Sınırları insan erdemleriyle belirlenmiş, ne sınıfsal ne de etnik nedenlere mahkum olmamış doğrularımızla özgürlük ve demokrasi mücadelesini sürdüreceğiz...

BURADAYIZ İŞTE...

OKURLARIMIN DİKKATİNE. BLOGUMDA TEKNİK BİR ARIZA YA DA BİR SALDIRI GERÇEKLEŞMİŞTİ.. ŞİMDİ HER ŞEY YOLUNDA...EMEKLERİMİZ BURADA... SAĞLICAKLA KALINIZ...

PARALEL BİR BLOG DA DEVAM EDİYOR...

Yeni blogun adresi: http://mirural.blogspot.com/

ŞU AN İZLEMEKTE OLDUĞUNUZ BLOG ADRESİ İLE YENİ BLOG ADRESİ BİRBİRİNE ÇOK YAKINDIR. İLGİNİZE TEŞEKKÜRLER.

MİHRAC URAL

...

...

...

...

TÜRK MODERNLEŞMESİ JAKOBENİZM VE BONAPARTİZM

Yener Orkunoğlu

Türkiye'de modernleşme hareketinin tarihini ve modernleşmenin toplum üzerinde yarattığı etkileri incelemek ve aynı zamanda modernleşme konusunda liberal entelektüellerin yarattığı yanılsamaları açığa çıkarmak zorundayız.
Liberal entelektüellerin çarpıttığı bir konu var. Siyasal İslam'ın yörüngesine girmiş bir çok entelektüel, Türkiye'deki Kemalistleri Jakoben olmakla suçlarlar. Yani Jakobenizm, darbeci ve anti-demokrat olmakla özdeşleştirilir. Böylesi bir değerlendirme, Jakobenizmin çarpıtılmasıdır. Kemalizm'i, Jakobenizm olarak değerlendirmek, Jakobenizme karşı bir haksızlıktır. Çünkü Jakobenizm, Fransız Devrimi döneminde küçük burjuvazinin (baldırı çıplakların) radikal bir devrimci hareketi olarak doğdu. Fransız Devrim hareketinin sol kanadını oluşturur.
((Devamı orta sol sutunda))

..

..

Mihrac Ural

Mihrac Ural

Yeniden felsefe okumak


Cumhuriyetin Doğuya sırtını dönmesinin mahkumu idik. Alfabe kırılmasının sonucu da, okuma adına nemiz var nemiz yok, arşivlerin küfüne terk edildi. Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle zaten olmayan okumalara, sıçramalardan oluşan, dengesiz ve sonuçta eksiklikten kaynaklanan bir topallamaya düştük. Bu da, ülkemiz felsefe bilincinin derinlik ve bütünlüğünü oluşturacak zincir halkalarının kopuk olmasını getirmiştir.
Yunan felsefesi akılcılığının Aristo’yla temsil edilen sunumunu, İslami bir yorum ve ilerleyişle ele alan Farabi’de ifadesini bulan akılcılığa karşı, “ Tahafüt el Felasife” diyerek, dünya ve ahiret işinde akıla yer bırakmayan Gazali’nin, bu güne kadar süren tutuculuğundan yana saf belirlemiştir. Gazalinin, “filozoflar”ın aklın hareketinden yana dünyevi olayları yorumlayan yaklaşımlarına karşı yaptığı eleştirilere, aklın bir militanı İbni Rüşt’ün ünlü cevabı olan “Tahafüt el Tahafüt” ü tanımazlıktan gelmiştir. Böylece sağ, Yunan ve batı felsefe okumaları eksiğiyle iki ayağı topal hale gelmiştir. Dayandığı felsefi okumaların karşıtlarını da bilmemekle, sığ kalmıştır.((Devamı sol ana sutunda))

****

****

24 Nisan soykırımı hepimizi katletmişti...

Mihrac Ural

Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi –soykırımı- hepimizi katletmişti. Tam 93 yıldır sürmekte olan zorunlu sürgün ile insanlık sucunda İttihat –Terakki’nin ‘SOYKIRIM’ imzası vardır.

Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır.

Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur.

“Resmi tarih” diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.**19. yy sonlarından başlayarak, Katolik ve Gregoryan (Ortodoks) diyerek birbirlerine kırdırılan, tenkil ve sürgünlerle, mal mülklerine el konularak baskı altında tutulan Ermenilere yönelik soy kırımı, I Dünya savaşının, malum bol bahaneleri altında girişilmiştir (24 Nisan 1915).

Savaş sırasında, önce Ermeni gençlerinin Askere alınarak silahsız bırakılması ve ardından toplu tasfiyelerin yapılması, geride kalan Ermeni halkının Tenkil ve sürgünlerine geçilmesi. Bu konuda talimatların dakik bir biçimde, en yetkili resmi merciler tarafından istenip, izlenmesi. O dönemin Sadrazamı (Başbakanı) Talat Paşa’nın, başından itibaren olayları, dikkatlice takibi, emirler vermesi, istatistik tutması (iskan edecekleri yerde dahi nüfusa göre oranlarının %5 geçmeyecek düzeyde tutulmaları talimatları da dahil) ve bunun en ince ayrıntısına kadar yazılı özel notlarla tescili, Ermenilere reva görülen her şeyin, planlı bir tarzda icra edildiğini göstermeye yeterlidir (Ermeni tehciriyle ilgili Talat Paşa’nın tutanakları için bkz. Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi, 24 Nisan 2006’dan itibaren yayınlanan dizi) Bu, Ermenilere ilişkin, adına ne konulursa konulsun, yapılacak olanların önceden planlanmış eylemler olduğunu gösterir.

Bundan sonra, sonuçlara bakılarak, yapılanlara verilecek ad, tanımlamaya geçilir.*Böylesine planlı ve en ince ayrıntısına kadar takip edilmiş ve bir etnik topluluğa yönelen, sonuçta en iyimser tahminlerle, el yazması tutanaklardaki rakamlarla bir milyon (1000 000) üzerinde Ermenin ölümüne yol açan, kimi şehirlerde nüfusu yüz binlerden sıfıra indiren, çoluk çocuk on binlerce canın etnik yapısını değiştirmek için farklı etnik toplumlara dağıtan, topraklara el koyan, binalarını yıkan, her türden maddi ve canlı servetine el koyup katleden girişimlere, soy kırımından başka bir ad verilemeyeceği görülür.

Bu bir soykırımdır. (..)Osmanlıdan, cumhuriyete süre gelen bu aklın, daha uzun süre yürürlükte olma tehlikesi tüm çıplaklığıyla kendini göstermektedir. Tarihimizle cesurca yüzleşmeden bu aklı toplumsal işlevlerimizden ve geleceğe ilişkin yaşam planlarımızdan söküp atmak güç gibi duruyor.
((*)Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı –Mihrac Ural)

**
Sıranın kendisine gelmeyeceğini sananların dikkatine, bu vatanın birimize değil, hepimize ait olduğunu bir kez daha, bin kez daha yeniden birbirimize kanıtlamakla yükümlü olduğunuzu artık anlamak zorundasınız.

Bilmelisiniz ki, farklılıkları içselleştirmek, onlarla barış içinde yaşamayı fiilen gösterip, haklarını anayasal ve kurumsal güvencelerle kökleştirmek ertelenmez bir görev haline gelmiştir, bu yapılmadıkça bu vatanın hepimize ait olduğuna kimseyi inandıramazsınız.

Mümkünü, imkansız hale getirmeye devam ederseniz, sizi biz farklılar, ayrı varlıklar bile kurtaramaz. Bunun vebali, Hrant Dink’in katline yol açan akıl sistematiğinin kıyımına tek tek ve topluca maruz kalmaktır bilesiniz.
((*)Hrant Dink'in Katli ve Tarihi Gerçekler –Mihrac Ural)


Murat Altunöz’ün Beklenen Kitabı Kırılgan Zamanlar Çıktı…

2002 Ocak ayında başladığımız yolculuğumuza 7 yıldır devam ediyoruz. Karalama Dergisi, ülkenin koşullarına göre bazen inişler ve çıkışlar yaşamamıza rağmen her geçen gün dergimizle daha da büyüyoruz.

Karalama Dergisi olarak;
Şair Nevruz Uğur ve Halil İbrahim Yıldız’ın kitaplarından sonra Karalama’nın Kurucusu ve halen Editörü olan Murat Altunöz’ün Kırılgan Zamanlar adlı kitabını yayımladık.
Geçmiş zamanların, kırılmış, yalnız ve hüzünlü dizelerinde bulduk kendimizi,
Her dize de bir direniş, bir sürgün, bir ayrılık ve özlem var.
((Devamı sol alt sutünda))

...

...

Yerel Çeteleşmenin Boyutu...

Murat Altunöz /Gazeteci

Çeteleşme yıllar sonra Ergenekon operasyonuyla tekrar gündeme geldi. Eskiden bildiğimiz mafya sistemi çökmüş artık daha organize ve daha profesyonel bir hal alan almıştır.Bazı yazarlar, Emekli Polisler ve Emekli askerlerinde içinde bulunduğu yeni bir yapı ortaya çıktı.Aslında bu tür çeteleşmeler yıllardır hep ülkemizde vardır. Ama bu hafta benim bahsetmek istediğim yerel çetelerdir. malesef son yıllarda ciddi anlamda yerel çeteleşme ve Organize suçlarda bir çoğalma vardır. Zaten Hatay il Emniyet Müdürü Osman Çapalı'da bu konuya dikkat çekerek " Bireysel suçlar artık organize suçlara kaymıştır" demiştir.
((Devamı sol ana sutunda))


İNTERAKSİYON

Faiz Cebiroğlu
Her gelişim, karşılıklıdır. Her ileriye yönelik değişim, bir interaksiyondur. İnteraksiyon, karşılıklı etkileşim oluyor. İnsanlar, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek sosyal yönlerini geliştiriyorlar. Sosyal yönünü geliştiren insan, aldığı öğreti ve deneyimlerle bireysel yönünü ”işleyerek” yapılandırıyor. Yapılanma, ”özbilinç” ve ”özgüven” ile nitelik bir hal alıyor.

İnteraksiyon ya da karşılıklı etki, yaşadığımız toplumda, değişik yer ve ortamlarda farklı farklı oluyor. Dille başlayan diyaloğa; insanların bulunduğu yaşam tarzları, çalışma biçimleri ve kısacası sahip oldukları sınıfsal konumları da ekleniyor. Sosyal sınıf, gelişimde ”ana halka” oluyor. Sosyal sınıf, ileriye yönelik değişimin ”can alıcı noktasını” oluşturuyor.

(Devamı orta ana sütunda )
http://mirural.blogspot.com/

...

...

Yabancılaşmanın Dinamiği


Mihrac Ural

Yabancılaşma, insanlık ailesini birbirine yakınlaştıran, farklarını hızla öteleyen özel mülkiyeti ve olumsuz sonuçlarını bile köşeye sıkıştırma işlevi gören sonuçlarıyla, olumsuz değil çok olumlu bir role sahiptir. Tarihsel süreciyle derinleşip geliştikçe gerçekleşen yabancılaşma, insana çok daha cüretkâr olma, çok daha özgürce beyin labirentlerinde kurguladığı fantezileri yaşama ve bunu yaparken de dar anlamda aile, mahalle gibi klancı darlığın etkiler altında kalmayıp, geniş anlamda da ulusal sınırları aşıp belki başlangıcı sanal âlemin nimetleriyle, bilgi çağının iletişim olanaklarıyla bu tutku ve arzularının doruklarını zorlama şansını elde etmektedir.Yabancılaşma olmasaydı, emeğin sosyal etkilerinden bahsetmemiz mümkün olamazdı. Emek ne kadar sahibinden uzaklaşır, ne kadar sahibine belirgin olmaktan çıkarsa, o kadar evrensel ölçeklerde hizmet sunmaya başlamış demektir. Ve bir o kadar kültürel farklılıklarını hesaba katmadan ( renk, ırk, ulus, coğrafya, bölge farkı tanımadan) insan türüne ait hale gelmiş demektir.
((Devamı orta ana sol sütunda: ))
http://mirural.blogspot.com/

..

..

MİLLİ MARŞLAR

Ayşe Hür
1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı ‘Tre Trallade Jantor’dur. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkar ve ‘Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr….’diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası olayı "centilmen Türk seyircisinden jest" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi…
“Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur/Katibimin setresi uzun eteği çamur… diye başlayan ünlü türkünün bestesi 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’daki Selimiye Kışlası’nda kalan ‘eteklikli’ İskoç Alayı’na moral vermek için yazılmış ‘Donsuz askerler…’ diye başlayan bir asker şarkısıdır. II. Mahmut döneminde (1808-1826) modernleşme çabaları sırasında askerlere giydirilen setre ve pantolon mutaassıp çevreler tarafından ‘sokağa donla çıkmakla’ eşdeğer görülmüş, özellikle de ‘gavur mukallitliği’ denilen bu modernleşme hareketine çabuk uyum gösteren eli yüzü katipler halkın diline düşmüştür. Bir İstanbul külhanbeyi, bu katiplerle alay etmek için, Üsküdar yolu üzerinde olan Selimiye Kışlası’nda kalan İskoç askerleri için yazılan marşın müziğine Türkçe sözler yazar ve ünlü Katibim türküsü ortaya çıkar.
1974 Kıbrıs ‘Barış Harekatı'ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkumları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.

((devamı sol büyük sütunda))

26 Aralık 2007 Çarşamba

Zaman Beslenme Zinciri Gibi mi?!

Bedreddin Mahir

Yeni yıla gireli 2 gün olmasına karşın saatler oldu sayılır. Göreli bir zaman anlayışı içinde bu kesitin çok önemli bir yanı olduğu söylenemez. Zaman akıp giden bir süreçse küçük bir dilimdir tükettiğimiz. Ancak zaman bir dönenge ise, başladığı yere geri dönen bir fenomen ise çok daha göreli olarak günler değil, yılların, yüzyılların, bin yılların bile önemli bir dilim teşkil ettiği söylenemez; bu halde beslenme zinciridir zaman. İnsan bu noktada ancak kültürel bir varlık olma özelliğiyle de kavramaya çalıştığı şey bir vehimden ibaret olup çıkacaktır. Evrimin mutasyonla ilgisi açığa çıktıkça, bu yaklaşımın daha da dehşet verici bir duygu olarak algılandığını söylemek yanlış olmayacaktır. Doğaya ve dolayısıyla onun parçası olan insan ve topluma hükmeden kuvvetlerin bir ortak, tek kuvvetteki bileşkesi için önerilen felsefi söylemlerin vardığı yer İP TEORİSİ (ya da Sicim Teorisi) fizik yasalarının tamamen keşfedildiği iddiasına karşı kuşkularımızı daha da kışkırtmakta olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. Bu çok bilinmeyenli denklem içinde kültürel algı üzerinde yükselen insansal söylemler, bir başka vehim olarak, bir oyalanma kesiti olarak karşımıza dikilmektedir. Ancak her şeye rağmen onlarca atomun bir bileşkesi olan insan kimyasındaki tefaüller (uyumlaşmalar-kaynama-kaynaşmalar), bir fiil olarak yaşantımızın en etkin damgalarını teşkil etmeye devam etmektedir. Bunlardan biri de özlemlerimiz, özgürlük ve kimlik haklarımızdır. Zamanın bu özlemlerdeki yeri, felsefedeki anlamı, önemi, önemsizliği ya da vehim olup olmaması da dahil olmak üzere kimyamızın bir biçimde etki altında olduğunu belirlemeliyim. Yaşam denilen şey ve ona anlam veren ayrıntılar, bir dönengeçten ibaret gibi görülen zamanın içinde beslenme zinciri gibi yerinde sayıp saymadığını anlamak sanki zaman ötesinden zamanı izlemeyi gerektirir gibidir. Ancak her şeye rağmen, duyguların da maddi fiiller ürettiği, ışık hızından daha hızlı olabilecek düşün hızının, anti-maddenin işlevleriyle gerçek olacağı umudu, her türden umudumuzda haklı olduğumuzu göstermeye yeterlidir. Bu olmasa, zaman denilen dilimlemeler, gerçekte ruhları doğrayan bir araç haline dönerdi. Vahinin " ve sabri inel-insana fi husri illa el-lezina ....tevasu bil sabri" dile getirdiği, insanın sürekli zarar ve çöküşte oluşundan çıkış yollarından birinin sabır olduğu, bilimin de çalışma sabrıyla başarıya ulaşılacağı tezinin kesiştiği yerde umut, meşru bir hak ve talep olarak ardından gidilebilir bir değer olduğunu gösteriyor. Arkadaşınız Bedreddin Mahir olarak, işte böylesi bir umudun gerçekleşeceği inancıyla, ‘sabır sabır’ diye yürüyorum. Felsefenin derinliklerinde dile getirdiğim şu birkaç cümle “umutsuzluk” olarak mı görüldü diye bir kaygım yok. Çok gerçekçiyim. Beni bileyen, beni ayakları üzerinde tutan kararlılığımı, direngenliğimi canlandıran bu tür düşünce kompleksleri içinde kendimi her gün yeniden harmanlamamdır. Bundan ruh aldığımı söylemeliyim. Bundan güç aldığımı söylemeliyim. Her yiğidin ayrı bir yoğurt yiyişi olması gibi. Umutlarımız için varız, bunlar bittiğinde bizde olmayacağız. Hangi birimiz doğruları arkasında dururken gösterdiği direnişte ve bulduğu dengelerle Sisiyphos değildir. Var olmamız için umutlu olacak umutlu olmaları için gelecek kuşaklara mesaj ileteceğiz. Yeni yıl mesajım da budur benim… Mahsubunuz böylesi bir ağır ahın tutsağı olarak sizinle özlemlerini, arayışlarını, taleplerini ve önermelerini paylaşmak ve tümünüzün yeni yılını bir kez daha kutlamak ister. Baki selamlar.

