Sınırları insan erdemleriyle belirlenmiş, ne sınıfsal ne de etnik nedenlere mahkum olmamış doğrularımızla özgürlük ve demokrasi mücadelesini sürdüreceğiz...

BURADAYIZ İŞTE...

OKURLARIMIN DİKKATİNE. BLOGUMDA TEKNİK BİR ARIZA YA DA BİR SALDIRI GERÇEKLEŞMİŞTİ.. ŞİMDİ HER ŞEY YOLUNDA...EMEKLERİMİZ BURADA... SAĞLICAKLA KALINIZ...

PARALEL BİR BLOG DA DEVAM EDİYOR...

Yeni blogun adresi: http://mirural.blogspot.com/

ŞU AN İZLEMEKTE OLDUĞUNUZ BLOG ADRESİ İLE YENİ BLOG ADRESİ BİRBİRİNE ÇOK YAKINDIR. İLGİNİZE TEŞEKKÜRLER.

MİHRAC URAL

...

...

...

...

TÜRK MODERNLEŞMESİ JAKOBENİZM VE BONAPARTİZM

Yener Orkunoğlu

Türkiye'de modernleşme hareketinin tarihini ve modernleşmenin toplum üzerinde yarattığı etkileri incelemek ve aynı zamanda modernleşme konusunda liberal entelektüellerin yarattığı yanılsamaları açığa çıkarmak zorundayız.
Liberal entelektüellerin çarpıttığı bir konu var. Siyasal İslam'ın yörüngesine girmiş bir çok entelektüel, Türkiye'deki Kemalistleri Jakoben olmakla suçlarlar. Yani Jakobenizm, darbeci ve anti-demokrat olmakla özdeşleştirilir. Böylesi bir değerlendirme, Jakobenizmin çarpıtılmasıdır. Kemalizm'i, Jakobenizm olarak değerlendirmek, Jakobenizme karşı bir haksızlıktır. Çünkü Jakobenizm, Fransız Devrimi döneminde küçük burjuvazinin (baldırı çıplakların) radikal bir devrimci hareketi olarak doğdu. Fransız Devrim hareketinin sol kanadını oluşturur.
((Devamı orta sol sutunda))

..

..

Mihrac Ural

Mihrac Ural

Yeniden felsefe okumak


Cumhuriyetin Doğuya sırtını dönmesinin mahkumu idik. Alfabe kırılmasının sonucu da, okuma adına nemiz var nemiz yok, arşivlerin küfüne terk edildi. Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle zaten olmayan okumalara, sıçramalardan oluşan, dengesiz ve sonuçta eksiklikten kaynaklanan bir topallamaya düştük. Bu da, ülkemiz felsefe bilincinin derinlik ve bütünlüğünü oluşturacak zincir halkalarının kopuk olmasını getirmiştir.
Yunan felsefesi akılcılığının Aristo’yla temsil edilen sunumunu, İslami bir yorum ve ilerleyişle ele alan Farabi’de ifadesini bulan akılcılığa karşı, “ Tahafüt el Felasife” diyerek, dünya ve ahiret işinde akıla yer bırakmayan Gazali’nin, bu güne kadar süren tutuculuğundan yana saf belirlemiştir. Gazalinin, “filozoflar”ın aklın hareketinden yana dünyevi olayları yorumlayan yaklaşımlarına karşı yaptığı eleştirilere, aklın bir militanı İbni Rüşt’ün ünlü cevabı olan “Tahafüt el Tahafüt” ü tanımazlıktan gelmiştir. Böylece sağ, Yunan ve batı felsefe okumaları eksiğiyle iki ayağı topal hale gelmiştir. Dayandığı felsefi okumaların karşıtlarını da bilmemekle, sığ kalmıştır.((Devamı sol ana sutunda))

****

****

24 Nisan soykırımı hepimizi katletmişti...

Mihrac Ural

Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi –soykırımı- hepimizi katletmişti. Tam 93 yıldır sürmekte olan zorunlu sürgün ile insanlık sucunda İttihat –Terakki’nin ‘SOYKIRIM’ imzası vardır.

Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır.

Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur.

