Sınırları insan erdemleriyle belirlenmiş, ne sınıfsal ne de etnik nedenlere mahkum olmamış doğrularımızla özgürlük ve demokrasi mücadelesini sürdüreceğiz...

BURADAYIZ İŞTE...

OKURLARIMIN DİKKATİNE. BLOGUMDA TEKNİK BİR ARIZA YA DA BİR SALDIRI GERÇEKLEŞMİŞTİ.. ŞİMDİ HER ŞEY YOLUNDA...EMEKLERİMİZ BURADA... SAĞLICAKLA KALINIZ...

PARALEL BİR BLOG DA DEVAM EDİYOR...

Yeni blogun adresi: http://mirural.blogspot.com/

ŞU AN İZLEMEKTE OLDUĞUNUZ BLOG ADRESİ İLE YENİ BLOG ADRESİ BİRBİRİNE ÇOK YAKINDIR. İLGİNİZE TEŞEKKÜRLER.

MİHRAC URAL

...

...

...

...

TÜRK MODERNLEŞMESİ JAKOBENİZM VE BONAPARTİZM

Yener Orkunoğlu

Türkiye'de modernleşme hareketinin tarihini ve modernleşmenin toplum üzerinde yarattığı etkileri incelemek ve aynı zamanda modernleşme konusunda liberal entelektüellerin yarattığı yanılsamaları açığa çıkarmak zorundayız.
Liberal entelektüellerin çarpıttığı bir konu var. Siyasal İslam'ın yörüngesine girmiş bir çok entelektüel, Türkiye'deki Kemalistleri Jakoben olmakla suçlarlar. Yani Jakobenizm, darbeci ve anti-demokrat olmakla özdeşleştirilir. Böylesi bir değerlendirme, Jakobenizmin çarpıtılmasıdır. Kemalizm'i, Jakobenizm olarak değerlendirmek, Jakobenizme karşı bir haksızlıktır. Çünkü Jakobenizm, Fransız Devrimi döneminde küçük burjuvazinin (baldırı çıplakların) radikal bir devrimci hareketi olarak doğdu. Fransız Devrim hareketinin sol kanadını oluşturur.
((Devamı orta sol sutunda))

..

..

Mihrac Ural

Mihrac Ural

Yeniden felsefe okumak


Cumhuriyetin Doğuya sırtını dönmesinin mahkumu idik. Alfabe kırılmasının sonucu da, okuma adına nemiz var nemiz yok, arşivlerin küfüne terk edildi. Osmanlıdan çıkıp gelmiş haliyle zaten olmayan okumalara, sıçramalardan oluşan, dengesiz ve sonuçta eksiklikten kaynaklanan bir topallamaya düştük. Bu da, ülkemiz felsefe bilincinin derinlik ve bütünlüğünü oluşturacak zincir halkalarının kopuk olmasını getirmiştir.
Yunan felsefesi akılcılığının Aristo’yla temsil edilen sunumunu, İslami bir yorum ve ilerleyişle ele alan Farabi’de ifadesini bulan akılcılığa karşı, “ Tahafüt el Felasife” diyerek, dünya ve ahiret işinde akıla yer bırakmayan Gazali’nin, bu güne kadar süren tutuculuğundan yana saf belirlemiştir. Gazalinin, “filozoflar”ın aklın hareketinden yana dünyevi olayları yorumlayan yaklaşımlarına karşı yaptığı eleştirilere, aklın bir militanı İbni Rüşt’ün ünlü cevabı olan “Tahafüt el Tahafüt” ü tanımazlıktan gelmiştir. Böylece sağ, Yunan ve batı felsefe okumaları eksiğiyle iki ayağı topal hale gelmiştir. Dayandığı felsefi okumaların karşıtlarını da bilmemekle, sığ kalmıştır.((Devamı sol ana sutunda))

****

****

24 Nisan soykırımı hepimizi katletmişti...

Mihrac Ural

Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi –soykırımı- hepimizi katletmişti. Tam 93 yıldır sürmekte olan zorunlu sürgün ile insanlık sucunda İttihat –Terakki’nin ‘SOYKIRIM’ imzası vardır.

Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır.

Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur.

“Resmi tarih” diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.**19. yy sonlarından başlayarak, Katolik ve Gregoryan (Ortodoks) diyerek birbirlerine kırdırılan, tenkil ve sürgünlerle, mal mülklerine el konularak baskı altında tutulan Ermenilere yönelik soy kırımı, I Dünya savaşının, malum bol bahaneleri altında girişilmiştir (24 Nisan 1915).

Savaş sırasında, önce Ermeni gençlerinin Askere alınarak silahsız bırakılması ve ardından toplu tasfiyelerin yapılması, geride kalan Ermeni halkının Tenkil ve sürgünlerine geçilmesi. Bu konuda talimatların dakik bir biçimde, en yetkili resmi merciler tarafından istenip, izlenmesi. O dönemin Sadrazamı (Başbakanı) Talat Paşa’nın, başından itibaren olayları, dikkatlice takibi, emirler vermesi, istatistik tutması (iskan edecekleri yerde dahi nüfusa göre oranlarının %5 geçmeyecek düzeyde tutulmaları talimatları da dahil) ve bunun en ince ayrıntısına kadar yazılı özel notlarla tescili, Ermenilere reva görülen her şeyin, planlı bir tarzda icra edildiğini göstermeye yeterlidir (Ermeni tehciriyle ilgili Talat Paşa’nın tutanakları için bkz. Murat Bardakçı, Hürriyet gazetesi, 24 Nisan 2006’dan itibaren yayınlanan dizi) Bu, Ermenilere ilişkin, adına ne konulursa konulsun, yapılacak olanların önceden planlanmış eylemler olduğunu gösterir.

Bundan sonra, sonuçlara bakılarak, yapılanlara verilecek ad, tanımlamaya geçilir.*Böylesine planlı ve en ince ayrıntısına kadar takip edilmiş ve bir etnik topluluğa yönelen, sonuçta en iyimser tahminlerle, el yazması tutanaklardaki rakamlarla bir milyon (1000 000) üzerinde Ermenin ölümüne yol açan, kimi şehirlerde nüfusu yüz binlerden sıfıra indiren, çoluk çocuk on binlerce canın etnik yapısını değiştirmek için farklı etnik toplumlara dağıtan, topraklara el koyan, binalarını yıkan, her türden maddi ve canlı servetine el koyup katleden girişimlere, soy kırımından başka bir ad verilemeyeceği görülür.

Bu bir soykırımdır. (..)Osmanlıdan, cumhuriyete süre gelen bu aklın, daha uzun süre yürürlükte olma tehlikesi tüm çıplaklığıyla kendini göstermektedir. Tarihimizle cesurca yüzleşmeden bu aklı toplumsal işlevlerimizden ve geleceğe ilişkin yaşam planlarımızdan söküp atmak güç gibi duruyor.
((*)Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı –Mihrac Ural)

**
Sıranın kendisine gelmeyeceğini sananların dikkatine, bu vatanın birimize değil, hepimize ait olduğunu bir kez daha, bin kez daha yeniden birbirimize kanıtlamakla yükümlü olduğunuzu artık anlamak zorundasınız.

Bilmelisiniz ki, farklılıkları içselleştirmek, onlarla barış içinde yaşamayı fiilen gösterip, haklarını anayasal ve kurumsal güvencelerle kökleştirmek ertelenmez bir görev haline gelmiştir, bu yapılmadıkça bu vatanın hepimize ait olduğuna kimseyi inandıramazsınız.

Mümkünü, imkansız hale getirmeye devam ederseniz, sizi biz farklılar, ayrı varlıklar bile kurtaramaz. Bunun vebali, Hrant Dink’in katline yol açan akıl sistematiğinin kıyımına tek tek ve topluca maruz kalmaktır bilesiniz.
((*)Hrant Dink'in Katli ve Tarihi Gerçekler –Mihrac Ural)


Murat Altunöz’ün Beklenen Kitabı Kırılgan Zamanlar Çıktı…

2002 Ocak ayında başladığımız yolculuğumuza 7 yıldır devam ediyoruz. Karalama Dergisi, ülkenin koşullarına göre bazen inişler ve çıkışlar yaşamamıza rağmen her geçen gün dergimizle daha da büyüyoruz.

Karalama Dergisi olarak;
Şair Nevruz Uğur ve Halil İbrahim Yıldız’ın kitaplarından sonra Karalama’nın Kurucusu ve halen Editörü olan Murat Altunöz’ün Kırılgan Zamanlar adlı kitabını yayımladık.
Geçmiş zamanların, kırılmış, yalnız ve hüzünlü dizelerinde bulduk kendimizi,
Her dize de bir direniş, bir sürgün, bir ayrılık ve özlem var.
((Devamı sol alt sutünda))

...

...

Yerel Çeteleşmenin Boyutu...

Murat Altunöz /Gazeteci

Çeteleşme yıllar sonra Ergenekon operasyonuyla tekrar gündeme geldi. Eskiden bildiğimiz mafya sistemi çökmüş artık daha organize ve daha profesyonel bir hal alan almıştır.Bazı yazarlar, Emekli Polisler ve Emekli askerlerinde içinde bulunduğu yeni bir yapı ortaya çıktı.Aslında bu tür çeteleşmeler yıllardır hep ülkemizde vardır. Ama bu hafta benim bahsetmek istediğim yerel çetelerdir. malesef son yıllarda ciddi anlamda yerel çeteleşme ve Organize suçlarda bir çoğalma vardır. Zaten Hatay il Emniyet Müdürü Osman Çapalı'da bu konuya dikkat çekerek " Bireysel suçlar artık organize suçlara kaymıştır" demiştir.
((Devamı sol ana sutunda))


İNTERAKSİYON

Faiz Cebiroğlu
Her gelişim, karşılıklıdır. Her ileriye yönelik değişim, bir interaksiyondur. İnteraksiyon, karşılıklı etkileşim oluyor. İnsanlar, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek sosyal yönlerini geliştiriyorlar. Sosyal yönünü geliştiren insan, aldığı öğreti ve deneyimlerle bireysel yönünü ”işleyerek” yapılandırıyor. Yapılanma, ”özbilinç” ve ”özgüven” ile nitelik bir hal alıyor.

İnteraksiyon ya da karşılıklı etki, yaşadığımız toplumda, değişik yer ve ortamlarda farklı farklı oluyor. Dille başlayan diyaloğa; insanların bulunduğu yaşam tarzları, çalışma biçimleri ve kısacası sahip oldukları sınıfsal konumları da ekleniyor. Sosyal sınıf, gelişimde ”ana halka” oluyor. Sosyal sınıf, ileriye yönelik değişimin ”can alıcı noktasını” oluşturuyor.

(Devamı orta ana sütunda )
http://mirural.blogspot.com/

...

...

Yabancılaşmanın Dinamiği


Mihrac Ural

Yabancılaşma, insanlık ailesini birbirine yakınlaştıran, farklarını hızla öteleyen özel mülkiyeti ve olumsuz sonuçlarını bile köşeye sıkıştırma işlevi gören sonuçlarıyla, olumsuz değil çok olumlu bir role sahiptir. Tarihsel süreciyle derinleşip geliştikçe gerçekleşen yabancılaşma, insana çok daha cüretkâr olma, çok daha özgürce beyin labirentlerinde kurguladığı fantezileri yaşama ve bunu yaparken de dar anlamda aile, mahalle gibi klancı darlığın etkiler altında kalmayıp, geniş anlamda da ulusal sınırları aşıp belki başlangıcı sanal âlemin nimetleriyle, bilgi çağının iletişim olanaklarıyla bu tutku ve arzularının doruklarını zorlama şansını elde etmektedir.Yabancılaşma olmasaydı, emeğin sosyal etkilerinden bahsetmemiz mümkün olamazdı. Emek ne kadar sahibinden uzaklaşır, ne kadar sahibine belirgin olmaktan çıkarsa, o kadar evrensel ölçeklerde hizmet sunmaya başlamış demektir. Ve bir o kadar kültürel farklılıklarını hesaba katmadan ( renk, ırk, ulus, coğrafya, bölge farkı tanımadan) insan türüne ait hale gelmiş demektir.
((Devamı orta ana sol sütunda: ))
http://mirural.blogspot.com/

..

..

MİLLİ MARŞLAR

Ayşe Hür
1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı ‘Tre Trallade Jantor’dur. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkar ve ‘Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr….’diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası olayı "centilmen Türk seyircisinden jest" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi…
“Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur/Katibimin setresi uzun eteği çamur… diye başlayan ünlü türkünün bestesi 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’daki Selimiye Kışlası’nda kalan ‘eteklikli’ İskoç Alayı’na moral vermek için yazılmış ‘Donsuz askerler…’ diye başlayan bir asker şarkısıdır. II. Mahmut döneminde (1808-1826) modernleşme çabaları sırasında askerlere giydirilen setre ve pantolon mutaassıp çevreler tarafından ‘sokağa donla çıkmakla’ eşdeğer görülmüş, özellikle de ‘gavur mukallitliği’ denilen bu modernleşme hareketine çabuk uyum gösteren eli yüzü katipler halkın diline düşmüştür. Bir İstanbul külhanbeyi, bu katiplerle alay etmek için, Üsküdar yolu üzerinde olan Selimiye Kışlası’nda kalan İskoç askerleri için yazılan marşın müziğine Türkçe sözler yazar ve ünlü Katibim türküsü ortaya çıkar.
1974 Kıbrıs ‘Barış Harekatı'ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkumları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.

((devamı sol büyük sütunda))

20 Ekim 2007 Cumartesi

Genel Seçimler Üzerine


Faiz Cebiroğlu’nun röportajı




Mihrac Ural



mircihan@gmail.com

1. Sayın Mihrac Ural, 22 Temmuz 2007’de Türkiye’de genel seçimler yapılıyor. Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi (THKC) Genel Sekreteri olarak, seçimlere ilişkin tutumunuzu öğrenebilir miyiz?


Mihrac Ural:

” Türkiye tek boyutlu bir siyasal-sosyal-ekonomik-kültürel programla yönetilebilir bir ülke değildir. Bu bir yandan ülkenin çok yönlü çeşitliliğiyle ilgili olduğu kadar, siyasal sisteminin anti-demokratik kısıtlamalarıyla da ilgilidir. Bu yüzden bağımsız adaylarla mecliste ayrı varlıklarımızı ayrı taleplerimizi, ayrı renk ve düşüncemizi temsil etmeye yönelmeliyiz. Özgürlük ve demokrasiye gerçekten bağlı ve genel olduğu kadar yerel program sunma durumunda olan bağımsız adayları destekleyeceğiz. Bağımsız adayları seçerken, sayısal anlamda oy toplama kaygısıyla hareket etmeyeceğiz. Sayılar değil, siyasal tutum ve duruş bağımsız adayımızın ana karakteri olacaktır. Amacımız, en yüksek oyu tutturacak adaya yönelmek değil, orijinalitesini en kapsamlı temsil edebilecek, “ayrı varlığımızı” mecliste seslendirecek bağımsız adayı seçmektir.”

Sorularınız için sizlere teşekkür ediyorum, bu sorunun cevabını çok kısa vermek mümkündür ve bunu size yukarda altı çizili satırlarla yapmaya çalıştım. Ancak cevabımın gerekçesini bir ölçüye kadar aktarmak isterim. Her kararın bir gerekçesi olduğu gibi.

Seçimlerde tutum, oy kullanacak insanların halkların ve ulusların olduğu kadar, her siyasal yapılanmanın tarihsel kaderinde önemli bir aşama olduğu kanaatindeyim. Zira seçimler, önceki tüm siyasal çabaların, amaçların, umutların, karalı-karasız dengelerin, yönelimlerin çağrıların, bir biçimde halkın sınavından geçme gerçeğiyle, karşı karşıya kalması demektir.

Önemle işaret etmeliyim ki, her ne türden yönetim altında olursak olalım, tarihin en kötü seçim siteminde de olsa, her seçim, belli bir oranda siyasi yapılanmaların bir sınavıdır denilebilir. En sistem dışı siyasi yapıların, uzun illegal koşullara, farklı araçlarla mücadelesini yürütüyor olmasına rağmen, sonuçta halkın oyunu talep ederek, siyasal erke uzanmada meşru olma istemi, bunun en açık belirtisidir. Bu yüzden seçimlerde tutum, bir kez daha, rekor denemesi için olimpiyatlara katılmak gibidir. Halk nezdinde meşru olmanın, bulunabilmiş en önemli yollarının başında seçimler gelir. Seçimlerden çıkacak en olumsuz sonuç bile, taşıdığı dersler itibariyle her siyasal yapılanmanın en büyük kazançları arasında sayılmalıdır derim. Bu zaman zaman popülizmi kışkırtan eğilimlere önemli dinamikler katıyor olsa da.

Biz, Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi (THKC) olarak, halkımızdan seçim sonuçları itibariyle alacağımız sinyalleri, kazancımız olarak görmeye devam edeceğiz.

Örgütümüz, tarihi boyunca, bu yüzden, tüm seçimlerde açık, net bir siyasal duruş sergileyip, hedef kitlesi olan halklarımızın özgürlük ve demokrasi mücadelesi yönündeki doğrularıyla tutarlı ve kararlı tutumlar sergilemiştir. Bu gün aynı eğilimi, daha bir güçlüce duyumsuyor ve halkımızın vereceği karardan nasibimize düşeni almayı düşünüyoruz. Sonuç ne olursa olsun, bunu doğru algılayıp kendimizi yeniden var etme anlamına gelecek kadar derin bir ders olması için, çalışmayı planlıyoruz.

Bu sorumluluk altında, uzun yılların birikim ve gözlemleriyle oluşan doğrularımızın seçim alanında halkımıza iletilmesine, sayısal anlamda oy için değil, nitelik anlamında bir siyasal duruş ve halkın kendi gerçekçi taleplerine sarılışı için, önermelerimizi paylaşmaya yöneleceğiz.

Bu çalışmalarımızın en çarpıcı özelliği, ülkemizin yapısallığı dolaysıyla, önceki on yıllardan farklı olarak, seçimlere tek boyutlu bir programla katılmaktan ya da halklarımıza tek boyutlu program dayatan belli partilerden adayların desteklenmesinin artık zaman aşımına uğradığı gerçeğinin bilince çıkartılması olmuştur. Bu gün, değişen dünyamızın, bölge ve ülkemizin verileri, tek boyutlu çözüm programlarının halklarımızın ihtiyaçlarını, taleplerini ve dünyayla ilişkilerini düzenlemekte yetersiz olduğunu göstermektedir.

Türkiye artık tek boyutlu siyasal-ekonomik-sosyal-kültürel programlarla, yönetilebilir bir ülke değildir diyoruz. Ülkemizi dış politika yönetir gibi, yönetmeye kalkışmak, gerekli birçok unsuru ihmal etmeyi, halklarımızın bir kesimini diğerine karşı imtiyazlı konuma geçirme gibi kabul edilemez bir dengesizliği, baştan kabullenmek demektir. Dış politikalar bile artık tek boyutlu bir programla yürütülmediği çağımızda, iç politikanın çeşitliliği mutlak önemdedir.