ANADİLİ ÜZERİNE-FAİZ CEBİROĞLU


Anadili Üzerine

Faiz Cebiroğlu

Dil tartışmaları sürüyor. Dil tartışmaları, anadilin yasaklandığı ülkelerde, Türkiye’de sürüyor. Diller mozaiği Türkiye’de bu tartışmlar; beraberinde, insanlık tarihi için, utanç verici örnekler de bırakıyor: Sur Belediye Başkanı Sayın Abdullah Demirbaş’ın görevden alınması bunun bir örneğidir.

Sayın Abdullah Demirbaş ne yapmıştır?

Abdullah Demirbaş, Türkiye’deki “resmi dil” söylemleri dışında görüş beyan etmiştir: çok dillik ve anadilde eğitim hakkını, savunduğu için, “suç(!)” işlemiş ve görevinden alımıştır.

Sayın Demirbaş, her insanın hakkı olan anadilde eğitim hakkını savunduğu için, “suç” işlemiştir!

İşte böyle, ne yazık ki, Türkiye gibi ülkelerde, bu konuda şaka dahi edilemez. Bunun suçu büyüktür: Vatan hainliği ve vatan bölücülüğüdür!

21. yüzyılda, Türkiye’de, böylesi ilkellikler devam ederken; dünyanın büyük bir coğrafyasını oluşturan halklar, iki, üç veya daha fazla dil konuşmakta; bu dillerle insanlığın geleceği için büyük zenginlikler yaratmaktadırlar. 7 bine kadar dilin konuşulduğu dünyamızda, insanlar dil öğrenmek ve dillerini yaşatmak için, büyük bir uğraş vermektedirler. Dil öğrenme yanında, tek tek ülkelerde kullanılan lehçeleri korumak için, büyük çabalar da gösterilmektedir.

Türkiye’deki “resmi dil, resmi ideoloji” söylemlerin aksine halklar, dünyayı, dille, kelimelerle fethedeceklerine inanmaktadırlar. Dil ve farklı dillerin varlığı, kendileri için büyük bir zenginlik olduğunu bilmektedirler.

Bir düşünün, Nijerya’da 400 dil, yeni Guinea’da ise 700 dil günlük yaşamda kullanılmaktadır. Keza, dünyanın bir çok ülkesinde, hem resmi dile, hem de anadile eşit oranda önem verilmekte; dünyanın bir çok ülkesinde, birden fazla resmi dil de kullanılmaktadır. Bunlar üzerinde, daha önceleri yazdım. Bunlar üzerine değişik gazete ve dergilerde görüşlerimi belirttim. Bunları ”tekrar” hatırlatmakta yarar görüyorum.



Hem dillerin, hem de beyinlerin ezilmek istendiği bir Türkiye’de, bu konular üzerinde sürekli durmak ve bunları bıkmadan ”tekrarlamak” en ahlaki ve dik bir duruştur.

Anadilde eğitim hakkını engellemenin bir insanlık ayıbı olduğunu ”tekrar” ve ”tekrar” söylemek, en insani bir duruştur. Bu bağlamda, daha önceleri yazdıklarımı tekrarlamak zorundayım:

Bir: Belçika’da, Fransızca, Almanca ve Flamanca olmak üzere üç resmi dil kullanılmaktadır.

İki: İsviçre’nin üç resmi dili vardır: Almanca, Fransızca ve İtalyanca’dır.

Üç: Finlandiya’nın, iki resmi dili vardır: Fince ve İsveççe.

Dört: Büyük Britanya ya da Birleşik Krallık ( İngiltere, İskoçya, Galler ve İrlanda) ’da resmi dil diye bir şey yoktur. Herkes kendi dilini kullanıyor.

Beş: Danimarka’da yaşayan 50 bin kadar Alman azınlığı, Almanca eğitim almakta; keza Almanya’da yaşayan Danimarka azınlığı hem Danca hem de Almanca dili ile eğitim almaktadırlar.

Altı: Danimarka’ya bağlı Faroe adaları. Burada yaşayan 46 bin kişiye hem resmi Faroe dili ile hem de Danca dili ile eğitim verilmektedir.

Biliniyor, dil ve dillerin varlığı ülke için, insanlık için bir zenginliktir. Buradaki zenginlik, toplumsal yaşamın bir çok yönünü kapsar: siyaseti, kültürü, sanatı, ideoloji gibi yönleri içerir. Unutmamak gerekiyor; üst yapı gibi alanlarda yaratılan tüm bu değerler, hep dil çeşitliliği ve zenginliği ile oluştu / oluşuyor.

Bunun farkında olan dilbilimcileri, “dilleri yaşatmak ve ölümden kurtarmak” için, yeterli olmasa dahi, bazı girişimlerde bulunmaktadırlar. Örnek olsun, Kanada, Kızılderili ve Eskimo dillerini korumak için çalışmalar yapılmaktadır. Böylesi girişimler, sevinçtir. Onur vericidir. Böylesi çalışmalar, insan diline ve kimliğine verilen büyük saygı ve değerin ifadeleridir.




Dünyanın bir çok ülkesinde, böylesi anlamlı ve önemli çalışmalar yapılırken; dünyanın bir çok yerinde, “dilleri yaşatmak ve ölümden kurtarmak” için faaliyetler yürütülürken; ne acıdır ki, Sur Belediye Başkanı Sayın Abdullah Demirbaş, “çok dilli bir Belediye” anlayışına sahip olduğunu beyan ettiği için, hem görevden alınıyor, hem de “vatan hainliği” ve “vatan bölücülüğü” ile suçlanıyor!

Peki yaşadığımız bu 21.yüzyılda bundan daha büyük bir ilkellik olur mu?

Dünyanın değişik ülkelerinde, insanlar dillerle, kelimelerle dünyayı fethederken, çok dilli Anadolu’da bu hakkı istemek nasıl suç olabiliyor?

Burada asıl suç ve ayıp olan, insan dilinin, aynı anlama gelmek üzere insan kimliğinin kaybolmasına seyirci kalmaktır. Burada suçlu olan, insanları böylesi bir zulümle karşı karşıya bırakmaktır. Bu bağlamda soru şu:

Türkiye’de, dilbilimcileri varsa, anadilde konuşma, yazma ve kendini ifade etme özgürlükleri elinden alınmış insanlara neden sahip çıkmıyorlar?

Türkiye’de, dilbilimcileri varsa, ne yapıyorlar? Neyle uğraşıyorlar?

Anadilinden yoksunluk ve bu dille kendini ifade etmemenin insanlarda yarattığı olumsuz psikolojik özelliklerde var. Onun için aynı soruları, Türkiye’deki psikologlara da sormak gerekiyor. Onlarda biliyor veya bilmesi gerekiyor, insanlar, anadili aracılığı ile çevresini anlar ve duygularını ifade eder. İnsanlar, anadili ile düşünür, bu dille rüya görür. Bu dille kendini, kimliğini ifade eder. Bu dilden yoksun olan insan, ne yazık ki, kendini de öğrenemez. Zira, insanın kendini tanıması ve bilmesi anadili aracılığı ile oluyor. Çünkü dil, insanın kimliğidir.

Dil, insanın kimliğidir.

Kimlik, ben kimim? Ben neyim? Kime aitim? Sorularına verilen cevaptır. Dilin bir yanı kimlik, diğer yanı da kültür oluyor.

Kültür, norm ve gelenekler çocuğa anadili aracı ile verilir. Anadili ile çocuk, kendi kimliğini ve kültürünü geliştirir, anlar; bu dille çocuk, “güvenlikli” bir kimlik elde eder.

Ama ne acıdır ki, bu böyle olmasına rağmen, Türkiye’de, bu gerçekliğe gözlerini kapatan, bazı eğitimci, dilbilimcisi ve psikologlar da bulunmaktadır. Anadilin kaybulmasına ses çıkarmayan bu sözümona eğitimci ve psikologların, aslında büyük bir “insanlık suçu” ve “insanlık ayıbı” işlediklerini, onlara iletmek ve bildirmek gerekiyor. Onları “kınamak” ve sürekli “uyarmak” gerekiyor!

Yıllardır, “resmi dil – resmi ideolojiye” ses çıkarmamanın toplumda, insanlar arasında, Anadolu halkları arasında yarattığı, “ilkel ırkçılık” ve “inkârcılık” durumu vardır. Bunu da belirtmekte yarar var. Anadilleri Türkçe olmayanlar bu durumu çok iyi biliyor. Genelleme yapmıyorum. Ama Kürtlere, ”dağ Türkü” , Araplara da, hâlâ, ”Arap fellahı” dendiği bir ülkede yaşadık, yaşıyoruz. Bütün bunlara karşılık, ne etnik kökenimiz, ne de etnik anadilimiz kabûl gördü. Ama etnik köken üzerinde başka halkları aşağılamak, ve hor görmek hiç durmadı. Durmuyor. Bir yandan ”Herkes Türktür!” demek, diğer yandan, etnik kökenleri yüzünden halkları aşağılamak! Ne yazık ki, ”resmi dil – resmi ideolojinin” bir sonucu da bu olmuştur. İnsan soramadan edemiyor:

Türk + Kürd, nasıl Türk oluyor?

Türk + Arap, nasıl Türk oluyor?

Kürd + Arap, nasıl Arap oluyor?..

Bu sorular, dil için de geçerlidir. Bu bağlamda:

Türkçe + Kürtçe, nasıl Türkçe oluyor?

Türkçe + Arapça, nasıl Türkçe oluyor?



Evet, bir yandan ”herkesi Türkleştirmek”, diğer yandan, insanları, halkları etnik kökeni vesilesiyle aşağılamak, hor görmek!

Örnekler çoktur. Kendimden bir örnek vereyim:

Anadilim arapçadır. Hatay, Antakya’lıyım. 6 yaşımda Türkçeyi öğrenmeye başladım. Doğal olarak, Türkçeyi ”Arapça aksanıyla” konuşuyorum. Hiç unutmam, yıllar önce, ilk kez, İstanbul’a Üniversite İmtihanlarına katılmak için gitmiştim. Bu iki günlük, ilk İstanbul gidişimde, ”Arapça aksanımdan” dolayı bana söylenenler karşısında ”şoke” olduğumu, hayrete düştüğümü, yıllar sonra, şimdi itiraf ediyorum. Bir düşünün, ”Arapça aksanımdan” dolayı, belki on kez, ”Arap fellahı” diye sözlü tacizle karşı-karşıya kalmıştım. Sürekli soruyor ve tartışmalara giriyordum: ”Arap fellahı” olmak niye ayıp olsun, diye. Kimse yanıt vermiyordu. ”Fellah” sözcüğünün anlamını dahi bilmiyorlardı. Ama Arapça aksanımdan dolayı, beni aşağılamak ve hor görmek için, ”Arap fellahı” diye sözle taciz ediliyordum. Oysaki, ”fellah” sözcüğü arapçadır, ”toprağı süren, işleyen çiftçi” demek. Peki, Arap fellahı olmak, ”ayıp” oluyorda, Türk fellahı olmak, neden ”ayıp” olmasın?..

Örnekleri çoğaltmak istemiyorum. Buradaki amacım, insan yaşamından ”bazı paradokslara” dikkat çekmek içindir. Böylesi durumları yaratan, hiçkuşkusuz, ”resmi dil, resmi ideoloji” politikasıdır. Böylesi anlamsız ve gereksiz insan bakışını yaratan, hiç şüphesiz, renkli, çok dilli Anadaolu halklarını görmezden kaynaklanmaktadır. Ne yazık ki, bu red ve inkâr, insanları tersyüz etmiş, bizlere görmemeyi ve düşünmemeyi öğretmiştir. Bu, budur...

Evet, sizlerde biliyorsunuz; böylesi konular üzerine sürekli duruyorum; dilin pedagojik, sosyolojik ve psikolojik yönlerine işaret ediyorum. Yazdıklarım kimilerine göre ”ağır” gelebilir; bunun da fakındayım. Ama bunu yapmamın haklı nedenleri vardır. Zira yıllardır, ”resmi dil, resmi ideoloji” bakış açısıyla alınan ”siyasi tedbirler” bizleri kaynaştırnaya değil, ayrıştırmaya yaramıştır… Bu yüzden, bu konular üzerinde duruyorum; bu yüzden, Türkiye’de ”dil, anadili ve birden fazla dilli” olmanın anlam ve önemi kavranmalı; bu alanda yaratılan ”insanlık ayıbını” hiç gecikmeden ortadan kaldırmalıyız, diyorum. Bu yüzden, Anadolu’da değişik etnik kökene sahip olan herkes, kendi anadilinde duygularını ifade etmeli, eğitim ve öğretimini yapabilmeli ve kimliğini yükseltmelidir, diyorum!

Kardeşliğin ve birbirine güvenmenin ilk adımı buradan geçiyor.

Dilimize ve kimliğimize sahip çıkalım.

Anadilde eğitim ve öğretim hakkını, destekleyelim!






Yazar Epost: faizce@hotmail.com

Web sitesi: http://www.faizce.blogspot.com/

23 Aralık 2007 Pazar

AYDINLANMA ve MODERNİTE


Aydınlanma ve Modernite

Mihrac Ural

mircihan@gmail.com

5 Aralık 2007

Yener Orkunoğlu’nun kaleme aldığı “Türk ve Kürt Modernleşmesi” makalesini, her zamanki gibi önemle okudum. Basılı yayında da yayınlanan makalelerinin kısa olması, ele aldığı konularla her zaman uyuşmamaktadır. Bu makale ise çok daha kritik bir makale. Konuya giriş için bile okuyucuya tarihsel anlamda ilgili süreçlerin en azından konu için kısa da olsa aktarılması gerekmektedir.
Orkunoğlu önemli bir konuya değinmiş, aydınlanma ile modernleşme arasında fark koyarak, 20. yüzyılın başlarından itibaren kendini daha çok açığa vuran biçimsel değişimlerin iç dokularında, ciddi bir yenileşmenin ve buna ait ekonomik, toplumsal ve siyasal içselleştirmelerin olmadığını, hazmedilmemiş tarih süreçlerin bir taklit olarak gelip kendini çarpıkça dayatmasının bir modernleşme olarak belirdiğini dile getirmiştir. Orkunoğlu’nun makalesinin sınırlarına sığmayan bu belirlemenin devamı olmalıydı; ancak yok. Bir polemikten çok, bir sohbet olarak kavranması gereken bu satırlarım; eksikleri tamamlamadan çok, onlara dikkat çekmeyi içeren ve ana yönelimleri belirleyen bir içerikte olacaktır.

1.
Yeni uygarlık, küresel üretim ve mülkiyet ilişkileriyle, feodalizme karşı kapitalizmin 14-15. yüz yılda oynadığı rolü oynuyor gibidir. Gelişip egemen olması muhkem olan bu yenilenme, bir tarihsel devrim için olgunlukları hızlandırmaktadır. Bu, insanlık için çok ciddi yeni bir aydınlanmanın fırsatını da beraberinde getirecektir. Doğaya bakış ve doğayı yorumlayışta olduğu kadar, yaşama dair tüm normların bir değişim sürecidir bu, tarihsel bir devrim ve dönüşümdür. İnternet iletişiminin PTT’ye yaptığı geri dönülmesi mümkün olmayan bir devrimdir. İnsan hakları algılayışı dahil, bilim ve bilgide de ve onların sonuçlarının insanlık ilişkilerine yansımasında da büyük bir değişimin eşiğidir bu gelişmeler. Doğal olarak bu süreç kendi aydınlanmasını da birlikte ortaya koyacaktır. İşte sorunumuzda tam buradadır. Bunun bilince çıkartılmasında, bu gerçeklerden yana olunmasında, eski uygarlığın her türden siyasal ve sosyal olgularının bu günün gelişimi karşısındaki tıkayıcılığına karşı mücadelesinden yana olma sorunudur.