“Resmi tarih” diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.**19. yy sonlarından başlayarak, Katolik ve Gregoryan (Ortodoks) diyerek birbirlerine kırdırılan, tenkil ve sürgünlerle, mal mülklerine el konularak baskı altında tutulan Ermenilere yönelik soy kırımı, I Dünya savaşının, malum bol bahaneleri altında girişilmiştir (24 Nisan 1915).

Savaş sırasında, önce Ermeni gençlerinin Askere alınarak silahsız bırakılması ve ardından toplu tasfiyelerin yapılması, geride kalan Ermeni halkının Tenkil ve sürgünlerine geçilmesi. Bu konuda talimatların dakik bir biçimde, en yetkili resmi merciler tarafından istenip, izlenmesi. O dönemin Sadrazamı (Başbakanı) Talat Paşa’nın, başından itibaren olayları, dikkatlice takibi, emirler vermesi, istatistik tutması (iskan edecekleri yerde dahi nüfusa göre oranlarının %5 geçmeyecek düzeyde tutulmaları talimatları da dahil) ve bunun en ince ayrıntısına kadar yazılı özel notlarla tescili, Ermenilere reva görülen her şeyin, planlı bir tarzda icra edildiğini göstermeye yeterlidir (Ermeni tehciriyle ilgili Talat Paşa’nın tutanakları için bkz. Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi, 24 Nisan 2006’dan itibaren yayınlanan dizi) Bu, Ermenilere ilişkin, adına ne konulursa konulsun, yapılacak olanların önceden planlanmış eylemler olduğunu gösterir.

Bundan sonra, sonuçlara bakılarak, yapılanlara verilecek ad, tanımlamaya geçilir.*Böylesine planlı ve en ince ayrıntısına kadar takip edilmiş ve bir etnik topluluğa yönelen, sonuçta en iyimser tahminlerle, el yazması tutanaklardaki rakamlarla bir milyon (1000 000) üzerinde Ermenin ölümüne yol açan, kimi şehirlerde nüfusu yüz binlerden sıfıra indiren, çoluk çocuk on binlerce canın etnik yapısını değiştirmek için farklı etnik toplumlara dağıtan, topraklara el koyan, binalarını yıkan, her türden maddi ve canlı servetine el koyup katleden girişimlere, soy kırımından başka bir ad verilemeyeceği görülür.

Bu bir soykırımdır. (..)Osmanlıdan, cumhuriyete süre gelen bu aklın, daha uzun süre yürürlükte olma tehlikesi tüm çıplaklığıyla kendini göstermektedir. Tarihimizle cesurca yüzleşmeden bu aklı toplumsal işlevlerimizden ve geleceğe ilişkin yaşam planlarımızdan söküp atmak güç gibi duruyor.
((*)Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı –Mihrac Ural)

**
Sıranın kendisine gelmeyeceğini sananların dikkatine, bu vatanın birimize değil, hepimize ait olduğunu bir kez daha, bin kez daha yeniden birbirimize kanıtlamakla yükümlü olduğunuzu artık anlamak zorundasınız.

Bilmelisiniz ki, farklılıkları içselleştirmek, onlarla barış içinde yaşamayı fiilen gösterip, haklarını anayasal ve kurumsal güvencelerle kökleştirmek ertelenmez bir görev haline gelmiştir, bu yapılmadıkça bu vatanın hepimize ait olduğuna kimseyi inandıramazsınız.

Mümkünü, imkansız hale getirmeye devam ederseniz, sizi biz farklılar, ayrı varlıklar bile kurtaramaz. Bunun vebali, Hrant Dink’in katline yol açan akıl sistematiğinin kıyımına tek tek ve topluca maruz kalmaktır bilesiniz.
((*)Hrant Dink'in Katli ve Tarihi Gerçekler –Mihrac Ural)


Murat Altunöz’ün Beklenen Kitabı Kırılgan Zamanlar Çıktı…

2002 Ocak ayında başladığımız yolculuğumuza 7 yıldır devam ediyoruz. Karalama Dergisi, ülkenin koşullarına göre bazen inişler ve çıkışlar yaşamamıza rağmen her geçen gün dergimizle daha da büyüyoruz.

