14 Eylül 2012 Cuma
MİHRAC URAL'LA BBC RÖPORTAJI
29 Nisan 2008 Salı
1 MAYIS DEĞİŞİM ZAMANI
1 Mayıs 2008
1 Mayıs İşçi sınıfının birlik ve dayanışma günü. Bugün yüz yılı aşkın süredir çağdaş uygarlığın temel tüm değerlerini üreten işçilerin bayramıdır. Bugün, insan erdemleri açısından kazanılmış tüm değerlerin dünya emekçilerinin birlik ve dayanışmasında anlam buldukları bir gündür. Öyle ki, kutlandığı yüzyıl içinde kendine özgü dinamizmiyle gelişen, ilerleyip insanlığın hizmetine koşulan, tüm gelişmelere önemli dinamik katan bir halk kitlesidir.
İşçi sınıfı bu rolü, içinde yer aldığı tarihi kesiti doğru değerlendiren politikaların, doğru karar ve eylemleriyle gerçekleştirmiştir. İşçi sınıfı bu rolü oynarken, toplumun tüm emekçi kesimlerini etkilemiş, örgütsel olduğu kadar, döneminin tüm iktisadi, kültürel ve toplumsal düzlemlerinde egemen güçler dahil, toplumun tüm kesimlerini de etkileyen yeni açılımlara öncülük etmiştir. Tarihsel kesitlerle uyumlu olma esprisi olarak ortaya konulan bu sonuçlar, işçi sınıfının tüm etkinliklerini ve bayramlarını gerçek bir toplumsal değer olarak ortaya koyuyordu.
Bugün kıstaslar ve roller çok farklı bir bağlamdadır. Çeyrek asırdır işçi sınıfı böylesine önemli rolleri oynamaktan uzaktır. Gelişmelerin gerisinde kalan siyasal perspektiflerin yetmezlikleriyle bulanıklaşan, kendini kendi yerinden ifade edecek tutumlar ve kararlar yerine, tarihi geçmiş söylemler ve statülere bağımlı kalan karar ve tutumlarla toplumsal rolünü gittikçe zayıflatarak gerilemiştir. İlerleyen zamanla ortaya çıkan çok yönlü değişim, 1 Mayıs bayramının anlam ve içeriğinde ciddi mesaj değişikliklerine ihtiyaç duyan bir işçi sınıfı anlayışını dayatmıştır. Eski kıstaslarla, aynı rolü oynamanın olanaksız kaldığı dünyamızda işçi sınıfı da silkelenmek, ilgili tüm düzlemlerinde ciddi değişimlere yönelmek göreviyle karşı karşıya kalmıştır. Biz bunu, işçi sınıfının kendini dar sınıf çerçevesinden çıkışını sağlayacak bir genişlemeyi ifade eden "İşçi sınıfı halklaşmalıdır" sloganıyla ifade ettik.
Önemli olan; tarihi gelişmeyi sağlıklı algılamak ve onun izinde öznel çabaları yükseltmektir. Ancak tarihin tüm toplum mühendislik önermeleri kocaman bir aldatmacadan ibaret olduğunun açığa çıktığı bilinmelidir. İnsan önüne çıkan sorunların çözümünü yapabilir, bu süreç bir süreklilik içinde oldukça siyasal görevler gerçekçi tarzda ayakları yere basabilir. Bu açıdan, işçi sınıfı ve kültürü, işçi sınıfı ve diktatörlüğü, işçi sınıf ve refleksleri, bilinci vb söylemleri, öznel öğenin bu önemli tecellilerini yerli yerine yeniden oturtmak gerekiyor Bu söylemleri yeniden irdelemek ait oldukları, var oldukları sistem içindeki yerleriyle irdelemek gerekiyor. Bu hiç bir zaman işçi sınıfının dinamizmini, oynayacağı rolleri ve emeğin tarihteki rolünü küçümsemek değildir. Bu gün bile bu gücün çok önemli bir sosyal işlevi, adaletsizlikleri, toplumsal dengesizlikleri düzenlemek için derin reformlarla daha iyi bir yaşama yönelik girişim etkinlikleri olacağı açıktır. Bunu güçlendirmek de gereklidir. Ama buna yaslanarak işçi sınıfına ait olmayan misyonları, bir yük gibi sınıfın omzuna yıkarak ve bu misyonu yerine getiremediğinde ona sırt dönerek ortaya konacak bir duruş, toplumsal işlev açısından hiç bir şekilde ilerici ya da devrimci olamaz. İşçi sınıfı halklaşmalıdır deyişimizin ana eğilimleri budur. Artık, işçi sınıfını kitlesi olan işçiler açısından onun halkın bir parçası ve işlevleri arasında olan bir dinamik öğesi olarak ele alıp, fabrikada bir makinenin dişlisi ve onun dar ufuklarındaki önermeleri olmaktan çıkarmak gereklidir.
Bu noktada sınıf misyonlarının artık eskisi gibi algılanamayacağı da bilinmelidir. Bunların başında da işçi sınıfının çıkarlarının dar sınıf çerçevesine sığdırılamayacağı gerçeği gelir. Yani, artık işçi sınıfı fabrikalardaki makinelerin tamamlayıcı bir unsuru olarak, fabrikaları kale sanıp kendini de içinde tutsak yapan ve bu yolla toplumda rol oynanabileceğini sanan anlayışlara takılı kalamaz. İşçi sınıfının kalesi artık fabrikalar değil, tüm toplumsal, iktisadi, sosyal ve kültürel etkinliklerdir. İşçi sınıfı fabrikasından daha çok, mahallesinde, okulunda, sendikasında, dini ve kültürel tüm etkinliklerinde bir insan olarak halkın bir parçası olarak etkilenen ve etkileyen bir güçtür. Böylesi bir gücün yükümlülükleri de geçmişten oldukça farklı olacaktır. İşçi sınıfı bu düzleme son iki yüzyılın hızla gerçekleşen ve ağır bedeller ödenerek gelinen evriminin bir sonucu ulaşmıştır. Değişen dünyamızın verileriyle, işçi sınıfı dar anlamda bir sınıf ve eski kıstaslara mahkum olarak geniş anlamda bir toplumsal işlevi yerine getiremez, böylesi bir yükümlülüğü üstlenemez. Böylesi bir girişim zorlamalarla denense bile, sonuç ağır bir çöküş olur. Bu anlamda "işçi sınıfının bağımsız siyaseti" adı altında yapılanlar, tüm sonuçlarıyla bu gün açığa çıktığı gibi, işçi sınıfının hareketini, kendi ekonomik haklarını dahi korumaktan aciz sendikalara hapsetmekten daha ileriye götürememiştir. İşçi sınıfı adına bağımsız siyaset bir yana, siyasal varlık dahi olabilecek bir örgütlenme başarılamamış, sıradan demokratik hak ve talepler karşısında kararlı bir çizgi ve kalıcı bir katkı yapılamamıştır. Ülkemize musallat olan askeri darbeler karşısında ise, bir kıpırdanış gösteremediği gibi, kimi darbelere alkış tutulmuştur. Eşine dünyanın hiçbir ülkesinde rastlanmayan hantallık ve duyarsızlık, böylesi ekstrem sınıfçı takıntıların siyasal yönlendirmelerinin ürünü olmuştur.
İşçi sınıfı, insanlardan oluşmuş canlı bir unsur olan işçi kitleleri bu siyasetlerden hiçbir şey kazanamamıştır. Bu kısır siyasetlerin tutkunları, içinden çıkamadıkları marjinalliği dahi kavrayamamışlardır. Bir yandan egemen güçlerin anti demokratik dayatma ve ekonomik baskı kıskaçları, diğer taraftan dar sınıfçı marjinallerin önermeleriyle, siyasi yetileri kısırlaşan işçi sınıfı, ülkemizde yükselen demokratik hak arayışlarına ve bugün gelişen siyasal açılımlara katkıda bulunmaktan uzak kalmıştır; Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesine, tüm emekçi halklarımızın dolaysız kazanımları elde edebilecekleri Avrupa Topluluğu'na katılma sürecine hiç bir ciddi katkı yapamamıştır. Bu somut olaylarda hantal, tutucu ve marjinal kalınmıştır.
Bu marjinal siyasetler, işçi sınıfına tarihinde kazanılmış bir demokratik mevzileri olmadığı gibi zaman zaman elde edilen hakları dahi korumakta basiretsiz kalmıştır. Çok önemli bir demokratik ölçü olan Kürt halkının özgürlük ve demokrasi talebinde ise, on yıllardır sürdürülen hayır hah tutumlara, çirkin milliyetçi tutumlarla devam edilmektedir; Kürt ulusunun "ana dille eğitim" gibi doğal olan, doğumla kazanılmış olan haklarının talebi karşısında, "Emperyalistler bununla olmayan bir ulusu yaratıp ülkemizi bölmek istiyorlar" diyecek kadar ırkçı siyasi tutumlar sergileniyor. Bunlar, egemen güçlerin dahi ağızlarına alamayacakları aşırılıkla milliyetçilik oynama yarışına girmişlerdir. Ülkemiz solunun en solu ve en sağı top yekûn bu ilkel milliyetçi çizgide seyreder olmuştur. Aynı ilkel tutum, bugün, işçi sınıfının karşısında duran çok önemli bir toplumsal görevde de kendini göstermektedir.
Ülkemizin Avrupa Topluluğu'na katılımı konusunda, işçi sınıfı yine iki ateş arasında, bir yandan egemen güçlerin çok boyutlu kıskaçları, diğer taraftan onunla paralelleşmiş solun marjinal siyasi perspektiflerinin kesiştiği ilkel milliyetçi tutumlarla, toplumsal rolünü oynama hakkından yoksun bırakılmaktadır. Bu politikalar sonuçta, işçi sınıfını toplum nezdinde güvenilmez, kararsız ve ilkesiz bir güç konumuna düşürmüştür; işçi sınıfı içine girdiğimiz yeni yüzyılın başlamasıyla birlikte, karşı karşıya kaldığı en önemli tehlike, düşünen ve üreten insanlığın haklı bir kazanımı ve ürünü olan globalleşmeye karşı, emperyalistlerin politik müdahale ve yönlendirme çabalarından kaynaklanan yanlış algılar sonucu içine düşülen milliyetçi tutuculuktur.
"işçi sınıfının sınıfsal arılığının bozulmaması, ideolojik saflığı, bağımsız sınıf çıkarları" vb söylemler, artık bu çağın söylemleri olmaktan çıkmıştır. Bu yalnızca zayıfların, gelişmeler karşısında korkanların, korkularını işçi sınıfı sırtına yıkmak isteyenlerin ve politika üretmede yetmezliğe düşenlerin bir söylemi olmuştur. İşçi sınıfını makinelerin bir parçası görenler, fabrikaları kale ilan ederken, farkında olmadan işçinin insan olma özelliklerini ve bundan kaynaklanan genel kapsayıcılığı ve kapsanışını yok etmektedirler. İşçi sınıfı artık, İnsan haklarının ve erdemlerinin şiddetle ihtiyaç duyduğu özgürlük ve demokrasi mücadelesinde diğer tüm kesimler gibi bir dişli olarak yerini almalıdır. İşçi sınıfı toplumsal sorumluluklarını yerine getirirken, ne en önde ne en arkada, kendi yerinde, kendi etkinlik ölçekleri içinde, aktif bir unsur olarak yerini almalıdır. Yani İşçi sınıfı halklaşmalıdır. İşçi sınıfı kendi temsilcileri, ideolojik ve siyasal entelektüelleri bir bütün olarak tarihin bu aşamasında gündeme gelen gelişmeler uyarınca, içsel düzenlemelerini yapmalıdırlar. Herhangi bir vehime kapılmadan, İşçi sınıfının oynayacağı toplumsal bir rolü ciddi ve ayakları yere basan bir program perspektifi kazanmak durumundadır. Bu ihtiyaç ülkemizde çok daha büyük bir gereklilik olarak karşımızda duruyor.
Ülkemize dayatılan toplumsal sistem, iktisadi olduğu kadar ağır siyasal sorunların da kaynağı oldu. Globalleşen dünyada en arka sıralarda gelişmelerin dışında kalan ülkemizin 21. yüzyılda topluma karşı hiçbir ciddi yükümlülüğü yerine getirmemektedir. Çağdaş ülkeler topluluğu içinde, insan hakları ihlalleri, demokratik haklar ve adalet sisteminin yetersizliği nedeniyle yer bulamamaktadır. İnsanlık topluluğu içinde onur kırıcı sıralamaları işgal eden ülkemiz, yanlış politikalar ve işlevsizleşen sistemlerin mahkumu olarak halkın ciddi toplumsal iktisadi ve siyasal sorunlar girdabında boğulmasına yol açmaktadır. Bu durum, yöneten ve yönetilen tüm kesimlerin çok yönlü memnuniyetsizliği olarak kendini ifade ediyor. Bu noktada kimlik bunalımı ülkenin tek ayırt edici özelliği olmaktadır. Bu toplum, bu devleti sırtında daha fazla taşıyamaz. Biri ilkel bir muhafazakârlıkla, bir cumhuriyeti şer-i süreçlere sürükleme girişiminde, toplumun ortak olmayan bir kimlikle kuşatılıp geriye çekmeye çalışıyor. Diğeri kimden alındığı belli olmayan vehmi bir yetkiyi, tarihini doldurmuş dayatmalarla toplumun siyasi kaderi üzerinde ipotek koymayı ve artık, toplumu temsil etmekte yetersizliğe düşmüş bir kimliği sürdürme çabasında muhtıralar vermekte, darbelerle tehditler savurmaktadır. Bu ikili dayatmacılığın karşısında halkın doğal tepkisi, bir biçimde bu dev toplulukların organizatörü konumuna gelmiş olanların iradesine rağmen, meydanlarda, milyonluk kitleler halinde, özgürlük ve demokrasi arayışı içinde tavır geliştirmekte, siyasal bir duruş sergilemektedir. Halkın sezilerini, fiili bir protestoya yönlendiren siyasal eğilimler gerçekte, ülkemiz tıkanıklıklarının aşılması için, ifade özgürlüğünün bir tecellisi olarak belirmektedir. Bunun anlamı, ortak, adil ve coğrafyasının barışçıl geleceği için yeni bir kimlik arayışıdır. Bölgemizde ve ülkemizde gelişmekte olan tarihi olayların doğru algılanışını temsil eden bir siyasal tutumdur. Devletin, kurum, yasa ve kuruluşlarıyla kavramakta acze düştüğü, tehlikeleri kavrayış ve bunun karşısında yeniden düzenlenmiş ortak bir kimlikle ülkeyi ayakları üzerinde dikmenin bir ifadesidir. Demokrasi ve özgürlük güçlerinin bu kısa süre içinde ortaya koydukları siyasal tutumun ifade ettiği talepler, bu devleti artık aşmıştır. Ve devlet, birbirine göre ters yönde dönen bu çarklar altında, hiç kimseyi temsil etme durumunda değildir. Bunun adı kaostur. Kaosu, statüler bozulmadıkça dengeye getirmek mümkün değildir.
Türkiye kimliğini yitirmiş bir ülke olarak, artan oranda çözümsüzlük içindedir. Egemen sınıflar, Dünya'nın çeşitli egemen güçleriyle oluşturdukları çok yönlü bağımlılık ve egemenlik olanaklarını istismar ederek sorunlarını hafifletirken, halklarımız etkin direniş odaklarından yoksun olarak, krizlerin faturasını ödemektedir. Bunun anlamak için, Avrupa Topluluğu'na katılım sürecinde emperyalist ülke egemen sınıflarıyla, ülkemiz egemen sınıflarının karşılıklı oyunlarla oluşturdukları engellere rağmen, artan oranda çıkar birliklerini yükseltişlerini gözlemlemek yeterli olacaktır. Onlar artan oranda ülkemizi birlikte sömürürken, halklarının güç birliğini ve dayanışmasını engellemektedirler. Bu ise kriz faturalarının bir kez daha, en ağır şekliyle emekçi halklarımızın sırtına yıkılması demektir.
Bu yıkımda, işçi sınıfının takati inanılmaz bir vahşetle tüketilirken, hakları uğruna mücadelede yalnızlığa mahkum edilmektedir. "Vatan millet Sakarya" nidalarıyla kendini ortaya koyan sol güçler ise, "emperyalizm karşıtı" olma gibi kendi kendini aldatan söylemlerle, bu sürecin işçi sınıfı aleyhine daha da ağırlaşmasına katkıda bulunmaktadır. Böylece bir yandan Avrupa'nın ve ülkemizin egemen güçleri, diğer yandan ülkemizin sol güçleri birbirleriyle düşmanmış gibi görülen söylemlerle örtülü olarak el ele vermiş, başta işçi sınıfının ve genelde tüm halklarımızın çıkarlarını kösteklemektedirler. Bu iki egemen gücün ülkemiz soluyla kesişen dayanışmaları, en belirgin örneği Avrupa Topluluğu'na katılım sürecinde gösterdikleri ilkel milliyetçi tutumlarda belirginleşmektedir. Topluluk üyesi olmanın önünü kesmek için, akıl almaz engellerle sorun yaratan ülkemiz egemen güçleri, Avrupa'nın emperyalist tekelci güçleriyle her türden birleşme içinde çok boyutlu güçlerini yoğunlaştırmaktan geri kalmamaktadır. Emekçi halklarımız ise, Avrupalı kardeşleriyle ve onların tarihten gelen demokratik kurum ve kazanımlarıyla birleşip güçlenmeleri, vatan, devlet, dil, bayrak gibi kalıcı olmayan tarihsel olgular elden gidiyor aldatmacasıyla engellenmektedir.
Bu konuda sol güçlere ihale edilen söylemler, işçi-emekçi güçler lehine gibi görülen, ancak sonuçta tamamıyla egemen güçlerin yararına olan bir işlev görme konumuna düşmektedir. "Avrupa Topluluğuna katılmak, ülkemizi Avrupa tekelci güçlerine köle yapmak demektir" iddiası, sol söylemli gibi görülse de on yıllardır sürmekte olan çok önemli bir yanılgıyı, emekçi halklarımızın, her iki egemen güç tarafından on yıllardır köle edilip sömürüldüğü gerçeğinin anlaşılmamış olduğunu gösteriyor. Bu söylemler işçi sınıfını artan bir yalnızlığa, kısır ve milliyetçi tuzaklara, daha da kötüsü gericiliğin kendini siyasal İslam olarak ifade ettiği çıkmazlara kadar uzanan gerilemelere sürüklemektedir. Burada tekrardan Kürt ulusunun özgürlük ve demokrasi arayışında takınmakta olunan ilkel milliyetçi tutumun sol güçleri, egemen güçlerle aynı paralele getirdiğini hatırlatarak, işçi sınıfını öncelikle bekleyen iki güncel sınav ve tehlikeye dikkat çekmeyi zorunlu bir görev saymaktayız. 1 Mayıs bayramının bu gerçeklerin ışığında idrak edilmesi, özgürlük ve demokrasi, insan hakları ve adalet mücadelemizde emekçi halklarımıza olduğu kadar işçi sınıfının çıkarlarına da bu bütün içinde en olumlu sonuçları sunacaktır.
1 Mayıs bayramının, ülkemiz devrimci güçlerine, ilerici, demokrat, insan hakları savunucusu, barış güçleri, adalet ve özgürlük taraflılarına yüklediği en önemli görev; Dünya'da ve ülkemizde hızla tırmanışa geçmiş olan ilkel milliyetçi ve dinci siyasal gericiliğin, insanlığın ve halklarımızın temel çıkarlarına yönelik tehditleri karşısında birlik ve dayanışma içinde tutum almaktır. Bunun için, yeni politikalar üretmek, çoğunluğu gerçekten temsil eden perspektifler ortaya koymak, globalleşen dünyanın paralelinde tarihe ters düşmeyen açılımlarla kendi orijinalliğimizle bu büyük hareket mekanizmasının, olmazsa olmaz dişlisi olmayı başarmamız gerekmektedir. Bu görevler eski, tarihi dolmuş ve onlarca deneyde sınıfta kalmış kıstaslarla başarılamaz.
Ülkemizi yeni bir ortak kimliğe kavuşturmak için, tüm farklılıklarımızı içselleştiren ortak mücadeleye atılmalıyız. Çağrımız bu adım için gerekleri yerine getirme sorumluluğu üstlenmektir. Demokrasi ve özgürlük, bu sorumluluğun altına girilmeden kazanılamaz
Gönderen Mihrac Ural zaman: 16:21 0 yorum
Etiketler: 1 MAYIS DEĞİŞİM ZAMANI
25 Nisan 2008 Cuma
MİLLİ MARŞLAR
1974 Kıbrıs ‘Barış Harekatı'ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkumları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.
‘Şakıyan Üç Genç Kız’
Türklerin en çok bildiği ve sevdiği üç marştan biri olan “Dağ başını duman almış, gümüş dere durmaz akar’ diye başlayan Gençlik Marşı, İsveçli besteci Felix Körling'e ait bir ormancı şarkısı. Marşın asıl adı ‘Tre Trallade Jantor’ yani ‘Şakıyan Üç Genç Kız’. Bazıları şarkının sözlerinin erotik olduğunu söylüyor ama İsveççe bilmediğim için kontrol edemedim. Marşın ‘millileştirilmesi’ 1900’lerin başında oluyor. İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından kurulan ‘paramiliter’ Osmanlı Genç Dernekleri’ndeki gençlerin ‘milli duygularının yoğunlaşması için’ Mektebi Sultani’nin idman hocalarından Selim Sırrı (Tarcan) Bey müzik eğitimi için gittiği Stocholm’den döndükten sonra aklına bir fikir geliyor. Gerisini İstanbul Erkek Muallim Mektebi Türkçe öğretmeni Ali Ulvi (Elöve) Bey’den dinleyelim: “Bir gün okulun uygulama odalarından birinde çalışırken, Selim Sırrı Tarcan ziyaretime geldi. O günlerde pek gözde olan bir İsveç marşı için yazmamı istedi. İstenilen güfte 4x4 veya 8 heceli olacaktı. Vakit geçirmeden çalışmaya koyuldum. I. Dünya Savaşı’nın aleyhimize döndüğü yıllardı o yıllar. Gençlik ve halk kaygıya kapılmıştı. Marş yazarken başlıca amacım bu havayı dağıtmak, gençlere azim, ümit ve kalp vermek oldu…”
İstiklal Marşı ve Karmen Silva Opereti
“Bir gün Orta Tedrisat Müdürü odasında çalışıyordum. Kalpağımı masanın bir kenarına koymuştum. Kapı açıldı. İçeriye kısa boylu bir Erkanı Harbiye Albayı girdi. Onu görünce ayağa kalktım, kalpağımı giydim. ‘Buyurunuz’ dedim. Bu zat ‘Ben, Garp Cephesi Erkanı Harbiye Reisi İsmet’ dedi. Kendisini masamın önündeki iskemleye buyur ettim, oturdu. ‘Beni size Dr. Rıza Nur Bey gönderdi. Orduca karar verdik. Bir İstiklal Marşı istiyoruz. Bunun güftesini ve bestesini ayrı müsabakaya korsunuz. Her birini kazanana beşer yüz lira vereceğiz’ dedi. Emirlerini hemen yapacağımı söyledim. O da kalktı gitti.” Bu satırlar 1921’de Maarif Vekaleti’nde orta dereceli eğitimden sorumlu olan Kazım Nami (Duru) Bey’e ait.
O sırada Ankara’da ev bulamadığı için, Taceddin Dergâhı’nda misafir edilen ve Meclis’e Burdur Milletvekili olarak katılan ‘Çanakkale Şehitleri’ ve ‘Bülbül’ şiirlerinin sahibi Mehmet Akif (Ersoy)’un ‘Milletin başarılarının para ile övülemeyeceğini’ düşündüğü için yarışmaya katılmak istemediği, yarışmaya gönderilen 724 şiiiri gözü tutmayan ‘Türkçü’ Maarif Vekili Hamdullah Suphi (Tanrıöver) Bey’in kendisine yazdığı davet mektubundan sonra fikrini değiştirdiği bilinir.
O günlerde büyük yoksunluk içinde yaşayan şair, yarışmanın başındaki tutumunu sürdürecek ve 500 liralık para ödülünü Darü’l Mesai adlı hayır kurumuna bağışlayacaktır. Mustafa Kemal daha sonra gazeteci İsmail Habib Sevük'e, İstiklal Marşı'nın en beğendiği beytinin "Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet/Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklâl" olduğunu söyleyecek ve "bu milletten asla unutmamasını istediğim mısralar işte bunlardır" diyecektir.
Yer sorunu yüzünden büyük bir ayıp işleyerek düzenini bozarak aktardığımız bu dizeler, Nazım Hikmet’in Kuvayı Milliye Destanı’ndan alınma. Nazım’ın itirazının neye olduğunu anlıyoruz ama, konumuz bu olmadığı için duymazlıktan geliyoruz. Ama başka aksayan yanlar da İstiklal Marşı’mızda. Hepimizin bildiği gibi 1930’dan beri “larda yüzen alsancak…”, “nim milletimin…” “bu celal sana…”, “kanlarımız sonra helal hakkıdır” gibi dizelerle savaşmak zorunda kalmıştır vatan evlatları. Çünkü marşta ‘prozodi’ hataları vardır, yani sözlerle müzik arasında ahenk yoktur. Marşın neden böyle olduğunu irdelemeden önce marşın besteleniş hikayesinin Zeki Üngör versiyonunu dinleyelim: “İstiklal Savaşı’nın devam ettiği sıralarda ben Muzıka-i Humayun muallimi idim. Yani doğrudan doğruya saraya ve Vahdettin’e bağlıydık (…) Kurtuluş ordusu süvarilerinin İzmir’e girdiklerinden iki veya üç gün sonra evimde, Talim-Terbiye Hey’eti azası ve terbiye mütehassısı dostum Haydar merhumla oturuyorduk. Kapı çalındı. İlkokul öğretmeni İhsan merhum geldi. Büyük bir heyecan içinde süvarilerin İzmir’e girişlerini anlatmaya başladı. Hepimiz coşmuştuk. Hemen kalkıp piyano başına geçtim. Ve derhal içimden doğan parçayı çalmaya koyuldum. Böylece marşın ilk ‘ti’ yerine kadar akordu çıktı. Bu şekilde iki üç mezur yaptım (…) İki gün sonra beste bitti. Götürüp arkadaşlara gösterdim. Çok beğendiler. Bunun üzerine bu müziği milli marş olarak takdime karar verdim. Kıymeti hakkında daha kat’i bir fikir edinmek maksadı ile besteyi Viyana Konservatuvarı direktörüne gönderdim. On gün sonra direktörden gelen bir mektupta eserin çok orijinal bulunduğu ve melodisinin Türk ihtişamına yakışacak şekilde olduğu belirtilerek tebrik ediliyordum. Bu mektup geldikten on beş gün sonra beni Ankara’dan çağırdılar, gittim. Bana Muzıka-i Hümayun-u bütün kadrosu ile Ankara’ya nakletmek vazifesi verildi (…) Vahdettin henüz padişah olduğu için bu işleri gizli yapıyorduk. Bir ay sonra da kimseye bir şey söylemeden Ankara’ya gittim. Ve hemen İstanbul’daki arkadaşları bir telgrafla çağırdım. Üç gün sonra geldiler. Böylece milli marşı bu heyete ilk defa olarak Ankara’da verilen o baloda Atatürk’ün huzurunda çaldık. İşte milli marş böyle bestelendi.”
Osman Şevki Bey’in ısrarlı sorularına rağmen, Zeki Üngör, eserini kısmen Karmen Silva adlı sokak şarkısından kopya ettiği yolundaki iddialara karşı suskun kalmıştır. Dolayısıyla İstiklal Marşı’mızın bestesi üzerindeki ‘gayri millilik’ şaibesi hala devam etmektedir! İlgililere duyurulur….
“Çizerek kanımızla öz yurdun haritasını/Dindirdik memleketin yıllar süren yasını/Bütünledik her yönden İstiklâl kavgasını/Bütün dünya öğrendi Türklüğü saymasını” dizeleri ‘öz yurt’ tanımı ile Anadolu’nun Türklere ait olduğunu bir kez daha vurgularken, her ne kadar Birinci Dünya Savaşı sonunda imparatorluk topraklarının çoğu kaybedilmişse de, son Osmanlı Meclisi’nde alınan Misak-ı Milli kararı ile tarif edilen sınırların korunduğu tesellisiyle bitiyor.
21 Nisan 2008 Pazartesi
Kırılgan Zamanlar
Murat Altunöz’ün Beklenen Kitabı Kırılgan Zamanlar Çıktı…
2002 Ocak ayında başladığımız yolculuğumuza 7 yıldır devam ediyoruz. Karalama Dergisi, ülkenin koşullarına göre bazen inişler ve çıkışlar yaşamamıza rağmen her geçen gün dergimizle daha da büyüyoruz.
Karalama Dergisi olarak;
Şair Nevruz Uğur ve Halil İbrahim Yıldız’ın kitaplarından sonra Karalama’nın Kurucusu ve halen Editörü olan Murat Altunöz’ün Kırılgan Zamanlar adlı kitabını yayımladık.
Geçmiş zamanların, kırılmış, yalnız ve hüzünlü dizelerinde bulduk kendimizi,
Her dize de bir direniş, bir sürgün, bir ayrılık ve özlem var.
Murat Altunöz’ün Şiirleri Kırılgan Tarihimizi anlatır.
İncinmiş, geç kalmış haylaz çocukların yürekten söylediği şarkılar gibidir
Mutlaka bir dizede biz varız,
Çünkü Kırılgan Zamanlar
Bizim tarihimizin şiiridir.
Karalama Dergisi haylaz, düşleri çalınmış çocukların özlemlerini kavgalarını ve hüzünlerini yayınlamaya devam edecektir.
Murat Altunöz Kimdir ?
1977 yılında Antakya’da doğdu.
Gazetelerde yazdığı yazılar, çalıştığı sol dergiler ve Devletle bir türlü barışamamaktan dolayı yıllarca, çeşitli dönemlerde tutsaklıklar yaşadı. Sürgüne gitti, sürgün’deyken gazeteciğe başladı. Yerli ve yabancı çok sayıda Ajans,Tv ve Gazetede çalıştı. Halen Hayatını gazetecilik yaparak sürdürmekte.Şiirleri; Türkiye çapında çıkan edebiyat dergilerinde yayınlanmaktır.
Murat Altunöz, Türkiye Edebiyatçılar Derneği, Antakya Aalen Kültür Sanat Derneği, Çağdaş Gazeteciler Derneği ve Antakya Gazeteciler Cemiyeti üyesi olup evli ve Dicle İdil adında bir kızı vardır.
Karalama Dergisi
Gönderen Mihrac Ural zaman: 15:36 0 yorum
Etiketler: Kırılgan Zamanlar
TÜRK MODERNLEŞMESİ
JAKOBENİZM VE BONAPARTİZM
Yener ORKUNOĞLU
Bir kaç haftadır Türk modernleşmesi üzerine yazıyorum. Modernleşen, ama burjuva aydınlanma sürecinden geçemeyen bir ülkedeki sorunlara dikkat çekmeye çalışıyorum. Amacım, sosyalistlerin çok kapsamlı görevlerle karşı karşıya kaldıklarına işaret etmek..
Türkiye'de modernleşme hareketinin tarihini ve modernleşmenin toplum üzerinde yarattığı etkileri incelemek ve aynı zamanda modernleşme konusunda liberal entelektüellerin yarattığı yanılsamaları açığa çıkarmak zorundayız.
Liberal entelektüellerin çarpıttığı bir konu var. Siyasal İslam'ın yörüngesine girmiş bir çok entelektüel, Türkiye'deki Kemalistleri Jakoben olmakla suçlarlar. Yani Jakobenizm, darbeci ve anti-demokrat olmakla özdeşleştirilir. Böylesi bir değerlendirme, Jakobenizmin çarpıtılmasıdır. Kemalizm'i, Jakobenizm olarak değerlendirmek, Jakobenizme karşı bir haksızlıktır. Çünkü Jakobenizm, Fransız Devrimi döneminde küçük burjuvazinin (baldırı çıplakların) radikal bir devrimci hareketi olarak doğdu. Fransız Devrim hareketinin sol kanadını oluşturur.
Robespierre, Marat, Danton gibi önderleri olan Jakoben hareket, eski feodal düzeni yıkarak, modern çağı başlatan bir harekettir. Jean-Jacques Rousseau'nun (1712-1778) düşüncelerinden etkilenen Jakobenler monarşiye karşı cumhuriyet yönetimini ve anayasal hakları savundular.
Bugün herkesin ağzına sakız ettiği 'Düşünce özgürlüğü'nün ilk savunucuları Jakobenler'di. 'Eşitlik', 'Özgürlük' ve kardeşlik düşüncelerinin esin kaynağı Jakobenizmdir. Fransa'da devrimin yürütücüleri ve taşıyıcıları Jakobenlerdi. Dolayısıyla bugün, hem fikir ve örgütlenme özgürlüğünü savunmak, hem de Jakobenizme küfür etmek bir tutarsızlıktır. Çünkü fikir özgürlüğünün ilk savunucuları Jakobenler olmuştur. Jakobenler 'iş' ve 'eğitim'i anayasal ve sosyal bir hak olarak savundular.
Kemalizm'i, Jakobenist bir hareket olmakla suçlayanlar, ya Jakobenizmin ne olduğunu bilmiyorlar, yada Jakobenizmi kasıtlı olarak çarpıtıyorlar. Çünkü Kemalizm, Jakobenizme özgü bazı eğilimler taşısa da, esas olarak Bonapartizme daha yakındır
Bonapartizm, sınıflar arası bir denge veya pata durumunda ortaya çıkan otoriter bir yönetim biçimidir. 2 Aralık 1851 yılında III. Napolyon olarak bilinen Louis Bonaparte (1808–1873) bir hükümet darbesi yaptı ve bu hükümet darbesini o dönemde Victor Hugo ve Proudhon gibi kişilikler analiz etmeye çalışmışlardı.
Viktor Hugo, Bonapartizmi, toplumsal koşulları dikkate almadan 'tek kişinin zorbalığı' olarak değerlendirir. Marx'a göre Bonapartizm, tek kişilik otoriter sistemdir. Ama Bonapartizm, belirli toplumsal koşulların ürünüdür: Bunlardan biri nüfusun çoğunluğunu oluşturan köylülüğün kendisini politik alanda temsil edememesidir. Bunun nedeni, köylülüğün bilinç seviyesinin düşük olması ve politik örgütsüzlüğüdür.
Marx şunları yazmıştı: 'Aşağı yukarı aynı zamanlarda yazılan ve aynı konuyu işleyen yapıtlar arasında yalnız ikisinin sözü edilmeye değer: Victor Hugo'nun Küçük Napoléon'u ve Proudhon'un Hükümet Darbesi.
Victor Hugo, hükümet darbesinin sorumlusuna karşı acı ve nükteli sövüp saymalarla yetiniyor. Olayın kendisi, ona, duru bir gökte çakan bir şimşek gibi görünüyor. Olayı, ancak, bir bireyin zora başvurması olarak görüyor. Böyle yapmakla, onu küçülteceği yerde, ona tarihte eşi görülmemiş kişisel bir girişkenlik gücü yükleyerek, büyüttüğünü fark etmiyor. Proudhon ise, hükümet darbesini, daha önceki tarihsel bir gelişmenin sonucu gibi sunmaya çalışıyor. Ama, hükümet darbesinin tarihsel yapısı, kaleminde, hükümet darbesi kahramanının bir savunmasına dönüşüyor. Böylece, sözde objektif tarihçilerimizin düştükleri yanılgıya düşüyor. Bana gelince, ben, tersine, Fransa'da sınıf savaşımının sıradan ve kaba bir adamın kahraman gibi görülmesini sağlayacak koşulları ve durumu nasıl yarattığını gösteriyorum.'
Otoriter rejimler, emekçilerin geri bilinç ve yetersiz örgütlenmeleri durumunda ortaya çıkar. Çünkü politik olarak örgütlenmeyen halk tabakaları çıkarlarını koruyamazlar. Halk, çıkarlarını politik olarak temsil etme yeteneğine
kavuşamazsa, 'temsil edilirler'. Emekçiler, politik bakımdan örgütlenmemişse, dağınık durumdaysa, genellikle kendilerini koruyacak otoriteye ve güçlü devlete eğilim gösterirler. Demek ki, 'otoriter ve güçlü devlete' duyulan eğilim, emekçilerin politik parçalanmışlığının sonucudur. Emekçilerin politik güçsüzlüğü otoriter eğilimlere yakınlık duymasına neden olur
Marx Bonapartizm konusunda iki noktaya dikkat çeker:
Birinicisi, Bonapartist rejim, işçi sınıfı ve burjuva arasında sınıf dengesinin pata bir durumda olduğu dönemde gündeme gelmiştir.
İkincisi, Bonapartizm, parlamenter rejimi ortadan kaldırarak otoriter bir rejim kurar. Burjuvaziyi de politik iktidarın dışında tutar. Ama Bonapartizm, burjuvaziyi ekonomik olarak güçlendirerek sınıflar arası dengeyi burjuvazinin lehine çözer.
17 Nisan 2008 Perşembe
Yerel Çeteleşmenin Boyutu...
Murat ALTUNÖZ
Ülkemizde yıllardır çetelerden bahsedilir. Keza Susurluk çetesi ile gün yüzüne çıkan, en büyük çetenin ardından,Türkiye'de çok şeyler değişti. O gün Susurluk'ta ortaya çıkan çete ile devletin arasındaki bazı insanların çetelerle iş birliği yaptığı tam anlamıyla kesinleşmiş oldu.
Çeteleşme yıllar sonra Ergenekon operasyonuyla tekrar gündeme geldi. Eskiden bildiğimiz mafya sistemi çökmüş artık daha organize ve daha profesyonel bir hal alan almıştır.Bazı yazarlar, Emekli Polisler ve Emekli askerlerinde içinde bulunduğu yeni bir yapı ortaya çıktı.
Aslında bu tür çeteleşmeler yıllardır hep ülkemizde vardır. Ama bu hafta benim bahsetmek istediğim yerel çetelerdir. malesef son yıllarda ciddi anlamda yerel çeteleşme ve Organize suçlarda bir çoğalma vardır. Zaten Hatay il Emniyet Müdürü Osman Çapalı'da bu konuya dikkat çekerek " Bireysel suçlar artık organize suçlara kaymıştır" demiştir.
Geçen yıl malesef Dursunlu Beldesinde bir grup çete elemanı köy ortasında akrabalarımın da içinde bulunduğu halka saldırarak birinin ölümüne birinin ise ağır yaralanmasına neden olmuştur.
Nedense olaydan 2 yıl geçmesine rağmen halen faillerin başı yakalanmadı.
Şimdi bir kaç sorum olacak:
· 17-18 yaşlarındaki gençler otomatik silahları nereden buldu ?
· Bu silahları onlara kim sattı ?
· Bu silahları almak için bu insanlar paraları nerden buldu ?
· Devlet, neden bunu daha önce önleyemedi ?..
Malesef geçtiğimiz haftalarda, Hatay, Harbiye'de, bir çeteye haraç vermediği için öldürülen Seyfettin Karadaş’ın cenazesine katıldım. Gerçekten de Harbiye'de son dönemler başlayan bu çeteleşme her geçen gün daha da büyümekte.
Ama Harbiye'deki çeteleşmeye karşı halk ortak bir tavır almaya başladı, bu çok sevindirici bir durum. Böylesi ortak çalışmaların, tüm Hatay'a yayılmasından yanayım. Çeteleşmenin önüne, ancak böyle geçilebilir, diye düşünüyorum...13. Nisan 2008
Gönderen Mihrac Ural zaman: 16:23 0 yorum
Etiketler: Yerel Çeteleşmenin Boyutu...