Makalede, Kürt modernleşmesi için önemli bir tespit var. Türk modernleşmesinin aksaklıklarının tecrübesi üzerinde yükselme eğilimi ihtimalinden söz ediliyor. Bunlar önemli ve açılmalıdır. Kürt modernleşmesinin, Türk tecrübesini tekrar edebileceği kadar, kendine has bir yol seçerek sadece modernleşmesini değil; ama aynı zamanda aydınlanmasının da sorunlarını çözme şansı olduğunu ihtimal dışı tutmamak gerek derim.
Bunun iyi kavranması için öncelikle Batı aydınlanmasının belli bir tarihe ait özgünlüğünün, mutlak olmadığını bilince çıkartmalıyız. Makaledeki vurgular daha çok aydınlanmanın tarihte bir kez olan ve Batı’ya ait olan bir veri olarak alındığı izlenimi bırakmaktadır, her ne kadar tanıdığım Orkunoğlu’nun böylesi bir temel yaklaşımı olmasa da. Aydınlanma hadisesinin illa ki batılı olduğu ve olacağı yaklaşımları bence çok ilkel bir tarih bilincine ve geleceği Batı ulusları tekeline bırakmak demektir. Ki çoğu aydın ve bil cümle sol bu kısırlık içinde gelişmeleri tanımlama çabası içindedir.
Aydınlanma süreçlerinin bölgemiz halkları için batı tarzı olma gerekliliği var sayılıyor. Makalede de bu belirleme ağırlıkta. Evet, Batı’nın ortaya koyduğu bir aydınlanma ve çağı vardır. 18. yüzyıl felsefesini tanımlayan aydınlanma, önceki yüzyıllar üzerinde yükselip sonraki yüzyılların modernleşme sürecini açan aklın özgürleşmesini, dinin insan aklının doğayı ve toplumu eleştirel süzgeçlerinden geçirmesini engelleyen kilise egemenliğine son veren bir çağ olarak insanlık için önemli bir atıldır.



Ancak bu aydınlanmaya yapılan ısrarlı vurgu ve bu çağın kendine özgü aydınlanması olduğu gerçeğinin hiç dile gelmemesi, Batı aydınlanmasını tarihte bir kez yaşanan ve bir daha kimsenin yaşamayı umut etmesi dahi mümkün olmayan bir fenomeni haline getirmektedir. Bu tarz bir sunum yanlıştır diyorum. Bence her büyük tarihi kesitin kendine göre bir aydınlanma sı ve bunun gerekçesi ve bunun sonucu özgün bir modernleşmesi vardır. Bunu anlamak için batılı aydınlanma çağından önceki Yunan ya da İslam aydınlanma çağlarına gönderme yapmak yanlış olmayacaktır. Bu birikimlerdir ki, insan aklının kolektif gelişme düzlemlerini tanımlar. Tarihi her büyük kesitinin kendi aydınlanma birikimleri vardır. Tarihi ilerleten en önemli faktörler arasında da bunlar bulunmaktadır. Bu da her tarihi kesit içinde kolektif insan aklının ürünü olarak gündeme gelmiştir. Elbette ki, bu aydınlanma atılımlarını tırnak içinde batılı aydınlanmayla bire bir algılamamak gerektiği de açıktır. Ancak her bir tarihi süreçte cereyan erden aydınlanmalar bir sonraki için önemli bir veri olmuştur. Bundan sonra da gündeme gelecek aydınlama atılımlarına Batının aydınlanması bir veri olacaktır.

Batı aydınlanmasının geçmişte kalan kökleri, bir sonraki tarihsel kesitlerin aydınlanmasına temel bir veri olsa da, artık onun tekrarını yakalama gibi bir çaba ilerici bir çaba olmaktan uzaktır. Dinin topluma dayattığı tüm algılama düzlemlerinin karşısına dikilen ve doğayı çözümleyerek algılanan aydınlığın, toplumu düzenlemede oynadığı rolle kendini tanımlayan Batı aydınlanmasının bu gün için sadece, gelecek aydınlanma için bir veri olarak rol alacaktır. Gelecek tarihi kesitin aydınlanması içinde özümsenecektir. Ancak batı aydınlanmasını, onu yaşamamış ülkeler, uluslar, halklar için aşılması zorunlu bir halka olarak algılamak çok tutarlı bir yaklaşım olmayacaktır. Tarihsel süreçlerde kimi halkaların içselleştirilmesi bire bir o halkaların yaşanmasıyla olmaktan çok, bir ileri sürecin içinde algılanmasıyla da mümkündür. Böyle olmasaydı, uygarlıkların bir biçimde tüm insanlığın malı haline gelmesinin olanağı olmazdı. Arap-İslam uygarlığının görkemli kesitlerinde Avrupa prensleri El Hamra üniversitesinde eğitim görürdü. Aynı kesit içinde, bu günkü Papa 16. Benediktus’un iddia ettiği gibi, Avrupalılık için temel olarak gösterilen klasik Yunan kültürüyle kaynaşmış Hıristiyanlık, insanlığı inanılmaz bir hurafecilikte ve ilkelliğin derin karanlıklarında ısrarcı bir zulümle tutma çabasındaydı. Buna rağmen, Batı kendi reform ve Rönesans’ını yaratırken, bütün bu değerlere savaş açma durumunda kalmıştır. Sıçramasını, atılımını önceki tarih kesitlerinin aydınlanmalarından yararlanarak, onu veri ve temel alarak kendi aydınlanmasının kanallarını açmış ve bunu başarmıştır.


Kant’ın ifadesiyle, “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır Sapare Aude! Aklını kendin kullanmak cesaretini göster sözü, şimdi Aydınlanmanın parolası olmaktadır.”


Bu bir “Aklı kullanma cesareti”dir. Aklı bir bilgi havuzu haline getirme değil, Lessing’in dediği gibi "Aklın kuvveti, hakikate sahip olmada değil, hakikatı araştırmadadır." Hakikatten daha önemli olan bu adım özgürleşmenin diğer adıdır ve tüm aydınlanma çağının temeli ancak köklü bir özgürleşme ardından gelecek bir adımdır.


15. yüzyıl ve ardından gelen süreç, özellikle de “Dinde meydana gelen yenileşme hareketleri, dinsel düşüncenin giderek geriletilmesi ve aydınlanmacılıkla birlikte kuruculuk ve egemenlik gücünü kaybetmesiyle sonuçlanmıştır. Rönesans ve reformlarla başlayan bu gelişmeler, aydınlanmacılıkla doruğuna varmış ve buradan itibaren modernite denilen sürecin oluşumunu hazırlamıştır. Bu süreç aydınlamacılıkta ifadesini bulan köklü bir zihin değişikliği anlamına gelmiştir”

Batının 18. yüz yıl felsefesi olarak tanımlanan aydınlanma çağı ve ardından açılan modernite süreci belli tarihi olguların olgunlaşmasına bağlı olarak şekillendiği açıktır. Bu farklı tarihi süreçlerin kendi verilerinin olgunlaşmasıyla bir başka düzlem ve ortamda yeni aydınlanma ve modernite süreçlerinin açılacağına da önemli bir tarih belirlemesi olarak görülmelidir.
Böylesi bir tarih okuması, bize tüm insan topluluklarının uygun bir ortamda koşulların olgunlaştığı yerde, bir biçimde gelişmekte olan, yeni bir aydınlanmanın unsurları olma çabası verme durumunda olmaları gerektiğine işaret eder. Bu gün ise bu çok daha gerçekçidir. Batı aydınlanması üzerinden yüzyıllar geçti. Batı, kendi dinamikleriyle kurduğu uygarlıkla insanlığa inanılmaz ölçekte değerler kattı. Bütün tarihsel uygarlıklar gibi doğup gelişti ve geri sayım işaretleri verme sürecine girdi. Bunun en önemli belirtisi tüm tarih okumalarının gösterdiği gibi, egemenliği zor araçları ve onlara sarf edilen değerlerle sürdürme durumuna düşmektir. Batı, artık küresel ölçekte gericiliğin, baskının, dayatmanın ve savaşların sürdürülmesi için insanlığa zarar veren bir kaynak haline gelmiştir.



Artık, Batı’nın tüm insani değerleri, aydınlanma değerleri insanlığa zarar veren girişimlerin bir maskesi haline dönüşmüştür. Sanayi Devrimi’nin dinamikleriyle gelişen ve yaygınlaşan kapitalizmin, dünya ölçeğinde pazarları açan nesnel gelişimi, meta ihracından, sermaye ihracına ve bilimsel teknik devrim ve ardından gelen bilgi çağıyla, insan kolektif aklının ortaya koyduğu sonuçlar, artık kapitalist ilişkilerin doğal bir işlerlik içinde sürdürülebilmesine hizmet etmez hale gelmiştir. Bu sonuçlar Batı uygarlığının içinden yeni bir uygarlığın verileri olarak işlev gördükçe, kapitalist ilişkiler kendi zor araçlarıyla sürdürülme eğilimi göstermektedir. Küresel üretim bir gerçek olarak, belli bir merkeze tabi olmada bilginin de üretime, hammadde+üretim araçlar+işgücü gibi bir unsuru olarak katılımıyla, sanal üretim gibi yepyeni ve evrensel aklın ortak etkinliğiyle yapılan ön üretiminin katılımıyla adım adım egemen olma yönünde ilerlediği gözlemlenmektedir. Bir yeni uygarlık sistemi kuracak kadar olgunlaşmamışta olsa bu veriler, hızla gelişmekte ve kapitalist üretime alternatif bir üretim ilişkisi ve mülkiyet ilişkisinin önemli belirtileri olarak ortaya çıkmaktadır. Bu gelişmeler insanlığı önemli bir yeniden sosyal siyasal düzenleniş fırsatı yaratmaktadır. Emperyalist kapitalizm ve merkezleri dünya ölçeğindeki yaygınlığına karşı küresel ölçekte bir üretim olarak farklılaşan bu gelişimin ilerlemesine karşı, yüzyılları kapsayacak enerji kaynaklarının kontrolü, nüfus alanlarının yeniden düzenlenişi gibi “Yaratıcı Anarşi”yle ancak izah edilebilecek cehennemi denklemleri kurgulamakta ve uygulamaktadır.


Yeni uygarlık, küresel üretim ve mülkiyet ilişkileriyle, feodalizme karşı kapitalizmin 14-15. yüzyılda oynadığı rolü oynuyor gibidir. Gelişip egemen olması muhkem olan bu yenilenme, bir tarihsel devrim için olgunlukları hızlandırmaktadır. Bu, insanlık için çok ciddi yeni bir aydınlanmanın fırsatını da beraberinde getirecektir. Doğaya bakış ve doğayı yorumlayışta olduğu kadar, yaşama dair tüm normların bir değişim sürecidir bu, tarihsel bir devrim ve dönüşümdür. İnternet iletişiminin PTT’ye yaptığı geri dönülmesi mümkün olmayan bir devrimdir. İnsan hakları algılayışı dahil, bilim ve bilgide de ve onların sonuçlarının insanlık ilişkilerine yansımasında da büyük bir değişimin eşiğidir bu gelişmeler. Doğal olarak bu süreç kendi aydınlanmasını da birlikte ortaya koyacaktır. İşte sorunumuzda tam buradadır. Bunun bilince çıkartılmasında, bu gerçeklerden yana olunmasında, eski uygarlığın her türden siyasal ve sosyal olgularının bu günün gelişimi karşısındaki tıkayıcılığına karşı mücadelesinden yana olma sorunudur. Yeni uygarlık sürecinin solu, devrimcisi bu gerçeklerin verileriyle perspektiflerini oluşturmasının gerekliliği de, konumuz olmasa da anti parantez olarak burada hatırlatılmalıdır.
Bu gün bu açıdan insanlık eşit oranda olmasa da, önemli oranda, çok geniş bir yelpaze içinde böylesi bir aydınlanmanın yükselişine, kendi orijinalitesinden bir katkı yapma olanağına sahiptir denebilir.


Hüseyn bin Hamdan el Hasibi 900’lü yıllarda yaşamış bir düşünür, hakikati akılla özdeştirmiş ve bunun dorukları olduğunu, tarih içinde evrimleşerek, belli doruklardan geçerek ilerlediğini ifade etmiştir. Bu yaklaşımına dayanarak ta, “akılla çelişen insanın kabul sınırlarında olamaz” demiştir. Bu belirlemeyi Kant’tan yüz yıllar önce yapmıştır. Dile getirdiği doruklarda dini şahsiyetleri ve peygamberleri birer simgesel unsur olarak ele alsa da, aydınlanmanın her uygarlıkta belli bir bütünü temsil ettiğini vurgulamıştır. Rast Başin’in “Doğrunun Yolu” adlı kitabında o çağlarda gördüğü bu evrimin devam etmediğini iddia etmek mümkün değildir.
Bana göre, yazılarımızda bu çağın aydınlanması açısından geri ulusların, halkların, ülkelerin ileri ülkelerden çok daha şanslı olduklarını söylemek abartılı olmayacaktır. Şöyle ki, tarihin ilerlemesine dikkatlice bakacak olursak, göreceğiz ki belli bir yükselişten sonra çöküşe giren uygarlıklar, yeni bir hamleyi kendilerinden çok, onları tarihe gönderecek unsurlar yapmaktadır.


Bu, tarihe gömülecek uygarlığın içinden çıkıp gelse de, eski uygarlığın öncüsü olan, onun tüm etkinliklerini tekelinde tutan ve bu gün emperyalist ülkeler dediğimiz çevreler olmayacaktır. Bunlar yeni uygarlığa karşı direnecektir. Bu gün de gerçek küreselleşmenin karşısında küresel gericiliği dayatan da tas tamam bunlardır. Bu yüzden, Batı uygarlığının gelip dayandığı yerde başlayan gerileme ve çöküşte, bu eski öncü ülke ve ulusların katı birer tutucu oldukları ve insanlığa yeni açılımlar sunamadıklarını tespit etmek gerekir. İnsanlığın, çok yönlü gelişiminin durağan olmaması gerçeğinden hareketle de; yeniçağda büyük bir atılımla bu tıkanmayı kaçınılmaz şekilde aşması beklenmelidir. Bu atılım tarihte de olduğu gibi tutucu güçlere karşı direnen, onlara karşı yeni uygarlığın unsurları içinde yer alanlar yapacaktır. Batıda, ulusun feodallere, kiliseye karşı durması gibi; bu çağlarda ulusların, ülkelerin, halkların emperyalist tutuculuğa karşı durma ihtimali gibi.


Bu anlamda, bu gün için geri sayılabilecek ülkelerin, bu tarihi gelişmeyi doğru algılayabilen gelecek kuşaklarının, bu gün ve ileri çağlarda kendi özgün ve o çağa ait olacak bir aydınlanmaya doğru atılım yapmalarının mümkün olduğunu düşünüyorum. Benim vurgusunu yapmaya çalıştığım aydınlanma da bu alternatifte bulunmaktadır.

İnanıyorum ki, emperyalist çok yönlü baskı, işgal, savaş ve bilcümle baskılara karşı gelişecek uzun erimli mücadelede (ki, şimdilik bir yüzyılı geride bıraktık) yeni bir uygarlık koşulları içinde kendi orijinalitesiyle yer bulabilme şansını yakalayanlar, aynı zamanda o çağların aydınlanmasını yaşayacaklardır.


Bilişim çağının etkinliklerini yaşamsal bir insani sistem haline getirecek olanların, bunun bir üretim ve mülkiyet ilişkisi olarak, batıdan nitelikçe farklı bir tecellisi olarak, ikamesinin yeni bir aydınlanma çağı olarak belirmesinin kaçınılmaz olacağını düşünüyorum; bu nokta genişçe tartışılabilir. Ben sadece, aydınlanmanın bildik batı uygarlığının şafağı gibi, klasik bir yerde ve kıstaslarda başlayıp sona eren bir unsur olmadığını belirtmek istiyorum. Her tarihi kesitinin kendine özgü bir aydınlanma trendi vardır diyorum ve bu mutlaka batı türü bir aydınlanma olmayacaktır derim. Bu açıdan Kürtler, Türkler, Araplar ve tüm geri ulus ve ülkeler için, yeni tarihsel kesitin aydınlanmasında eşit oranda rol oynama şansının hala değerlendirilmesine yönelik ciddi fırsatlar olduğunu düşünüyorum. Bunun için aydınların, bilcümle sivil toplum unsurlarını, çağı bilince çıkarmış siyasal güçlerin oynayacağı büyük roller olduğu vurgusunun yapılmasından yanayım.
2.
Tüm olumsuzluklar, özgürlük için ayağa kalkmış bir ulusun çok daha olumlu bir açılım yapması için birer fırsata da dönüştürülebilir. Dünün beyin göçü diye karşı çıkılan etnik göçmenler -küreselleşme çağında çok önemli bir güç olarak- aidiyetlerinin bu çağda kendi orijinaliteleriyle yer almak için bir unsur olarak işlev görebileceklerdir.

Makalede haklı olarak "Olumsuz öğe ne? İki noktaya dikkat çekmekle yetineceğim. Birincisi, toplumsal gerilik ve aşiret ilişkileri, Kürt modernleşmesi içinde dinsel eğilimlere zemin oluşturmaktadır. İkincisi, Kürt modernleşmesi, sosyal sorunlar yeterince dikkate almamaktadır. Sadece ulusal ve kültürel kimlikle sınırlanmış bir projeyi savunuyormuş gibi izlenim yaratmaktadır." denmektedir.

Kürtlerin tarih içinde yakaladıkları en önemli özgürlük halkasının başka ne tür şansı vardı da reddedildi diye düşünmek gerek. Eleştirsek de, beğenmesek de var olan gerçeklikler içinde Kürtlerin bu verilerle özgürlük için çalışmalarını anlamanın gerekliliğini vurgulayacağım. Eleştiri hakkını koruyarak bunu belirlerken bir gerçeği de gözden kaçırmamak gerek.