Bu önermeyi şöyle kavramak gerek. Merkezi sultalar, lider diktatörlükleri, tek merkezli yönetsel yapılanmaların hükümranlığı altında bulunan ve seçim sistemlerinin anti demokratik yapısıyla daha da olumsuzlaşan partiler ülkemiz siyasi kaderinde rol oynuyor. Bu partiler, ülkemiz gibi geniş bir renk, ayrı varlık, etnik, dini, kimlik farklılıkları taşıyan özelliklerini, çorba gibi bir potaya karıştırarak, tek boyutlu siyasi bir programlara sorunlarına çözüm aramaktadırlar. Tek devlet, tek bayrak, tek din, tek kültür söylemlerindeki gibi, etnik, bölgesel, kültürel, inançsal farklılıklarımızı yadsıyarak, öteleyerek, “Türkiye genelini kapsayan” adı altında tek bir programla sorunlarımıza çözüm bulacağı sanısındalar. Bu da devletçi ekonomide olduğu gibi özel ve özgün hiçbir varlığa önem vermeden, verimsiz, güvensiz, gelişmeye kapalı önermeler olmanın ötesine geçememektedir. Geneli kapsama adı altında ülkenin bir bölgesi diğerinin aleyhine, ülkemizin kimi etnik toplulukları diğerinin aleyhine, inançları, kültürleri diğerlerinin aleyhine kayırılıp geliştirilmektedir. Böylece genel geçerlilik adına haksızlıklar, adaletsizlikler ülkemizin kaderi gibi gelip dayanmaktadır. Bu nedenle tek boyutlu genel geçerli bir program önerisi artık, halklarımızı aldatmaya yetmeyecek kadar yüzü açığa çıkmış bir haksızlık ifadesi haline gelmiştir, diyoruz.

Bu programların en gelişmişi, her soruna çözüm bulduğu iddiasında olanı bile, tek boyutlu olması nedeniyle gerçekleşme şansı olamaz. Bu programlar, belli alanları, belli işletme topluluklarını, belli kültür ve belli dini, mezhebi dokuları, ister istemez kayırma, öne çıkartma, onların yoğunluklu sorunlarını çözme durumuna yönelecektir. Bu tek boyutluluk, bölgesini, ekonomisini, kültürünü, etnik, dini ve mezhepsel eğilimlerini temsil etmek üzere meclise gönderilen temsilciyi de, farklı yönde soğurmaya, peşine sürüklemeye başlar. Böylece meclis tarafsızlığını, gerçek temsil etkinliklerini kaybeder. Tüm Türkiye’nin milletvekili adı altında Hakkari’nden seçilen, İstanbul’un hizmetine koşulmuş olur, siyahların seçtiği, beyazların, sarıların hizmetine koşulur. Bu konumlanış, bilinçli yapılan bir yanlış olmasa da, yapısal olarak böylesi bir yanlışa düşmemek mümkün olmaz hale gelmiştir, durum budur. Bir toplu sürükleniş, yanlış yapılanmadan kaynaklanan, yanlış oluşum ve bu oluşum içinde sayısal bir unsur olmaktan kaynaklanan işlevsizlik, bir sistem haline dönüşmüştür. Bu yapılanmaya muhalif olma girişimleri, demokratik ve özgürlük arayışları ise derhal bastırılır. En ehveni şerri, ya parti diktatörlük mekanizmalarının çarkı altında ezilmek ya da gelecek seçimlerdeki şansını kaybetmek, ya da ardı arkası gelmeyen davalarla mahkemelerde siyasal nedenlerle yargılanmaya mahkum olur.

Ülkemizin birlik ve beraberliğinin, barışçıl bir yaşam düzleminde, adil bir tarzda yönetilmesi amacını tek boyutlu bir program sağlayamaz. Tek boyutluluk ülkemizin gerçeği bile değildir. Bu gün için ise ülkemizin güç yitirmesi, kaosu, bölücülüğün temel dinamiği olarak karşımızdaki yerini alır. Yükselen ulusalcı dalganın, ırkçı bir ilkellikle bezenmiş milliyetçiliklerin ve bunların soğurduğu sözde sosyal demokratların ülkemizin mozaik yapısına önerdiği tek çözüm, merkezi yapısının dayatmasıyla şekillenmiş, tek boyutlu bir siyasal programdan ibarettir.


Tek boyutlu program, dünyanın en yeterli programı olsa da, tüm sorunlara en gerçekçi çözümü bulmuş olan bir program da olsa, eğer ülkemizin etnik yapısını, mozaik dokusunu, inanç tablosunu, kültürel tablosunu açık ve ikircimsizce ele almamış ise, o program tek ulusa, tek boyutta hitap ediyor demektir. Çok uluslu bir ülkede tek ulusa göre dizayn edilmiş bir program, asla demokratik değildir. Dünyanın en demokrat insanlarının etrafında toplandığı bir program olsa da tek boyutlu program demokrat bir program olamaz. Ülkemiz açısından, çok uluslu mozaik yapısıyla belirlenmiş dokusun göz önüne alan bir demokratik bir sistemin oluşturulması, Özgürlük ve demokrasi programlarının ikamesi için zorunludur da. Ayrıca özgür ve demokratik bir sistemin yerli yerine oturmasına dek, yapılacak çok şey vardır. Bunların başında da, özgürlük ve demokrasi, çok boyutlu programlarla gerici dalgaları kırmak, gerici iktidarları ve ant-demokratik sistemlerinin baskıcı etkinliklerini zayıflatmak gibi halkımızın tıkalı siyasal yönelimlerini açma çabaları gelir.

Tekrar ediyorum ki, tek ulusa dizayn edilmiş hiçbir program ülkemizin geçeklerine cevap olamaz. Bu yüzden tek boyutlu partiler ve programları, artık ülkemizin yüksek çıkarlarını toplumsal barış ve adil yönelim ihtiyaçlarını temsil edemez. Ülkemiz, böylesi dar yaklaşım elbiselere sığmayacak kadar büyük ve çeşitlilik arz eden bir yapıya sahiptir.

Bu yüzden çok programlı, çok alternatifli, merkezi olmayan, bölgesel, tamamıyla yerel olan ve olduğu yeri orijinalitesini koruyarak temsil eden, ona göre de programını oluşturan yönelimleri tercih etmek, önümüzdeki sürecin halklarımız ve ülkemiz yararına olan temel tercihi olacaktır diyoruz. Bağımsız adayların desteklenmesi talebimiz, bu gerçeklerin verilerince şekillenmektedir. Ancak bu da, her adayın dünü ve bu günüyle, önermeleri ve yapabilecekleriyle sıkı bir tarzda belirlenmesine bağlı olacaktır.

Bu yaklaşımımız, ülke gerçeklerinin, özellikle de son çeyrek asır içinde aldığı çok yönlü yönelimlerin, dünyadaki gelişme ve değişimlerin sonucu oluşan yapısından kaynaklanmaktadır. Özellikle bu belirlemeyi bu seçim arifesinde, bu tarzda yapmak, olayların ruhu ve biçimini, ortaya bir varlık oluşturabilir düzeyde kavramak demektir.

Ülkemizin çok renkliliği sıradan bir söz değildir. Bu hep tekrar edilir, ama derinliği kavranmaz. Zira tüm ülkeler çok renklidir ama ülkemizin bununla kastedilen yapısının verileri çok farklıdır. Bunu bilince çıkartmak gerekir ki, seçimlerde özellikle bu seçimlerde yapmakta olduğumuz önerme anlam kazanabilsin.

Mesela, yıllardır ülkemizde ciddi bir kimlik bunalımı var diyoruz. İstatistik araştırmalarda yüzdeler veriliyor, kimileri kendini Müslüman olarak tanımlıyor, kimisi ise Kürt, Arap, Ermeni, Arnavut, Laz vb olarak tanımlıyor, önemli bir kısmı Türk diyor. Bir kimlik bunalımı var. Ve biz bu nesnel gerçeği on yıllardır, kesintisizce vurguluyoruz. Bunun nedenlerini de değişik yazılarımızda anlattık durduk. Türk etnik topluluğu, tarihsel modern uluslaşma sürecine geç girmiştir. Osmanlı bu süreci sürekli dışlamıştır. Anadolu’nun fethinden bu yana, kendilerini bile, kendi etnik kimlikleriyle tanımlamamışlardır. Türk etnik tanımlamasına hakir ve aşağılık bir gözle yaklaşmışlardır. Feodal sistemden çıkma yönünde, çağdaşlarının çabalarından örnek alarak dahi bir girişime başvurmamış, üretmek yerine talanla yaşamayı temel almışlardır. Sür git talan ve fetih siyasetleriyle reayasına dahi kararlı bir yerleşim süreci oluşturamamışlardır (başkenti bile sürekli değişen bir imparatorluk, Bursa’dan Edirne’ye, İstanbul’dan Ankara’ya). Anadolu’da kendilerinden önce, egemen olarak yaşayan uygar milliyetlerin, yaşama açtıkları ve vatan edindikleri topraklara, bir kısrak başı gibi, Orta Asya’dan gelip, uzanarak el koyup talan etmekle yetinmiş, bir yeni uygarlık kapısı aralamadan, yeni gasp ve talanlar için asker toplamaktan başka bir şey yapmamışlardır. Göçebe bir toplum olma karakterini aşmak için İslam’ın sunduğu yerleşiklik perspektifinden yararlanmamış ve sonuçları itibariyle, kendi etnik topluluklarının uluslaşma sürecinin gelişmesine hiçbir katkı yapmamışlardır.

Uluslaşma ancak, 19.yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında algılanıp, Atatürk gibi bir liderin ve kadrolarının özgün çabalarıyla, Cumhuriyet döneminde belli bir boyut almıştır. Ama artık tarih sahnesinde başka fenomenler yer alıyordu, geç kalınmıştı ve özümsenerek ortak bir üst kimlikte birleşip tek bir ulus meydana getirebilecek diğer etnik öğeler, kendi başlarını özgürlük arayışlarıyla alıp gitmişlerdi. Bu gün ortaya çıkan zorlamalarla ortak bir üst kimlik tanımlamasının tutmaması, kabul görmemesinin tarihi arka planı budur.


Bu gün ülkemiz kimlik bunalımının derin tarihi kaynakları buraya kadar uzanır. Bunu bilmek gerek, bu gün kimlik arayışında olanların suçlanmasından önce, bu tarihi süreci, diğer modern uluslar gibi yaşamanın önünde engel olanları ve onların miras yedi akıl devamları olanları görmek gereklidir.

Osmanlı’nın aynı tarihi kesitinde, tüm Avrupa milliyetleri, ulusal süreçlerinin tamamlandığı evreleri geçiyordu. Bu süreç, Anadolu’da başarılamayınca, mozaik renkleriyle Anadolu milletleri, etnik tüm değerleriyle dimdik yaşamlarını sürdürmeyi devam ettirebildiler. Topraklarına zorla el koyanlar, onlara yeni ve üstün bir uygarlık getiremediği için, onları bir ulus içinde birleştirip özümseme durumunda olamadılar.

Anadolu milliyetleri güçlü ve uygardılar, fetihçi zorbalık karşısında zora boyun eğdiler, kırıldılar, topraklarına el kondu ama ulusal değerlerini olduğu gibi koruma ısrarından vazgeçmediler. Bu güne geldiler, onları bir üst-kimlikte birleştiren ortak payda bulamadıkları için de, kendi uluslaşma süreçlerinin gelişip, özgürleşmesi için hak talebinde bulunmaya başladılar. Kürt ulusal hareketinin tarihi kökleri tas tamam buradadır. Ülkemizin sıkıntısı da, kaosu da bu tarihi süreçte örülüdür. Bunun geçici olduğunu, kökünün dışarıda olduğunu, terörle ilgili olduğunu sananlar aynı aklın devamcıları olarak gerçekleri kavrayamayan ve sorunları derinleştirenlerdir.

Böyle olunca, insan toplulukları hangi ad altında olursa olsun, farklı talepleri için, siyasal tepkiler vermekte, farklı siyasal tercihlerde bulunarak var oluş gerekçelerindeki “ayrı varlık”larını dile getirmektedirler. Bunu sadece etnik sorunla ilgili değil, ülkemizin farklı bölgelerinin ekonomik konumları, toplumsal, kültürel konumları inanç konumları içinde tekrar etmek yanlış olmayacaktır.

Bu belli başlı saflaşmada, tek boyutlu bir programla siyasal iktidar arayışı içinde olmak, bu yüzden adil olmayan bir yaklaşımdır. Bir tarafın taleplerini, diğerleri ihmal ederek yerine getirme gibi ülkemizin sorunlarını derinleştiren çıkışsız bir önerme olarak sırıtacaktır. Bu güne kadar egemen olan iktidar çevreleri ve bunlar arasında darbeci faşist generaller de dahil, her kes farkındadır ve toplumlarımızın bu devleti bu sistemiyle daha fazla sırtında taşımasının mümkün olmadığı açığa çıkmıştır. Daha az merkezi, daha çok yerel özgürlükleri olan ve bir tür federasyona yakın bir yeniden yapılanmanın acil bir ihtiyaç olduğu görülmektedir. İşte bu ihtiyacın en somut anlamı ülkemizin tek boyutlu programlarla yönetilemeyeceğini gösteriyor. Oysa ülkede her siyasal düzenleniş, inanılmaz bir merkezileşme kaygısıyla oluşturulmuştur; Seçim sisteminden, partiler sistemine, devlet kurum ve kuruluşlarından, konseylerine kadar ama her şey bu yönde Anadolu’nun tüm dinamiklerini nefes almaz hale getirmiştir. Bu yüzden bu bataklıktan çıkışın yolu için, çok boyutlu program önerimizi ve bunun bu seçimler nedeniyle ilk adımının bağımsız adaylarla mecliste temsili için mücadele edeceğimizi belirliyoruz. Resmi olarak milletvekilleri Türkiye geneli milletvekili sıfatı taşısa da, bu seçimlerde statünün bozulması, her milletvekilinin kendine oy verenlerin temsilcisi olarak mecliste yer almasının başarılması için çalışacağız.

Ülkedeki sistem sonucu, hangi merkezi partide yer alınırsa alınsın, kimi temsil ederse etsin, kimden oy alırsa alsın, sonuçta herkes Türkleşmiş Kürt, Türkleşmiş Arap, Türkleşmiş Rum, Ermeni, Arnavut olup çıkıyor, fabrikada üretilen bir meta gibi. Bu son dönem ulusalcı çağ dışılığın yükselişinde de aynı tipler önemli roller oynuyor. Baykal gibi, çıkışsız liderler, buradan yola çıkarak ne olduğu belirsiz “bilinç milliyetçiği” ya da “Türk üst kimlikli çok etnik yapılı bir ulus” söylemine varmakta bir abes görmemektedir. Kim kazanırsa kazansın, bizdendir, bize hizmet etmekle yükümlüdür, sonucu böylece tekrar ede duran bir paradoks olarak karşımıza çıkıyor. Ve bir kez daha her seçimde halkımız, kendi tercihiyle seçtiği yanılgısını üreterek, siyasal bir tutum belirlediği kanaatine varıyor. Oysa gerçekler bunu çok uzağındadır. Seçim sonuçlarının tekrar ede duran kaoslarında bu irade, ciddi roller oynuyor. Seçilmişler, atanmışlar gibi, belli bir gerçeği temsil etmekten uzak kalarak seçmenine yabancılaşıyor. Meclisin milletvekili dokusunda ortaya çıkan sıkıntılar, tek renklilik, lider sultasının beslenmesi buralardan üreyip gidiyor. Buna bir son vermenin zamanı, en azından son vermek için ilk adımların atılma zamanı gelmiştir diyoruz.

Tek boyutluluk ülkemizin en büyük handikabıdır. Çeşitlilik, farklılık ayrı varlık olmanın istençleriyle ilgililik, ülkemizin en büyük gücü ve sorunlarının aşılması için gerekli olan kavrayıştır diyoruz. Bu yüzden, “ayrı varlığımızı mecliste temsil etmeliyiz” şiarını vurguluyor, özgün tüm sorunları bir sis perdesiyle örtmekten başka bir işlevi kalmamış genelci partilere karşı, özgün ve özgür, demokrat, seçmenini tüm renkleri ve farklılıklarıyla temsile muktedir, bağımsız adayları destekleyeceğimizi ilan ediyorum.

2.Türkiye seçimlere gene son derece anti-demokratik bir baraj sistemiyle giriyor; %10’luk gibi. Böylesi bir seçim barajı ile bizler, Türk, Kürt, Arap ve diğer Anadolu sosyalistleri, barajı aşma şansımız yok gibi. Böylesi bir durumda ne yapılabilir?

M. Ural:
Anadolu’nun kadim yerli ve uygar uluslarının uyanışı, Türkiye halklarının bilincini tazelemede önemli bir manivela rolü oynamaktadır. Bu seçimlerde %10 barajını aşacak yol ve yöntemlerini geliştirmiş, bağımsız aday girişimiyle, kapatılmak istenen düşünce özgürlüğünü meclise götürecek bir kapı aralama dirayeti göstermiştir. Bağımsız adaylar, yeterlilikleri ölçüsünde bir siyasal duruş olarak, alacakları oyların sayısal değerleriyle değil, temsil ettikleri seçmen değerleriyle bu ilkel engelleri aşacaktır.

Bu seçim süreciyle birlikte, Anadolu’nun zengin dinamikleri, bu dayatmalara daha uzun süre seyirci kalamaz. Kapatılan tüm özgürlük ve demokrasi yolları, dev bir güçle aşaması zor olmayacaktır. Bu ilkeller, güç uygarlıklarıdır, Anadolu halkları ise uygarlık gücüdür. Anadolu ulusları, insanlığa ışık saçan uygarlıkların yaratıcıları, uygarlık gücü olarak yeniden diriliş, yeniden doğuşun sancılarıyla bu seçime girecekler. Alacakları sonuç ne olursa olsun, artık ülkemize reva görülen bu statülerin devam etmeyeceğini gösteren bir işaret olacaktır.


Türkiye geneli için dayatılan %10 barajının faşizan bir baraj olduğunu bu ülkenin faşistleri bile itiraf etmektedir, Başbakan da değişik vesilelerle dile getirmiştir. Böylesi akıl almaz şaklabanlıkların tek amacı, ülkemizi tek boyutlu hale getirmektir. Tekrar ediyorum, ülkemizin dokusuna bu çirkin elbise çok dardır. Bölücülük diyorlar işte bölücülüğün en aymaz ve pervasız cinsi budur. Bu aymazlık laboratuar işidir, sunidir. Uzun süre halklarımız boğazını sıkma takatine de sahip değildir, elleri boğazımızda ama gevşediğini kendileri de hissediyorlar. Bu seçimler bu çözülüşün önemli bir adımı olacaktır.