Karalama Dergisi olarak;
Şair Nevruz Uğur ve Halil İbrahim Yıldız’ın kitaplarından sonra Karalama’nın Kurucusu ve halen Editörü olan Murat Altunöz’ün Kırılgan Zamanlar adlı kitabını yayımladık.
Geçmiş zamanların, kırılmış, yalnız ve hüzünlü dizelerinde bulduk kendimizi,
Her dize de bir direniş, bir sürgün, bir ayrılık ve özlem var.
((Devamı sol alt sutünda))

...

...

Yerel Çeteleşmenin Boyutu...

Murat Altunöz /Gazeteci

Çeteleşme yıllar sonra Ergenekon operasyonuyla tekrar gündeme geldi. Eskiden bildiğimiz mafya sistemi çökmüş artık daha organize ve daha profesyonel bir hal alan almıştır.Bazı yazarlar, Emekli Polisler ve Emekli askerlerinde içinde bulunduğu yeni bir yapı ortaya çıktı.Aslında bu tür çeteleşmeler yıllardır hep ülkemizde vardır. Ama bu hafta benim bahsetmek istediğim yerel çetelerdir. malesef son yıllarda ciddi anlamda yerel çeteleşme ve Organize suçlarda bir çoğalma vardır. Zaten Hatay il Emniyet Müdürü Osman Çapalı'da bu konuya dikkat çekerek " Bireysel suçlar artık organize suçlara kaymıştır" demiştir.
((Devamı sol ana sutunda))


İNTERAKSİYON

Faiz Cebiroğlu
Her gelişim, karşılıklıdır. Her ileriye yönelik değişim, bir interaksiyondur. İnteraksiyon, karşılıklı etkileşim oluyor. İnsanlar, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek sosyal yönlerini geliştiriyorlar. Sosyal yönünü geliştiren insan, aldığı öğreti ve deneyimlerle bireysel yönünü ”işleyerek” yapılandırıyor. Yapılanma, ”özbilinç” ve ”özgüven” ile nitelik bir hal alıyor.

İnteraksiyon ya da karşılıklı etki, yaşadığımız toplumda, değişik yer ve ortamlarda farklı farklı oluyor. Dille başlayan diyaloğa; insanların bulunduğu yaşam tarzları, çalışma biçimleri ve kısacası sahip oldukları sınıfsal konumları da ekleniyor. Sosyal sınıf, gelişimde ”ana halka” oluyor. Sosyal sınıf, ileriye yönelik değişimin ”can alıcı noktasını” oluşturuyor.

(Devamı orta ana sütunda )
http://mirural.blogspot.com/

...

...

Yabancılaşmanın Dinamiği


Mihrac Ural

Yabancılaşma, insanlık ailesini birbirine yakınlaştıran, farklarını hızla öteleyen özel mülkiyeti ve olumsuz sonuçlarını bile köşeye sıkıştırma işlevi gören sonuçlarıyla, olumsuz değil çok olumlu bir role sahiptir. Tarihsel süreciyle derinleşip geliştikçe gerçekleşen yabancılaşma, insana çok daha cüretkâr olma, çok daha özgürce beyin labirentlerinde kurguladığı fantezileri yaşama ve bunu yaparken de dar anlamda aile, mahalle gibi klancı darlığın etkiler altında kalmayıp, geniş anlamda da ulusal sınırları aşıp belki başlangıcı sanal âlemin nimetleriyle, bilgi çağının iletişim olanaklarıyla bu tutku ve arzularının doruklarını zorlama şansını elde etmektedir.Yabancılaşma olmasaydı, emeğin sosyal etkilerinden bahsetmemiz mümkün olamazdı. Emek ne kadar sahibinden uzaklaşır, ne kadar sahibine belirgin olmaktan çıkarsa, o kadar evrensel ölçeklerde hizmet sunmaya başlamış demektir. Ve bir o kadar kültürel farklılıklarını hesaba katmadan ( renk, ırk, ulus, coğrafya, bölge farkı tanımadan) insan türüne ait hale gelmiş demektir.
((Devamı orta ana sol sütunda: ))
http://mirural.blogspot.com/

..

..