Kürt ulusunun önemli handikaplarından birinin, büyük bir tutucu dini potansiyelini de kapsıyor olmasıdır. Bu gün AKP‘nin üzerinden nemalanmak istediği ve özgürlük hareketini tasfiye için kullanmak istediği araçlar arasında bu da yer alıyor. Tabi bu kesimlerin yönlendiricisi, feodal ilişki çevreleri ve ülkede her türden etnik ve inançsal çeşitliliğiyle iç içe geçmiş ekonomik çıkarların en üstünde bulunanlardır. Buna özgürlük hareketini yok etmek için, bu çevrelerin uluslararası bağlantılarını da eklemek gerek.


Bu yığılma karşısında özgürlük hareketinde, “beni öğle yemeğinde yiyeceklerine aynı araçlarla onları kahvaltı yapayım” deme eğilimlerinin geliştireceği kimi ilişkilerin tehlikesini de hesaba katmak gereklidir. Yani dış güçlerle kurulabilecek olası dirsek temaslarını hesaba katmak gerek. Bunlar çağı yakalamada geri ülkelerin, özgürlük arayışında olan ülkelerin en büyük handikaplarıdır. Buna rağmen tersinin olabileceğini düşünmek istiyorum ve bu ihtimalinde yazılarımızda yer almasının çok önemli olduğunu belirliyorum.

İyimser olmak için de çok nedenimiz vardır. Bütün bu olumsuzluklardan olumlu sonuçlar çıkartmak zor değildir. Önemli olan çağı iyi kavramak ve bu çağın küreselleşme bilincini, doğru mücadele yönelimlerine akıtabilmektir. Bunun için çağın gelişme yön ve dinamiklerini bilmek, onları tutmak ve ülke, ulus ve halkla içselleştirebileceği tarzda bununla uyumlaştırmaktır. Bizim kuşağımızın yıllarında başarılamaz ise de, gelecek kuşaklar açısından kesinlikle başarılacaktır.
Tarih bilgimizi yeniden yoklayalım: İstanbul’un fethi bu coğrafyayı çağın gerisinde bırakırken; Batı, bu alandan göç edenlerle birlikte Aydınlanma çağına girmiştir. Benzer bir süreç tüm insanlığın önünde kendi orijinalitesiyle geleceğin aydınlanmasında yer almak etkin olup etkilenebilme fırsatı sunmaktadır. İletişim teknolojisinin bilişim çağında oluşturduğu ortamın, yeryüzünü bir küçük köy haline getirme esprisinin taşıdığı derin anlamı burada kavramak gerekir. Bu şansı, yeniden elimizin tersiyle itmemek için yapılması gereken çok önemli bir görevle karşı karşıyayız derim. Bu ise, makalede bilince çıkan, aydınlanmasız modernleşmeyi gerçek anlamda bir aydınlanma modernleşmesine dönüştürebilir. Bunun için çağın ne kadar kavranabildiği noktası hayati önem taşıyor. Tekrar gibi olsa da, bunun üzerinde yeniden durmak gerekir.

Orkunoğlu’yla bir süre önce, basılı yayınımız Atak dergisinde hala yayınlanmakta olan ve internet sitelerinde de yayınlanan sohbetlerimizde küreselleşmeyi, gelişen ve egemen olması muhkem olan yeni bir uygarlığın, yeni bir üretim ilişkisi ve mülkiyet ilişkisinin zemini olarak belirlemiştim. Bu, postmodernizmin bireyin yeniden algılanışı diye dayatılan bir yenilenme algısından çok farklı bir tarihsel gelişmedir. Küresel üretim ilişkisi, postmodernizmin bireyi yüceltme adına yapılan onu tek tek esir alma çabası değil, tersine bireyi üretim etkinlikleriyle yücelten, üretim etkinliğini nitelikçe büyüyen sosyal sonuçlarıyla onu ve ilişkilerini toplum adına yeniden düzenleyiştir. Yeni uygarlığın üretim ve mülkiyet ilişkisi, emperyalistlerin bireyciliği topluma karşı kışkırtan kof ve sahte övgüsü ardında gizli olan esir edilişinin evrensel ölçekte baskı ve siyası dayatma pervasızlığı anlamında bir küreselleşmesi değildir. Bu insan kolektif aklının kazanımlarıyla, icatları, teknik ve bilgi birikimlerinin yarattığı engellenemez bir tarihi dönüşümün toplamı olan ileri bir uygarlıktır.

Zira bu gelişme, bu tarihi dönüşüm, üretim ilişkilerini artık küresel bir üretim ilişkisi haline getirmektedir. Kapitalist emperyalizm bunu başaramamıştır. Batı uygarlığının kapitalist sistemi, ilişkilerini küreselleştirmesine karşın üretimini küreselleştirememiştir. Batı uygarlığının kapitalist üretim sınırı, ulusal, ülkesel merkezli çıkar tekelleşmesinin, emperyalist çıkar merkezlerinin sınırında sukut etmiştir. Batı uygarlığı kapitalize ilişkiler, tüm dünyada küresel ölçekte yaygındır; ancak küresel bir üretim değildir. Tersine her merkezi öbeğin, bu ulus ya da ülke yada belli bölgesel ölçekler içinde de olsa lokal kalmıştır.

Yeni uygarlığın gelişimi, bilişim çağının, bilgi ve teknik çağın insan kolektif akıl ürünü olan sonuçlarının yarattığı tarihsel dev dönüşümlerle oluşan yeni üretim tarzı, artık ne ülkesel ne ulusal ne de belli sınırlara mahkumdur. Bilginin üretildiği her yerde, çok daha az maliyetle, çok daha küçük alanda ve inanılmaz büyük sosyal sonuçlarıyla yeni mülkiyet ilişkilerini de beraberinde getirerek kendini ortaya koymaktadır. Batı uygarlığı bu son kesitinde bundan çok ciddi tarzda rahatsızdır. Artan tutuculuğu, saldırganlığı, dünyanın tüm enerji kaynaklarına hoyratça saldırışı, işgalleri, savaşları bu gelişmeye karşı direnme adına yapmaktadır. Zira bu hantal yapı, gelişen yeninin dinamikleri karşısında kendini çok güçsüz hissetmektedir. İçgüdüsel bir tepki olarak beliren bu tablo; bir zamanlar kapitalizmin, feodalizmin bağrından gelişip onu yıkması gibidir. Bir üst aşamada tarihin tekerrürüyle karşı karşıyayız. Bu süreçte modernleşmeden çok yeni bir çağın aydınlanması için büyük fırsatlar olduğundan söz etmek, toplum motivasyonu için çok gereklidir.

Kürt özgürlük hareketi ve özgürlük eğilimlerinde olan Araplar ya da diğerleri açısından geçerli olmak üzere söylenebilecek şey, bu çağdaş yenilenmeyi bilince çıkaran siyasal hareketlerin etkinliği altında bir modernleşmeden çok, çağa ait bir aydınlanma atılımı yapma şansına sahip olduklarıdır. Gelişen yeni uygarlığın ilişki ağları içinde kendi orijinalitesiyle yer alabilecekler açısından çok önemli bir süreç olan bu atılım, bir ölçüye kadar özgürlüklerin sınırını ne kadar geliştirebileceklerine bağlı olarak şekillenecektir. Ayşe Hür’ün dediği gibi, küreselleşme çağında “ezilen ulus bir süre sonra başka guruplar için ezen ulusa dönüşebilir” (Ayşe Hür, Kırk katır mı kırk satır mı makalesi) olması, özgürlük hareketleri için çağın doğru algılanmasının ne kadar önemli olduğuna da bir göndermedir.

Bu atılımı boğacak çok yönlü tehlikelerin olduğu kesin. Bunların bir kısmına makalede “toplumsal gerilik ve ve aşiret ilişkileri” diyerek değinilmiş. Bunlara eklenecek birçok temel öğe daha sıralanabilir: coğrafi koşullardan, inanç türlerine; komşuların konumlarından, tarihi süreçlere kadar. Ancak tüm bu olumsuzluklar, özgürlük için ayağa kalkmış bir ulusun çok daha olumlu bir açılım yapması için birer fırsata da dönüştürülebilir. Dünün beyin göçü diye karşı çıkılan etnik göçmenler -küreselleşme çağında çok önemli bir güç olarak- aidiyetlerinin bu çağda kendi orijinaliteleriyle yer almak için bir unsur olarak işlev görebileceklerdir.

3.
ülkemiz solunun hiçbir verisi, özgürlük hareketinin örgütsel ya da eylemsel dayanışmasını kaldırabilecek bir potansiyel ve dinamiğe sahip olmadığını göstermektedir. Sanırım Kürt özgürlük hareketi istese de, onlar kaçacaktır. Gözlemlerime göre, sosyalist güçler ve onların etkinliğindeki her türden siyasal hareket, böyle bir Kürt dayanışma isteğine karşı içgüdüsel olarak karşı durma eğilimi gösterecek; “milliyetçiliğime böyle bir lekeyi bulaştırmayın” diyecektir. Çok iddialı gibi gelen bu sözlerimin yerel seçimlerden sonra çok daha anlamlı olacağını hep birlikte ama büyük bir acıyla izleyeceğiz gibi gelmektedir. Bu yüzden de, bu verilerin ortamında ben artık “ne solcuyum ne de sosyalistim” diyorum.

Makalenin son paragrafı, dikkatimizi başka bir tartışma konusuna yöneltmemiz gerektiğine işaret ediyor. Genellikle makalelerinde değinilen vurgulardan biri, devrimci hareketi, özgürlük hareketini bir biçimde sosyalist harekete bağlama eğilimidir. Bu köprünün kurulmasına kimse itiraz edemez; ancak gerçekçi olduğuna inanmıyorum artık.

Bu önermeyi ayakları havada bırakan çok veri bulunmaktadır. Sosyalist hareketin bu gelişmeleri kavramadaki yetmezlikleri ve içinde bulunduğu çöküş üzerinde durmayacağım.

Dünya genelinde bu konjonktürün egemenliğini benim kadar sizler de biliyorsunuz. Bunun nedenlerini de burada uzunca tartışmayacağım. Zira bana göre, nesnel verilerin ortaya çıkarttığı sonuçlar, bir yanıyla da sosyalist ideolojideki ciddi hatalardan kaynaklanıyor. Buna ilişkin yine Orkunoğlu’yla sohbet iletilerimizde değindim. Marks’ın Grundrisse’sinden yaptığım aktarmalarla teknolojik ilerlemenin, bilimin gelişimi ve üretime aktarılmasıyla beklenen sonuçları, Marks’ın temel olarak ele aldığı konular olmamasına karşın, belirlemelerinde hatalı tespitlere ve isabetsiz belirlemelere varmıştır. Sonraki gelişmelerde, devrimin tek boyutlu bir siyasal devrim olarak kavranması, mülkiyet ilişkilerinin bunun sonucu bir siyasi kararın ilan edildiği kağıda endekslenmesi, Marksizm’in yanlış yorumu olarak ifade edilse de, bir ideolojinin kendi ürününün doğal sonuçları olarak ortaya çıkmıştır. Buna meta üretimi, pazar sorunu ve bir o kadar önemli olan ulusal sorunla ilgili olarak, ideolojinin taşıdığı handikaplardan bahsetmek sadece bir beyin jimnastiği değildir. Bu derin sarsıntılar içinde bir bütün olarak sol, geri dönüşü çok zor bir rota kaybı içindedir. Rotasız, kendini bilmez haldeki bir sosyalist kalıntıya, özgürlük hareketinin bağlayacağı hiçbir umut olmadığına inanıyorum. Tersinin ise çok yararlı olduğu kanısındayım. Bunun için ülkemizde olası tüm özgürlük akımlarının güçlendirilmesinden yana bir politik hat, sosyalizm dahil tüm sol hareket için bir kurtuluş ümidi olacaktır. O da solun ve sosyalist hareketlerin çağın gereklerine uygun, küreselleşme eğilimleri ve aydınlanmasına uygun konuşlanmaları koşuluyla.



Bu gün ülkemizde sosyalist hareket ve bilcümle solun içine düştüğü milliyetçi bataklıkta sürmekte olan debelenmesi, halklarımızı ve çok yönlü örgütlenmelerine tehlikeli mesajlar iletmektedir. Bu gün sol, etkileyen değil etkilenen ve sokağın etkileri altında ezilen bir soldur. Kararsızdır ve milliyetçilikten şovenizme kaymaktadır. Faşistleşmenin bireysel bazda ya da örgütsel tutumlarda ortaya çıkmadığını söylemek ise güçtür. Kendine komünist diyenlerin kadınları da askeri hizmete sevk etme önerisinin ehveni şer anlamı, kimi solcularda, özgürlük hareketini ve Kürt halkını katletmek için gönüllü olarak askere gitmeye kadar uzanabilmektedir. Böylesi bir solun, emekçi kitleler ortamındaki etkinliğini gerçek bir kitlesel tehlike anlamına yorumlamak artık yanlış değildir: Unutmayınız ki, Nazizmi de faşizmi de çağı kavrayamamış yanlış yönlendirmelerin baskısı altındaki halkın özgür demesek de, gönüllü iradesi iktidar yapmıştır.

Bana göre sola endeksli bir öneri doğamadan ölmüş bir öneridir. Bu, solun yok olduğu anlamına gelmiyor, tersine kurtuluşu için solun özgürlük hareketlerine tutunmasının gerekliliğine işaret ediyor. Kaldı ki, ülkemiz solunun hiçbir verisi, özgürlük hareketinin örgütsel ya da eylemsel dayanışmasını kaldırabilecek bir potansiyel ve dinamiğe sahip olmadığını göstermektedir. Sanırım Kürt özgürlük hareketi istese de, onlar kaçacaktır. Gözlemlerime göre, sosyalist güçler ve onların etkinliğindeki her türden siyasal hareket, böyle bir Kürt dayanışma isteğine karşı içgüdüsel olarak karşı durma eğilimi gösterecek; “milliyetçiliğime böyle bir lekeyi bulaştırmayın” diyecektir. Çok iddialı gibi gelen bu sözlerimin yerel seçimlerden sonra çok daha anlamlı olacağını hep birlikte ama büyük bir acıyla izleyeceğiz Bu yüzden de, bu verilerin ortamında ben artık “ne solcuyum ne de sosyalistim” diyorum. Bu kavramların anlamlı yıllarında mücadelemi tanımlamakla onur duyduğum süreçlerden bu güne gelince, küreselleşmeden yana, tarihsel devrimlerden yana, yeniçağın aydınlanmasından yana olduğumu ve kendimi öyle tanımladığımı söylüyorum. Bu çağın Gerçek solculuğun, gerçek devrimciliğin bu temel üzerinde çağı algılamakla tanımlanabileceğini ve yükseleceğini iddia ediyorum.

Bunun için tutuculuğun bir biçimi olarak gördüğüm “sosyalizmin sorunları”yla ilgilenmenin hele bununla ilgili teorik batışlara dalmanın, benim için çok geride kalmış beyhude bir çaba olduğuna inanıyorum. Bu çabacıların “proletarya diktatörlüğü” gibi, Marksizm’in kurucu ve geliştirici önderlerinin olmazsa olmaz saydığı “bilimsel sonuçları” nasıl tahriç (oturtmak, çıkarsamak) edeceklerini merek ediyorum. Proletarya kültürü söylemlerini, fabrikanın ve aletlerin dışına taşmamış tek boyutluluğun kısırlığını, halktan kopukluğunu, çağı yakalamanın tek aracı olarak nasıl sunacaklarını merak ediyorum artık. Diyalektik materyalizmin zıtların birliği ilkesinden kopuk olarak, burjuvaziyi yıkıp kendisi var olmaya devam edecek bir işçi sınıfı sistemi yaratmanın donkişotça bir çaba olup olmadığını sormak durumunda kalacağım. Devletin ve ulusal sorunun bu kapsamda ne anlam taşıdığını, nereye ve nasıl oturtulacağını bilmek istiyorum. Buna benzer binlerce sorunun teorik irdelemeleri, en az geçen yüz yıl boyunca yapıldı durdu. Bunu kısır beyin ilkelliğiyle yeniden, kendileri gibi ufaklıklara yutturma adına yapmaya girişenleri, komedi bile sayamayacağımı ifade etmek istiyorum. Bu çabalar artık birer ayıp haline gelmiştir. Ayrıca, yeni uygarlığın kapitalizmi tarihe gömeceği gerçeğinden yola çıkarak (uzun bir sancılı dönem sonucunda da olsa), salt sınıf mücadelesini kollayan ve sınıf temelli bir sosyal siyasal yaklaşım içinde olmanın darlığına, ileriye bakmaktan çok, en iyimser yaklaşımla, durağanlığa endeksli olunacağını dile getirip dikkat çekmek istiyorum. Bütün bunlar, sosyalizm ideolojisinde, önceki tarihsel süreçlerde de ortaya çıkan düşün akılarının, insan kollektivitesine, dayanışmasına, dengeli ve adil paylaşıma ve bilcümle insani erdemleri gözeten önerme ve gerçekleştirimlerine sahip çıkmanın onları içselleştirerek bu çağın devrimcisi olmayı, özgürlük ve demokrasi savaşçısı olmayı arkasında duracağımız değerler manzumesi olarak görmekle hiçbir çelişmesi olmayacaktır. Artık kendimizi böyle tanımlayarak bu çağı yakalamak için aklımızı kimi saplantılardan özgürleştirebileceğimize inanıyorum. Atı aydınlanmasının ruhu da budur. Bu ruhla yeniçağı algılamadan devrimci de solcu da olunamaz.