%10 barajına gelince, bu oran aşılması imkansız değildir. Özgürlük olsun, demokrasi kural ve kurumlarıyla ikame edilsin bakalım onlar %10 barajını aşabilirler mi. Bunu anlamak için uzağa gitmeye gerek yoktur, dönüp 2003 seçim sonuçlarında kimler kendi bölgelerinde ne oranda oy aldılar onlara baksınlar. Her yörenin gerçek temsilcileri %50’yi aşkın oyu kendi renklerinde, kendi alanında, gerçek seçmeninden alabilmiş, %10 değil %50’leri aşmıştır. Seçim barajı konmuş ama, bununla yetinilmemiş, seçim sistemi bir o kadar anti-demokratik, parti sistemi inanılmaz teklik zihniyetiyle oluşturulmuş, bunlar gibi sayılabilecek temel kurum ve kural hatası binleri aşar. Sistem, tarihsel korkuların, kaygıların, hırsız fenerinin silik ışıklarıyla sirkatini korumak adına, tek millet, tek bayrak, tek din, tek mezhep, tek program diyerek konsantre edilmeye çalışılmış ama sonuçta, yoğunluğunu kaybetmiş, kütlesiz bir madde haline dönüşmüştür.Bunun bilinç altında kuruluş korkuları yatıyor.

Ancak bilinmeli ki, korkuların kurumlaştırdığı hiçbir şey kalıcı olamaz. Ülkemizin kaderine el koymuş olanların, şu son haftalar içinde için düştükleri vuruşmalar, muhtıra vermekten, tehditte kadar uzanan dalaşlarıyla belirginleşen iktidar kavgaları gerçek bir cuntalar savaşın haline geldiği gözlemlenmiştir.

Cuntalar savaşı, ülkemizde devlet ve tüm siyasal sistemin temel yapısını tanımlar. Hükmet olsanız da, iktidar olamamak bunun adıdır. Zira hükümet cuntası gibi karşısında, Milli Güvenlik konseyi, Silahlı Kuvvetler, Yüksek Yargı Kurumu vb. cuntalar mevcuttur ki, ülkemizde iktidar olup yönetmek, bu cuntalar arası güç dengelerinin ve ittifaklarının sonucu mümkündür. Dengeler bozulunca, nelerin yaşanacağını, birkaç hafta önce tüm çirkefliğiyle tanık olduğumuz olaylar belirmeye başlar. Bu olaylar ki, adaleti ve kararlarını şüpheli hale getiren kirliliğe götürür. Gece yarılarına sığınarak karanlık prensleri, muhtıra vermekte pervasızca davranarak, bu ülkede atanmışların, seçilmişleri dize getirebilecekleri ilan etmekten çekinilmez. Anayasa Mahkemesi dahi, adalet duygularımızı rencide edecek haksız kararlar almakta bir beis görmez. İşte bu çirkin arbedede, bu devlet altında birlikte yaşama duygusu ayaklar altına alınırken, 1 Mayıs gösterileri gelip dayatınca, iktidar için dalaşan cuntaların nasıl bir yoğun kitle haline gelerek, demokratik bir mitingi, yürüyüşü kanlı şekilde bastırdıklarına tanık oluyoruz.

Özgürlükleri, demokratik hak ve talepleri, bu acımasız ve insanlık dışı yöntemlerle çiğnemek üzere aralarındaki sorunları ötelemeleri, ülkemizde demokrasinde yana bu statüyle bir yere gidilemeyeceğine, çok önemli bir veri olarak belirmiştir. Bu yanıyla, %10 barajı anti-demokratik bir sistemin son makyajıdır. Bu silah artık paslanmıştır. Anadolu’nun kadim yerli ve uygar uluslarının uyanışı, Türkiye halklarının bilincini tazelemede önemli bir manivela rolü oynamaktadır. Bu seçimlerde %10 barajını aşacak yol ve yöntemlerini geliştirmiş, bağımsız aday girişimiyle, kapatılmak istenen düşünce özgürlüğünü meclise götürecek bir kapı aralama dirayeti göstermiştir. Bağımsız adaylar, yeterlilikleri ölçüsünde bir siyasal duruş olarak, alacakları oyların sayısal değerleriyle değil, temsil ettikleri seçmen değerleriyle bu ilkel engelleri aşacaktır.

Bu seçim süreciyle birlikte, Anadolu’nun zengin dinamikleri, bu dayatmalara daha uzun süre seyirci kalamaz. Kapatılan tüm özgürlük ve demokrasi yolları, dev bir güçle aşaması zor olmayacaktır. Bu ilkeller, güç uygarlıklarıdır, Anadolu halkları ise uygarlık gücüdür. Anadolu ulusları, insanlığa ışık saçan uygarlıkların yaratıcıları, uygarlık gücü olarak yeniden diriliş, yeniden doğuşun sancılarıyla bu seçime girecekler. Alacakları sonuç ne olursa olsun, artık ülkemize reva görülen bu statülerin devam etmeyeceğini gösteren bir işaret olacaktır.

Bu seçimlerin galibi bu yanıla şimdiden bellidir. Arap imparatoriçesi Zennubiya 1800 yıl önce, MS 270’li yıllarda, Roma imparatorluğu tarafından esir alındığında, dik başıyla, sarsılmaz irade ve kararlılığıyla, topraklarını işgal eden mütecavizlere karşı şöyle haykırmıştı “güç uygarlıkları, uygarlık gücü karşısında er yada geç, mağlup olacaktır”. İmparatoriçemin üstüne söz söylemeye cüretim yetmez.










3.

Sayın Mihrac Ural Antakya’lı olduğunuzu biliyorum, temsil ettiğiniz çevrelerde de lider olarak görülüyorsunuz. Hatay davasıyla Arap etnik topluluğunun kimlik haklarıyla da ilgilisiniz. Bu anlamda ve seçim bağlamında Hataylılara nasıl bir mesaj iletmek istersiniz?



M. Ural

Onlar yalnızca, “ağlayan çocuğa meme verilir” sanıyorlar, ağlamamızı ya da başkaları gibi derin acılar, ölümler tatmamızı istiyorlar. Ölüm tacirleri, varlığımızın tanınması için ölümümüzü bedel olarak koymuşlar. Bu bir amansız denklemdir, yamandır zalimdir haksızdır. Mantıkları budur, yanılgıları da güçsüzlükleri de buradadır.

Kürt ulusal hareketinin 70’lı yıllardaki durumunu göz önüne getirin, “Kürt, dağda yürürken kart kurt sesi çıkartan Türklerin adıydı”. Ama sonra ne oldu, devlet 30 000 masum insanı katletti ve sonuçta Kürt yok olmadı, tersine realitesi keşfedildi.

Bizden de bu isteniyor, onlara bunun olanağını vermeyeceğiz, halkımın bu acıları çekerek tanınmasını talep etmiyorum. Söyledim beyaz kefenimi giyip şehrimin sokaklarında halkımın kimlik hakkını isteyeceğim diye. Zira ben Türkleri, Kürtleri ve tüm Anadolu ulusal varlıklarını seviyorum. Biz Araplar Türkiye’de düşman değil, dost arıyoruz. Onlara duyduğum saygıyı, halkıma göstermelerini istemekten, onların elindeki hakları halkıma tanımalarından başka bir şey istemiyorum. Bölücülüğe karşı olduğum kadar, halkımın kimlik haklarını gasp edenlere karşı kararlıca mücadelede ısrar edeceğimi ilan ediyorum.


Evet Antakyalıyım ve Arap etnik kökenliyim. Her Antakyalı gibi, tarihi bir mirasın bilincinde olarak, Antakyalı olmanın sorumluluğuyla siyasal mücadelemi yürütme kararlılığı içindeyim. Çok kadim bir Alevi şeyhleri ailesine mensubum. Kültürel bilinç altım, doğduğum coğrafyanın tarihsel bilincini miras edinmiştir. Bu Antakya topraklarında, kuruluş öncesi ve sonrası tüm uygarlık duraklarını içeren bir koleksiyonu içerir. İnsanlığa ilk Alfabeyi öğreten Finikelilerden, Roma ve Bizans’a, Arap İslam uygarlığına kadar, arada geçen tüm odakların bilgi birikimleri, benim ulaşmaya çalıştığım ve yansıtabildiğim kadarıyla, kişiliğimin şekillenişinde temel bir veri olarak belirmiştir. Bu, inanç babında da aynı evrimi ve birikimi içerir. İlk kültlerden, çok tanrılılığa, Hıristiyanlıktan İslam’a kadar bir birinin devamı olan inanç kültlerinin vardığı bu günde, 1400 yıllık kararlı ve yoğunluklu duruşuyla, geçmişin tüm dini değerlerini içselleştirmiş, aklı ve akılın eleştirel birikimlerini yaşamın düzenlenişinde temel veri olarak gören Arap alevi mezhebinin, insanlık erdemlerini yücelten tüm değerlerinin mirasını taşıma çabasındayım.

Şehrimin mozaik dokusu, benim insan ilişkilerimde temel aldığım bir yaşam boyotudur. Doğrularımın oluşma aşamaları her boyutuyla bu süzgeçten geçmiştir. Bu nedenle, siyasal mücadelem, ne sınıfsal nedenlerimle nede çevre ve inanç saiklerimle oluşmamıştır. Doğrularımı şekillendiren öncelikle insandır, insani erdem ve değerlerdir. Bunun içinde önemli oranda tarih, uygarlıklar, etnik yapılar, semavi dinler ve bu topraklarda iz bırakan tüm kültürler bulunuyor. Bu nedenle etnik olarak Arap olmama karşı hiçbir zaman “Arapçı” olmadım olmamaya da kararlıyım. Bunun kefaretini, sürgünlerimde ağırca da ödedim, ama duruşumu hiçbir eğri tutum etkileyemedi.

Milliyetçilik tüm toplumların handikabıdır dedim. Bu handikaba etnik topluluğumun düşmemesi için tüm gücümle çalıştım. Benimle birlikte doğruları kesişen tüm arkadaşlarım da, milliyetçi bataklıktan korunmak için elden gelen çabayı vermektedir.

Liderliğime gelince. Liderlik, hak ettiğim bir sıfat olduğu kanısında değilim. 30 yıllık özgürlük ve demokrasi mücadelemde, çekmediğim eziyet kalmadı. Siyasal tutuklu olarak, sürgün sürgün 12 zindan yatırdılar, Sağmalcılardan Selimiye kışlasına, Isparta’dan Denizliye, Bolvadin’den Konya’ya, Adıyaman’dan Adana’ya. Yurt dışına sürgünüm acıların en büyüğü idi. 27 yıldır bunu çekiyorum. Suçum, zaman aşımına uğramış düşünce suçundan başka bir şey değildir. Ülkeme dönmek, Gandi gibi sokaklarında özgürlük ve demokrasi mücadelemi beyaz kefenimi giyerek, şehrimin sokaklarında kararlı bir direnişçi olarak vermek istiyorum. Bun lider olmak değil, bu haklı davanın bir neferi olmak istiyorum. Bir merdiven basamağı olarak, genç liderlerin yetişmesine omuz vermek istiyorum.

Çağrıma gelince, Adı dahi anılmayan insanlar diyorum, Arap olmanız bir yana, insan olmanız bile tartışılır durumda olan hemşerilerim diyorum, Bu gün bilincinize dahi çıkmamış olan etnik bir topluluk olmanızın, kolektif kimlik değerlerinizin faturasını, ağır bir tarzda çekmektesiniz. Bunu algılamanız için, Milli Güvenlik Kurumunun hiçbir ile yapmadığı, özel olarak Hataylıların mal mülk dolaşımlarının takibe alınması kararını hatırlamanızı isteyeceğim. Gurbet ellerde, onur zedelenmeleriyle kazandığınız üç beş kuruşun, şüpheli hale getirilmesi ve takip edilmek istenmesinin, derin nedenlerini kavramanızı istiyorum.

Bu tek boyutlu sistem sizi, “ayrı varlık” olarak algılıyor ve öyle davranıyor. Çünkü biliyor ki, liva İskenderun diye tarihi bir dava vardır ve bu dava bitmemiştir; uluslar arası veriler, bu davanın mutlaka bir gün gelip dünya kamu oyu nezdinde tartışılarak karalı bir dengeye oturtulması gerekecektir. Çünkü biliyor ki, bu toprakların ana dili vardır ve bu yasaklanmıştır. Tarihin tanık olduğu, dev uluslardan biri olan Arap ulusunun insanlığa İslam medeniyetiyle yaptığı katkının, coğrafi olduğu kadar kültürel katkısının ayrılmaz bir parçasısınız. Bundan doğan haklarınız var, bu ülkenin birimizin değil, hepimizin olduğu gerçeğinin bir paydası olarak, adil olan haklarınızı elde etme talebinizin meşruiyeti var.

Oysa siz, bir ölü sessizliğindesiniz. Bunu anlamak güç değil, kırılmışsınız, iradeniz dışında ilhak edilmişsiniz, ama varsınız ve kolektif kimlik haklarınızı bir siyasal programda dile getirmemiş olsanız da, her anınızda, sevinç ve kederinizde, alışverişinizde, evinizde bu hakkı ifa ederek ulusal değerlerinizi savunma kararlılığınızı, direnişinizi göstermektesiniz. Ve bu yüzden sizden sessizce korkuyor ve sinsice sizi kuşatmak ve daha da boğup yok etmek istiyorlar. Çevrelerindeki örneklere bakıp, uyanmadan sizi haklamak istiyorlar. Ne yazık ki, siz de, çevrenizi saran bu ölümcül tehlikenin hiç farkında olmadan tepkisiz bir yaşam sürdürüyorsunuz. Buna rağmen sizi tehlike olarak görmekteler, önlem üstüne önlem almaktalar.

Kendisine saygısı olanlar buna daha fazla dayanmayacaktır. Var oluşunuzun tartışma götürmez değerleri, tüm diriliğiyle ayakta kaldıkça, siz kendi mezarınıza sesiz sitemsiz teslim olarak girseniz de, gelecek kuşaklar bu uyanışı mutlaka gerçekleştirecektir. Bu satırların yazarı bu uyanış için ödediği bedellere, yeni bedeller ödeme pahasına omuz verecektir.

2300 yıllık tarihi Antakya, İskenderun adları, ne olduğu belirsiz bir Hatay adıyla değiştirilip, hafızadan şehir ismini silmekle işe başladılar. O gün bu gündür, göçlerle, depremzedelerin yerleştirilmesiyle, Afganlı göçmenlerin oturtulmasıyla, demografisi ısrarlı ve istikrarlı bir şekilde bozulmaya çalışılan bu tarihi şehirde, Arap halkı yok gibidir. Hatay davası ve bu davanın temel unsuru Arap halkı ve kimlik sorunu uydurma gibidir. Zorlama, dayatma, aydın hezeyanı olarak beliriyor gibidir. Oysa gerçekler çok farklı gelişiyor. Arap halkı, ilhak edilmiş liva İskenderun davasının gerçek verileri olarak, kolektif kimliklerinin arayış ısrarında bu seçimlerle bir adım daha ileri gitme hazırlığı yapıyor. Kendi orijinalitesiyle varlığının ifade edilmesi için, tercihlerinde özgür tutumlar almaya yöneliyor. Tarihsel ve coğrafyasal dev bağlarıyla bir halkın inkarı, ülkemizin bilinen aklı düzeneklerine yabancı değildir. Derin devlette değil, ondan çok daha su yüzünde olan devlette bu inkarın temel temsilciliğini yaparak, kahredici bir yadsımaya yöneliyor. Ama güneş balçıkla sıvanmıyor.

Bu egemen güçlerin inkarcı yaklaşımı, bu cuntaların ilkel akıl yaklaşımı, bu tek boyutçu akıl yetmezliğiyle malul güruhlar, kıymeti kendinden menkul yanılgılarını, bir gerçekmiş gibi, halkımıza dayatma uğraşısındadırlar.

Bu yanılgı çağdışı milliyetçi yaklaşımların, farklılıklara karşı tarihsel davranışlarında dile gelen tutumlarla kesintisiz devam ediyor. Onlar yalnızca, “ağlayan çocuğa meme verilir” sanıyorlar, ağlamamızı ya da başkaları gibi derin acılar, ölümler tatmamızı istiyorlar. Ölüm tacirleri, varlığımızın tanınması için ölümümüzü bedel olarak koymuşlar. Bu bir amansız denklemdir, yamandır zalimdir haksızdır. Mantıkları budur, yanılgıları da güçsüzlükleri de buradadır.

Kürt ulusal hareketinin 70’lı yıllardaki durumunu göz önüne getirin, “Kürt, dağda yürürken kart kurt sesi çıkartan Türklerin adıydı”. Ama sonra ne oldu, devlet 30 000 masum insanı katletti ve sonuçta Kürt yok olmadı, tersine realitesi keşfedildi.

Bizden de bu isteniyor, onlara bunun olanağını vermeyeceğiz, halkımın bu acıları çekerek tanınmasını talep etmiyorum. Söyledim beyaz kefenimi giyip şehrimin sokaklarında halkımın kimlik hakkını isteyeceğim diye. Zira ben Türkleri, Kürtleri ve tüm Anadolu ulusal varlıklarını seviyorum. Biz Araplar Türkiye’de düşman değil, dost arıyoruz. Onlara duyduğum saygıyı, halkıma göstermelerini istemekten, onların elindeki hakları halkıma tanımalarından başka bir şey istemiyorum. Bölücülüğe karşı olduğum kadar, halkımın kimlik haklarını gasp edenlere karşı kararlıca mücadelede ısrar edeceğimi ilan ediyorum.

Bu çağrımda Arap halkının yurtsever evlatları, özgür insanları, demokratları aydınları, sizi sinsizce kuşatan ve boğmaya çalışarak inkar edenlere karşı, bu kez ayrı varlığınızı meclise taşıyarak var olduğunuzu anlatmaya çalışınız diyorum. Sizi gerçekten tüm değerlerinizle temsil etmeye muktedir, geçmişiyle bu günüyle, yazdıklarıyla, önerdikleriyle temsil edecek bağımsız adayları meclise ulaştırmak için oyunuzu kullanın. Bu güne kadar peşinden sürüklendiğiniz, genelleştirici, merkezi, tek boyut dayatmacısı partilerin, sizi temsil etmekten çok uzak olduğu gerçeğini bilerek oyunuzu bağımsız temsilcilerinize kullanın diyorum.