MİLLİ MARŞLAR

Ayşe Hür
1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı ‘Tre Trallade Jantor’dur. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkar ve ‘Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr….’diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası olayı "centilmen Türk seyircisinden jest" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi…
“Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur/Katibimin setresi uzun eteği çamur… diye başlayan ünlü türkünün bestesi 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’daki Selimiye Kışlası’nda kalan ‘eteklikli’ İskoç Alayı’na moral vermek için yazılmış ‘Donsuz askerler…’ diye başlayan bir asker şarkısıdır. II. Mahmut döneminde (1808-1826) modernleşme çabaları sırasında askerlere giydirilen setre ve pantolon mutaassıp çevreler tarafından ‘sokağa donla çıkmakla’ eşdeğer görülmüş, özellikle de ‘gavur mukallitliği’ denilen bu modernleşme hareketine çabuk uyum gösteren eli yüzü katipler halkın diline düşmüştür. Bir İstanbul külhanbeyi, bu katiplerle alay etmek için, Üsküdar yolu üzerinde olan Selimiye Kışlası’nda kalan İskoç askerleri için yazılan marşın müziğine Türkçe sözler yazar ve ünlü Katibim türküsü ortaya çıkar.
1974 Kıbrıs ‘Barış Harekatı'ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkumları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.

((devamı sol büyük sütunda))

22 Aralık 2007 Cumartesi

KÖPRÜMÜ İSTİYORUM

ANTAKYA'NIN TARİHİ ROMA KÖPRÜSÜNÜ YIKAN İLHAKÇI BARBARLARA İSYANIMI HAYKIRIYORUM

Mihrac Ural

25 Aralık 200715 yaşlarındaydım, gözüm yaşlı izledim dev demir kütle balyozlu vinçlerin darbeleri altında “o”nun yıkılışını…

Gölgesine sığınarak balık tutuğum, üstünden geçerek selleri aştığım köprümü yıkıyorlardı!

Her darbesinde o demir kütle göğsüme iniyordu, beni bir değil bin kez yıkıyordu. Bilinçaltımın örgülerine yeni halkaları öylesi bir zulümle ekliyordu.

Benim köprüm bir dev idi, tarihin köprüsü idi, Roma'yı, Bizans'ı İslam ordularını, Selçukluları, Haçlıları, Osmanlıları, İngilizleri, Fransızları, Türkiye'yi sırtında taşıyan o devi barbarlar insafsızca yıktı; ilhakçı aklın hoyratlığıyla, tarih tanımaz pervasızlığıyla, adaletsizliğiyle yıktı, onu geri istiyorum!

Şikayetim var, Asi nehrimin isyanına isyanımı ekliyorum ve köprümü istiyorum, anlayın beni!O gün ben ve mahallemin çocuklarıyla okul çıkışı önceden yaptığımız kamış oltalarımızla balık tutacaktık. Şendik, coşku dolu bir hazırlıkla, Kurtuluş Caddesi’nden Köprü Başı’na indik. Harbiye’ye giden yolun hemen başında Asi nehrine inmek için yöneldiğimizde, büyük bir dehşetle dev aletlerin homurtusuna tanık olduk. Ortalık bir şantiye yerine dönmüştü. O anı, bugünkü bilincimle, gladyatörlerin Roma arenası gibi algılıyorum. Büyük uğultular vardı, kimin ne için, hangi amaçla orada olduğu belli değildi. Belli olan tek şey, insan tühafutunun tedirgin edici hareketi, dizginlenmez davranışlarıydı. Yollar kesilmişti, gladyatörler ellerinde dev kompresörlerle hazırlık yapıyordu. Alet şakırtıları kılıç, kalkan, file, mızrak şakırtısı gibiydi; birileri katlolacaktı!

Tarihi Roma köprüsü musalla taşına konmuş defnedilecekti. Barbarların gönül eğlencesine çerez olacaktı.Korkuyla çekildim Ulucami önüne. Orası ölüm emrinin verileceği loca gibiydi. Kayserler oradan parmaklarını ters çevirecekti. Öbek öbek insanlar toplanmaya başladı. Fısıltılar makine seslerine karışıyordu.