Halkın, bilaistisna tüm emekçilerin ana çıkarlarını, özgürlük yönelimlerini ve demokrasi ihtiyaçlarını ihmal etmeksizin ve onların kitlesel gücünün dönüşümcü etkinliğine dayanmayı küçümsemeden mücadelenin yükseltilmesi gereği kesindir. Tarihte tüm atılımlar da öyle olmuştur. Burjuvazi bile aydınlanma çağını ve modernleşme süreçlerini halk kitlesinin omuzları üzerinde yürütmüştür. Bundan sonraki tarihsel kesitlerin aydınlanması da bu zemin üzerinde yükselecektir. Bu zemini sınıf kavgasında dile gelen, tek boyutlu bir sınıfın omzuna dayamak, üstelik bu sınıf kendi var oluş sistemiyle birlikte tarih olacağı gerçeğini bilerek yapmak, ilerlemeyi tıkamaktır. Havanda su dökmek gibidir. Çok ilerici, çok sosyalist bilemedin komünist adı altında çok ilkel bir gericilik konumuna düşmektir. Yanlış yönelimlerin takılacağı zeminler, alışkanlıkların, en yakın ideolojilerin bataklığı olma esprisidir bu. Bir dönem solcuların keskin dinci eğilimlere saplanması gibi. Bu gün milliyetçiliğe düşmeleri de öyledir. Bu gün sol ve sosyalist eğilimler özgürlük atılımlarının gerçek destekçisi olmayı başaramadıkça içine düştükleri bataklıkta tas tamam burası olmaktadır.
Kimse bunu, “kimi sol siyasetlerin hatalarını genelleştirme” olarak algılamasın. Açıkça söylüyorum, hata ideolojinin derinliklerinden gelmektedir. 19. yüzyılın ve 20. yüz yılın sosyalist mefkuresinin oluşumunda, bu günleri kavrayamam, bilimsel teknik devrimin açacağı ufakları doğru belirleyememe durumu söz konusudur. Marksist yönelimlerde bilim ve teknik gelişmeleri üzerinde çok durulmasına karşın, yeni bur uygarlığın böylece gelişeceğine ilişkin hiçbir sağlıklı yaklaşım yapılmamıştır. Söylenen bir siyasal devrimle birlikte, ilan edilen kararnamenin toplumsal mülkiyeti ikame edeceği ve bundan sonra üretici güçlerin gürbüzce gelişeceğidir. Devrimi bir darbe gibi algılamanın sınırlarını aşmamıştır ve bunu “zor devrimin ebesidir” diye ilgisiz bir konjonktürle ilişkilendirmenin ötesine geçilmemiştir. Bana göre bu tez iflas etti. Ve ikinci bir kez sosyalizm adına bu iddianın, artık ortaya atılamayacak kadar ciddiyetten uzak olduğu anlaşıldı. Bu tezin ardından kurulan sosyalizm, ideolojinin temellerinden çıkıp geldiği haliyle başka bir şey üretmesi de söz konusu olamazdı. Bu algılayışla bin kez kurulsa da, kurulmuş olandan başka bir sosyalizm olmayacaktır.

Hata ne uygulamada ne de teferruattadır. Hata, çağın ve yönelimlerinin algılanışından kaynaklanan temel bir hatadır. Yeni bir uygarlığın gelişiminin kavranamamasındandır. Bunun için kurulan ve aynı teorik verilerle kurulacak olan sosyalizm, kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkisinden nitelik farklı bir tarz yaratamayacaktır. Yaratamamıştır da. Bu yüzdende sosyalizm, aynı Kapitalizm madalyonunun farklı diğer yüzü gibi durmuştur. Birincisi gerçekçi bir kapitalizm olduğu için de, diğerinin dağılmasına kadar direnebilmiş ve öne çıkmaya devam etmiştir. Üretimin bilimsel tabiriyle, hammadde+üretim araçlar+işgücü = meta üretim sistemini tanımlayan kapitalizmi nitelik olarak değiştirecek bir sosyalist üretim inşa edilememiştir, edemezdi de. Benim bu satırlardan da kısaca izah etmeye çalıştığım küresel üretim ve mülkiyet ilişkisinin ise, bu üretim çizelgesinden nitelik farkı yaratacak bir süreç olduğu iddiasındayım. Evet, yeniçağın aydınlanması ve modernitesinin de buradan yola çıkacağını söyleyerek devrimciliğin, ilericiliğin tarihsel dönüşümlerin unsurları olarak bunun algılanması gerektiğini önermekteyim. Çağı algılayamayanların milliyetçiliğe teslim olmuş dönek devrimciliği ve solculuğu bu sığlıkta görüyorum.

Bu kanaatlerimi sık sık makalelerimde gerekçeleriyle açıklayarak, küresel bir yeni uygarlığın farklı bir zeminde kavranması gerektiğini belirliyorum. Ülkemiz gerçeğinde bunun tecelli ettiği alanın ise büyük bir özgürlük ve demokratik atılımla ifade edileceğini vurguluyorum. Aydınlanmanın ve modernleşmenin sağlam zeminlerde ve ileri bir uygarlık için yeni kuşakların hazır edilmesinde atılımın aklın cesur kullanımı için zorunlu olduğuna inanıyorum. Devrimcilik ve solculuk, sosyal ve ileri yönelimin zemini bu algılayıştadır.
Bu tespitlerimde hiçbir umut kırıcı yan yoktur. Tersine devrimcilerin kendine dürüstçe gerçekleri söylemesinin vereceği önemli bir güç vardır. Bunu Orkunoğlu’nun makalesinde görmek beni de sevindiriyor.


“Kürt Sorununun çözümü, toplumun ve devlet yapısının demokratikleşmesinden geçiyor. Türkiye’nin demokratikleşmesi ise, sadece Kürt halkının çıkarına değil, Türk emekçilerinin de çıkarınadır.”

Evet, hepimiz için, tüm farklılıklarımız ve ayrı varlıklarımız için, üzerinde gerçekten yükselebileceğimiz ortak değerler manzumesi, çok boyutlu demokratik bir yeniden yapılanmadır. Böylesi bir yapılanma içinde, 20. yüzyılda başlayan kırık dökük Türk modernitesi kadar, tekrarından kaygı duyulan Kürt modernitesi ve diğer etnik yapıların bu yöndeki adımları, çağa ait bir aydınlanma atılımına dönüşebilir.

Demokratik bir yeniden yapılanmanın oluşturacağı derin özgürlük dalgasının dinamikleriyle bu aydınlanma, bölgemize olduğu kadar insanlığa da çok şey katabilir. Tersinde inat etmek ise açık ki, bölgemize dayatılmak istenen yaratıcı anarşinin bitip tükenmez kaoslarının ne galip ne mağlup ortamlarında, kuşaklar boyu tüm potansiyellerimizle eritilen birer kobay olmaktan kurtulamayacağız. Yaratıcı anarşinin sırat köprüsünden geçişi, bitmeyen seremonileriyle barışık kılınmak istenen bölge halklarının, cehennem de olsa, sonuca ulaşabilecek takatinin kalacağı çok şüphelidir. Filistin’de başlayan, Irak’ta devam eden, Lübnan’da bir orta oyunu gibi sergilenen, İran, Suriye ve sırada bekleyen ülkemize musallat kılınan bu kara kader, çağı kavramamanın kefareti olarak kaç kuşağımızı yiyeceği belli olmayacaktır.

Demokratik bir cumhuriyet, yeniçağın aydınlanması için ertelenmez bir taleptir. İnançsal, sınıfsal ve etnik yapıların dar sınırları içinde kapana düşmemek için tek yol, kurucularının eşit haklara sahip olduğu, anayasal, yasal ve kurumsal güvencelerle temellenmiş demokratik bir cumhuriyettir.


Bu siyasal sistemin, miadını tamamlamış ve artık mürteci motifler taşıyan batı aydınlanmasından farklı nasıl bir aydınlanma sürecinde işlerlik gösterecektir yönlü bir soruya ise verilecek cevap, tarihin tüm kesitlerinde cereyan eden aydınlanmaların temelini oluşturan aklın özgürleşmesi yönünde, eskinin katılaşmış tutuculaşmış ve artık ilerlemenin karşısında durmaya başlamış düşünce sistemlerine karşı aklın bir kez daha bir üst düzeyde özgürleşmesine hizmet etmesiyle bu işlerliğini yerine getirmiş olacaktır diyebiliriz. Bu da tarih içinde aklın birden çok kez özgürleştiğine bir işaret olduğu kadar bundan sonrada, birçok kez özgürleşme ihtiyacı içinde olacağı ve her defasında öncekinden farklı, insanlık yararına yeni bir özgürlük atılımı, aydınlanma ve modernite sürecinin açılacağını ifade eder. Buradan Batı uygarlığının yerine gelecek uygarlığın aydınlanması ve modernitesine tüm insanlığın, var olan her türlü toplumsal örgütleniş biçimlerine ait orijinalitesiyle katılımı, etkilenen ve etkileyen konumda olmasının fırsatı bir geçekçi fırsat olarak değerlendirilmesi gerektiği ortaya çıkar. Bu fırsatın halklarımız adına kullanılmasının gerekliliğine bu nedenle ısrarla vurgu yapmamız
gerekmektedir.

ORDU ve ÜLKÜ



Ordu ve Ülkü

“Politikanın hoyrat biçimi olan savaşı önlemenin en doğru yolu bizzat politikanın anlamını ve yönünü değiştirmektir” C.V. Clausewitz

Osmanlı’nın genlerinden doğan TC. ordusu üzerinde yükseldiği toprakların değerlerini taşımamaktadır. Tek boyutlu bir etnik yaklaşım içindedir. Ülkemizin farklılıklarını içselleştirmemiştir. Karar yetkisinde ülkemizin renklerine yer verilmemiştir.
‘Hasta adam’ sağlığına kavuştuğu ölçüler içinde ve midesinin hazmedeceği oranda genetik olarak nükseden ilhaklarına Hatay’ı alarak devam etmekte bir sakınca görmemiştir. . Osmanlı mantığı, cumhuriyetin ruhunda devam eden bir virüs olarak kendini her fırsatta gösterdi. TC’nin üzerinde kurulduğu Misak-i Milli toprakları tek bir milletin toprağı değildi. Bir etnik dokunun anavatanı değildir. Başka ulusal gerçekliklerin de ortak olduğu bir topraktır. Bu devletin bu gerçekler üzerine bindirilen Ordusu, bu anlamıyla ‘Anavatansız bir ordudur”. Misak-ı Milli ülküsü de aynı anlamda bir vehimden ibarettir. Böylesi ülküsüz bir ülkü üzerine kurulu ordunun, değil sınır ötesi operasyona ya da savaşa girişmesi, bir mahalle kavgasından başarılı çıkması düşünülemez.
Bedreddin mahir


Bedreddin.mahir@gmail.com

1 Kasım 2007

Ordular ve Ülküler
Tüm ordular, bir imparatorluğun, bir ulusun, bir ülkenin tarih içindeki yaşam seremonisinin özeti bilinçaltı gibidir. Ordunun ülküsü varlığının temeli olduğu kadar gücüdür de. Bu ülkünün gerçekliği, derinliği, o ordunun gerçekliği, başarısı ve insicamının temel kaynağıdır. Gerçekçi stratejik bilinç taşıyan bir ordu bunu, gerçekçi kaynaklardan alarak beslenir. Her siyasal yapılanma, her devlet, her ne çağda olursa olsun ordu kurabilir. Bu ordu çok güçlü de görülebilir. Ancak stratejik bilinci, ülküsü gerçekçi unsurlarca oluşmamışsa, bir vehim ise, bileşkesinin tecanüsü geçici ve sahte ise, o ordunun elindeki güç yeryüzünün en büyük gücü de olsa, ilk ciddi çatışmada kendini gösterecek ve başarısızlığıyla dağılıp gidecektir.

Orduların stratejik bilincini, ülküsünü oluşturan etmenlerin içinde binlerce unsur bulunur. Bu tarihsel stratejik bilinç yüzyılları devşire devşire ilerler. İstikrarlıdır; kökleri büyük oranda toprağa ve o toprakları yaşama ilk kez açmış ve yeniden açmaya devam etmiş yerli halklara, onların sosyal ilişki araçları arasındaki en önemeli unsuru ise anadile dayalıdır. Orduların stratejik bilincini tarih serüveni içinde daha ileri süreçleri taşıyacak gerçekçi yapı budur. Diğer unsurlar ise birer teferruat olarak kalır.
Teferruattan teferruata da fark vardır elbette. Mali gücün oynadığı rol gibi. Orduların tarihinde mali güçle ilgili yapılan çözümlemeler de haklıdır.
İspanyol kaptanların dediği gibi ‘Zafer, en son escudo kimdeyse ondadır” ya da Napolyon’a atfedilen ‘ordular midesi üzerinde yürür’ tabirinde anlam bulan mali gücün önemi gibidir; ve haklı olarak, “Tarihte, yokluk ve düzensizliğin mahvettiği orduların sayısı düşmanlarca mahvedilenlerden çok fazladır” denebilir. (Paul Kennedy, Büyük güçlerin Yükselişi ve Çöküşleri s:85. Türkiye İş Bankası kültür yayınları, 2. baskı) Ancak yeryüzünün hiçbir mali kaynağı, belli bir ideal, kanaat, amaç, etrafında stratejik bir bilinç taşımamış bir orduyu kalıcı bir zafere götüremez. Bu durumda, -varsa- savaş meydanlarında kazanılmış bir zafer o da büyük bir hezimetin ilk günü sayılacaktır.

Bu ilke ister ilkel çağların köleci imparatorluklarında, ister feodal çağların sınırsız din savaşlarında, ister ulus oluşumu ve sonrası ordularda olsun, ülküsüz bir ordu, ülküsü gerçekçi olmayan bir ordu hiçbir mali olanağı ayakta tutamaz. Mali olanakta orduların gücü ve kararlılığıyla ilgili çok önemli bir unsur olsa da teferruat sınıfından bir malzeme olarak görülmelidir.
Ordulara güç veren etmenler teferruatlar değildir. Hiç bir maddi kaynak, silah, teknoloji, lojistik güç, büyük eğitimlerden geçmek, sayıca üstün olmak, güç için yeterli değildir. Gücün kaynağı ve ana zemini, doğru siyasettir. Savaş, siyasetin başka araçlarla devamından başka bir şey değildir. Bu savaşı yürütecek olan ordu da, doğru bir siyasi temel üzerinde kurumlaşmamış ve doğru siyasi bir hedef üzerine yola çıkmamışsa, diğer tüm etmenler bir teferruat olarak kalmaya mahkumdur. Orduların kuruluş amaçları, ilkeleri, stratejileri yani ülküleri, toprağına bağlılıktan ve o toprağı ilk kez yaşama açmış ve açmaya devam eden halktan almamış ve o halkın ideallerini bütünsel olarak temsil etmiyorsa, en küçük bir sorunda tıkanıp kalmaya, sonuçta da çözülmeye mahkumdur. Savaşta ve barışta orduları güçlü ya da güçsüz kılan bu etmenlerdir. Ülküsü, kendi insan kaynaklarına ve bileşkelerine sağlıklı olarak dayalı olan ordular, söz konusu toplulukların, yaşadığı toprakları ve güvenliğini sağlamada çok daha etkendir. Bu ordular girdiği haklı her savaşı kazanırlar. Ve aynı zamanda bu stratejik bilinç, orduların ana yönelimini belirler; amaçlar, yapılanma, kısa ve uzun hedefleri belirler. Gerisi teferruat kalır, ne kadar önem taşısalar da!?
Bu açıdan her ordu, kuruluşundan itibaren, her yeniden yapılanmasında üzerinde önemle durulan değerleri vardır. Bu değerler, genellikle tarihsel kararlılığı olan verilerdir: Topraktır, ülkedir ve mütecanis olan ortak bir tarihi serüvenden çıkıp gelmiş, ortak acı ve iyi gün yaşamış bir biçim altında toplumsal olarak örgütlenmiş halktır, ulustur. Tarihin her döneminde Ordular bu bilinçle kendi doğrultularını belirlerler. Roma ordusu, Bizans ordusu, İngiliz, Fransız ordusu ve tüm dünya ordularının durumu budur.
Ancak kimi ordular vardır ki, tarihsel bilinçleri, ülküleri, inançları oldukça yapaydır!.. Verileri sahtedir. Gerçekleri yansıtmakta yetersizdirler ya da doğrulardan çok arzu edilen dar çıkarların ifadesidir. Yani teferruatlar üzerinde kurgulanmış ve kurumsallaştırılmıştır. Bu tür ordular, ilk büyük kapışmada, ilk büyük krizde, ilk sarsıntıda çözülüp gitme durumunda kalacaktır.
Stratejik bilinç, gerçeklere dayanmalıdır, kökleri olmalıdır. Ordular bu bilincin gerçekliğini toprağa bağlı halkın kesintisiz ve iradevi, gönüllü desteğiyle hissederek kendi gücüne ve ülküsüne inanma ve onunla tutarlı olma durumunda olmalıdır. Bu ister ilkel devletlerin orduları, ister feodal imparatorlukların isterse çağdaş ulusal devlet orduları ya da ülkeleri açısından bir ortak bölen olarak belirmektedir.
Feodal çağlardan kapitalist çağlara, modern ulusların oluşumuna yöneldikçe parçalanıp giden imparatorluk ordularının ya da ulus adı altında örgütlendiği sanılan zoraki birleşmelerle ortaya çıkmış çok uluslu devlet ordularının parçalanmasında bu etken temel rol oynamıştır. Stratejik bilinç, kararlılık oluşmamıştır. Geçici bir döneme ait kalmıştır ve dönem değişince de anlamı ve işlevi yok olmuştur. Roma ordularının stratejik bilinci, inancı ve ülküsü, Roma’yı ve sömürgelerini korumaktı; ancak orada kalınmayıp tüm dünyaya yayılmaya başlanınca gerçeklerinden koptukça, ilk sarsıntıda dağılıp gitmiştir. Bizans’ta öyle olmuştur. Ülküsünün gerçekliğinde ayakları yere basmasından çıkıp, Tüm dünyaya yayılmaya başlayınca gerçeklerinden kopmuş ve ilk sarsıntıda dağılıp gitmiştir.
Kimi ordular ülküsüzdür, sür git talan ve ileri doğru önüne gelen milletleri ve servetlerini gasp üzerine kurulmuştur. Böylesi orduların stratejik bilinci, fütuhatlar üzerine kurgulanmıştır. Fütuhatta başarı varsa bu ordular da vardır, tıkandığı yerde ise çözülme başlar. İlk büyük tıkanışta, ilk büyük yenilgide gerisin geriye giderek dağılır. Çünkü ne hükmü altına aldığı toprağın gerçek sahibi olan bir halk kitlesinin amaç ve çıkarları üzerinde yükselmiştir ne de bunun doğal sonucu ilgili halkı korumak için bir stratejik bilince sahiptir. Anavatansızdır, sürekli bir başkenti yoktur, vardığı yerde ikinci bir talan seferi için konaklamıştır. Bu tür ordular arasında bilenen ve bizi ilgilendiren en önemli örnek Osmanlı ordularıdır.


Osmanlı ve Ordusu

Osmanlı imparatorluğu, bütünsel yapısıyla, mülkiyet ilişkisi, vergi sistem, medenileşme perspektifi itibariyle de ordusunun bir ülküsü yoktu. Savunacağı ve kararlıca tutunmak durumunda olduğu ne bir anavatan ne bir etnik bileşkesi belli bir kararlığa sahip yerleşik bir halkın ideallerini temsil ediyordu. Aynı çağları paylaştığı diğer imparatorlukların, medenileşme trendleri, mülkiyet ilişkileri yeni bir uygarlığa geçit verecek özellikleri karşısında hiçbir kararlı yerleşim verisine sahip olmayan Osmanlı, orduları açısından da bu istikrarsızlığı gösteriyordu. Nitekim I. Viyana kuşatması (27 Eylül 1529) ve orta Avrupa’nın “Akıncı talanlarıyla alt üst edilmesi” Osmanlının, Kanuni döneminde doruğunun arifelerine kadar taşınmasıydı. Ama bu büyük tıkanmanın da başlangıcı gibiydi. Aynı yüzyılın sonlarında Osmanlı artık fütuhat için hantal bir genişleme içinde, iç sorunlarını denetlemek gibi gerçeklerle yüz yüze kalmıştı. Fütuhat ve sonuçları hükmü altındaki toprakları denetlemekte yetersiz kalan Osmanlı orduları da tıkanmıştı. Bu dönemin sonu II. Viyana kuşatmasıyla (14 Temmuz 1683) belirginlik kazanmıştır. II. Kuşatma fethedilenin yeniden fethedilmesi gibi, boşlukları kapatacak cinsten bir adım değildi. Buradan geriye dönülüp bakılınca Osmanlı Ordusunun, ne bir anavatan ne de o vatanın yerli halkının korunması adına giriştiği hiçbir kararlı stratejik bilinç taşıyan bir ülkü sahibi olmadığı kolayca görülür.
Amaçları kendilerine ait olmayan toprakları ve milletleri askeri baskı ile hükmü altına alıp servetlerini talan etme hedef ve duygusu dışında hiçbir kalıcı perspektifi olmayan bir ordu, gerçekte ‘ölümcül bir virüsle yaşamaktadır’ demek yanlış olmayacaktır. Böylesine bilinçsiz bilinç kuşatması içinde olan bir ordunun anavatan ya da belli bir toprak ya da belli bir etnik topluluğa aidiyet duyması, onun gerçekçi çıkarlarını ve umutlarını temsil etmesi diye bir şey olamaz.. Ülküsüz her ordu kimliksizdir. Binlerce yıl hüküm sürse de, durumu budur.
Osmanlı ordusu, belki tarihin bu kesitinden bakınca daha iyi anlaşılan bir tespitle, denebilir ki, kimliksiz ordudur. Aynı imparatorluğun dört başkent değiştiren seremonisinde, ordusunun da kimliksiz olması doğaldır. Söğüt’ten Bursa’ya, Edirne’den İstanbul’a giden süreç, ülkü birliği oluşturmamış bir ülke üzerinde kurulu tek boyutlu anti demokratik devlet hükmü altında, Ankara yerine yeni bir başkente taşınmak, ülkü birliği olmayan bir ordunun maceracı girişimlerin sonucunda tehlikeler yaşaması mümkündür.
Osmanlı sürecinde, var olanı korumak ve yeniden fethetmek gibi sonuçsuz bir kaos içinde Mondoros Mütarekesi’ne(30 Ekim 1918) gelinir. Uzun bir dönem gibidir. Ancak bu çözülme ile Sevr anlaşmasına kadar gelip dayanması konusunda anlatılması gereken ‘önemli’ nedenler vardır. Sevr Anlaşması’nı (10 Mayıs 1920) Türk ulusunun bilincinde bugüne kadar önemli bir kompleks haline getiren de, Orduların ülküleriyle ilgili konumuzun tam merkezinde yer almaktadır. Sevr ile Lozan anlaşması (24 Temmuz 1923) arasındaki fark, Türk ulusunu resmi tarih yazıcılarının abartmasına rağmen nitelik olmaktan çok nicelik olarak belirlemek gerek. 5 milyon kilometre kareyi denetleyen bir Osmanlı’dan geriye bu ölçekte küçülen bir toprak parçasının birkaç bin kilometre karelik farklılıklar taşıyan iki anlaşma arasındaki olayı, böylesine abartmanın ciddi hiçbir gerçekçi yanı yoktur. Sonuç gerçek bir anavatan ve üzerinde yaşayan gerçek bir yerli halkın olup olmamasıdır. İmparatorluklar da, devletler de ve onlarını en önemli tahakküm araçları olan ordularda bu temel kaynak üzerinde gerçekçi varoluşlarını tanımlarlar.
Buradan bakınca, Lozan ile Sevr arasında farkın büyük olmadığı görülür. Özellikle bugün ülkemizde yaşamakta olduğumuz ve doğrudan doğruya Lozan sonucu oluşan Misak-i Milli sınırlarının yeniden tartışılır hale geldiği ve bu sınır içindeki dokunun ne ülkü birliği açısından ne de ulus bileşkesi, dokuları açısından bir tecanüs içinde olmadığı gerçeğinin, Kürt ulusal özgürlük hareketinin ortaya çıktığı bir kesitte, tüm çıplaklığıyla belirmiş olması çok daha anlamlıdır. Buna Hatay Davası, ve diğer etnik sorunları da eklediğimiz de, gerçekte I. Dünya savaşının kapanmamış dosyalarının yeniden gündeme geleceğini ve bu temel üzerinde Devlet ve ordunun stratejik bilinç açısından taşıdığı değerlerin tartışma götürür konumlarıyla karşı karşıya kalacağımız açıktır.



Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve konumuz olan ordusu, Osmanlı aklı ve mirası üzerinde ve bunların devamı olarak kurulmuştur. Ancak kuruluşa giden kopuşta, geçmiş ile yeni Türkiye Cumhuriyeti arasındaki farkın kavranması açısından yeni devlet kendini farklı tanımlama ihtiyacı hissetmiştir. Atatürk Osmanlıyı genel olarak değerlendirirken haklı olarak şunları belirtiyor. “Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fetihlerin akasından serserilik etmiş ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir. Bu böyle bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde aynen olagelmiştir.” (Aktaran, Cemal Kutay,Türkçe İbadet, s;154)
Atatürk’ün ortaya koyduğu bu sarih ibare, bir Osmanlı değerlendirmesi olarak çok anlamlıdır. Osmanlı orduları üzerinde yaptığımız belirleme içinde, bir Osmanlı Paşasından gelmiş olması itibariyle de yerine oturmuştur. Bu cümlede geçen “sabanlarına sarılmışlar, varlıklarını korumuşlar” ibaresiyle kendi topraklarında yeril halklar olarak milletlerin varlıklarının nasıl korunacağına önemli bir göndermedir. “bizim milletimiz fetihlerin arkasından serserilik etmiş anayurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir” belirlemesiyle, Osmanlı tarihinin ana eksenini, yayılmacı, talan ve gaspçı özeliklerin belirterek, Ordularının ne türden bir ülküsüzlük içinde olduğu ve yenilmesinin tarihi bir kaçınılmazlık olduğunu vurgulamıştır. Bu anlamıyla yukarda anavatansız ordular tanımlamamız bir abartma sayılamaz.



Türkiye Cumhuriyeti ve Ordusu
Geçmişe yapılan bu göndermeler üzerinde “Türkiye Cumhuriyeti’nin, farklı bir plan üzerinde kurulması tasarlanmıştır”. Bunu anlamının bazı belirgin söylemleri ve zamanlamalarına dikkat çekmek gerek.
Kurtuluş savaşının tüm şiddetiyle sürdüğü bir kesitte (Ekim 1921), Atatürk Fransız diplomat Franklin Bouillon’e, “Mösyö Bouillon, milli yeminimizin özü tam bağımsızlıktır. Yani siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, kısacası her hususta bağımsızlık! Türk milleti kanını tam bağımsızlığı sağlamak için akıtıyor” (Nutuk’tan aktaran Age. s,136) ..Diyerek ayrıldığı özel toplantıdan, verdiği talimat gereği, Dışişleri Bakanı olarak Yusuf Kemal Tengirşek, “Evet Mösyö Bouillon, Milli Mücadele toprak için yapılmıyor (abç), Osmanlı topraklarının dörtte üçünü oralardaki halkın iradesine bıraktık. Biz istiklal için mücadele ediyoruz...” sözleriyle devam eder (Y.K Tengirşek’ten aktaran T. Özakman, Şu Çılgın Türkler s,136).( Aynı yöndeki bilgileri, farklı bir kaynaktan, Dr. Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım cilt 3. Sayfa 221 de izlemek mümkün).
Cumhuriyetin kuruluş planını en öz ve en kısa özeti işte bu cümlededir, “Milli mücadele toprak için yapılmıyor”. Bu cümle, basit bir diplomasi oyunu için söylenmemiştir. O günün şartlarını içinde, yakın tarih okumalarına sahip herkes, bu cümlenin samimiyetini teslim edecektir. Üreten, talana ve fetihlere bel bağlamayan, başka ülkelerin ve milletlerin emekleriyle ürettikleri değerleri kılıç zoruyla gasp etmeyen, kendi ürettiğiyle yaşayan “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesiyle çağdaş bir cumhuriyet kuruluş planı, tas tamam bu şekilde belirlenmiştir. Ancak bu söylemler, içinden çıkılıp gelinen Osmanlı mirasına galebe çalacak güçte ve derinlikte bir dayanak sahibi değildi. İradeler, tecrübeler, özelikle son Osmanlı paşalarının yaşadıkları travmalar, Orta Doğu’ndan Kuzey Afrika’ya, Balkanlardan Anadolu’ya kadar İmparatorluğun her alanında tanık oldukları gerçekler, Osmanlı diye bir birlikteliğin, bir ülkü birliğiyle mütecanis bir dokunun olmadığını gösteriyordu. Bu noktadan gerisin geriye varılan yerde yapılacak olan şey, elde kalanla yetinip, yeni bir yaşam planıyla tarihte bir varlık olma mücadelesiydi. Bu Türk ulusu için olduğu kadar kurulacak devlet ve ordu içinde geçerliydi.
Ancak veriler geride kalan toprakların da gerçekçi bir anavatan olup olmadığı noktasında tartışma götürür bir yapı arz etmekteydi. Anadolu, kurulacak yeni devletin resmi olarak tek etnik yapılı, tek boyutlu bir ulusala devlet olmasına, ordusunun amaç ve stratejik hedeflerine, ülküsüne uygun değildi.
Buna rağmen söylem ve amaçlarda cumhuriyetin kuruluş planı, ne toprak fethini ne de servet gaspını içeriyordu. Cumhuriyet, Osmanlı’dan arta kalan topraklarda bir millete vatan oluşturmak amacı ve yurtta sulh cihanda sulh ilkesiyle, kendisi için üreten ve başkasından bir talebi olmayan bir ilke üzerine yükseliyordu.
Türk milleti, Osmanlı’dan çıkışta, büyük bir kaçış psikolojisi altında Cumhuriyetini kurma mücadelesi verdi. Bu mücadeleyi yürütenler, geçmişin yapılanması ve sisteminde aktif rol alan kadrolardı; ancak dünya dengesinin farklılaştığı ve varoluşun sürdürülebilir eski dinamiklerinin kalmadığı bir ortamda geçmişten kaçışa, cumhuriyetle sonuçlanacak yeniden yapılanmaya yönelmek durumunda kaldılar. Bu bir ilerlemeydi. İlerlemenin en önemli yanı, Milleti fetihler arkasında sürüklemek yerine, yurt edinilmeye çalışılan topraklarda üretime yönelmeye, kendine yeterliliği, kendi milli emeklerinin ürünü olan sonuçlarla yaşamaya karar kılmaktı. Cumhuriyet bu yanıyla, başka milletlerin topraklarını ve servetlerini fetih ve gasplarla elde tutmaya karşı bir gelişmeydi; bu, kendisine ait olmayan yüklerden bir kurtuluş savaşıydı. Atatürk’ün, Osmanlıya ve onun her türden mirasına karşı, modern ulus örgütlenmesinin gerektirdiği yenilenme ve yeniden yapılanma adımlarını bir devrim girişimi olarak atmış olmasının nedeni budur. Yeni devlet başkalarının toprak ve servetlerini gasp ederek yaşama kolaylığını ve onursuzluğunu reddederek, Cumhuriyet girişimiyle kendi milli emeğinin üretimiyle yaşamayı seçmiştir. Bu yüzden, sahiplerine geçmiş olan Osmanlının topraklarını, hiçbir zaman milli topraklar olarak görmemiştir. Misak-ı Milli toprakları tabiri bir ölçüye kadar bunu, denetim dışı kalan topraklara karşı hiçbir manevi yükümlülüğün kalmadığını ifade ediyordu ( Bu her ne kadar Misak-ı Milli sınırlarının tartışma götürür ulusal sınırlar olduğu gerçeğini ortadan kaldırmasa da!).
Cumhuriyet dönemi ve sonrası sorunlara kaynaklık edecek olan gerçek te, işte tam burada doğmuştur. Zira Cumhuriyet kuruluş perspektifini, kalıcı bir dengeye kavuşturacak olan sonuna kadar ilerletmeyi başaramamıştır; Osmanlı’nın fütuhatı ve gasplarından miras kalan toprakların ve o toprakların gerçek sahipleri olan milletlerin konumu olduğu gibi sürmüştür.
Cumhuriyet korkular ve kaçışlar üzerinde kurulmuştu. Bu korkular gerçek korkulardı. Temeli vardı ve hala devam etmekteydi. Cumhuriyet tek uluslu bir devlet modeli olarak, tarihinin her döneminde çok milletli Anadolu toprakları üzerinde kuruldu. Toplumsal barış böylece doğmadan katlediliyordu. Osmanlı’dan alınan akıl sistemi mirası, cumhuriyeti vatandaşlarına karşı ön yargılı kılmıştı.
‘‘Türkiye Cumhuriyeti kuruluşuyla birlikte, Anadolu’nun tek ulusçu bir yapılanmaya boyun eğemeyeceğini görmüştür. Kürt isyanı bunun tecellisiydi. Henüz Kurtuluş savaşından yeni çıkılmıştı. Emperyalistlerin işgali Türk, Kürt, Arap, Laz, Çerkez, Abaza, tatar, Boşnak, Sünni, Alevi.. Kısacası tüm Anadolu birlikte kan dökerken, işgal altında olmayan şehirlerde de mitingler yapılıyordu” (Kurtuluş savaşı Günlüğü, 3. cilt. 148 den aktaran T. Özakman, Şu Çılgın Türkler s:448)

Ortak kan dökülmüştü ama ne anayasal ne de yasal ve kurumsal bir ortaklık oluşmamıştı. Atatürk’ün açık ifadelerle dile getirdiği farklı etnik yapıların özelikle de Kürtlerin haklarına ilişkin hiçbir adım atılmadı. Kürt isyanları (Cemil Çeto, Milli Aşireti isyanları (Mayıs ve sonrası1920), Koçgiri (Mart-Haziran 1921), Şeyh Said,(13 Şubat 1925), Dersim (Ağustos 1938), Genel Kurmay resmi belgelerinde 1924-1938 yılları arasında, 17 Kürt “ayaklanması” olduğu belirtilir) mesnetsiz suçlamalarla, Anadolu’nun gerçeklerine dikkat çeken anlamları görmezden gelindi. Türkiye Cumhuriyeti tek ulus tek millet tek bayrak olarak, konjonktürün de yardımıyla yoluna devam etti. Bu süreçte hasta adam sağlığına kavuştuğu ölçüler ve midesinin hazmedeceği oranda, genetik olarak nükseden ilhaklarına Hatay’ı almakla devam etmekte bir sakınca görmedi. Osmanlı mantığı, cumhuriyetin ruhunda devam eden bir virüs olarak kendini her fırsatta gösterdi.


Ancak yeni devletin kaygı ve korkuları sürdü durdu. Bu kaygıları hafifletmek üzere de, Anadolu’nun, tek uluslu bir anavatan toprağı olduğunun, tarihsel olarak kanıtlamak için trajik-komik girişimler yapıldı. Tüm dünya dillerinin Türk dilinden türediği iddiası “Güneş dil teorisi”yle yapıldı. Anadolu’nun geçmiş medeniyetleri, Sümerler ve Hititler’e, Sümer Türkleri ve Hitit Türkleri diye yeni bir nüfus cüzdanı belgesi kazandırıldı. Ancak bu çabalar gerçekleri değiştirmedi. 1000 yıllık Anadolu hükümranlığına rağmen, yerli etnik dokuları asimile edememiş, içselleştirip kaynaştıramamış, onlardan daha ileri bir uygarlıklarla kendi merkezine çekememiş olanların, tarihsel olarak kaçırdıkları uluslaşma sürecinin bugün gelip dayandığı noktada, mütecanis olmayan, kimlik bunalımlarıyla kavrulan, kendi etnik dokusunu dahi uluslaşma sürecinde yeterince hazmedememiş olan bir kaos olarak belirmiştir. Etnik Türk topluluğunun unsurlarının kendini tanımlarken müslüman ya da alevi gibi tanımlamalara sığınması, Türk ulus üst kimliğinin, diğer etnik dokulara da ait bir üst kimlik olarak dayatılmasının ne kadar geçersiz bir konumda olduğunu anlatmaya yeterlidir.
Bu ahval ve şerait altında Türk ordusunun yapısı ve ülküsü de şekillenmiştir. Atatürk bunu şöyle ifade eder; " Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti'nin ordusu istilalar yapmak veya saltanatlar yıkmak veya saltanatlar kurmak için şunun bunun elinde ihtiras âleti olmaktan uzaktır.
Ordu, insanca ve bağımsız yaşamaktan başka gayesi olmayan milletle aynı ideale sahip olmaktan gurur duyan ve yalnız onun emrine bağlı ve sadık öz evlatlarından oluşmuş saygıdeğer ve kuvvetli bir heyettir. ( 1922 ) (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:I, 1945)
Bizim askeri politikamız bir savunma politikası olmalıdır. ( 1923 ) (Arı İnan, Gazi M.Kemal Atatürk'ün 1923 Eskişehir-İzmit Konuşmaları
Türkiye Büyük Millet Meclisi ordularının vazifesi "Misak-ı Milli" (Milli Ant) hükümlerini sağlamaktır. (1922 ) (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:III)
Bu cümlelerle Atatürk Cumhuriyetin Osmanlıdan kopma eğilimiyle ilgili kuruluş planına uygun bir ordu stratejik bilinci, ülküsü belirlemesine gönderme yaptığı açıktır. Ancak bu belirlemelere hiçbir zaman sadık kalmamış; bir yakın tarihi bulunmakta ve üzerinde yükseldiği bu değerlerin tartışma götürür özelikleri olduğu söylenebilir.
Zamanın Cemiyet-i Akvamı (Bugünkü Birleşmiş Miletler Cemiyete kurumunun öncülü), onayıyla;
Anayasası, yasa ve kurumlarıyla kurulu bulunan Hatay Devleti’ni, halk meclisinin açılış yaptığı gün, 4 Temmuz 1938, Albay Şükrü Kanatlı komutanlığında istila ve ilhak eden ordu, Atatürk’ün “Bizim askeri politikamız bir savunma politikası olmalıdır” dediği ordudur ve kendi döneminde yapılmış bir “ülkü“ ihlalidir.
Bunu 1974 Kıbrıs istilası takip etmiştir. Kıbrıs halkının iradesine karşı yapılmış bu askeri istila, Ordunun gerçekte belli bir sınırın “Misak-i Milli”nin savunulması olgusu olmaktan çok, Osmanlı mantık ve genetik güdülerinin etkisi altında, fırsatını bulduğunda ganimete çullanmayı kaçırmayan bir davranış olarak sergilemektedir. Kıbrıs savaşı, toplam askeri gücü 10 000 milisi geçmeyen ama yerlisi olduğu, anavatanı olduğu toprakları savunmada sonuna kadar direnebilen bir halka karşı tecavüz olarak gündeme gelmiştir. İki çıkartma yapmak zorunda kalan ordu, başarısızlıklarıyla ve Askeri sanat açısından yetersizlikleriyle (kendi fırkateynlerini-Kocatepe- vurmak gibi), ülkede çekilen ekonomik sıkıntılarla bu girişimin söz konusu ülküyle tutarsızlığına tanık olunmuştur. Kıbrıs sorunun bugüne kadar ülkemiz sırtına yıktığı inanılmaz mali ve siyasi yüklerin ise fatura olarak ödetilmeye devam eden bir kefaret olduğu açıktır.
Bu ordu, 84 yıllık tarihi boyunca, içinden çıkıp geldiği Osmanlı geleneğinin bir uzantısı olarak iç sorunların çözümünde, barış yerine kıyım ve yıkımın edatı olarak işlev görmüştür. Cumhuriyet döneminin tüm siyasal sorunlarında halkın iradesine karşı yaptığı faşist askeri darbeler yanı sıra, Kürt isyanlarında insan aklına ziyan kıyımlara girişmiştir. Son dönem Kürt ulusu özgürlük hareketi mücadelesi süresince ortaya çıkan veriler ise, büyük savaş meydanlarındakini aratmayacak ölçekler içindeydi. Günümüzün önemli tarih araştırmacısı ve yazar Ayşe Hür bu dönemin bilançosunu özetle şöyle vermektedir;
“PKK’nın 1984 Eruh baskınından 1999’da Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesine kadarki dönemde, Avrupa'nın en büyük, dünyanın 6. büyük ordusuna sahip olan Türkiye, 20 bin civarındaki PKK üyesini etkisiz hale getirmek için 300 bin askerini ve 67 bin korucuyu seferber etti. 14 ilde 1987-2002 arasında “Olağanüstü Hal” (OHAL) ve sıkıyönetimler ilan edildi. Bunlar tam 57 kez uzatıldı. 24 kez sınır ötesi operasyon yapıldı. 14 yılda 96 milyar dolar harcandı. (Dışişleri Bakanlığı adına Büyükelçi Uluç Özülker’in açıklaması, 14 Kasım 1998, Hürriyet). Bazıları bu rakamın 400 milyar dolar olduğunu söyledi. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e göre 5.555’i güvenlik gücü 5.302’si sivil halktan olmak üzere 10.857 şehit verildi, bir o kadar kişi yaralandı. 23 bin 938 PKK üyesi ya da sempatizanı öldürüldü, 11.746’sı sağ ele geçirildi.” (Ayşe Hür. Mustafa Kemal ve Kürt sorunu makalesi)
Ordunun sicili temiz değildir, kimliği net olmayıp. açıklanan ülküsüne de bağlı değildir. Bunun sorumlusu, elbette ki bireyler değildir. Kuruluş’un ilk yapılanmasındaki yanlışlarla başlayıp süren ve bir sistem haline dönüşerek üzerinde hükümranlık sürdüğü toprakları ve halkları yeterince özümsememiş, farklılıklarını algılayamamış, etnik, kültürel, dinsel, mezhepsel bir renk panoraması olduğunu bilince çıkartamamış ve bunun sonucu gerçekliği tartışma götürür ülkülerin peşinde her fırsatta maceralara atılma hatasına düşen ordunun gerçekçi bir ülkü, stratejik bilinç taşıdığı iddia edilemez. Böylesi bir ordunun eli kandan, işlevleri maceralardan kurtulmaz. Bunu anlamak için, Türk ordusunun en belirgin ülküsü olan misak-i milli’nin (milli yemin) üzerinde kısaca durmak yeterli olacaktır.
Misak-ı Milli ülkü olabilir mi?

Misakı milli, Osmanlı mebusanı Meclisi’nin 28 Ocak 1920 tarihinde yapılan gizi oturumunda karar bağlanmış, 17 Şubatta yabancı parlamento ve basına açıklanma kararı alınan, barış kabul görüşmeleri andı, sınırı olarak belirlenebilecek 6 maddeden oluşmuş bir hedef listesidir. Bu misak gerçekte bir Osmanlı artığıdır ve hala başkalarına ait toprak ve egemenlik haklarından kendini sorumlu görme çabası gösteren ayakları yere basmayın bir taleptir. Ancak Türkiye cumhuriyetinin kuruluş felsefesinde, kurtuluş savaşı boyunca da adından sıkça söz edilen, tutarlılığı olmayan, arkasında durulmayan bir belgedir. Bir ülkü haline getirilen bu belgenin gerçekte doğumuyla birlikte işlevsizliğini bir makalesinde dile getiren Ayşe Hür’ün şu satırları dikkat çekicidir;
“Misak-ı Milli belgesi ise, son Osmanlı Meclis-i Mebusan'ında, tutanaklara bile geçmeyen bir gizli oturumda, Mustafa Kemal'den habersiz, aralarında onun önderliğine şiddetle itiraz eden mebusların da bulunduğu bir grup Osmanlı mebusu tarafından kabul edilen bir yemin metnidir. Metnin aslı değil, müsveddesi arşivlerdedir ve 5. maddenin ve bazı kelimelerin üzeri karalanmış olduğundan tam olarak okunamamıştır. Bu konuların uzmanı olan Sina Akşin'e göre yeminde, Mondros Mütarekesi sırasında işgal altında bulunan ve Arapların çoğunlukta olduğu Osmanlı topraklarının; Kars-Batum-Ardahan sancağının ve Batı Trakya'nın geleceğinin bölge halklarının oyuyla belirlenmesi kabul edildikten sonra, işgal altında olmayan ve Osmanlı İslam çoğunluğunun bulunduğu toprakların bölünmezliğinin ilan edilmesi gayet çelişkili bir durumdur. Nitekim ileriki yıllarda Batı Trakya, Musul, Kerkük, Batum gibi Misak-ı Milli sınırları içinde bulunan yerlerin kavgasız gürültüsüz terk edilmesi, buna karşılık Misak-ı Milli'ye dahil olmayan Iğdır'ın elde tutulması bu belgenin dokunulmaz bir metin olmadığını gösterir.”
Bir ordu düşünün, belli bir milli yemini kendine amaç, ülkü, stratejik bilinç olarak belirlemiş ancak bu yemin daha doğmadan madde madde delinerek tutarsızlaştırılmıştır. Böylesi bir tutarsızlık ülkü olmaya devam ederse, hangi orduya güç verebilir ki?! Böyle bir ordunun vehimler üzerine kurulan ideallerinin gücü ne olur? Bunun yanı sıra, Misak-i millinin en son haliyle elde kalan topraklardaki verileri, böylesi bir andın hiçte tutarlı olmadığını gösterir özellikler taşımaktadır.
84 yıl sonraki haliyle Osmanlıdan çıkıp gelmiş Türkiye Cumhuriyetinin hüküm sürdüğü alanlarda, ulusal devlet olarak örgütlenmiş gücü ve bunun en önemli kurumu ordusunun taşıdığı ülkü bir vehim olarak önümüzde durmaktadır. Bu devletin ordusunun ülküsünün aksine, bu topraklarda tek ulus yoktur, tek milli bilinç ve ülkü ortaklığı bulunmamaktadır. Ne tarihsel olarak uluslaşma süreci, egemen etnik dokunun içselleştirme olanakları içinde tamamlanmış ne de diğer etnik dokular, sıradan bir azınlık statüsünde görülebilecek kadar marjinal bırakılabilmiştir. Anadolu tüm çabalara rağmen Türkleştirilememiştir. Bir tek etnik yapının adıyla anılabilecek üst kimlik altında toparlanılamamıştır. Bu anlamda, tarihsel süreç içinde, onlarca etnik yapısı olan Almanlar, İngilizler, İtalyanlar, Fransızlar gibi bir üst kimlik altında bir olunmamıştır. 20. yüzyılın başlarında Cumhuriyetle birlikte yapılan atak ise geç kalmış, bu atakla yapılan ısrar ise, ilerleyen zaman içinde farklılıkların derinleşmesine yol açmıştır. Baskılar, kovuşturmalar, sürgünler, tehcirler ise daha da etkin isyanları tetiklemiş ulusal bilinç eğilimlerini artan oranda güçlendirerek, farklılıkların derin ayrılıklara tırmanmasına yol açmıştır.
Bu sürecin belirgin özelliği olarak Kürt ulusal hareketinin özgürlük mücadelesi, bir terör hadisesi, bir güvenlik sorunu olarak görülmesi mümkün olmayan özellikleriyle ülkemizde var olan kimlik bunalımının, kimlik haklarında ifadesini bulan özgürlük mücadelesi olarak kendini kabul ettirmiştir. Bu hareket Kürt ulusunun mutlak çoğunluğunu etkin olarak yönlendirebilmektedir. Tüm engellere karşın Devletin denetimi altında yapılan her seçimde kendi Kürt bölgesinde mutlak çoğunluğu elde etmiştir. Yasal, yasal olmayan barışçıl ve silahlı güçleriyle bilinebilen tüm ulusal özgürlük hareketlerinin bir benzeri olarak, varolan gerçekçi verilerin ürünüdür. Bu gücü “terör” olarak görmek ya da göstermek abesle iştigaldir. Bu güç tüm diriliğiyle Kürt ulusunun tarihte var mücadelesinin bir dinamiği olarak görülmelidir.
On yılların savaş politikalarına, özel harp dairelerinin devlet olanaklarının tümünü arkasına alan lojistiklerine karşın PKK’nın engellenemez yükselişi ve ağırlığı, bu hareketin Kürt ulusunun derinliklerinden, onu temsilen gündemde olduğunu ve yeryüzünün hiçbir askeri gücüyle yok edilmesinin mümkün olmadığını göstermeye yeterlidir. Bu yeterlilik aynı zamanda, Anadolu toprakları üzerinde hüküm süren Türkiye Cumhuriyeti devletinin ve ordusunun benimsediği amaç ve ülkünün önemli bir yanlış üzerinde kurgulandığına da kesin bir kanıttır.



MİSAK-I MİLLİ TOPRAKLARI,

TEK BİR MİLLETİN TOPRAĞI DEĞİLDİR !

Bu gerçekler bizi bir kez daha Ordunun üzerinde yükseldiği ülkünün ayakları yere basmayan bir ülkü olduğunu göstermektedir. Misaki milli toprakları bir milletin toprağı değildir. Bir etnik dokunun anavatanı değildir. Başka ulus gerçeğinin de ortak olduğu bir topraktır. Bu yüzden bu topraklar adına bu renkler taşınmadan, bu bütünün amaç ve çıkarları gözetilmedin, bu ortak ruha cevap olabilecek bir siyasal ortaklığın oluşturulmadan, söz konusu ülkünün vehimden başka bir şey olması düşünülemez! ..
Lafı hiçbir biçimde sulandırmadan belirlemeliyiz ki, ülkemiz birimizin değil hepimizin olmalıdır. Bunun anayasal yasal ve kurumsal güvencelerle ikamesi sağlanmalıdır. Ancak bunun ayakları yere basmadan, tek boyutlu tek renkli amaç ve ülkülerin ülkemiz gerçeğini temsil etmesi mümkün değildir. Türk Ordusu, Türkün ordusu olabilir, subay ve üst kademeleri “saf yedi batın” Türk’te olabilir, tarihçi İlber Ortaylı’nın belirttiği gibi Osmanlı’dan bu yana en kararlı kurumun Ordu kurumu olmasında bu çizginin, özelliğin hâkimiyetinin de rolü olabilir. Ancak bu gerçek ise, bu ordu ülkemizin farklılıklarını temsil etmekten uzak olduğu sonucu doğar. Yapısında ülkenin tüm unsurlarını barındırıyor ise, durum daha da olumsuzdur. Bünyesi ile ülküsü zıt bir kurum olarak ilk ciddi krizde sancılar içine düşecek anlamına gelir. Ve her iki halde de bu ordu, ülkemizin bütünlüğünü temsil edemez. Böylesi bir durumda Ordunun ülküsü de ayakları yere basmayan bir ülkü olur. Nitekim ordunun amaçları, hedefleri ve ortaya koyduğu tutum Osmanlı’dan bu yana değişmeyen işgalci orduların yerli halka karşı ölüm kıyım ve yıkım dayatan bir işlevde devam etmektedir.
Buradan hareketle, ordunun Kürt sorununa yaklaşımını, Kürt halkına reva gördüğü tutumu ve Kürdün anavatan topraklarına karşı gösterdiği refleksleri anlamak güç değildir. Bu refleks bir hırsız refleksidir. Kendine ait olmayan değerleri sahiplenme çabasının cahil inadı sonucu gösterdiği şiddetli tepkidir. Bu refleksi Osmanlı’nın balkan savaşı sonrası, Ortadoğu savaşları sonrası reflekslerine benzetmek yanlış olmayacaktır. Orda da kendine ait olmayan, ama her vesileyle “elden çıkan vatan toprağı“ diye terennüm edilen iştah refleksleri gündeme gelmiştir. Ama gerçekler, toprakların, anavatanların sahiplerine, özgürlük mücadelesi sonucu kavuştuğunu göstermektedir. Osmanlı’dan çıkıp gelmiş haliyle Cumhuriyet 100 yıl sonra aynı yanlış içinde, ülküsüz ordularıyla toprağın sahibi halklara karşı haksız bir savaş yürütmekle iştigal etmektedir. Bugün Kuzey Irak Kürdistan’ına yapılması istenen sınır ötesi operasyon bu haksızlığı ve çelişkiyi bağrında taşıyor.
Sınır ötesi operasyon gerçekte ne söz konusu olan Ordunun ülküsüyle (Misak-i Millinin korunması ve yurtta sulh, cihanda sulh) ne de doğru belirlenmiş siyasetin amaçlarıyla oluşturulmamıştır. Bu açıdan ordu gerçek güç kaynakları üzerinde yükselen bir ordu olmamanın zaaflarıyla, bu maceraya atılmaktadır demek yanlış olmayacaktır.
Ordu üzerinde yükseldiği toprakların değerlerini taşımamaktadır. Tek boyutlu bir etnik yaklaşım içindedir. Ülkemizin farklılıklarını içselleştirmemiştir. Karar yetkisinde ülkemizin renklerine yer verilmemiştir. Bu ordu ne toprağı ne de halkaları temsil etme genişliğinde değildir. Bu nedenle güçsüzdür. Yeryüzünün tüm silah ve teknolojilerini kullansa da, bir işgal kuvvetinden öte bir karşılık bulmayacaktır. ABD ordularının Irakta olmalarından farklı algılanmayacaktır. Medyanın yaygarası ise, bu gerçeği örtecek güç ve azmi orduya vermeyecektir. Kaynakları kurumuş bir ülküyle savaşa giden her ordu yenilmeye mahkumdur. Haklı temeller üzerinde yükselmeyen, arkasında toprağın ve halkın durmadığı, dışardan icazet alınmakla gösterilmek istenen askeri girişimlerin ömrü kısadır ve haksız oldukları içinde orduları kemirecek prestij kaybından, iç bölünmeye kadar uzanacak bir maceradan ibarettir.

MARATHON SAVAŞI
Savaşları sayılara, maliyelere, tekniğe indirme alışkanlığında olanlar, çağdaş tarihte Marathon savaşının tekrar etmesini güç görebilirler, ancak böylesine karmaşık dengeler içinde, TC . ordusunun Pers ordusu olmadığı gerçeğini hesaba katarak, Kürt halkı varlığına yönelen bu haksız savaşı, ikinci Marathon savaşına dönüştürecek bir iradeye ve haklılığı sahip olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Arkasında kimlik bunalımlarının en kaosunu, “stratejik belirsizliklerin” en tehlikelisini, sınırları tamamen askeri verilerle oluşmuş en zayıf ve en kararsız koşullar içinde TC. ordusunun ne bir askeri zafer kazanması ne de bunun siyasal bir sonuca dönüştürebilmesi mümkün değildir. Böylesine ahmakça bir girişimin boğazına kadar bataklığa girmesi, belki elde edilebilecek en ehveni şer sonuç olacaktır. Bunun için herkesin zararına işleyecek bu çılgınlığa dur demek, tarihi kinlerin ve düşmanlıkların önünü kesmek demektir. Bölgemizin bir barış coğrafyası olma şansı böylesi şaşkınlıkların engellenmesine bağlı olduğu açıktır.
Bugün ordu sınır ötesi operasyona gösterdiği tüm hazırlıklar ve bunun için halklarımızın sırtından kesilen vergiler, bu anlamıyla bir kez daha boşa harcanacak ve sonu fiyaskoyla bitecek kof bir böbürlenmenin, sonuçsuz bir girişimin, on yılardır fasit bir daire de devam eden çözümsüzlüğün tekrarı olacaktır. Bu politika, hoyrat bir savaşa aracılık etmektedir. Öncelikle değişmesi gereken, acilen durdurulması gereken de budur. “savaş politikanın başka araçlarla yürütülmesidir” diyen C.V. Clausewitz, “ Politikanın hoyrat biçimi olan savaşı önlemenin en doğru yolu bizzat politikanın anlamını ve yönünü değiştirmektir.” (Savaş Üzerine s.339) diyerek, ülkemizin içinde bulunduğu gerçeklerle ilgili algılanacak belirlemelerde yapmıştır.
Politik yönelimleriyle, ordularını haksız savaşlara sürenlerin, öncelikle ordularının ülkülerinden emin olmaları gerekmektedir. Bugünkü iktidarın, Ordu ile arasında var olan kararsız dengenin, sonuçta ordunun karizmasını çizecek bir maceraya yeşil ışık yakmasından elde edeceği kazanç, bir ülkenin farklılıklarını kanlı bir iç savaşa kadar götürebileceği tehlikesi taşıdığını bilmesi gerekmektedir. Bu hoyratlıkta ısrarın kefareti kimseye rahmet dağıtmayacaktır.
Ordu ise, bu ülküyle, bu ideallerle, bu tarihi bilinç ve amaçlarla bir mahalle kavgası bile vermekten acizdir. “Doğruları” vehimdir, yanlışlar üzerinde kaimdir. Kimliksizdir ve ülkemizi tüm farklılıklarıyla temsil etmekten uzaktır. Bu yüzden ülkemizin herhangi bir rengine karşı girişeceği serserice organize edilen girişimler, ağır bedeller ödemeye mahkum olacaktır.
Sözlerimi bu gelişmelerin ne türden bir tehlike arz ettiğini iyi bilen ve yaşayan Atatürk’ün şu çarpıcı cümlesiyle bitirmeyi yeterli görüyorum.“Vatan içerisinde yenilginin sonucu son derece kötüdür, tehlikelidir. Bu gerçeği doğrulayan yakın ve uzak tarihi örnekler çoktur”. ( 1924 ) (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt:II, 1952)

ANAVATANDA ANADİLSİZ YAŞAMAK!



"ANA DİLİN ELİN AYAĞIN KADAR SENİN..." ( 'Üç Dil', şiir Bedri Rahmi Eyüboğlu)


ANAVATANDA ANADİLSİZ YAŞAMAK !..

Mihrac Ural


Anavatan, tarihte doğal toprakları yaşama ilk kez açanların vatanıdır. Orta Asya'nın Türklerin anavatanı olması gibi.Orada başlar, bu güne uzanan ve ulus olarak örgütlenen insan topluluklarının yaşam serüveni.

Toprağın anavatana dönüşmesinde maya dildir, ana dildir. Toprağı ilk kez yaşama açanların, anadilleri etrafında oluşturdukları toplumlasal doku, tarihin en istikrarlı doğa ve kültür dokusu olarak bilinmektedir. Bu doku, arkasında kararlıca duran insanlar var oldukça, bozulamamıştır. Nedenleri çok farklılıklar taşısa da, istisnalara bir yana, tüm insanlık tarihi dünü ve bu günüyle, coğrafi alanlarla halk topluluklarının yaşam alanlarını birleştiren temel etkeni bu olmuştur. Burdan harektele, tarihten çıkıp gelmiş haliyle her anadilin yaşadığı toprak bir anavatandır. Bu işgalci güçler tarafından siyasi egemenlik altında tutulmuş olsa da öyledir.

Anadolu'nun anadillerin anavatanı bir coğrafya olması da bundandır. Bu, anavatanında ana dilleri yasaklayan Türkiye Cumhuriyeti yasalarına rağmen öyledir. Anadolu topraklarını yaşama ilk kez açanlar, ilk kez sürüp ekerek ona ruh verenlerin anadilleri bu toprakları anavatan haline getirmiştir. Yerli olmak budur. Bu gerçek arkasında durabilen Kürt ulusu, acımasız zorluklara direnerek bundan doğan haklarını savunmuştur. Baskılara, ölümlere, yıkımlara tehcir ve yasaklara karşı direnişini yükseltmeyi sürdürebilmiştir.

Anadolu, anadil soykırımlarının yurdudur da . Orta Asya'dan bir kısrak başı gibi gelip uzanan ve anayurtları söküp atan, yakan, yıkan, at nalları altında ezen, kılıç darbeleriyle kan ırmakları yaratan, fütühat adlı, miletlerin emekleriyle oluşmuş servetlerin gasp ve talanla süren bu acımasızlık, anadil soykırımıylada belirginleşmiştir. Bununla, coğrafyanın kimyasıyla birlikte barışıda yok olmuştur.

Askerini varabildiği yerde dikebilen, orayı sınır ilan etmiş, bu güne gelmiştir. Ancak bu hiç bir şekilde yaşama azminde olan anadillerle toprakları arasındaki bağı katledememiştir. Bu gün Kürtler bu gerçeği temsil etmektedir, Araplar da bu verileri tümüyle omuzlarında taşımakta hak talebi için hazırlanmaktadır. Bu verileri taşıyan başka etnik yapılar da kendi anavatanları olan topraklarda bu gerçeği dile getirecektir.

Kimse yanılmasın, Anavatan ne belli bir devlet hükmü altındaki topraktır ne de bayrak diye dikilen figürün gölgesi altındaki alandır. Anavatan, toprağı yaşama ilk kez açabilen anadilin coğrafyasıdır. Ve her coğrafya, er yada geç anadilin hükmü altında özgür olacaktır.

Bu gerçeği, "tarihin geçmiş tüm sorunlarını halletmeye çalışmak" diye kimse sulandırmaya kalkışmasın. Hayır Tarihin sorunlarını kimse halletmeye kalkışmayacaktır. Bu zaten mümkün de değildir. Bu gün sorun olarak ortaya çıkan ve kendini dayatan tarihin sahipsiz kalmış sorunları olmadığı da çok açıktır. Tarih olmuş, Hittiler, Sümlerler kimseden anadil hakkı istemiyorlar, Akadlar, Asurlular anadillerinin kimlik haklarının, anavatanlarının özgürlüğünü talep etmiyor. Bu türden iddialar, var olan gerçeğin üstünü örtme, anlamsız genelleştirmelerle bulandırmadır.




Bu gün kimlik hakkını isteyen, Tarihe ve tarihsel zorbalıklara rağmen var olmayı başarmış, kendi ana toprağında ezici bir çoğunluk olarak yaşamaya devam etmiş ve bununla da kalmayıp haklarının arkasında durabilecek kuşaklar yetiştirmiş ulusların, ulusal toplulukların ve ayrı varlıklardır. Bunların taleplerinden bahsediyoruz. Bu talepler, toprakları yüzyıllar önce bir gaspçı, işgalci güç tarafındanhükümranlık altına almış olsa da, ulus olarak haklarının arkasında durma ısrarında var olmalarıyla, haklı bir talep haline gelmiştir.

Böyle olmasa Türk ulusunun Atatürk önderliğindeki kurtuluş savaşının hiç bir meşru yanı olamazdı. "Osmanlı yıkıldı Türk ulusuda yıkılmalıydı" der geçilirdi. Ancak Türk ulusu ben varım dedi, ordusunu topladı, evlatlarını diğer anadolu ulslarının evlatlarıyla birlikte, özgürlük için ileri sürdü ve Anadolu'yu işgalcilerden kurtardı. O gün hak olan özgürlük talebi, neden bu gün Kürtler ve Araplar için hak olmasın. Bu uluslar kendi topraklarındadır. Mülteci değil, göçmen değildir. Binlerce yıllık bir ilk yerleşimciler olarak, toprağı yaşama ilk açanlardır. Ve bu gün tüm dirilikleriyle haklarının arkasında durmaktadırlar. Bundan ötesi sorun, tarihin geçmiş davaları kapsamında değil, bu günün sorundur, bu günün ertelenmez taleplerinin çözümündedir. Anadil ile anavatan arasındaki bağı bu yanıyla kavram gerek. Bu gerçek tarihin yaşama şansı bırakmadığı anadillerle anavatan arasındaki ilişkiyle hiç bir ilgisi yoktur. Tersine tarihin badirelerinden çıkıp gelmiş haliyle, yaşayan anadilin, anavatanı üzerindeki haklarıyla ilgilidir. Bunun da arkasında kararlıca durmaktadır. Bugün var olan gerçek budur.

Bu talep dünyamızı, üzerinde yaşayan her insan için anavatana dönüştürecek uygarlığın ikamesine kadar da devam edecektir. Yerel olan bu kanalla evrensele bağlanacaktır.

Bu yüzden, yüz yılların korkularıyla, başkasına ait toprakları hükümranlık altında tutma gayretinin kaygıları üzerine kurulmuş zoraki bir yaşamla, anadilleri tehlikeli görmek, büyük bir handikabdır. Bu yönde ısrarcı bir baskı sistemiyle sonuna kadar ayakta kalınabileceğini sanmak ise, kendini aldatmaktır.

Bilinmeli ki, Anadolu anadillerle dolu bir coğrafyadır. Bu coğrafyanın barışı da, anadillerin özgürlüğü ve barışıdır aynı zamanda Oysa, bu toprakları ırkçılık, milliyetçilik ve şovenizm, kana bulamakla kalmamış, lime lime bölüp parçalayıp ruhları kaosa sürüklerken, anadilleri soykırıma da uğratmıştır.

Bu topraklarda barış sukut etmiştir. Bununla kalınmamış, tüm anadillerden anaların gözyaşları sel edilmiştir. Kimi gençler sürgünde hakkın rahmetini beklerken, kimisi vatan diye bildikleri cehennemde yaşamağa doymadan, hatta ölmeden toprağa gömülmüştür. Vatan hizmeti adı altında, iradesi dışında, emir komuta zincirine mahkum olarak, özgürlük arayanların katline koşularak anası ağlatılmıştır. Kimisinin ise, toplumsal kimliği kadar, ana gözyaşları da yok sayılmıştır !..

Anavatanda anadilsiz olmak, bu ucube siyasal tarihin var oluş koşulu gibidir. Bir kara kader değil, bir kara delik gibidir, ışığı soğuran, emen ve yok edendir. Tarihte yaşama açılmış her bir karış toprak, bir anadilin ayırıcı varlığıyla vatana dönüşmüştür. Bunun içindir ki, anadil hakkı, özgürlük haklarıyla birdir, bir bütündür. Bunu sorunun bir parçası görmek yerine, çözümün bir parçası olarak algılamak, toplumsal adalet duygusunun, barış umutlarının temel kaynağıdır.

Barışa hasret bu topraklarda, anadillere özgürlük gerek. Buna yasak koyanlar bir an, anadillerinin yasak olduğunu var sayarak yaşamaya çalışsınlar. Görecekler ki, anadil olmadan vatan bile, bir cehennemdir.

Ayrı varlık bir ayrı anadildir. Bu düşmanlık değil dostluktur. Kimlik beyanı, diğeriyle ilişkinin sağlıklı yürümesi için bir tanıtım kartıdır. Tarihin derinliklerinden kopup gelmiş kendini ifade etme tarzıdır. Bu gerçeği, sonradan kazınılmış bir kimlik olarak görmek, askeri ya da güvenlik araçlarıyla bastırmakla çözülebileceğini sanmak, hataların en büyüğüdür. Barışı bozan kanlı süreçleri başlatan da, bu ilkel zihniyettir. Bundan kaçınmak önümüzde aşılması gereken önemli bir sorun olarak durmaktadır."

"Bir kelime ne kadar sık kullanılırsa o kadar az değişir" belirlemesi, dil bilimcilerinin Paris’te yapılan toplantılarında, dil için evrensel bir yasa olabileceğine işaret etmektedir. Haber bu gün http://www.firatnews.eu/ ajansından verildi. Bu yasanın anavatan algılanışına uyarlanması çok daha dikkat çekici sonuçları olduğunu iddia etmekte yanlış olmayacaktır.

“Toprağı yaşama ilk açan anadil, o toprağı ne kadar sık işlerse o kadar sıkı bir anavatan haline getirir” demek yanlış olmayacaktır. Toprağımızı her defasında daha bir güçlüce işlemek, anadilimize ait toprağı daha da güçlüce anavatanlaştırmaktır. Dünyanın neresinde, hangi nedenle olursak olalım, anadilimizin coğrafyasını üstümüzde taşımanın anlamı da budur.


15 Ekim 2007