Doğrularınızın arkasında ne pahasına olarak durup, haklarınızı ve hukukunuzu almaya çalışınız. Başkasının gölgesinde var olarak yaşamak hiçbir zaman onurlu bir davranış olmamıştır. Kendiniz olun, kendi tarihsel ve yerel, ulusal ve sosyal, inançsal ve kültürel orijinalitenizle kimliğinizi taşıyın. Sayısal değerlere değil, haklı davanızın gerçekçi tutumlarına ait siyasal duruşları sergileyin. Doğrularınızı pazarlık konusu yapmayınız, onların arkasında durunuz. Çünkü gücünüz oradadır. Bunu başardığınız an, sizi sayı yerine bile koymayanlar, size saygı duyarak, sizi tanıyarak, nitelikçe, hak ettiğiniz yeri teslim etme durumunda olacaktır.

Binlerce yıllık şehirli olmanın ayrıcalığıyla kimliğinize sahip çıkın, zoru değil barışı, birliği ve adaleti seçiniz. “ayrı varlık” gerçeğinizin temsilcisi olacak bağımsız adaylara oyunuzu vererek, meclisi tek renge boyamak isteyenlere, karşı kendi renginizi koyarak, bu coğrafyanın bir barış, birlik, adalet , hukuk, özgürlük ve demokrasi coğrafyası olmasına katkı yapınız.

Mihrac Ural. 3 Haziran 2007




19 Ekim 2007 Cuma

Kimlik haklarımız için dost arıyoruz


















Bu nehir haksızlığa asidir!..


H O Ş G E L D İ N İ Z...

KİMLİK HAKLARIMIZ İÇİN DÜŞMAN DEĞİL DOST ARIYORUZ
1975'ten bu yana süren ve daha ne kadar devam edeceği belli olmayan zorlukları aşarak buradayım. On yılların okumaları deney ve gözlemleriyle oluşan, bilgi birikimlerimin sentezi doğrularımın arkasında, dik bir duruş sergilemenin sorumluluğu ve bilincindeyim.Ülke halklarımın demokrasi ve özgürlük talepleri uğruna yürüttüğüm mücadelede, ülke içinde 12, ülke dışında 6 zindanda çektiğim zorluklar, sürgünlerin riskleri, doğrularımın arkasında her defasında yeniden dik durmamdan ve daha güçlü yürümemden başka bir etki yapmamıştır.
Mültecilik yıllarımın çok bilinmeyenli denklemleri, ağır ülke özlem sancılarıyla dolu. Umudum,doğduğum topraklara dönmektir. Tanrının rahmeti, mültecilik koşullarında gelip çatarsa eğer, vasiyetim:
Organlarımı, ihtiyacı olan herkese bağışlıyorum, geriye kalanı geleneklere uygun şehit yoldaşlarım için yaptığım anıt mezarlığında toprağa verin. Cesedimi yakın diyecektim, geleneklere aykırıdır dendi, peki dedim. O zaman son giydiğim terli esvabımı yakın, küllerini ikiye ayırıp kaplara koyun, birini Asi Nehri'ne, diğerini Akdeniz'e dökün. Asi nehri güneyden kuzeye akar, sınırları engelsiz aşar, küllerimi yurduma taşır. Akdeniz sularında küllerim, çam ormanlarından süzülmüş güney rüzgarlarıyla, doğduğum topraklara ulaşır.
Hak dünyasındayken, ne cennet isterim ne de Nehr-i Kevser'de bir köşe, tek isteğim ülkeme küllerimle de olsa dönmektir. Ve gecikirse rahmeti tanrının, Gandi gibi kefenimi giymiş olarak, kararlı ve sabırlı bir direnişle, doğduğum toprakların yollarında elimde mum ışığıyla özgürlüğü, demokrasiyi ve halkımın kimlik haklarını arayacağım.
Bunun için düşman değil, dost dilenciliği yapacağım.Bilinmeli ki, bu satırların yazarının doğruları, ne sınıfsal konumundan ne de etnik aidiyetindendir. İnsandır ve doğrularının tek sınırı da insanlık erdemleridir.
Bilişim çağının, kolektif insan akıl etkinlikleri sonucu gelişen, ilerleyen ve yeni bir uygarlığa açılmaya başlayan dünyamızın orijinal bir dişlisi olarak, etkilenen ve etkileyen olma amacıyla mücadelesinin yönünü, bu doğrular belirlemektedir.Zira inanıyorum ki, arkasında durulan hiç bir hak kaybolmaz.
Kararlı bir iradenin arkasında duracağı gerçekçi hak talepleri, er ya da geç, sahiplerine teslim edilecektir.
Roma, MS.272 dolaylarında, Arap Tedmur İmparatorluğunu işgal eder. İmparatoriçe Zennubiya, bugünkü torunları bizlere örnek oluşturacak bir direnmeyle karşı koyar ve esir düşer. İmparatoriçe Zennubiya kolları ayakları zincirlidir, Roma’ya esir olarak götürülmektedir. Onuru kırılsın diye, sıra sıra, acı ve öfkeyle duran halkının önünden geçirilir.
Zennubiya başı dik ama tedirgin bir bekleyiş içindedir. Bakışları kartal gibidir ancak beyni bin bir soruyla meşguldür; halkını evlatlarını gelecek kuşaklarını düşünmektedir.
Masajı vardır ve onu vermekle yükümlü olmanın hazırlığı içindedir ki, duruşu rakibini mat edecek bir hamlenin eşiğinde gibidir. O anın geldiğine karar verince bir hamleyle, kollarında, boynunda ayaklarında taşıdığı ağır zincirlerin şakırtısıyla ayağa kalkar.
Zennubiya artık bir şahin gibi, avını pençesiyle yakalamış gururlu bir dik duruşla ayaktadır. Bir dev gibidir. Uzun saçlarıyla, dünyaya ün salmış güzelliğiyle, muhteşem heybetiyle, yüce dağlar gibi ayaktadır.
Ve o an çattığında, o şaşkın kitlelerin çılgın uğultuları, feryadı figanları, haykırışları bir keskin bıçak vurmuş gibi kesilir.
Artık on binler, bir mucize bekler gibi gözleri donuk, sürrealist bir sarkma halinde, zamanın eğrilişine, hatta kırılışına tanıklık yapar gibi bir mezar sessizliğine bürünmüşlerdi.İşte o an, bir kılıç darbesi indirir gibi, asırları aşacak, kuşaklar boyu bir bayrak olacak, ölü ruhları dirilten, hesap gününe çağıran haykırış, gelecek kuşaklara bir mesaj olarak, İmparatoriçem Zennubiya’nın ağzından bir bayrak gibi dalgalanmaya başlar:
"Uygarlığın gücü er ya da geç güç uygarlığını yenecektir."
İmparatoriçemizin vatan sevgisinin tecellisi olan bu çığlık, 1800 yıl sonra, emperyal güçlerin saldırı, yıkım ve işgal siyasetlerine karşı bir bayrak olarak dalgalana gelmiştir.
Dün olduğu gibi bu gün de, arkasında durulan hak kaybolmamıştır.
Topraklarımızı işgal eden, yakan ve yıkan hiç bir güç halklarımızın direnişi karşısında duramamıştır.
Hak er ya da geç, sahiplerinin direniş çağrısına uymuş, yerini bulmuştur.
Bu alanda sizlerle bunu paylaşacağım.Buyurun birlikte tartışalım, ben kendi adıma katkımı hatalarımla sevaplarımla, yazınsal ortamın inkar edilmez sorumluluk ve açıklığıyla ortaya koyuyorum.
Katkınızı ve özellikle eleştirilerinizi bekliyorum, beni besleyecek olan, halkımın kimlik haklarına aradığım dostluğu kazandıracak olan da budur diyorum.
Mihrac Ural 04 Ekim 2007

ANAVATANDA ANADİLSİZ YAŞAMAK
















"ANA DİLİN ELİN AYAĞIN KADAR SENİN..." ( 'Üç Dil', şiir Bedri Rahmi Eyüboğlu)


ANAVATANDA ANADİLSİZ YAŞAMAK !..

Mihrac Ural


Anavatan, tarihte doğal toprakları yaşama ilk kez açanların vatanıdır. Orta Asya'nın Türklerin anavatanı olması gibi.Orada başlar, bu güne uzanan ve ulus olarak örgütlenen insan topluluklarının yaşam serüveni.

Toprağın anavatana dönüşmesinde maya dildir, ana dildir. Toprağı ilk kez yaşama açanların, anadilleri etrafında oluşturdukları toplumlasal doku, tarihin en istikrarlı doğa ve kültür dokusu olarak bilinmektedir. Bu doku, arkasında kararlıca duran insanlar var oldukça, bozulamamıştır. Nedenleri çok farklılıklar taşısa da, istisnalara bir yana, tüm insanlık tarihi dünü ve bu günüyle, coğrafi alanlarla halk topluluklarının yaşam alanlarını birleştiren temel etkeni bu olmuştur. Burdan harektele, tarihten çıkıp gelmiş haliyle her anadilin yaşadığı toprak bir anavatandır. Bu işgalci güçler tarafından siyasi egemenlik altında tutulmuş olsa da öyledir.

Anadolu'nun anadillerin anavatanı bir coğrafya olması da bundandır. Bu, anavatanında ana dilleri yasaklayan Türkiye Cumhuriyeti yasalarına rağmen öyledir. Anadolu topraklarını yaşama ilk kez açanlar, ilk kez sürüp ekerek ona ruh verenlerin anadilleri bu toprakları anavatan haline getirmiştir. Yerli olmak budur. Bu gerçek arkasında durabilen Kürt ulusu, acımasız zorluklara direnerek bundan doğan haklarını savunmuştur. Baskılara, ölümlere, yıkımlara tehcir ve yasaklara karşı direnişini yükseltmeyi sürdürebilmiştir.

Anadolu, anadil soykırımlarının yurdudur da . Orta Asya'dan bir kısrak başı gibi gelip uzanan ve anayurtları söküp atan, yakan, yıkan, at nalları altında ezen, kılıç darbeleriyle kan ırmakları yaratan, fütühat adlı, miletlerin emekleriyle oluşmuş servetlerin gasp ve talanla süren bu acımasızlık, anadil soykırımıylada belirginleşmiştir. Bununla, coğrafyanın kimyasıyla birlikte barışıda yok olmuştur.

Askerini varabildiği yerde dikebilen, orayı sınır ilan etmiş, bu güne gelmiştir. Ancak bu hiç bir şekilde yaşama azminde olan anadillerle toprakları arasındaki bağı katledememiştir. Bu gün Kürtler bu gerçeği temsil etmektedir, Araplar da bu verileri tümüyle omuzlarında taşımakta hak talebi için hazırlanmaktadır. Bu verileri taşıyan başka etnik yapılar da kendi anavatanları olan topraklarda bu gerçeği dile getirecektir.

Kimse yanılmasın, Anavatan ne belli bir devlet hükmü altındaki topraktır ne de bayrak diye dikilen figürün gölgesi altındaki alandır. Anavatan, toprağı yaşama ilk kez açabilen anadilin coğrafyasıdır. Ve her coğrafya, er yada geç anadilin hükmü altında özgür olacaktır.

Bu gerçeği, "tarihin geçmiş tüm sorunlarını halletmeye çalışmak" diye kimse sulandırmaya kalkışmasın. Hayır Tarihin sorunlarını kimse halletmeye kalkışmayacaktır. Bu zaten mümkün de değildir. Bu gün sorun olarak ortaya çıkan ve kendini dayatan tarihin sahipsiz kalmış sorunları olmadığı da çok açıktır. Tarih olmuş, Hittiler, Sümlerler kimseden anadil hakkı istemiyorlar, Akadlar, Asurlular anadillerinin kimlik haklarının, anavatanlarının özgürlüğünü talep etmiyor. Bu türden iddialar, var olan gerçeğin üstünü örtme, anlamsız genelleştirmelerle bulandırmadır.




Bu gün kimlik hakkını isteyen, Tarihe ve tarihsel zorbalıklara rağmen var olmayı başarmış, kendi ana toprağında ezici bir çoğunluk olarak yaşamaya devam etmiş ve bununla da kalmayıp haklarının arkasında durabilecek kuşaklar yetiştirmiş ulusların, ulusal toplulukların ve ayrı varlıklardır. Bunların taleplerinden bahsediyoruz. Bu talepler, toprakları yüzyıllar önce bir gaspçı, işgalci güç tarafındanhükümranlık altına almış olsa da, ulus olarak haklarının arkasında durma ısrarında var olmalarıyla, haklı bir talep haline gelmiştir.

Böyle olmasa Türk ulusunun Atatürk önderliğindeki kurtuluş savaşının hiç bir meşru yanı olamazdı. "Osmanlı yıkıldı Türk ulusuda yıkılmalıydı" der geçilirdi. Ancak Türk ulusu ben varım dedi, ordusunu topladı, evlatlarını diğer anadolu ulslarının evlatlarıyla birlikte, özgürlük için ileri sürdü ve Anadolu'yu işgalcilerden kurtardı. O gün hak olan özgürlük talebi, neden bu gün Kürtler ve Araplar için hak olmasın. Bu uluslar kendi topraklarındadır. Mülteci değil, göçmen değildir. Binlerce yıllık bir ilk yerleşimciler olarak, toprağı yaşama ilk açanlardır. Ve bu gün tüm dirilikleriyle haklarının arkasında durmaktadırlar. Bundan ötesi sorun, tarihin geçmiş davaları kapsamında değil, bu günün sorundur, bu günün ertelenmez taleplerinin çözümündedir. Anadil ile anavatan arasındaki bağı bu yanıyla kavram gerek. Bu gerçek tarihin yaşama şansı bırakmadığı anadillerle anavatan arasındaki ilişkiyle hiç bir ilgisi yoktur. Tersine tarihin badirelerinden çıkıp gelmiş haliyle, yaşayan anadilin, anavatanı üzerindeki haklarıyla ilgilidir. Bunun da arkasında kararlıca durmaktadır. Bugün var olan gerçek budur.

Bu talep dünyamızı, üzerinde yaşayan her insan için anavatana dönüştürecek uygarlığın ikamesine kadar da devam edecektir. Yerel olan bu kanalla evrensele bağlanacaktır.

Bu yüzden, yüz yılların korkularıyla, başkasına ait toprakları hükümranlık altında tutma gayretinin kaygıları üzerine kurulmuş zoraki bir yaşamla, anadilleri tehlikeli görmek, büyük bir handikabdır. Bu yönde ısrarcı bir baskı sistemiyle sonuna kadar ayakta kalınabileceğini sanmak ise, kendini aldatmaktır.
*
Bilinmeli ki, Anadolu anadillerle dolu bir coğrafyadır. Bu coğrafyanın barışı da, anadillerin özgürlüğü ve barışıdır aynı zamanda Oysa, bu toprakları ırkçılık, milliyetçilik ve şovenizm, kana bulamakla kalmamış, lime lime bölüp parçalayıp ruhları kaosa sürüklerken, anadilleri soykırıma da uğratmıştır.

Bu topraklarda barış sukut etmiştir. Bununla kalınmamış, tüm anadillerden anaların gözyaşları sel edilmiştir. Kimi gençler sürgünde hakkın rahmetini beklerken, kimisi vatan diye bildikleri cehennemde yaşamağa doymadan, hatta ölmeden toprağa gömülmüştür. Vatan hizmeti adı altında, iradesi dışında, emir komuta zincirine mahkum olarak, özgürlük arayanların katline koşularak anası ağlatılmıştır. Kimisinin ise, toplumsal kimliği kadar, ana gözyaşları da yok sayılmıştır !..


Anavatanda anadilsiz olmak, bu ucube siyasal tarihin var oluş koşulu gibidir. Bir kara kader değil, bir kara delik gibidir, ışığı soğuran, emen ve yok edendir. Tarihte yaşama açılmış her bir karış toprak, bir anadilin ayırıcı varlığıyla vatana dönüşmüştür. Bunun içindir ki, anadil hakkı, özgürlük haklarıyla birdir, bir bütündür. Bunu sorunun bir parçası görmek yerine, çözümün bir parçası olarak algılamak, toplumsal adalet duygusunun, barış umutlarının temel kaynağıdır.

Barışa hasret bu topraklarda, anadillere özgürlük gerek. Buna yasak koyanlar bir an, anadillerinin yasak olduğunu var sayarak yaşamaya çalışsınlar. Görecekler ki, anadil olmadan vatan bile, bir cehennemdir.

Ayrı varlık bir ayrı anadildir. Bu düşmanlık değil dostluktur. Kimlik beyanı, diğeriyle ilişkinin sağlıklı yürümesi için bir tanıtım kartıdır. Tarihin derinliklerinden kopup gelmiş kendini ifade etme tarzıdır. Bu gerçeği, sonradan kazınılmış bir kimlik olarak görmek, askeri ya da güvenlik araçlarıyla bastırmakla çözülebileceğini sanmak, hataların en büyüğüdür. Barışı bozan kanlı süreçleri başlatan da, bu ilkel zihniyettir. Bundan kaçınmak önümüzde aşılması gereken önemli bir sorun olarak durmaktadır."

"Bir kelime ne kadar sık kullanılırsa o kadar az değişir" belirlemesi, dil bilimcilerinin Paris’te yapılan toplantılarında, dil için evrensel bir yasa olabileceğine işaret etmektedir. Haber bu gün http://www.firatnews.eu/ ajansından verildi. Bu yasanın anavatan algılanışına uyarlanması çok daha dikkat çekici sonuçları olduğunu iddia etmekte yanlış olmayacaktır.

“Toprağı yaşama ilk açan anadil, o toprağı ne kadar sık işlerse o kadar sıkı bir anavatan haline getirir” demek yanlış olmayacaktır. Toprağımızı her defasında daha bir güçlüce işlemek, anadilimize ait toprağı daha da güçlüce anavatanlaştırmaktır. Dünyanın neresinde, hangi nedenle olursak olalım, anadilimizin coğrafyasını üstümüzde taşımanın anlamı da budur.

15 Ekim 2007

10 Ekim 2007 Çarşamba

GEREĞİ YAPILACAK !..




Bu makaleyi yıllar önce yazdım. Ülkeme musallat olan zihniyet, on yıllar hatta, yüz yıllır önce ne ise öyle kalmış. siyasal sistemleri kırılmış ama, sorunları çözmede, zora dayalı iradeleri evrimleşmemiş, kaskatı olduğu gibi kalmış. Baskı araçlarıyla, güvenlik önlemleriyle sorunların çözüldüğü tarihin hiç bir kesitinde tespit edilmemiş olmasına rağmen, tarihten kopuk bu ilkel çözüm dayatmaların iflasından da ders alınmamıştır. Gençlerin ölümü üzerine oyanan, halkların birbirini kırması üzerine tezgahlanan ve sonuçtan her kesin zararlı çıkacağı açık olan bu süreçte kaybeden tek taraf bu irade olacaktır. Bu kayıp, ulusun tüm değerlerinin de erazyona uğramasını getirebileceği tehlikesinide hatırlatmak yerinde olacaktır.


Bütün mesele Kürt ulusunun varlığını kabul edip etmemekte, siyasal haklarını teslim edip etmemekte. Lafı hiç bir yere çekmeden sorunu olduğu gibi öylece tespit etmek gerek. Bu ulus gerçek mi? değil mi? Var mı? yok mu? Sorun bunları içselleştirip içselleştirmemekte yatıyor. Bu yüzden zorbalığı, askeri baskıyı ve ölümü çözüm olarak görenler, sahip çıktıklarını sandıkları vatanı tekellerinde tutuma gibi bir dayatmayla , bu topraklarda yaşamını sürdüren diğer ulusal varlıklara tek çıkış yolu bırakmaktadırlar, ya öleceksiniz ya savaşarak hakkınızı elde edeceksiniz. Bu onurlu uluslarda haklarını alma kararlılığı göstererek, tarihin büyük zulümlerine boyun eğmeden bu güne geldikleri gibi, bundan sonrada varlıklarını korumak, haklarını almak için kararlı olduklarını ilan ediyorlar ve kuşak kuşak evlatlarının fedakarlığın sunmakta tereddüt etmiyorlar. Bu meyanda hak talebinin bu türden tecelisine, "terör" demek, "kandırılmış çocuklar"ın öne sürülüşü demek, kendi kendine alay etmektir, ne komedi ne de trajedidir, bunamadır, şaşkınlıktır !..


Buna rağmen Kürtler, liderleri, siyasal örgütleri ve sivil toplum kuruluşlarıyla barış talebini yapmaktan geri kalmıyarak çağdaşlıkta örnek oluşturuyorlar. Ancak, barışa geçit vermeyenler, ilkel ırkçı, milliyetçi, ulusalcı ve şoven eğilmlerle var olan gerçekleri yok edebileceklerini sananlar, bir kez daha sınır ötesi "operasyona tezkere" kesmek istiyorlar. Bırakalım, ABD'nin Iraktaki hallerini ve Kuzey Irak'ta sağlanmış nispi suküneti bozup bozamyacağı ihtimalini, Irak'ın her hal ve koşuldaki hükümet iradesini, Kuzey Irak yönetiminin böylesi bir oparesyona karşı duruşunu, Böylesi bir operasyanun ülkede yaratacağı kaoslar, bırakalım bütün bunları bir kenara. Sınır ötesi oparasyon bir gezintimi sanılıyor, "mavi yolculuk"mu. Hangi akıl böylesi bir sürecin bir bataklığa girmek ve ebedi bir kavgaya ait cehennem kapılarını açmak anlamına geldiğini göremez ki !..


Rezilce sunulan timsah gözyaşlarının medyası, halkları birbirine kırdırtma yönünde işleyen çok bilinmeyenli denklemlerin bir aracı olarak, milliyetçi, ırkçı ulusalcı bölücülerin adına, askeri kapışmada ölen askerin anasını yansıtıyor. Bu acı, bir insanlık acısıdır, doğrudurda. Ama ölen Kürt, insan değilmi, anası yok mu? Kürt ananın gözyaşı da mı yok. İşte bütün sorun bu dar bakış, bu inkar, görmemezlikten gelme mantıksızlığıdır. Böyle sürdükçe de, daha çok tezkere alınır, verilir. Sonunda var olan gerçek, Kürt ulusalgerçeği, tüm tarihi görkemiyle siyasal haklarına kavuşur ve bu sürecin sorumluları vatan diye yer aramaya başlar. Bir düşünülsün, Osmanlının egemenlik altında tutuğu geniş topraklardan geriye kalan ne oldu ki? Zorla kimse kimsenin topraklarını tekelinde tutamaz. Bu ülke birimizn değil hepimizindir. Ortak, özgür ve demokratik bir yaşam için bunu birbirimize kanıtlamakla yükümlü olduğumuz anlaşılmaksızın ortak vatan oluşturulamaz. bu toprakları tarihe ilk açanlar, onu yaşama ilk işleyenlerin siyasal haklarını görmezden gelerek, devletin askeri zorbalığına dayalı bir hüküm uzun süremez. Bunu anlamak için, bir kaç saat anadilinizin yasaklı olduğunu düşünerek yaşamaya çalışın, empati yapın. Görülecek ki, sorunu çözme yönünde adım atmak o kadar zor değildir.

Yıllar önce yazdığım bu makele, kıymeti kendinden menkul tezkere tartışmalarının ayuka çıktığı 9 Ekim 2007 tarihi itibariyle, ülkemde bu yönden hiç bir şeyin değişmediğini görüyorum. Bende hiç değiştirmeden okumanıza sunuyorum.


Bedreddin Mahir

Savaş çılgınlığınız için ürettiğiniz tüm bahaneler yalandan ibarettir.

Bu maliyeyle değil savaş, bir mahalle kavgası bile veremezsiniz.

Sınırımızda tezgahlanmakta olan savaşa her ne şekilde olursa olsun katılırsanız kırılan taraf olacaksınız. Savaşa karşı olmak,barışı savunmak bu gün ve yarın için, gelecek kuşakların kardeşliği ve dayanışması için tek yoldur.

Ülkemizin bir dış korku ve sorun saikleriyle çözülmesi gereken hiçbir davası yoktur. Dava içtedir, halklarımıza karşı yerine getirilmemiş yükümlülüklerinizdedir.

Bırakın vermeyi düşündüğünüz savaşın insanlık dışı ahlaksız ve haksız bir savaş olacağını, bu savaştan ayaklarınız üzerinde geri dönme şansınız olursa, halkın demokrasi ve özgürlüklerini gasp etmenizden, iktisada dayadığınız krizlerden, adalet ve hukuka karşı işlediğiniz ağır tahribatlardan, insan haklarına işkence ve zindanlarla cevap vermenizden dolayı birikmiş suçlarınızın açtığı hendeklere düşmekten kurtulamayacaksınız.


“Gereği yapılacak” sözleri gündemden bir türlü düşmüyor. Telâffuz etmemelerine rağmen demek istiyorlar ki, savaş açarız, ordularımızla üstlerine gider, işlerini bitiririz. Sanırsınız ki, muhtardan bir ikametgah kağıdı çıkarıyorlar ya da mavi yolculuğa çıkıyorlar, o kadar kolay. Biz bu makalede var sayacağız ki, bol keseden savaş çığırtkanlığı yapan iktidar ricalinin önünde başka seçenek kalmadı, tüm veriler kendilerini savaşa sürülmekle yüz yüze bıraktı. Nasıl savaşacaklar, neyle savaşacaklar ve savaşın ekonomi politiği ne olacak.

Önce, cesaretle tarihi hatırlamak gerek. Viyana kapılarındaki hezimetten bu yana her savaşın maliyeti “toprak kaybı” ve ağır müeyyideler olduğu unutulmamalıdır. Bu milleti yönetenler, kıymeti kendinden menkul yönelimlerinin ağır faturasını yalnızca bu millete yıkmışlardır. Lozan’a kadar olan süreçte, gasp edilmiş 4 milyon kilometre kare toprak sahiplerine dönmüştür. Lozan’dan bu yana savaş olmadı. Hatay’ın ilhakı kapanmamış bir dava olarak, Fransızların ikinci dünya savaşı hazırlıkları çerçevesinde sundukları bir mayın, hala toprak altında henüz üstüne basılmamış. Kıbrıs ise, birkaç bin milise karşı ağır kayıplar verilerek ve bu güne kadar başa bela, içinden çıkılmaz sorunların kaynağı olan ateşten gömlek. 80 yıldır savaştan uzak, bir ordu ve millet. Savaşın fiili tahribatlarına ait hafızalarında bir şey bulunmayan bir toplum. Ve siyaseti günlük kaygılarla şekillendiren, sığ bilgilerinin sönük feneriyle kendine dahi yol gösteremeyen yöneticilerin şoven, ilkel milliyetçi, hesapsız çığırtkanlığı. Bu tabloda gereği yapılacak bir dış sorundan çok bir iç sorun var gibi.

“Gereğini” yapacaklar, ama arkalarında kocaman boşlukların, siyasi-sosyal- ekonomik hendeklerin farkında değiller. Demokrasi ve özgürlük talepleri hiçbir zaman tatmin edilmemiş, ulusal mozaiği reddedilmiş, küreselleşme talepleri kaale alınmamış, insan hakları, hukuk ve adalet ihtiyaçlarına işkencelerle, zindanlarla cevap verilmiş kaynayan bir toplumu arkasında bırakarak, komşu ülke topraklarına mavi yolculuk yapar gibi, fütuhat yapılacağını sanmaktadırlar. Ama Clausewitz’in dediği gibi “Savaş politikanın başka araçlarla devamından başka bir şey değil” ise, politikanın toplumu nerededir ne durumdadır. Toplum, tüm maddi ve askeri imkanlardan önce ve sonra her savaşın esasıdır. Buna uygun, haklı, onurlu ve savunma amaçlı bir savaş yok ise orda savaşa ait bir toplumda yok demektir. Ülkemiz, Osmanlıdan arta kalan kirli ve karanlık yöntemleri terk etmeyi kesin bir şekilde karara bağlamıştır. Cumhuriyet, tüm eksikliklerine karşın, bu adımın en net ifadesidir. Komşuluk ilişkilerinin tarihi erdemi, tecavüzün her türünü dışlar. Her millet, her ülke maceracı yönetimleri yüzünden, kimi talihsiz dönemlere maruz kalabilir. Bu gün komşumuz Irak maceracı zalim bir yönetim altında, bu karanlık günlerden geçmektedir. Bu konumda, komşumuzun yaralarını sarmasına, adil şekilde iç sorunlarını çözmesine, fırsattır diye bu koşullardan yararlanmadan, tarihin hafızasına silinmeyecek aşağılık davranışlara girmeden, dost elini uzatmak gerekmektedir. Bu dönemde işlenecek bir hata, hiçbir zaman unutulmaz. Bu bölgede ebede kadar birlikte yaşamak diye bir kaygı varsa, er yada geç yüz yüze gelecek olan milletler, aralarında hiçbir kötü iz bırakmamış olmalıdırlar.

Osmanlıdan arta kalan acıların tekrarı istenmiyorsa, Arap milletinin dev coğrafyası ve potansiyelleriyle ve temelde halkıyla dost kalınmak isteniyorsa ne türden gerekçeyle olursa olsun topraklarına tecavüz edilmemelidir, her hangi bir tecavüze de ortak olunmamalıdır. Kürt Federe Bölgesi Parlamentosu ya da anayasa taslağı ile ortaya koyduğunuz kaygılar ve tehditler inandırıcı değildir; 1992 de Parlamento kurulurken, 1997’den beri anayasa taslağı ortada dururken hangi çıkar saikleriyle susmuştunuz. O saikler sizin için hep geçerlidir ve bu olaylar Irak’ın iç içişleriyle, tarihiyle, acılarının kurduğu kendine özgü dengeleriyle ilgilidir. Sizin kaygılarınız, komşudaki gelişmeler ülkemizde emsal teşkil etme sorunu ise, bu sizin iç işinizdir: Sorunlarınızı, halkınıza güvenebildiğiniz kadar, hızlı çözebilirsiniz, ama bunları gerekçe göstererek başkalarının iç işlerine karışamazsınız. Irak Kürtlerinin Kerkük’ü başkent ilan etme kaygılarınıza gelince, bu daha komiktir, kimseyi aldatmaz. Bunu savaş nedeni ilan etmeniz ise, gerçek niyetinizi, komşu topraklara yapacağınız tecavüzü anlatır. Kaldı ki, Kerkük öyle basit bir belirlemeyle her hangi bir ulusun malı ilan edilemez. Kerkük Arapların olduğu kadar, Kürtlerin de diğer etnik toplulukların da yaşadığı bir kenttir. Kerkük öncelikle, Ortadoğu kültürlerinin harmanlandığı bir kenttir. Ama sorun o değil, sorun petroldür, servettir. Bu yüzden Kerkük’te yaratılacak bir oldu bitti kimseye kar getirmez. Hiç kimse böyle bir maceraya da girişemez. Kerkük’ün yönetimi sorunu ise, çok farklı bir kapsamda dır. Kerkük’ü en adil olan, tüm renkleriyle etnik dokusunu bir zenginliğe çevirebilen, demokrasi ve özgürlükleri ikame eden yönetecektir. Buna da Kerkük halkı karar verecektir. Kendi ülkesini yönetmekten aciz olanlar değil. Kaldı ki, kim yönetirse yönetsin, Kerkük Kerküklülerindir, servetleri de.

Savaş prenslerinin bu gerçeği iyi anlamaları gerek, her kesin bildiği gerçekleri çarpıtarak başlattıkları gerginlik, gerçekleri bulandıramaz .

Savaş prenslerimiz öncelikle, ortak ülkemizde Kürt milletine karşı yapılan yanlışları, ilkellikleri, şovenizmi ve çirkin davranışları göz önüne alarak, Kuzey Irak Kürtlerinin zalim Bağdat yönetimlerinden çektikleri acılara yenilerini eklememeleri gerek. İşlenen ve işlenme hazırlığı yapılan savaş cürümüne ortak olmamaları gerek. Yarın, komşu tüm devletlerin bencil milli çıkarlarının mahkumu olan itirazlarına rağmen Kürtlerin de, yaşama açtıkları topraklarda, yöneten özgür bir millet olacağını göz önüne alarak, dostluk ve dayanışma içinde olmanın planlarını yapmalıdırlar. Bunun için, savaş değil savaşa karşı mücadele etmek gerek. Bu gün birimizin değil, hepimizin olan bu ülkede toplumun duyarlı olduğu ve hazır olduğu mücadele budur, savaş değil.

Bu meyanda, halkını arkasına alamamış, toplumun taleplerini hiçe sayarak alınacak olan savaş kararı, hangi politikaların aracıdır. Bu araç yalnızca, millete yeniden Yemen türküleri okutur; giden geri gelmez. Şoven kışkırtmalarıyla oluştuğunu sandıkları kamuoyuyla, “yüksek milli çıkar” kararlarının sokaklarda alınacağını sananlar, sokaklara dahi çıkamayacak sonuçlarla karşı karşıya kalırlar. Bu asla unutulmamalıdır.

Buna rağmen var sayımlarımıza devamla, teorik olarak bir kaptı kaçtı savaşıyla büyük ganimetler elde ederek karlı çıkılacağı hesaplanıp. Savaş kararı alınarak, savaşa fiilen başlansa, bir kez başlama kararı alındıktan sonra, savaşa son verme kararının elde olmayacağı gerçeğiyle, bilançonun ne olacağına bir göz atmak gerek.

Başlama kararı elde bulanan, ancak bitirme kararı hiç kimsenin elinde olmayan bu savaşı yapacak orduların maliyeti, yalnızca bu seyahatin yol masrafları ne olacak. Yani savaşın ekonomi-politiği nasıl oluşturulacak. Bu maliyet seçim meydanlarında bol keseden vaatlere benzemez. Bu alanda yalan, başladığı an biten bir cehennemdir. Savaş çığırtkanları, askeri bir bölüğün, bir tugayın ve hele hele bir ordunun bir yerden bir yere nakli için, kaç yüz milyon dolarlık harcama gerektiğini hiç biliyorlar mı? Bu noktada, şaşkın siyasetçilerin maceracı çığırtkanlığı ile askeri eğitim görmüş subayların olağan üstü temkinli sözleri önemli bir ip ucu olsa gerek.

Savaş, kahramanlık, yiğitlik gözü kara olmakla başlatılarak, kazanılmaz. İsterseniz bunlarla başlarsınız ama dev olanaklarıyla bir bütçe ve dev harcamalarla önceden hazırlanmış çok boyutlu lojistik kaynakları hazırlamaksızın bu savaşı ayakta bitiremezsiniz. Hele hele bir başka ülke topraklarından sırt üstü dönebilmeniz bile büyük bir başarı olur.

Roma’dan itibaren, tarihte gelmiş geçmiş en büyük süper güç olan ABD dahi, savaşın hasım ülkenin topraklarına ayak basarak sürdürülemeyeceğini iyi biliyor. Bunun için bölgemizde tavşan kaç, tazı tut taktiğiyle, bir Kürt kartına, bir Türk kartına oynayarak, kışkırtarak, provake ederek, gönüllüler arasından en iyi maşayı seçmeye çalışmaktadır. Ama unutulmamalı ki, ABD’nin böylesi bir savaşta en kötü sonuçları alsa da, gidebileceği bir yeri var. Ya siz nereye gidebilirsiniz.

Bir savaş ne kadar kısa sürecekse sürsün, on milyarlarca dolarlık bir maliyetle başlar. Maliyeti, her saat, her yeni gün katlanarak artar. Önce tükenen her merminin, silahın, bombanın, füzenin vd. yerini dolduracak ihtiyatların, stokların maliyeti. Sonra, bunların yeterli olup olmamaları riskinin bindireceği ihtiyat maliyetler. Acil önlemler için bunlara katılması gerekebilecek yeni silah ve mühimmatların maliyeti. Saldırıda ve savunmada doğabilecek açıkların kapatılması için gerekli mali kaynaklara uzanan binlerce unsuru içeren hazırlıklar ve faturaları. Hasım topraklarda atılacak her ileri adımın, önünüze koyacağı düzenlemeler ve mevzilerin ikamesi, alt yapı sorunlarının maliyeti var. Bilinen o ki, savaş şose yollarda yapılmıyor, serbest arazinin ham zemini üzerinde veriliyor. Bu zemini aynı anda lehinize çevirecek maliyetle düzenlemez iseniz, bir anda askeri gücünüze mezar da olabilir. Adım atılan yerlere acil askeri alt yapı ve düzenleme maliyeti, özellikle yabancı topraklarda derinlemesine yapılacak işgallerde, bu maliyetler tüm acilliğiyle ve şiddetiyle karşılanması gereken maliyetleri getirecek. Bu konuda gecikme, önceki harcamaları da alıp götürür. Bu basit unsurları savaş tellalları ne kadar bilince çıkartmış, bilinmiyor bile. Sadece kara değil, bir hava savunması kurmak için, anti-füze bataryaları için kaç milyar dolar gerektiğinin hesabı yapılırsa, ne tür bir maliyetle karşı karşıya kalınacaktır bilinmiyor. Savaşırız, ”gerekeni yaparız” demekle savaş ne yapılır ne de kazanılır.

Ülkemiz, on yıllar içinde tüketilen ekonomik kudretlerden hangisine dayanarak savaş yapacak? İç ve dış borç toplamı 204 milyar dolar, gittikçe de artmakta, son IMF kredileri ardından başlayacak on milyarlarca dolarlık faiz ödemeleriyle, ekonomi altından kalkılması mümkün olmayan bir kıskaç altında. Milli geliri 2000 doların altına düşürmüş, 1995 veriliyle %300’lük bir borç artışı ve ardından gelen 2.5 milyon işsizler ordusu üretmiş. Enflasyon üçlü hanelerden inmediği gibi, kendi kendine yeterli ülke ekonomisinde tarım ithalatı katlanarak büyüyor. Savaşta ekmek bulmak bile büyük torpil gerektirecek. İthalat, ithalatı kovalamakta, firmalar art arda kapanmaktadır. Son yılın iş gücü nüfus 392.000 kişi artarken, istihdam ise 258.000 kişilik bir azalmayla bilinen kriz ivmelerini de aşmış bulunuyor. En üretken iş gücü olan kentli emekte işsizlik oranı, önceki yıla oranla %30 bir artışla %134.5’e çıkmıştır. Yani bu yılın ilk yarısında 650.000 işsizin eklenmesi demektir. Kentlerde eğitimli gençlerin %29.1’ işsiz üstelik bunlar kayıtlı işsiz, gerisini siz düşünün.

Bu maliyeyle değil savaş, bir mahalle kavgası bile veremezsiniz. Önerdiğiniz savaşın gayri ahlaki olmasını, komşuya tecavüzün en rezili, insan haklarının ihlali, yıkım ve kıyıcılığı bir yana, bu savaşta yer almazsanız da kaybedeceğiniz çok şey var, yer alırsanız ise kırılacaksınız.

Sağduyu sahibi herkes biliyor ki, ülkemizin dış korku ve sorunları yoktur, bu saikleriyle bir savaşa gitmek intihardır. Onurlu tutum savaşın her türüne ve tüm bahanelerine karşı çıkarak mücadele etmekten geçer. Gereği yapılması acil olan budur, savaş değildir.

Ayrıca bilinmeli ki, savaş nokta atışı değildir. Bir kez isabet etmese hemen dönüp bir kez daha deneme şansınız olmaz, her deney bırakın ardında gelecek karşı saldırıyı tek başına tekrarı için gerekli zaman ve maliyeti ölçmek bile korkunç rakamlarla karşı karşıya bırakır ilgiliyi. Ayrıca, başka ülke topraklarına yayılan bir savaş, ne tek başına düzenli ordu savaşıdır ne de hava saldırısıyla bitecek cinstendir. Köyleri ve şehirleriyle, her bir penceresi ayrı bir cephe olan savaş gerçeğinde, maliyet sadece para ve maddi olanaklar değildi, önce insan, sonra yine insan en sonunda da gene insan vardır.

Topraklarını tepeleyeceğiniz insanların, her koordinatı bir bomba gibi tehlike saçan cehenneme döner. Bu, özellikle uzun yıllar hiç savaşmamış bir ülkeyi, uzun yıllar savaş deneyimiyle pişmiş bir halk karşısında çok daha şansız koşullar içinde bırakır. Buraya kadar, bölgede patlak verecek yüzlerce sorunu, dünya kamu oyunun baskılarını ve fiili girişimlerini, ABD’nin böylesi bir savaşta olası tutumlarını, askeri ve mali kredilerde alacağı kararları vb. binlerce önemli yan etmeni hiç hesaba katmadan, verilecek bir savaş senaryosu üzerinde ilgililerin genel konumlarını irdeliyoruz. Savaş prensleri, “gereğini yaparken”, en sorunsuz haliyle nelerle karşı karşıya kalacaklar diye bakıyoruz. Bu arada, hasım elinin de, elma-armut topladığını var sayıyoruz.

Evet beyler, savaş kışkırtıcısı, ilkel milliyetçiler, şovenler, “savaşa sürükleniyoruz elimizde değil” maskesi takan ulusal solcular, insan ahlakının hiçbir türüne sığmayan yalanlarınızla, 21. Yüzyılın en yüz kızartıcı savaşına bir maşa olarak sürülmek üzere olduğunuzu bilmelisiniz. Ama bilmeniz gereken bir başka gerçekte, bu savaşta kaybedecek tek taraf siz olacaksınız. O zaman da bu toprakların sahibi olan halkta gereğini yapacaktır.

16.Ekim.2002

7 Ekim 2007 Pazar

Baykal ve üst kimlik




Baykal ve üst kimlik


Mihrac Ural

mircihan@gmail.com



Bir milletin adı, ortak yaşam çerçevesinde olan diğer milletlerin üst kimliği olamaz. Böyle bir önerme, etnik toplulukları belli bir etnik topluluğun siyasal kölesi yapar. Bu ise diğerlerine olduğu kadar, o millete de haksızlıktır. Tüm etnik toplulukları Anayasal vatandaşlık adı altında bir üst kimlikle birleştirmekte bir aldatmacadan ibarettir. Anayasal vatandaşlık, kişinin etnik yapısını belirlemez, vatandaşlık haklarıyla ilgili bireysel hak ve yükümlülüklerini belirler. Belli bir devlet sınırları içinde doğan ve yaşayan her kes, özel bir durumda değilse, anayasal vatandaşlığını nüfus memurlarının yaptığı kayıtla birlikte alır. Bunun için ayrıca bir işleme gerek yoktur.

Ancak, ayrıca anayasada belirlenmedikçe, etnik toplulukların hak ve hukukundan bahsetmek mümkün değildir; bireyin kolektif kimliği ve hakları da burada başlar. Bu yüzden de üst kimlik tanımlaması, ülkemiz gibi etnik mozaiğin olduğu bir koşulda, herkesi kapsayan, özgür ve ortak onaya sahip bir tanımlama olmak durumundadır. Bu anlamda Kürtler ya da Araplar, Türkiyeli olabilir ama Türk milliyetli olamazlar. Ayrıca, farklı etnik topluluklara ortak bir üst kimlik bulmak bu gün için geç kalınmış bir tarihsel aşama gibidir. Bilişim çağı, özeli, bireyi daha çok toplumsal yapma yönündedir yani gelişen bilim ve teknoloji imkanlarıyla birey daha az bir alan ve araçla daha çok toplumsal hizmet verme konumuna varmıştır. Bu yüzden geçmiş tarih içinde farklı etnik yapıları ortak bir üst kimlikte birleştirememiş olanların bu gün bunu, siyasi bir kararla yapabilmeleri imkansız gibidir. Türkiye’nin kimlik bunalımının müzmin oluşunu bu açıdan algılamak gerek.

Baykal’ın, CHP’nin tarihsel, siyasal evrimiyle doğru orantılı evriminin sonuçları olarak ortaya çıkan siyasi çizgisinin argümanları, Türkiye etnik topluluklarını “anayasal vatandaşlık”la yetinin ve üst kimlik olarak “Türk milleti kimliği taşıyın” da ifadesini bulan önermesi, artık ilkel bir milliyetçi noktaya gelip dayanmış bulunmaktadır. Bu yaklaşım milliyetçiliği de aşmaktadır, bu bir faşizanlık gibidir. Bu argüman, CHP’nin kimlik bunalımının ifadesidir. CHP, kimliğini tarih içinde “ortanın-solu”, “demokratik-sol” ve bilinç milliyetçiliğinde ifadesini bulan “Türk milleti bir üst kimliktir” diyerek kaybetmiştir. CHP, bununla temsil ettiği kitleleri de kaybetmiştir. CHP, siyasal söylemlerinin kimliği itibariyle milliyetçiliğe düşmüştür. Ancak, bunun da sahibi var. CHP bu söylemlerle, MHP’ye siyasi mülteci olmuştur. Aslı dururken taklide yer olmayacağı gerçeği, Baykal’la birlikte CHP’nin kimlik kaosu, yeni sorunlara gebe kalmaya devam edecek demektir. Türkiye gerçeği böylesi bir noktada, CHP’yi sırtında daha fazla taşıyamaz.


CHP’nin oyları her zaman toplumun nispeten aydın, orta ve az gelirli kesimlerinden gelmiştir. CHP ise ilerleyen zamanla kendi tabanına karşı derinleşen bir yabancılaşma içinde olmuştur. 1960’lardan itibaren de kimlik bunalımı içindedir. O artık, dayandığı tabanın mozaik yapısını temsil etmekten uzak, bir milliyetçi partidir. Sol söylemin değişen dünya koşullarında önem taşımaktan çıkmasıyla birlikte, artan bir sağ çizgi üzerine oturmaya başlamıştır.

1979’da yazdığım bir makalede CHP’nin geliştirmekte olduğu siyasal çizgi ve argümanlarının “Modern faşist” diye tanımlanabileceğini belirlemiştim. “bu tespit çok ağırdır” denildi. Ben de, bir daha böylesine ağır bir belirlemeyi, aynı kavramlarla ifade etmekten kaçındım. Burada da tekrar etmeyeceğim. Dikkat çekmek istediğim şey, Ecevit’in bu gün kedi ağzıyla, açıkça ilan ettiği siyasal konumuydu; bu gün Ecivet’in aşırı milliyetçi sağ ve dini motiflere dayanan konumu üzerinde ve bunun sonucu halktan aldığı tokat gibi ağır cevapla ilgili kimsenin tartışacağı bir şey kalmamıştır. Baykal’lı CHP’de bu noktaya hızla sürüklenmektedir.

CHP, dünya değişip geliştikçe gerilerde kaldı. Kimlik belirlemede sıkıntılar yaşadıkça da, insanların ilkel tepkilerine kendini endeksle di. Milliyetçiliğe sarılmanın objektivitesi buradandı. II. dünya savaşı sonrası gelişen teknoloji devrimlerinin gereklerine uygun bir politika oluşturmak yerine, eskinin tekrarına tutundu. ABD uydusuna hızla akan dünyanın diğer ülke liberalleri, bir biçimde ülkemizde de kendilerine bu aralıktan geçiş tüneli bulduklarında, CHP’nin seçim sandıklarında ağır bir yenilgi alması kaçınılmaz oldu. Demokrat Parti iktidarı bu süreçte belirdi; bu süreç aynı zamanda demokrasi mücadelesinin kitleler nezdinde, fiili bir boyut almasına da olanak yarattı.

Soğuk savaş sürecinin etkilediği geniş bir aydın kitlesi, CHP saflarından başka bir alan bulamadığından, CHP yeni bir kimlik sahibi olma ihtimaliyle karşı karşıya geldi. Ancak CHP bu gerçek anlamda bir kitle partisi olmak üzere bir kimlik kazanımı için değerlendirmedi. 60 darbesi, askerlerin girişimiyle, elit ve halkın demokrasi mücadelesine katılımcı olarak yer almasına olanak vermeyen bir kısırlıkta takılı kaldı. Ayrıca CHP, 60 sonrası nispi özgürlükler ortamında gelişen ilerici güç ve siyasal eğilimleri özümseme başarısı gösteremedi. Böylelikle arada kaldı. Kitleler meydanlara indikçe artan siyasal çeşitlilik ve arayışlarda CHP sonuçta en karlı tarafa olacağı hayaliyle oyalanıp durdu. Oysa toplum bir çok düzlemde ayrışıyordu. Sınıfsal olduğu kadar ulusal açıdan da siyasal oluşumlar kendini ifade etme çabasındaydı. CHP tabandan gelen inanılmaz zorlamalara ancak, “Ortanın Solu” olduğunu ilan ederek cevap veriyordu. Oysa bu bir kimlik değildi, arayışta bir tıkanıştı.

Süreç derinleşip sol güçler 70’li yıllarla birlikte dünyanın tüm iktidarlarına karşı ciddi kitlesel kalkışmalara yönelince, CHP de, derinden sarsıldı. Kendi kadrolarını bir arada tutmakta aciz kaldı. Kıbrıs işgali ise, yağmurdan kaçarken doluya yakalanmak gibiydi. CHP bu girişimle kazandığını kimlik yitimiyle kaybediyordu. Bir kez daha Osmanlı genlere kendini CHP’nin siyasal tutumlarında göstermişti. İşgalcilikti bu. Oysa çağdaş dünyanın kimliğinde böylesi orta çağ anlayışları yoktur. Hatay’ın ilhakından, Kıbrıs’ın işgalini kadar geçen süre CHP’ye yeni bir çağdaş kimlik kazandırmamıştı. Bu yıllar dünya demokrasi güçlerinin her alanda mevzi kazandığı yıllardı. ABD, Vietnam’dan ağır bir yenilgiyle, onuru kırılarak çıkmıştı. Sokaklar demokrasi ve özgürlük diye inliyordu. “Demokratik-sol” söylemi artık kimseyi tatmin edecek bir slogan değildi. Bu gün Ecevit’in “Demokratik Sol” kimliğinin nerede olduğu malumdur.

CHP ayrışmanın son duraklarındaydı. Devletin anti-demokratik baskıları arttıkça, sokaklar, mahalleler, sendikalar ve askeri kışlalar saflaştıkça, illegale itilmiş sol, ağırlığını yerel olan her alanda göstermeye başlamıştı. CHP de, artık gereksiz bir örtü haline gelmişti. Her siyasal görüş kendini adıyla tanımlıyordu. CHP bu sürece karşı, nehir akıntısına kapılmış bir odun parçası gibiydi. Siyasal bir kimlik olarak hiç kimseyi temsil etmiyordu. Dengeler toplumun gelişimine uygun, yeniden şekillenme sürecinin sonuna gelmişti. Gerçek kitleler, gerçek kimlikleriyle kendilerini ifade etmenin son rötüşleriyle meşguldü. CHP yeni bir kimlik arayışı bir yana ayakta duracak durumda değildi, o da ayrışıyordu. Ancak, 12 Eylül faşist askeri darbesi bu süreci de kesintiye uğrattı.

12 Eylül darbesi bir yıkımdı. Tüm siyasal eğilimler için, kitlelerin gerçek kimlikleriyle özgürce kendilerini ifade etmelerine karşı bir darbeydi. Bu solcular için olduğu kadar sağcılar içinde böyleydi. Demirel’in meşhur “tapulu araziye gecekondu yaptırıyorlar” demesinin tarihi anlamı da budur. 12 Eylül askeri darbesiyle, iç dinamikleriyle belli bir dengeye doğru, çatışmalı süreçlerle de olsa ilerleyen toplumun kimlik arayışları dumura uğratıldı. Cunta başı Kenan Evren’in “Biz gelmeseydik onlar gelecekti” söyleminde ifadesini bulan “onlar”, toplumun gerçek temsilcisi ve dolaysıyla kimlik sahibi olan siyasal etkinliklerinden başkaları değildi. Toplum bir kez daha, tüm dokularıyla ve siyasal varlıklarıyla, kimlik kaosuna giriyordu.

12 Eylül dönemi bir dağılma dönemiydi. Bu dağılma dünya güçler dengesinin alt üst olduğu dönemle kesişme içindeydi. Dünyanın, yaşamsal her alanda olduğu gibi, siyasal alanda da kıstaslarının yenileneceği yıllara gebeydi. 1990 ve sonrası yıllar bunu tüm açıklığıyla gösterdi. CHP, bu süreçte de inanılmaz bir şans yakaladı. Oda Türkiye’nin kuruluş mozaiğini temsil etme şansıydı. Yeni bir kimlik üstelik, eski sol söylem ve değerlerle de çatışmayan bir kimlik fırsatı. CHP bunu da çok ucuz etkiler altında harcadı. Halkın oylarıyla parlamentoya gelmiş Kürt temsilcileri, saflarından apar topar kovdu. Sırtında bir kambur olarak gördü ve dışladı. Onlarda hakları olan kendilerini ifade etmeyi, bağımsızca yapma yoluna yönelmeyi seçti. CHP, burada da milliyetçili iç güdülerini gösterdi. Bölücülük yaptı, toplumun en dinamik siyasal kitleleri olan Kürtlere karşı acımasız bir infaz yaptı; bu infazdan sonra parlamento ve dışı yasal siyasal yaşamda Kürtlere yönelen yargısız infazların tümü, CHP’nin açtığı bu kirli yarıktan geçmeye başladı. Ancak Kürtler çok daha ağır bir süreçten geçmiş bu günlere geliyordu. Kürtlerin, on yılların silahlı-silahsız, legal-illegal siyasi mücadele birikimleri, gerçek bir ulusal temsilcilik boyutundaydı, bundan dolayı da bu güne dek etkin varlığını koruyup, geliştirmeyi başarmıştı. CHP’nin dışlaması gerçekleri değiştirecek bir anlam taşımazdı. Tersine zararlı taraf CHP’nin kendisi olmuştu. CHP, artık rakamsal olarak gerçek anlamda tabanının aktif yarısını kaybetmişti. İçinde etkin bir Kürt siyasal varlığı olmayan, siyasal bir hareketin, ülke genelini temsil iddiasında bulunması ciddi olamazdı. Bu gün AKP, bunu bilinçlice algılayan parti olmuştur. İslam söylemli olmanın verdiği, “din birliği ırk birliğinin önündedir” değer yargıları buna yeterli bir sunaktı. AKP, Türkleşmişte olsa önemli bir Kürt kadro ve potansiyele sahip olduğunu söylemek yanlış değildir; Erdoğan’ın aydınlar toplantısı ve Diyarbakır gezisinde, milliyetçi söylemlerle gösterdiği gerçek kimliği, Yüksekova-Hakkari olaylarıyla, daha bir açık hale gelmiş olsa da, bu gerçek olduğu gibi bu günde geçerlidir.

Saflarından Kürtleri tasfiye eden CHP, Türkleşmiş Kürtleri dahi içine sindirebilecek durumda değildi. Siyasal yönelimleri milliyetçilik bataklığında battıkça, kimliksizliği içi dengelerini de yerle bir ediyordu. Bu darlık, kimlik sahibi olma yeteneklerini de kısırlaştırıyordu. Son gelişmeler ve söylemler, Deniz Baykal’ın ağzından CHP’nin gerileyip, battığı milliyetçi ilkelliği gösteriyordu. Artık CHP bir Türk Milleti Partisidir. Türkleşmiş Kürtler, Araplar ve diğer etnik topluluk temsilcilerine dahi bu ortamda yer bırakılmamıştır. CHP buna rağmen orijinal bir kimlik sahibi olamıyordu. Zira bu siyasal çizginin orijinal sahipleri vardı. MHP hala yaşıyordu ve onun söylemleri, bu kimlik için yapılacak binaya, çok daha derin temeller atmıştı. Bugünkü söylemleriyle CHP, MHP’ye siyasi mülteci olmuş gibidir.

CHP bu gün geldiği yeri üst kimlik tartışmaları içinde buldu. Baykal ısrarla etnik bir tanımlamayı, tek üst kimlik olarak Anadolu’da yaşayan tüm etnik topluluklara dayatama çabasındadır. O “Türkiye Cumhuriyeti üst kimliğini” (!) dahi artık yeterli görmemektedir. “Türk milleti üst kimliktir” diyerek, Anadolu’nun onu aşkın etnik topluluğuna, ne olursanız olun, tek seçeneğiniz Türk milletinden olmaktır diyor ve bunun üst kimlik olarak yutulmasını istiyor. CHP de, kendini ifade etmek isteyen hiçbir etnik topluluğa ve unsurlarına artık yer olmadığını ilan ediliyor; ya Türk milleti üst kimliği ile kendini tanımlayacaksın yada olmayacaksın. Kürt ya da Arap isen Türk milletine mensup bir Arap ya da Kürt olacaksın, bu her ne demekse. Baykal bu adımla “anayasal vatandaşlık” ve “bilinç milliyetçiliği” söylemlerini de aşmıştır. Bilindiği gibi Baykal, ilk kez NTV ekranlarından bu argümanları dile getirmişti (7 Nisan 1999) ve bizler bunun üzerine uzun bir eleştirel yazıyla “Baykal’ın bilinç milliyetçiliği” adı altında cevap vermiştik. CHP’nin içine sürüklendiği kimlik bunalımını orada da dile getirmiş, bu sürecin tarihin dokularını belirlemiştik. Baykal, o gün, “bir göç ülkesi” olarak tanımladığı Türkiye’de Kürtlere ve diğer etnik topluluklara, “anayasal vatandaşlıkla” yetinmelerini önerilmiş ve bununla yetinmeyenlere devletin onlara hiçbir yardım yapmayacağı tehdidini “ Devlet etnik hiçbir şeye hizmet sunmaz, resmi eğitim ve dil Türkçe’dir, devlet bununla ilgilidir, etnik sorunlarla ve ihtiyaçlarla her etnik yapı kendi özel çabasıyla bunu yapar” diyerek ilan etmişti. Buna, o günlerde devletin neden Kürt bölgelerine hizmet götürmediği yönündeki bir soruya da “Terör varsa hiçbir hizmet yapılmaz” diyerek cevap vermiştir; Bu anlamda Baykal’ın düşünce labirentlerinde, etnik topluluklar kendilerini Türk milleti mensubu olarak tanımlamadıkça ve tepkileri sürdükçe hizmet beklememeleri gerektiği belirtilmiş olmaktadır. Oysa, sömürgeci ülkeler bile sömürge halklarına hizmet götürdüğü herkesçe bilinir, bunun için özel bir kimlik taşımaya bile gerek yoktur.

Baykal, “bu söylemler milliyetçi söylemlerdir” yönündeki sorulara ise, “bu bir bilinç milliyetçiliğidir” diye cevap vermişti. “bilinç milliyetçiliği” sosyolojik olarak her ne demekse, Türkiye Cumhuriyetinde yaşayan Kürdün, Arab’ın, Çerkez’in, Rum’un Ermeni’nin, hangi araçlarla bu bilinci taşıyacaklarını izah etmekte zorlanıyordu. Kişinin anayasal vatandaş olması ise (özel koşullar, iltica, daimi ikamet vb olmadıkça) dünyanın hiçbir yerinde ve devletinde bir hak kazanımı değildir. Kişi hangi etnik topluluktan olursa olsun, istese de istemese de, doğumuyla birlikte nüfus memurları tarafından vatandaş olacağı yani, anayasal vatandaşlığı tescil edileceği için fiilen egemen olan etnik topluluğun unsuru sayılmış olacaktır, bununla kendi etnik hak ve hukukunu tanımlamaya yarayacak bir kazanım sahibi olmayacaktır. Yani anayasal vatandaşlık dahi, bir hak kazanımı değildir. Etnik haklar anayasal olarak tescil etmedikçe, anayasal vatandaşlığın, etnik toplulukları zorla, egemen etnik yapının mahkumları haline getirmesi engellenemez. Bu tehlikeden uzaklaşmanın tek yolu, bireylerin kolektif kimlikleri olan etnik mensubiyetlerini anayasal güvencelere bağlamak gerekmektedir. Bireyin kolektif kimliği ulusal kimliğidir ve onunla ilgili hakları, bireysel vatandaşlığının anayasal olarak tanınmasından doğan haklarıyla çok farklıdır. Bunların bir birine karıştırılması, her zaman bireyin kolektif kimliğini yok saymaya yönelik olmuştur. Ülkemizde sürekli gündemde olan üst kimlik tartışmalarının altında da bu gerçekler yatmaktadır. Farklı etnik topluluklardan ayrıca, bilinç milliyetçiliği adı altında yada üst kimlik olarak Türklük “bilinci” taşımalarını istemek, en hafif deyimle faşistlikten başka bir şey değildir. Düne ait olan bu tartışma, bu gün Baykal’ın açıklamalarıyla farklı bir boyut daha kazandı. Baykal, söylediklerimize açıklık getirecek yeni bir argüman geliştirerek, işi daha açık hale getirdi. “Türkiye’de yaşayan her kesin üst kimliği Türk milletidir” dedi. Bu söylem, üst kimlik olmaktan çok, üstün kimlik gibi geliyor ve insana çok vahim şeyler hatırlatıyor.

Üst kimlik bir konsensüs olayıdır, tarihsel, coğrafyasal, kültürel bir harmanlanış ve özgür bir ortaklığın belirlediği tanımlamadır. Bu çerçevede, Kürtler ya da Araplar, Türkiyeli olabilir ama Türk milliyetli olmaları mümkün değildir. Türkler de Türkiyelidir, yeterli olmasa da, diğerleriyle birlikte Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığıyla ortak payda sahibi olarak algılanmalıdır (burada Cumhuriyetin, Türk adıyla anılması bile, demokrasi ve özgür ortaklığın kabul sınırları içinde mütalaa edilmeye bilinir). Oysa bir millet diğer milletlerin üst kimliği olamaz. O, her milletin alt kimliğidir. Baykal, vardığı son aşamada farkında olmasa da, ilkel Türk milliyetçilerinin yanına düşmüştür. Bu kanaatimizi haklı çıkartacak tutumlar ise az değildir. O, Avrupa birliğine katılımda, Kıbrıs sorununda gösterdiği tutum da bir bütün olarak siyasal çizgisini bu yönde belirlemiştir. Bu çizginin kimliği bellidir, onu da CHP temsil etmez. Dolaysıyla CHP bu gün hızla kimliksiz haliyle bir başka kimliğe siyasi olarak mülteci düşmüştür demek yanlış olmayacaktır. Bu davranışın Türk milletine karşıda bir haksızlık olduğunu fark etmeyen Baykal, halkçılık adına geride kalan tüm değerlerini yitirmekte olduğunu söylemeliyiz.

Baykal dahil milliyetçi solcuların anlamakta zorlandıkları gerçek, Anadolu’da yaşayan etnik toplulukların, her şeye rağmen Türkleşmemesidir. Tarihsel açıdan olduğu kadar, kültürel ve dil açısından da bu süreç gerçekleşmemiştir. Türk milleti, Anadolu’ya geldiği günden bu güne geçen bin yıllık süreçte, hiçbir milleti asimle edebilecek üst bir kültür odağı, potası oluşturamamıştır. Tersine Türk dili, sanatı, kültürü hata dini dahi, Anadolu’nun yerli ulusları tarafından yoğun olarak asimle edilmiştir denebilir.

Türk diline baktığımızda, öz Türkçe olan kelimeler artık, kullanılan dilin sadece %10’u kadardır. Sanat-kültür alanında ise, İslam-Bizans karması bir sonuç vardır ve öz Türk göçebe “sanat ve kültürüyle” hiçbir ilintisi yoktur, Rumlardan, Ermenilerden, Araplardan, Kürtlerden vd. milletlerden etkilenmişlerdir. Dine gelince, Türklerin öz inancı Şamanizm, geçmiş bir değer olarak dahi korunamamıştır. Türkler tamamen İslamlaşmıştır, dini bir asimilasyona uğramıştır. Türkler kendi özlerinden, Anadolu milletlerine, onları bir ulusu olarak yeniden yapılandırabilecek bir şey katmamıştır. Bundan dolayı Anadolu etnik topluluklarını bir potada yeni ve üst bir ortak kültür ve kimlikle özümseyip, homojen bir topluluk oluşturamamışlardır. Rumlar, Ermeniler, Araplar, Kürtler hala kendi dillerini, kültür ve coğrafi birlikteliklerini korumaya devam etmekte ve kendilerini öz etnik yapılarıyla tanımlamaktadırlar.

Aynı şeyi Fransa’da, İtalya’da, Almanya’da göremezsiniz. Orada tarihi süreç, etnik yapıları bir üst kimlikte özümseyebilmiştir. Baykal bu gerçeği görmezden gelmeye çalışıyor, bu yüzden de, iddiası zayıf olanların düştüğü katı ve uzlaşmaz durumlara düşüyor. Bu ise başta Türk milletine karşı yapılmış bir haksızlıktır. Bilişim çağının küreselleşme değerlerinde, Türk milletinin içine zorla başka milletleri sokuşturarak, kendi gerçeğine yabancılaştırmanın getireceği zarardan başka bir şey yoktur. Her millet kendi etnik orijinalitesiyle küreselleşen dünya ilişkileri içinde bir dişli olmaya çalışmalıdır. Başkasının değerlerini, kendi adına bir yerlere taşımakla orijinal olunmaz. Bunun için Türkiye birimizin değil hepimizindir diyoruz. Başka milletlerin özgürlüğünü tanımayan milletler özgür olamaz diyoruz. Ülkemizde gerçek anlamda bir demokrasi istiyorsak, bu işin alfabesinin buradan geçtiğini bilmek gerek.

Bu satırların yazarı, Türkiye’de üst kimlikle ilgili, tartışmaya açık bir yaklaşımını buraya aktarmak ister. O da, Türkiye’de farklı etnik toplulukları bir üst kimlikte birleştirmek tarihsel açıdan imkansızdır.

Üst kimlik olgusu tarihseldir. Bu tarih, belli bir coğrafyada yerleşmiş etnik toplulukların merkantilist dönemin ilişki ve çelişkileri içinde, çevre coğrafyalarda yerleşmiş etnik topluluklarla iktisadi, sosyal ve siyasi ilişkilerini, farklılaştırdığı ve kendini diğerlerinden ayırmak üzere farklı tanımlamaya başladığı bir dönemdir. Bu dönem modern ulusların doğuş, modern sınırların oluşmaya başladığı bir dönemdir. Bu dönemin özellikleri itibariyle, ortak coğrafyada daha sıkı bir kaynaşma içinde olan etnik topluluklar, içe kapanma ve iç ortak bölenlerini artırma yönünde bir eğilim göstermişlerdir. Bu eğilim, farklı coğrafya ve farklı etnik yapılarla ilişkilerinde kendilerini tanımlamak üzere ortak bir üst kimlik oluşumuyla belirmeye başlamışlar. Hadise bir karar yada bir ortak toplantının sonuç bildirisi değildir, öncelikle iktisadi, ortak tarihsel geçmişin şekillendirdiği değerler toplamı ve sosyal-siyasal gerekler sonucudur. Bu ortak paydalar, kaçınılmaz olarak ortak ileri hedefleri yaratır. Merkantilist dönem sonrası gelişmeleri göz önüne aldığımızda, ortak bir uluslaşma sürecine katılan etnik toplulukların nasıl da, ortak bir hedef etrafında daha çok ortak payda oluşturduklarını görmek zor değildir. Bu dönem, ortak bir üst kimlik içinde kendini ifade etmeye başlayan ulusular için büyük bir hazırlık dönemidir. Sermaye birikimleri, keşifler, teknik gelişmeler ve üretime yansıyan sonuçları ve bil cümle ortak toplumsal dinamikler bir üst kimlik içinde, dünyanın diğer alanlarına ve diğer üst kimliklerine açılma yönünde ilerliyordu. Avrupa’nın Reform ve Rönesanssı, merkezi devleti iktisadın bir sonucu ve gereği olarak üreten, farklı etnik toplulukları ortak bir üst kimlikte birleştiren ve her türlü hukuki güvencesini sağlayarak iç kaynaşmasını tamamlayan bir uluslaşma süreci olarak tarih sahnesinde kendini gösteriyordu Oysa, aynı dönemde, coğrafyamızda orta çağın en kasvetli karanlığı hüküm sürüyordu, tarihi çok geriden, hiçbir bilinç değeri taşımadan, dinin sağladığı ortak böleni bir araç olarak kullanıp hazıra konma yönünde bir yaşam süreci yaşanıyordu. Atatürk bu eğilimi şu meşhur sözleriyle ifade etmişti; “Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fetihlerin akasından serserilik etmiş ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir. Bu böyle bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde aynen olagelmiştir.” ( Aktaran, Cemal Kutay,Türkçe İbadet, s;154)

Bu konuyla ilgili olarak “Kürtler ve ulusal devlet” adlı makalemizde de şöyle bir belirleme yapmıştık; “Modern ulus ve devletleri kapitalizmin şafağında doğar. Diye beylik bir sözümüz vardır. Bu belirleme, tamamıyla materyalist, Marksist gerçekçi bir belirlemedir ve tarihin çok önemli bir kesitine aşılmamış doğruluğuyla ışık tutar. Bu özlü cümle dev bir tarihi açıklar ve kısaca şunu ifade eder, tarihsel gelişimi içinde ticaret burjuvazisi feodalizmin kapalı ekonomilerinden, sanayi kapitalizmi ekonomisine geçişte, belli bir toprak parçası üzerinde ortak tarihle şekillenen, gelenek ve görenekleriyle kaynaşan, merkezi bir pazar çerçevesinde iktisadi ilişki birliğine yönelmiş, bölgesel farklılıkları aşarak merkezi bir ekonomi yaratma yönünde ilerleyen, etnik köklerini geride bırakarak ortak bir dil ile tüm ilişkilerini düzenleyen insan toplulukları, daha merkezi, daha güçlü ve güven içinde servetlerinin birikimlerini değerlendirmesi yönünde tek bir ulus çatısı ve değerleri içinde, merkezi bir ulus devleti altında belirlenen tarihsel bir örgütlenmeye yönelmişlerdir. Kapitalizm gelişirken ulusta bir sonuç olarak, tarihi bir kategori olarak, insan topluluklarının bir örgütlenme biçimi olarak kendini gösteriyordu.” İşte Üst kimlik budur ve tarihsel olması da bundandır.

Oysa bu gün yapılan, dayatmadan başka bir şey değildir. Üst kimlik öneriliyor gibi, ancak “başka şansınız yoktur, kendinizi Türk milletinden hissedeceksiniz” dayatması yapılmakta. Tarihsel süreçlerinde başarılmayan yapılanmalar bu gün dayatmalarla giydirilmeye çalışılmaktadır. Tarihe karşı direnme gibi bir şeydir bu. Bu gün Türkiye’de yaşayan etnik toplulukların üst kimlik oluşturmak bir yana, birleşebilecekleri ortak bir üst hedef dahi yoktur. Buyursunlar bir ortak üst hedef olduğunu göstersinler. Ortak bölen olarak var olanlar ise, henüz dini birliği aşmamıştır, o da önerilen Türk milleti üst kimliğine ait bir değer değildir. Tersine, Türklerin öz dinleri Şamanizm’i asimle eden, Arapların kattığı bir değerdir. Tüm çabalara rağmen, dil konusunda dahi nüfusun küçümsenmeyecek bir kısmı Türkçe’yi bilmemekte, yaşamsal ilişkilerinin önemli bir kısmını ana dilleriyle (Kürtçe, Arapça, Ermenice vb) yürütmeye devam etmektedir. Dil konusunda da yukarıdaki satırlarda ifade ettiğimiz gibi, 40.000 kelimelik Türk Dil Kurumu Sözlüğünün (7. Baskısı 1983 tarihli, Türkçe sözlük) sadece %15-20 öz Türkçe’dir, kullanılan Türkçe dilin diğer kelimeleri Arapça, Farsça, Fransızca,İngilizce, Latince, Yunanca vd. dillere aittir. Öz Türk dili, asimle olmuş bir dil konumundadır; Kimi ilkel milliyetçilerin bunu zenginlik olarak görmesi, bilimsel açıdan dil yoğunluğu ve etkisi anlamında bir kıymete sahip değildir ( bu konuyla ilgili en önemli çalışma Sevan Nişanyan’ın Sözlerin Soyağacı – Çağdaş Türkçe’nin Etimolojik Sözlüğü- adılı çalışmasıdır. Adam yayınları). Oysa, Alman, Fransız, İtalyan üst kimliğinde birleşen onlarca etnik topluluğun kullandığı dil, egemen etnik topluluğun öz diline dayalıdır, yabancı kelimeler etkin ya da yoğun değildir. Sanat ve kültür alanında da aynı şeyleri tekrar etmek yanlış olmayacaktır. Bu yüzden, üst kimlik ortaklığı Anadolu’da yaşayan etnik topluluklar açısından tarihi süreci ve bu sürece ait halkaları kaybetmiş bulunmaktadır. Bu iddialarımı, bu günün en önemli ulusalcılarından bilim adamı Emre Kongar’ın, yukarıda aktardığım Atatürk’ün sözleriyle çok anlamlı bir şekilde kesişen sözleriyle noktalamaya çalışacağım; “ Geçmiş bin yılda doğu’dan geldik, Batı’ya doğru yol aldık. Geçmiş bin yıla Şaman olarak başladık. Moğollarla ve Çinlilerle karışık Oğuz boyları olarak Orta Asya’dan yola çıktık. İslam diniyle tanıştık. Bizans’ın yerine geçerek, başta Rumlar olmak üzere, tüm Arap, acem, Kafkas, Anadolu ve Balkan halklarıyla Karıştık. Osmanlılar olarak Üç semavi dinin, Museviliğin, Hıristiyanlığın, İslam’ın, tüm mezhepleri ve tarikatlarıyla ile ilişkiye girdik, kimini benimsedik geliştirdik, kimine üvey evlat kimine düşman muamelesi yaptık. Kılıçlarımızla Avrupa’nın ortasına ulaştık... Kendi oluşturduğumuz gelişmelerin kurbanı olduk, toprak ağalığına bağlı dinsel bir tarım imparatorluğunu, endüstriyel bir ulus-devlete dönüştüremedik, zayıfladık, yenildik, işgal edildik, siyasal haritadan silindik.” ( Emre Kongar, Küresel terör ve Türkiye s: 153-154) bu sözlere eklenecek hiçbir şey olamaz. Diyeceğim o ki, kendine ait olmayan değerlerle başka etnik toplulukları ortak bir üst kimlikte birleştirmek traji-komiktir, hepsi o kadar.

Yukarıda yer alan üç paragraftaki görüşler şahsi olduğu, yazarı açısından da tartışmaya açık görüşlerdir. Bu yaklaşım, yazarı, Türkiye etnik dokusuna ait bir üst kimlik oluşturmanın güç olduğu sonucuna götürüyor. Türkiye’nin müzmin kimlik bunalımının altında bu olduğu sonucuna ulaştırıyor. Bu sonucu güçlendiren siyasi iktidarların yaptırımları ise, ülkede bir üst kimlik yerine artan bir bölücülük ortamı yaratmakta olduğuna inandırıyor.

Baykal bu gerçeklere gözlerini yummaktadır. Milletini sevmek adına giriştiği rekabette, milletinin hiç ihtiyaç duymayacağı dayatmaları yaparak, onu küçük düşürmektedir. Sorulan bir soru üzerine, bu saçmalıklarıyla tutarlı olma adına da, , “Almanya’daki Türkler Alman milletindendir” deme komikliğine düşmektedir.


Makalemizin son bölümüne, tartışmaların sürdüğü şu ortamda ortaya atılan taciz sorulardan en önemli bir iki tanesine cevap vererek görüşümüze detay katmayı uygun gördük.



a. Çok uluslu bir merkezi devlet olunacaksa bu devletin adı etnik bir topluluğun adı olarak nasıl devam edebilir; Türkiye Cumhuriyeti’nin adı mı değişecek. Diye hayıfla sorulan sorulara cevabımız şudur; doğrudur, etnik bir isim üst kimlik unsurlarından biri olan devlet adı olmamalıdır. Egemen etnik toplumun hoşuna gitmese de demokrasi bunu gerektirir. Başlangıçta, Kuruluşta Osmanlı devleti adı yerine Anadolu Cumhuriyeti adı tercih edilseydi, şimdi kimse alınmayacak ve hayıflanmayacaktı. Bakınız, Çekoslovakya Cumhuriyeti devlet adı, belli bir gerçek üzerine dayandığı için, Çekler ve Slovaklar birlikteyken ve ayrılınca da bir sorun çıkmadı. Her kes adını aldı ve dost-kardeş olmaya devam etti, güney Slavlar adına Yugoslavya da, Sırp, Hırvat, Sloven, Karadağlı, Bosna-Hersek’li vd. birlikteyken ve ayrılınca da isim kapma sorunu olmadı. Kuruluşta bir yanlış varsa sonradan düzeltilmesinin bir sıkıntı yaratması sadece ilkel milliyetçiler için bir nedendir, demokratlar için değil. Bölücülük tas tamam buradan başlar. Hata, kuruluşta yapılan tanımlamadadır. Bunun nedeni ne olursa olsun, başlangıçtaki hata bu günün çözümleri için veri olmamalıdır. Aksi taktirde Osmanlı tabası olan onlarca devletin,bu gün farklı adlar almasını, “ayıp ettiler” diye eleştirmek gerekir. Bilinmesi gereken Türkiye sadece Türklerin değil, hepimizindir ve bunun, bu gerçeklikle tespiti gereklidir. İsim değiştirmekte dahil. Adil, barışçıl ve kardeşçe bir birlikte tutarlı olunmak isteniyorsa bunları kaldırabilecek genişlik ve olgunlukta olmak gerekiyor.

b. Federatif bir devlet yapısı olmadan devlet adı değişimi anlamlı olur mu. Yönünde sorulan tuzak sorularda, “işi buraya kadar mı getiriyorsunuz” demek isteyen milliyetçi bir eğilim bulunmaktadır. Bunlara cevap açık, kısa ve nettir. Evet, aynen öyledir. Daha da ötesi, bu topraklarda birlikte yaşamanın, güçlü olmanın, barış ve kardeşlikte komşulara da örnek oluşturmanın yolu buradan geçecektir. Ne kadar geç kalınırsa kalınsın bu yoldan geçmek kader gibidir. Yok milliyetçilik adına bölücülük yapılmak isteniyorsa ayrılık, ne tür felaketlere ve faturalara yol açarsa açsın bir kader olacaktır. Tercih, egemen ulusundur. Ayrıca sorunu Türk-Kürt ulusları diye sık sık iki ulusa indirgeme çabası da kabul görmeyecek bir tür darlıktır. Ortak devlet ya da ayrılık iki ulusa mahsus değildir. Anadolu’da Türkler, Kürtler gibi Araplar da başkaları da bir ulusal topluluktur ve onların hakları diğerlerinden az değildir. Buradan nereye varılır diye hayıflanmaya hiç gerek yok, varılacak yer açıktır, tüm ulusal toplulukların kendi kaderlerini özgürce tayin etme hakkıdır. Bu hak kullanılmadan bu ülke özgür olmayacaktır. Zaman adım adı bu gerçekleri önümüze sürdükçe tartışmaya devam etmekte olduğumuzu gösteriyor. Dün Kürtler, “dağda yürürken kart kurt sesleri çıkartan dağ Türkleri” değil miydi ? Hadi bakalım, bu gün hangi akıllı bu lafları tekrar edebilir, bir boy göstersin bakalım. Adım adım gerçeklerle yüz yüze kalınacaktır derken hiçte hayal içinde değiliz.

c. Anayasal vatandaşın adı ne olacaktır, ulusu nedir, üst kimliği ne olacaktır. Yönündeki sorulara cevabımız; öncelikle bilinmeli ki, anayasal vatandaşlık bir üst kimlik değildir. Bireyin devlet karşısındaki konumunu, hak ve ödevlerinin sınırlarını belirleyin bir konum tespitidir. Anayasal vatandaş olmak, ne etnik ne de üst kimlik belirlemek üzere bir veri olamaz. Buradan hareketle Türkiyeliliği bir üst kimlik olarak değerlendirmek dahi ciddi sayılmayabilir. Bu gün için Türkiyeli kavramı nispeten bu konudaki tartışmalar için bir ortak bölen, tampon kavram olarak görülüyorsa da yeterli değildir. Türkiyeli olmak bir yerden olmak anlamına gelir. Bu yer ise, coğrafi tarihte hiç bir zaman olmayan bir yerdir. İsim olarak Türkiye, bildiğimiz köy adları, cadde adları, şehir adları değiştirmek gibi bir davranışın sonucu oluşmuştur. Yoksa Türklerin öz yurdu anlamında Türkiye denilmemiştir. Unutulmamalı ki, Kürdistan diye bir coğrafi yer çok daha eskidir ve üstünde Kürtler yaşamaya devam etmektedir. Oysa, bu gün Türklerin de yaşadığı coğrafyanın tarihi adı Anadolu’dur, Küçük-Asya’dır. Ancak 85 yıllık kullanımın etkisiyle, Türkiye Cumhuriyeti devleti vatandaşlarının kendilerini Türkiyeli olarak görmeleri, çok itiraz edilen bir konu olarak belirmemektedir. Ama bu da gerçekçi değildir ve zaman bu sorunu da getirip yüzümüze çalacağı günler uzak değildir. Tekrar ediyoruz, Türkiye’de üst kimlik arayışları, tarihi treni kaçırmış bir zorlamadır. Doğru arayış, barışçıl kardeşçe bir ortak yaşam için, kavramların etimolojik sınırlarına hapis olmamış, dayatmalardan uzak en demokratik en anayasal güvencelerle zırhlanmış tüm etnik toplulukların özgür yaşamı için projeler oluşturmaktır. Orada, etnik toplulukların, etnik bir anlam taşıyacak üst kimlik altında yaşama mecburiyeti olmayacaktır. Bu gün, Türkiyeli olmaya gösterilen rızanın daha çok zedelenmemesi yapılacak arayışlar içinde iyi bir zemindir, ortak bölendir. İlkel milliyetçi ısrarlar, bunu da dinamitlemekte olduğu bilinmelidir.

d. Bilinebilen tek üst kimliğimiz dindir, hepimiz Müslüman’ız başka bir şey üst kimlik olamaz. Bu söylem belki de akla an yakın, sahipleri açısından da tutarlı tek iddiadır. Ancak bu iddianın handikabı çoktur. Zira bir kez inanç dünyasını bir üst kimlik olarak belirlemek, dünyasal değerlerle kazanılmış üst kimlik değerlerine tanrıyı karıştırmak ve bunun doğal sonucu insanların yaşam sistemlerine yön vermede kendileri dışında önceden verili vahi (Kuran), kıyas, icma, ve sünnet’e dayanmak demektir. Oysa üst kimlik tarihsel olarak kazanılmış, gerisin geriye dönülüp yorumu yapılabilecek bir veri değildir. Bu gün İslam alimleri hemen hemen hiçbir temel konuda ne içerik ne de şekli açıdan anlaşmış değillerdir. İcma , kıyas ve sünnet bir yana vahi (yani Kuran-ı kerim) konusunda bile farklılıklar bitip tükenecek gibi değildir. Dört mezhep ve Şiilik arasındaki uçurumları, bu arada hiç saymıyoruz. İkincisi; bu iddia coğrafi ve etnik bir sınır ve veriyi esas almaz. Tüm Müslümanlar tek ümmettir iddiasında olup, etnik toplulukları farklı bir açıdan ezme, yok edip sindirme eğilimi taşır ve hak hukuk konusunda hiçbir özgürlüğü tanımaz. Sözde etnik ayrılığı yalnızca din ortadan kaldırır, zira onlara her türlü etnik mensubiyeti hak olarak görür. Kuran’da bunu teyit eder; “ Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstün olanınız, ‘Allahın buyrukları dışına çıkmaktan’ en çok korunanınızdır. Allah bilendir, haber alandır” (Hucurat Süresi ayet no:13) . Ancak bu iddiada olmalarına karşın, inanılmaz bir asimilasyon çabası içinde olurlar; tek tek tüm İslam ülkelerinde yaşanan deney bunu göstermiştir, Arap ülkelerinde Arap olmayan İslam kalmamıştır, İran’da Farslaştırılmayan yada Fars asimilâsyonuna uğramayan hiçbir farklı etnik topluluk kalmamıştır, Osmanlı-Türkiye’de aynı süreç bu günde tüm ağırlığıyla sürmüştür. Yani egemen etnik topluluk, din kardeşini yok etmek için hiçbir çabadan kaçınmamıştır. Bu da dinin üst kimlik adına, yararlı bir davranışı olmayacağını tarihi deneyleriyle göstermiştir. Üçüncüsü; İslam ümmetinin ortak büyük hedefi aynı olan topluluklardan oluşmamaktadır. Her ülkede, her coğrafyada ayrı binlerce bağla birbirlerine bağlı olanların, tek bir üst ve ortak hedefte birleşmeleri mümkün değildir, jeo-stratejik veriler buna engeldir. Müslüman Arapların, Türkiye Müslümanları gibi Avrupa birliğine katılma yönünde stratejik bir hedefi yoktur olamaz da. Müslüman Batı Sahralıların ortak hedefi olan haklı bağımsızlık talebi, Fas Müslümanlarının topraklarını bölme anlamına geliyor. Bu çelişkiler İslam’ın uygulanmamasına değil, İslam’ın her türünün denenmesine rağmen, etnik çıkarları aşabilecek bir üst kültür yaratabilme yeteneğinin olmamasındandır; tarihin tüm deneyleri buna tanıktır. İslam Mekke’de, Kabe etrafında dünyanın tüm etnik topluluklarını birleştirebilmesine rağmen, aynı ülkede, hatta aynı şehirde farklı etnik topluluğu birleştirmekten acizdir. Bu yüzden inancın üst kimlik değeri taşıması zordur. İranlı Müslüman ile Arap Müslüman arasında tarihten bu yana, inanılmaz bir rekabet, mücadele ve savaşlar vardır; bunun nedenini, tek ümmette birleşmemiş olmalarına bağlamak, İranlıları, İranlı üst kimliğinde birleştiren tarihi nedenleri yok farz etmek demektir. İslam, zamanında, etnik yapıyı aşabilecek bir üst kültür yaratabilmiş olsaydı, zaten ne Arap ne İranlı diye ayrı bir etnik gelişim ve üst kimlik oluşabilirdi. Din bu konuda dünyanın tüm ülkelerinde zayıf kalmıştır. Hz. Muhammed ve dört halife zamanında (ki bu süreç İslam’ın asır-ı saadeti diye anılır, yani altın çağı) dahi üst kimlik olarak İslam, etnik yapı dışında bir işlev görememiştir; Emevilerin kurduğu Arap imparatorluğu bu asır-ı saadet döneminin üstünde ve onun bilinciyle yükselmiştir. Bu imparatorluk bir zülüm imparatorluğu olarak, peygamber “sahabelerinden” (!) sayılan insanlar eliyle oluşmuştur. Sonraki dönemler için ise söz söylemeye gerek yoktur, bölgemizin tüm savaşları kıran kırana, insan kıyımı olarak, İslam devletleri ve etnik toplulukları arasında geçmiştir. Din bunları hiçbir zaman üst bir kimlikte birleştirebilme etkinliği gösterememiştir. Bundan sonra, tarihsel treni kaçırmış olma dolaysıyla da bu imkansızdır; artık her etnik topluluk kendini ifade etme kanalları bulmuş bir üst kimlik oluşturmuş ve dini, bu üst kimliklere yararlı olabildiği oranda değerlendirmeyi yeterli görmüştür (afet zamanlarında, kutsal bayramlarda, yardım toplama işlerinde, savaşlarda vb). Dördüncüsü; dinin emirleri Allah’tandır. Her zaman ve mekan için aynı ve değişmezdir. Kutsallığı ve muhkemliği, dünya işlerinin izafi kurallar içinde işlerliğinin dışındadır. Böylesi bir mutlaklığı, toplum ve bireylerin izafi olan dünyasal yaşam düzenlemelerine bir üst kimlik olarak önermek, onu tartışılabilir hale getirmek demektir. Tartışılabilen, izafi işlerlik dolaysıyla kuralları zaman ve mekana göre değiştirilebilen bir kutsiyet insanların kabul edebilecekleri bir fenomen olamaz. Ünlü bir yazarın dediği gibi “tanrının prestiji görülmemesindendir”. İnsan erdem ve ahlak kuraları anlamında bir üst yapı unsuru olarak dini, üst kimliği güçlendiren unsurlar arasında telakki etmek, insanlığın bu günkü düşün düzlemlerinin tarihi kesiti itibariyle daha akli bir yorumdur. Aksi, dini izafi işlere karıştırmak olur, içine haksızca başka unsurları sokuşturmak anlamına gelir ki, bunlar dinin özüyle çelişen ve onu yıpratın öğelerdir. Din bir üst kimlik olamaz, birey ile Allah’ı arasındaki ilişkiyi insanlar ve toplumlar arasında bir ilişkiye düşürmek, tarihin hiçbir döneminde olmadığı gibi bu gün de gerçekleşmeyecek duaya amin demektir. Din bir tanımlama değil, işlevsel bir fonksiyonlar bütünüdür; kişi fiilen din emirlerini ve özel olarak, dinin beş şartını yerine getirmekle Müslüman olur. Oysa üst kimlik taşımak için -özel bir durum yoksa- ağırlıklı bir ortak bölen etrafında yazılı ya da tarihsel süreçle onaylı toplum sözleşmesi yapmış belli bir insan topluluğu içinde bir unsur olmak yeterlidir. Üst kimliğini değiştirmeden, dinini değiştiren toplumlar tarihte az değildir. Orta çağ din ve mezhep savaşları (otuz yıl savaşları, yüz yıl savaşları), fetih savaşlarıyla fethedilen ülke halklarının topluca din değiştirmelerine rağmen üst kimlikleri egemen din tarafından belirlenmemiştir. Protestanlığı kabul etmelerine rağmen ne İngilizler ne de Almanlar, etnik temelde belirlenen üst kimliklerini değiştirmediler. Türk üst kimliğine sahip toplumların tarih içinde Şaman izimden İslam’a ya da Şaman izimden Yahudiliğe (Hazar Türkleri), Hıristiyanlığa (Moldavyalı Türkler) geçerek din değiştirmelerine rağmen, üst kimliklerini korumaları gibi. Arapların durumu daha açık bir örnektir. Araplar İslam dinin kurucusu olan bir millettir, aynı etnik kökenden, ortak dil ve coğrafyada olmalarına rağmen, kültürel açıdan olduğu kadar siyasal talepleri açısından, sorunları, stratejik güvenlikleri ve ortak büyük hedefleri aynı olmasına rağmen, kurulu Arap devletleri vatandaşlarını ortak bir üst kimlikte tanımlamak oldukça güçtür; Araplar dünyanın her yerinde, kendilerini Arap olarak tanımlarken beraberinde mutlaka ya Mısırlı, ya Suriyeli, Iraklı, Libyalı, Ürdünlü, Cezayirli,Tunuslu vb. olarak tanımlamayı tercih ettikleri bilinmektedir. Kafkaslarda yaşayan etnik yapıları Türk olan, dinleri de Müslüman olan ancak üst kimlikte Kırgız, Türkmen, Özbek olan toplulukları hatırlamak bu fasıl için yeterli olacaktır.





Sonuç

Üst kimlik tartışmalarının, Yüksekova-Hakkari olaylarındaki devlet-çete işbirliğinin ortaya çıkmasıyla alevlenmesi bir kez daha, tüm etnik topluluklar adına Kürt ulusal varlığının anayasal olarak tanınıp-tanınmaması sorununa gelinip dayanılmıştır. Bu konuda onlarca makale yazdık durduk, hadise Kürt ulusunun varlığının kabul edilip, edilmemesiyle ilgilidir dedik. Bu ulusun haklarının anayasal hükümlerde belirlenip, belirlenmemesiyle ilgilidir tespitini yaptık. Kimse kendini aldatmasın, ne dini söylemlerle AKP’nin yaptığı gibi, hepimiz din kardeşiyiz deyip, işi tanrının huzuruna ertelemekle ne de, kırk dereden su getirip, egzotik argümanlar geliştirerek, “anayasal vatandaşlık”, “bilinç milliyetçiliği”, “Türk milleti üst kimliği” ilanları ve tehditleriyle boğmaya hiç gerek yoktur. Kürtler çağdaş bir ulusun tüm özelliklerini taşıyan bir ulustur ve onun da diğer uluslar gibi kendi kaderini tayin etme hakkı vardır. Birlikte yaşanacaksa, diğer etnik topluluklarda dahil Kürt ulusunun hak ve hukuku anayasal güvencelere kavuşturulmalıdır. Türk orijinli her aydının yapması gereken en yaşamsal önerme tas tamam budur; dünya ve bölgemizdeki gelişmeleri takip eden vatanseverin önünde böylesi bir görev olduğunu tekrar tekrar belirtmekte yarar vardır. Aksi davranışlar kişileri olduğu kadar egemen olduğunu sanan milletleri de bölücü duruma düşürecektir. Katılık, zorlama, dayatmayla Kürt milletini Türk milleti yapamazsınız. Bunda ısrar ederseniz, bölgemizin parçalanmış yapısını bir kez daha parçalamak isteyen şer güçlerinin taleplerini yerine getirmiş olursunuz, üstelik kendinizi birleştirici sanarak. Irak’ın başına gelenlere, Suriye’nin başına örülmek istenenlere bakınız ve ders alınız. Bu dersi öncelikle de Baykal’ın alması gerekmektedir.

25 Ekim 2005