Herkesin yüzünde bir soru işareti vardı, sıradan bir tadilat olacağı sanıldı. Köprünün korkulukları değişecek diyenler çıktı, öyle değildi. Gladyatörler arenaya indiğinde çıkan sesler burada büyük bir kıyımın olacağına işaretti. Bu kadar güç, bir korkuluk tadilatı için olamazdı; bayram da değil seyran da değildi…

Mahalle arkadaşlarım tedirginlikten dağıldı, çoğu eve döndü. Ne Asi nehrine, ne köprüye yaklaşmanın imkanı vardı, yasaktı. İki arkadaş kalmıştık. Ulucami önü ölüm kararı locası gibiydi; ama duruşumuz için tekin bir yer de değildi. Hemen şu an Çankaya Kitabevi’nin bulunduğu yakaya geçtik.

Orda bir tanıdık olabilirdi, bu arbedede böylesi bir yere kendimizi atabilirdik. Şaşkınlığımız sürerken, aletler ilk vuruşlarını yapıyordu, ilk darbelerle birlikte derin bir sessizlik kapladı ortamı. Gerçekti her şey…

Gladyatörler eşleşmiş ve ilk vuruşlar başlamıştı bile. Ama burada hasım tekti; tüm kılıçlar, tüm mızraklar fileler, hançerler tek bir hasıma yönelmişti: Tarihi Roma köprüsüne indirilecekti yıkıcı darbeler!Gladyatörler köledir; ya ölecekler ya da öldüreceklerdi. Ama sonuçta bin kez öldürseler de öleceklerdi. Köleleri saldılar tek bir yiğidin, tek bir özgürün üstüne. Tarihi bir devin cücelerle savaşı başlamıştı.

O an çocuk aklımla bu adil bir düello değildir diye düşündüm. Babam tarih üfledi kulağıma her daim, tarihin özgürlüğünü, gücünü ve ilhamını… O da bir canlı tarihti. Oradan kalmış bilinçaltımdaki bakış ve onun ürünü tepkilerim.

Arenada boğa ile matador arasında hangi türden bir eşitlik varsa, öyle bir eşitlik sergileniyordu köprümün üstünde. Savaş değil, uzanmış bir devin karınca sürüsü tarafından lime lime edilmesi başlamıştı. Tanıklık ediyordum her şeye; adaletsizliğe, eşitsizliğe, sahipsizliğe, hoyratlığa, cahil cüretinin karşısındaki avamın teslimiyetine…

Dayanamadım elime bir taş aldım ve Çibiko’nun yerden birazca yüksek olan damına çıktım ve orada kaldıraçlara, aletlere taş attım, tepkimi haykırdım. Bilinçsizce bir tepkiydi o, adaletsizliğe… Kimse farkına bile varmadı. O uğultular arasında attığım taşların kıymeti itibarı yoktu. İradeleri sökülmüş köleleri durduracak bir tepki yoktu.

Tepkimin, kolay bir avı yakalamış halleriyle bir an önce işini bitirme girişimine yapacağı hiçbir etki yoktu. İşte o an ben de bitmiştim! Çocuk gözlerim yaş dolmuştu, belirsizlik içindeydim. İlk kazı uğultusu yükselince, göğsüm daralmıştı. İçim dışıma çıkacak hale gelmiştim. Çaresizdim, güçsüzdüm, şaşkındım; bir o yana, bir bu yana bakış açımı değiştirerek yıkım tanıklığıma zengin bir hafıza oluşturmak için enstantaneler yüklüyordum. Artık bir köşede durmuştum, geriye ağız dolusu küfür kalmıştı. Küfrettim dolu dolu! Bir Antakyalı olarak ansiklopedilerin bile bilemediği küfürleri bilirim. Jargonumda hiç birini bırakmadan savurmaya başladım, feriştahlarından başlayarak …Ne isyan ne de küfür bir anlam ifade ediyordu; kazılar, kompresör keskileri dev köprümün vücuduna batmaya, kanlarını akıtmaya başlamıştı bile. Kollar, bacaklar lime lime doğranıyordu.

Derin derin yaralar, oyuklar, yarıklar belirmeye başladı… Ama köprüm direniyordu. Köleler bitap düşmüşlerdi; karanlık basmaya başladığı an.

Gladyatörler helak olmuş, yere uzanmışlardı. Karanlık bastırana kadar bekledim. Köprüm her zamanki gibi dimdikti. Bir tek taş bile kalkmamıştı gövdesinden; sahte dönemlerin, işgalci evrelerin izleri soyulmuştu ilk elden, ilk darbelerden…

Asfaltlar, demir korkuluklar, moloz tabakalar… Ama İmparator Diocletianus’un köprüsü ölümsüz eserinden bir taş bile yerinden oynamamıştı! Dev bedeni tüm yalnızlığına ve terk edilmişliğine rağmen, son anına kadar teslim olmayacağını gösteriyor gibiydi.

Düşman, bu direnişin karşısında, bu dik duruşun, sarsılmaz varlığın önünde korkaklığın hoyratlığıyla ordusunun tüm kölelerini salıvermişti; kendilerine cehennemi mekan yapacak sırat köprüsünün üstüne üstüne! Her darbede parçaları yere düştükçe göklere doğru uzanıyordu. Göklere yükselen her bir parça ayrı bir ruh oluyordu, geri geleceğini bulutlara fısıldıyordu.
Hafakanlar basıyordu çocuk ruhumu, tükenmişti tüm geri gelme umutları, bir hamle daha vardı umutsuzca, o da ölen bir yakının yüzünü son kez görme arzusu gibiydi. Sahte uygarlıkların örtüleri kalktıkça çıplak haliyle son kez görecektim köprümü. Sanki bu son bakış, ölüyü diriltecek bakış gibiydi. Bir anı, bir iz mi almak istedim köprümden, artık hatırlamaz oldum…

Köprümü yıkmak için çok zaman harcadılar, çok güç, alet, edevat sürdüler ölüm arenasına; baş edemediler. Roma’dan sonra gelen bütün izler silinmişti; ama tüm orijinalitesiyle köprüm ayakta dik durmaya devam ediyordu. Çıplaktı, yara bere içindeydi ama ayaktaydı.

Köleler çaresiz, yorgun, burunlarından soluyorlardı. Kayserler bir kez daha toplanmıştı; ölüm kararını gerçekleştirecek bir başka köle arayışı, halkın üzerindeki ölü sessizliğinin utanç verici tepkisizliğiyle bir zaman yarışı içindeydi. Ya bir duruş doğarsa, ya bir sahiplenme başlarsa, ya bir uyanışla ölü topraklarını üzerinden atıp bu cahil cüretinin yıkım girişimine son verilirse…

Yeni kaldıraçlar getirildi, yüzlerce kiloluk demir kütleler taşındı ve bir kez daha yıkıma koyuldular. Vinçler yükseklere kaldırıyordu demir kütleyi ve oradan salıveriyordu tarihin üstüne üstüne.

Her yere vuruşundaki sarsıntı benim yüreğimi, bilincimi sarsıyordu. Bir dehşet tablosuyla karşı karşıya kalmıştım ve çaresizliğimin isyanı yüreğimin nehrinden gözlerime taşıyordu. Hüngür hüngür ağlıyordum. Buraya kadardı; sonrası yıkımdı, tozdu topraktı. Nereye gitti o taşlar, nerede Roma’nın kartal figürü, yazılı taşlar, oymalı işlemeli taşlar...

Nerede kasnakların kilit taşları... Kimdi bu cellatlar, güçlerini nereden almıştı, karara kimler imza atmış, bu cürümün ortağı olmuştu?! Bunları tek tek sorgulayacak tarih; tek tek bizlerin, gelecek kuşakların boynunun borcu olarak… Anlımızın kara bir lekesi olarak mı kalacak bu sessizlik …Ben kendi adıma, isyanımı halkıma karşı haykırıyorum.

Kendinize gelin artık ey ölüler diyarının ehli, kendinize gelin diyorum… Tüm değerleriniz inanılmaz bir hışımla ayaklar altına alındı, yetmez mi? Utanmaz mısınız kendinizden, vicdanınızdan, tarihle olan bağınızdan? Siz misiniz tarihi uygarlıkların, kültür bileşkelerinin mirasçıları, siz mi?!

Utanın! Utanmasını bile bilmeyecek kadar sizi hor görüyorlar; en azından bunu bilin!Tepkim var size şehrimin aydınları, sanatçıları: Nesiniz siz, birer maskeli sahtekar mı, gerçek misiniz, nesiniz?!

Çıkın artık bu korkaklık çemberinden, çıkın artık bu mezar sessizliğinden; utancınızı kırın. Ayıpların en büyük bataklığında yüzüyorsunuz. Dönün aynaya bakın, kimliksiz suratınıza iki kocaman tokat indirin, kendinize gelin. Sizi insan yerine koymaları için bile kimliğinize sahip çıkmakla yükümlüsünüz; tarihiniz çiğneniyor, buna bile duyarlı değilsiniz. Siz bir hiçsiniz. Artık kendinize gelin, kendinize…

Utancınızı kırmak için size tüm insanlığın sahip çıkacağı bir öneriyle geliyorum, Tarihi Roma köprümüz için, Mostar’a kadar gidip oluk oluk para dökenleri yıktıkları köprümüzü yapmaya davet edin, bunun için mezarlarınızdan kalkın. Hazırlıklarınızı yapın. Yıkım yıldönümünde bunun için her şeye hazır olmaya çalışın.

Mostar’a kadar gidip bir tarihi köprüyü kurmak ne kadar doğru olursa olsun, hangi hakla ve yetkiyle kimliğimizin ayrılmaz bir parçası olan tarihi Roma köprümüzü yıkarlar. İlhakçılığın adaleti mi bu?

Bunu bilince çıkartın ey ölüler diyarı ehli Antakya, hemşerilerim.Yıkım ilahlarına sözüm ise şudur:

Unutmayın, ben bir ayrı varlığım, istesen de istemesen de beni kendi kimliğimle tanıyacaksın. Unutma ki, ben sen gibiyim, bu büyük doğayı seninle hasbelkader paylaşanım; artık içselleştir, kabul et ve en az senin kadar varlık olmanın hakkını teslim et.

Bundan kaçamayacaksın. Dön tarihinin her evresine bak, kendi varlığının arkasında duran her toplum özgürlüğünü istedi ve sonunda da ona kavuştu. Bu tarihin kaçınılmaz süreci ve sonuçları arasındadır; sende uyan, zorla zorbalıkla başka halklara çektirdiklerini halkıma çektirmeye kalkma. Beni de sahipsiz sanma.

Mensup olduğum topluluk; insanlığa uygarlık katkılarıyla, inanç katkılarıyla, tarihiyle, bilimiyle, potansiyelleri, imkanları, zenginlikleriyle ve coğrafyasıyla insanlık topluluğunun etkin bir üyesidir. Barış ve sevgi içinde, diyalog ve sokakların heyecanlarına mahkum olmamış yüksek çıkarlarla sorunlarımızı çözme yolunu oluşturalım. Karşına alma, kıramayacaksın; zaten ayakta zor kalan sensin, yanlışlarınla boğulmaktasın. Benim işim kimliğimle ilgilidir, özgürlüğümle ilgilidir, bunu algıla ve kendini sorgula.Sen her kim isen, artık anlamalısın ki, varlığımı ifade eden her değeri sahiplenecek bilinç ve konumdayım.

Bu değerlerime uzanmış her tecavüzünün karşısında beni göreceksin. Tercih senin, benim hangi yolu ve araçları kullanıp sana kendimi tanıtmak zorunda kalacağımı, haklarıma karşı tecavüze tepkimi sen belirleyeceksin. Bir kısrak başı gibi geldiğin yerden üzerimde tepinen at nalların, salladığın kılıçlarınla; bir misafirden çok, bir mütecaviz olarak üstüme, evime, aşıma, kültürüme, dilime ve inancıma çullandın.

Sen de, ben de biliyoruz ki; anavatanından gelen sensin, ben ise anavatanımdayım. Ben anayurdumu hiç terk etmedim, göçebe olmadım, insanlık tarihiyle birlikte buradayım. Yerimdeyim, şehrimdeyim, yurdumdayım. Bu toprakları ilk kez yaşama biz açtık. Doğal toprağı yurda, anavatana dönüştürme işi olan tarıma, yaşama açmayı biz başlattık ve bu güne dek sürdürüyoruz kesintisizce.

Senin tarihinde düne kadar ne bir medeniyet ne de onun en anlamlı ifadesi şehirleşme vardır. Ama olsun, insanız her ikimizde; bu coğrafya hepimize yeter, ortak sahipleri olarak da addedebiliriz kendimizi. Eşitler olarak sorunlarımızı görelim, öyle çözelim.

Tarihler boyunca, dinler geldi geçti, diller de. Ama ben buradayım, gerçek bir medeni, gerçek bir şehirli kimliğimle tarihin her türlü cefasına karşı direnerek, ayrı varlığımı kuruyarak buradayım. Ayaktayım, anla bunu.Osmanlı’da sorunun topraktı, o gün tarihi ortam nedeniyle ilgisiz olduklarına cumhuriyetle birlikte saldırmaya başladın; ırkçılık, milliyetçilik güttün.

Tarihi yeniden yazmak istedin, toprağın dilini değiştirebileceğini sandın. İlhak yaptın, tarihin en büyük dil soykırımını halkıma dayattın, ulusal değerlerimin tüm izlerine sistemli bir kampanyayla yürüdün.

Ulusal bağlarımı parçaladın, yalnızlaştırdın, öksüz bıraktın. Bununla da yetinmedin, tarihimi yerle bir etmeye giriştin. Ben 10 000 yıllık insan emeğinin ürünüyüm. Taşımın, toprağımın diliyle tarihin derinliklerinden buralara gelmişim. Yaşıtım yok gibidir. Köklüce ayakta dik durmasını bilmişim, çünkü ben ayrı varlığım.

Ben Roma’yım, yeryüzünün en büyük metropollerinden biriyim, bu kimliğimle yazılı tarihin tüm evrelerinde var oldum. İmparatorlara taçlarını giydirip kutsadım. İmparatoriçelerim hüküm sürdü. Sen her kim isen, benim karşımda bir cüce bile değilsin, tarihteki yerin bir ayrıntı bile değil, seni anarken tarih “halkını talanların ardında serserice sürükleyen” diye anar. Tarih ise benim.
Ben Antakya’yım…
Hangi cüretle yıktın köprümü; doğuyu batıya, kuzeyi güneye bağlayan…Ne sandın kendini, köprümü yıkmakla hangi bir tarih izimi silebilirsin ki! Yıktığın her bir tarih, sana dünyayı dar edecek, cehaletini yüzüne vuracak bir utanç belgesi olacaktır. Sen kim isen, seni uyarıyorum.

Köprümü iade edeceksin, ne bir davam olacak ne bir tazminat isteğim. Benim köprüm tarihtir; ne bir servet ne de bir hükümdür. O yeniden yerine gelene kadar yasımı, isyanımı, tepkimi, asiliğimi göreceksin.

Köprümü istiyorum ben!

Beni barışın, sevginin, diyaloğun ortamından koparamayacaksın. Zorbalığına karşı ben bir başka direneceğim. Her yiğidin yolu farklıdır. Özgürlük için tüm yollara saygımı ve dayanışmamı koruyarak kendi yolumun farklılığıyla var olacağım. Kanlı bir barbarlık geni taşıdığını iyi bilirim; ama tarih nezdinde o kadar küçüksün ki, tüm çırpınışlarında kendini boğmaktan başka bir sonuç elde edemeyeceksin.

Anadolu’nun başka uluslarına reva gördüğün zulmü benim üzerimde yürütemeyeceksin. Senin kirli oyunlarına gelmeyeceğim. Halkıma acı çektirmeyeceğim, halkını seviyorum onun da acı çekmesini istemiyorum. Yanlışlar seremonisinden devraldığın akılla bir yere gidemeyeceksin. Haklı olmamın verdiği güçle seni yeneceğim tüm milletlerin gözü önünde. Çünkü, sen tarihi yıkmaya, yıkılmazı yok etmeye girişmiş bir pervasızlığın cüretiyle yaptıklarına itiraz edenin olmadığını sanıyorsun. Yanılıyorsun, buradayım.

Tarihi roma köprüsü bu hoyratlıktan çok daha güçlüdür bilesin. Köprüm geri gelecek, yerli yerine oturacaktır. İnsanlık tarihinde gelip geçecek uygarlıkları sırtında gururla taşıyacaktır. Sana sözüm olsun imparatorum Diocletianus, kurduğun köprü yerine dönecektir

Hiç yorum yok: