiliğime böyle bir lekeyi bulaştırmayın” diyecektir. Çok iddialı gibi gelen bu sözlerimin yerel seçimlerden sonra çok daha anlamlı olacağını hep birlikte ama büyük bir acıyla izleyeceğiz gibi gelmektedir. Bu yüzden de, bu verilerin ortamında ben artık “ne solcuyum ne de sosyalistim” diyorum.

Makalenin son paragrafı, dikkatimizi başka bir tartışma konusuna yöneltmemiz gerektiğine işaret ediyor. Genellikle makalelerinde değinilen vurgulardan biri, devrimci hareketi, özgürlük hareketini bir biçimde sosyalist harekete bağlama eğilimidir. Bu köprünün kurulmasına kimse itiraz edemez; ancak gerçekçi olduğuna inanmıyorum artık.

Bu önermeyi ayakları havada bırakan çok veri bulunmaktadır. Sosyalist hareketin bu gelişmeleri kavramadaki yetmezlikleri ve içinde bulunduğu çöküş üzerinde durmayacağım.

Dünya genelinde bu konjonktürün egemenliğini benim kadar sizler de biliyorsunuz. Bunun nedenlerini de burada uzunca tartışmayacağım. Zira bana göre, nesnel verilerin ortaya çıkarttığı sonuçlar, bir yanıyla da sosyalist ideolojideki ciddi hatalardan kaynaklanıyor. Buna ilişkin yine Orkunoğlu’yla sohbet iletilerimizde değindim. Marks’ın Grundrisse’sinden yaptığım aktarmalarla teknolojik ilerlemenin, bilimin gelişimi ve üretime aktarılmasıyla beklenen sonuçları, Marks’ın temel olarak ele aldığı konular olmamasına karşın, belirlemelerinde hatalı tespitlere ve isabetsiz belirlemelere varmıştır. Sonraki gelişmelerde, devrimin tek boyutlu bir siyasal devrim olarak kavranması, mülkiyet ilişkilerinin bunun sonucu bir siyasi kararın ilan edildiği kağıda endekslenmesi, Marksizm’in yanlış yorumu olarak ifade edilse de, bir ideolojinin kendi ürününün doğal sonuçları olarak ortaya çıkmıştır. Buna meta üretimi, pazar sorunu ve bir o kadar önemli olan ulusal sorunla ilgili olarak, ideolojinin taşıdığı handikaplardan bahsetmek sadece bir beyin jimnastiği değildir. Bu derin sarsıntılar içinde bir bütün olarak sol, geri dönüşü çok zor bir rota kaybı içindedir. Rotasız, kendini bilmez haldeki bir sosyalist kalıntıya, özgürlük hareketinin bağlayacağı hiçbir umut olmadığına inanıyorum. Tersinin ise çok yararlı olduğu kanısındayım. Bunun için ülkemizde olası tüm özgürlük akımlarının güçlendirilmesinden yana bir politik hat, sosyalizm dahil tüm sol hareket için bir kurtuluş ümidi olacaktır. O da solun ve sosyalist hareketlerin çağın gereklerine uygun, küreselleşme eğilimleri ve aydınlanmasına uygun konuşlanmaları koşuluyla.



Bu gün ülkemizde sosyalist hareket ve bilcümle solun içine düştüğü milliyetçi bataklıkta sürmekte olan debelenmesi, halklarımızı ve çok yönlü örgütlenmelerine tehlikeli mesajlar iletmektedir. Bu gün sol, etkileyen değil etkilenen ve sokağın etkileri altında ezilen bir soldur. Kararsızdır ve milliyetçilikten şovenizme kaymaktadır. Faşistleşmenin bireysel bazda ya da örgütsel tutumlarda ortaya çıkmadığını söylemek ise güçtür. Kendine komünist diyenlerin kadınları da askeri hizmete sevk etme önerisinin ehveni şer anlamı, kimi solcularda, özgürlük hareketini ve Kürt halkını katletmek için gönüllü olarak askere gitmeye kadar uzanabilmektedir. Böylesi bir solun, emekçi kitleler ortamındaki etkinliğini gerçek bir kitlesel tehlike anlamına yorumlamak artık yanlış değildir: Unutmayınız ki, Nazizmi de faşizmi de çağı kavrayamamış yanlış yönlendirmelerin baskısı altındaki halkın özgür demesek de, gönüllü iradesi iktidar yapmıştır.

Bana göre sola endeksli bir öneri doğamadan ölmüş bir öneridir. Bu, solun yok olduğu anlamına gelmiyor, tersine kurtuluşu için solun özgürlük hareketlerine tutunmasının gerekliliğine işaret ediyor. Kaldı ki, ülkemiz solunun hiçbir verisi, özgürlük hareketinin örgütsel ya da eylemsel dayanışmasını kaldırabilecek bir potansiyel ve dinamiğe sahip olmadığını göstermektedir. Sanırım Kürt özgürlük hareketi istese de, onlar kaçacaktır. Gözlemlerime göre, sosyalist güçler ve onların etkinliğindeki her türden siyasal hareket, böyle bir Kürt dayanışma isteğine karşı içgüdüsel olarak karşı durma eğilimi gösterecek; “milliyetçiliğime böyle bir lekeyi bulaştırmayın” diyecektir. Çok iddialı gibi gelen bu sözlerimin yerel seçimlerden sonra çok daha anlamlı olacağını hep birlikte ama büyük bir acıyla izleyeceğiz Bu yüzden de, bu verilerin ortamında ben artık “ne solcuyum ne de sosyalistim” diyorum. Bu kavramların anlamlı yıllarında mücadelemi tanımlamakla onur duyduğum süreçlerden bu güne gelince, küreselleşmeden yana, tarihsel devrimlerden yana, yeniçağın aydınlanmasından yana olduğumu ve kendimi öyle tanımladığımı söylüyorum. Bu çağın Gerçek solculuğun, gerçek devrimciliğin bu temel üzerinde çağı algılamakla tanımlanabileceğini ve yükseleceğini iddia ediyorum.

Bunun için tutuculuğun bir biçimi olarak gördüğüm “sosyalizmin sorunları”yla ilgilenmenin hele bununla ilgili teorik batışlara dalmanın, benim için çok geride kalmış beyhude bir çaba olduğuna inanıyorum. Bu çabacıların “proletarya diktatörlüğü” gibi, Marksizm’in kurucu ve geliştirici önderlerinin olmazsa olmaz saydığı “bilimsel sonuçları” nasıl tahriç (oturtmak, çıkarsamak) edeceklerini merek ediyorum. Proletarya kültürü söylemlerini, fabrikanın ve aletlerin dışına taşmamış tek boyutluluğun kısırlığını, halktan kopukluğunu, çağı yakalamanın tek aracı olarak nasıl sunacaklarını merak ediyorum artık. Diyalektik materyalizmin zıtların birliği ilkesinden kopuk olarak, burjuvaziyi yıkıp kendisi var olmaya devam edecek bir işçi sınıfı sistemi yaratmanın donkişotça bir çaba olup olmadığını sormak durumunda kalacağım. Devletin ve ulusal sorunun bu kapsamda ne anlam taşıdığını, nereye ve nasıl oturtulacağını bilmek istiyorum. Buna benzer binlerce sorunun teorik irdelemeleri, en az geçen yüz yıl boyunca yapıldı durdu. Bunu kısır beyin ilkelliğiyle yeniden, kendileri gibi ufaklıklara yutturma adına yapmaya girişenleri, komedi bile sayamayacağımı ifade etmek istiyorum. Bu çabalar artık birer ayıp haline gelmiştir. Ayrıca, yeni uygarlığın kapitalizmi tarihe gömeceği gerçeğinden yola çıkarak (uzun bir sancılı dönem sonucunda da olsa), salt sınıf mücadelesini kollayan ve sınıf temelli bir sosyal siyasal yaklaşım içinde olmanın darlığına, ileriye bakmaktan çok, en iyimser yaklaşımla, durağanlığa endeksli olunacağını dile getirip dikkat çekmek istiyorum. Bütün bunlar, sosyalizm ideolojisinde, önceki tarihsel süreçlerde de ortaya çıkan düşün akılarının, insan kollektivitesine, dayanışmasına, dengeli ve adil paylaşıma ve bilcümle insani erdemleri gözeten önerme ve gerçekleştirimlerine sahip çıkmanın onları içselleştirerek bu çağın devrimcisi olmayı, özgürlük ve demokrasi savaşçısı olmayı arkasında duracağımız değerler manzumesi olarak görmekle hiçbir çelişmesi olmayacaktır. Artık kendimizi böyle tanımlayarak bu çağı yakalamak için aklımızı kimi saplantılardan özgürleştirebileceğimize inanıyorum. Atı aydınlanmasının ruhu da budur. Bu ruhla yeniçağı algılamadan devrimci de solcu da olunamaz.



Halkın, bilaistisna tüm emekçilerin ana çıkarlarını, özgürlük yönelimlerini ve demokrasi ihtiyaçlarını ihmal etmeksizin ve onların kitlesel gücünün dönüşümcü etkinliğine dayanmayı küçümsemeden mücadelenin yükseltilmesi gereği kesindir. Tarihte tüm atılımlar da öyle olmuştur. Burjuvazi bile aydınlanma çağını ve modernleşme süreçlerini halk kitlesinin omuzları üzerinde yürütmüştür. Bundan sonraki tarihsel kesitlerin aydınlanması da bu zemin üzerinde yükselecektir. Bu zemini sınıf kavgasında dile gelen, tek boyutlu bir sınıfın omzuna dayamak, üstelik bu sınıf kendi var oluş sistemiyle birlikte tarih olacağı gerçeğini bilerek yapmak, ilerlemeyi tıkamaktır. Havanda su dökmek gibidir. Çok ilerici, çok sosyalist bilemedin komünist adı altında çok ilkel bir gericilik konumuna düşmektir. Yanlış yönelimlerin takılacağı zeminler, alışkanlıkların, en yakın ideolojilerin bataklığı olma esprisidir bu. Bir dönem solcuların keskin dinci eğilimlere saplanması gibi. Bu gün milliyetçiliğe düşmeleri de öyledir. Bu gün sol ve sosyalist eğilimler özgürlük atılımlarının gerçek destekçisi olmayı başaramadıkça içine düştükleri bataklıkta tas tamam burası olmaktadır.
Kimse bunu, “kimi sol siyasetlerin hatalarını genelleştirme” olarak algılamasın. Açıkça söylüyorum, hata ideolojinin derinliklerinden gelmektedir. 19. yüzyılın ve 20. yüz yılın sosyalist mefkuresinin oluşumunda, bu günleri kavrayamam, bilimsel teknik devrimin açacağı ufakları doğru belirleyememe durumu söz konusudur. Marksist yönelimlerde bilim ve teknik gelişmeleri üzerinde çok durulmasına karşın, yeni bur uygarlığın böylece gelişeceğine ilişkin hiçbir sağlıklı yaklaşım yapılmamıştır. Söylenen bir siyasal devrimle birlikte, ilan edilen kararnamenin toplumsal mülkiyeti ikame edeceği ve bundan sonra üretici güçlerin gürbüzce gelişeceğidir. Devrimi bir darbe gibi algılamanın sınırlarını aşmamıştır ve bunu “zor devrimin ebesidir” diye ilgisiz bir konjonktürle ilişkilendirmenin ötesine geçilmemiştir. Bana göre bu tez iflas etti. Ve ikinci bir kez sosyalizm adına bu iddianın, artık ortaya atılamayacak kadar ciddiyetten uzak olduğu anlaşıldı. Bu tezin ardından kurulan sosyalizm, ideolojinin temellerinden çıkıp geldiği haliyle başka bir şey üretmesi de söz konusu olamazdı. Bu algılayışla bin kez kurulsa da, kurulmuş olandan başka bir sosyalizm olmayacaktır.

Hata ne uygulamada ne de teferruattadır. Hata, çağın ve yönelimlerinin algılanışından kaynaklanan temel bir hatadır. Yeni bir uygarlığın gelişiminin kavranamamasındandır. Bunun için kurulan ve aynı teorik verilerle kurulacak olan sosyalizm, kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkisinden nitelik farklı bir tarz yaratamayacaktır. Yaratamamıştır da. Bu yüzdende sosyalizm, aynı Kapitalizm madalyonunun farklı diğer yüzü gibi durmuştur. Birincisi gerçekçi bir kapitalizm olduğu için de, diğerinin dağılmasına kadar direnebilmiş ve öne çıkmaya devam etmiştir. Üretimin bilimsel tabiriyle, hammadde+üretim araçlar+işgücü = meta üretim sistemini tanımlayan kapitalizmi nitelik olarak değiştirecek bir sosyalist üretim inşa edilememiştir, edemezdi de. Benim bu satırlardan da kısaca izah etmeye çalıştığım küresel üretim ve mülkiyet ilişkisinin ise, bu üretim çizelgesinden nitelik farkı yaratacak bir süreç olduğu iddiasındayım. Evet, yeniçağın aydınlanması ve modernitesinin de buradan yola çıkacağını söyleyerek devrimciliğin, ilericiliğin tarihsel dönüşümlerin unsurları olarak bunun algılanması gerektiğini önermekteyim. Çağı algılayamayanların milliyetçiliğe teslim olmuş dönek devrimciliği ve solculuğu bu sığlıkta görüyorum.

Bu kanaatlerimi sık sık makalelerimde gerekçeleriyle açıklayarak, küresel bir yeni uygarlığın farklı bir zeminde kavranması gerektiğini belirliyorum. Ülkemiz gerçeğinde bunun tecelli ettiği alanın ise büyük bir özgürlük ve demokratik atılımla ifade edileceğini vurguluyorum. Aydınlanmanın ve modernleşmenin sağlam zeminlerde ve ileri bir uygarlık için yeni kuşakların hazır edilmesinde atılımın aklın cesur kullanımı için zorunlu olduğuna inanıyorum. Devrimcilik ve solculuk, sosyal ve ileri yönelimin zemini bu algılayıştadır.
Bu tespitlerimde hiçbir umut kırıcı yan yoktur. Tersine devrimcilerin kendine dürüstçe gerçekleri söylemesinin vereceği önemli bir güç vardır. Bunu Orkunoğlu’nun makalesinde görmek beni de sevindiriyor.


“Kürt Sorununun çözümü, toplumun ve devlet yapısının demokratikleşmesinden geçiyor. Türkiye’nin demokratikleşmesi ise, sadece Kürt halkının çıkarına değil, Türk emekçilerinin de çıkarınadır.”

Evet, hepimiz için, tüm farklılıklarımız ve ayrı varlıklarımız için, üzerinde gerçekten yükselebileceğimiz ortak değerler manzumesi, çok boyutlu demokratik bir yeniden yapılanmadır. Böylesi bir yapılanma içinde, 20. yüzyılda başlayan kırık dökük Türk modernitesi kadar, tekrarından kaygı duyulan Kürt modernitesi ve diğer etnik yapıların bu yöndeki adımları, çağa ait bir aydınlanma atılımına dönüşebilir.

Demokratik bir yeniden yapılanmanın oluşturacağı derin özgürlük dalgasının dinamikleriyle bu aydınlanma, bölgemize olduğu kadar insanlığa da çok şey katabilir. Tersinde inat etmek ise açık ki, bölgemize dayatılmak istenen yaratıcı anarşinin bitip tükenmez kaoslarının ne galip ne mağlup ortamlarında, kuşaklar boyu tüm potansiyellerimizle eritilen birer kobay olmaktan kurtulamayacağız. Yaratıcı anarşinin sırat köprüsünden geçişi, bitmeyen seremonileriyle barışık kılınmak istenen bölge halklarının, cehennem de olsa, sonuca ulaşabilecek takatinin kalacağı çok şüphelidir. Filistin’de başlayan, Irak’ta devam eden, Lübnan’da bir orta oyunu gibi sergilenen, İran, Suriye ve sırada bekleyen ülkemize musallat kılınan bu kara kader, çağı kavramamanın kefareti olarak kaç kuşağımızı yiyeceği belli olmayacaktır.

Demokratik bir cumhuriyet, yeniçağın aydınlanması için ertelenmez bir taleptir. İnançsal, sınıfsal ve etnik yapıların dar sınırları içinde kapana düşmemek için tek yol, kurucularının eşit haklara sahip olduğu, anayasal, yasal ve kurumsal güvencelerle temellenmiş demokratik bir cumhuriyettir.


Bu siyasal sistemin, miadını tamamlamış ve artık mürteci motifler taşıyan batı aydınlanmasından farklı nasıl bir aydınlanma sürecinde işlerlik gösterecektir yönlü bir soruya ise verilecek cevap, tarihin tüm kesitlerinde cereyan eden aydınlanmaların temelini oluşturan aklın özgürleşmesi yönünde, eskinin katılaşmış tutuculaşmış ve artık ilerlemenin karşısında durmaya başlamış düşünce sistemlerine karşı aklın bir kez daha bir üst düzeyde özgürleşmesine hizmet etmesiyle bu işlerliğini yerine getirmiş olacaktır diyebiliriz. Bu da tarih içinde aklın birden çok kez özgürleştiğine bir işaret olduğu kadar bundan sonrada, birçok kez özgürleşme ihtiyacı içinde olacağı ve her defasında öncekinden farklı, insanlık yararına yeni bir özgürlük atılımı, aydınlanma ve modernite sürecinin açılacağını ifade eder. Buradan Batı uygarlığının yerine gelecek uygarlığın aydınlanması ve modernitesine tüm insanlığın, var olan her türlü toplumsal örgütleniş biçimlerine ait orijinalitesiyle katılımı, etkilenen ve etkileyen konumda olmasının fırsatı bir geçekçi fırsat olarak değerlendirilmesi gerektiği ortaya çıkar. Bu fırsatın halklarımız adına kullanılmasının gerekliliğine bu nedenle ısrarla vurgu yapmamız
gerekmektedir.

Hiç yorum yok: